İki Ayrı Fransız Esintisi

Birine Woody Allen eli değmiş. Dolayısıyla aklın, estetiğin, sanatın ve mizahın birleşimi harika bir iş çıkmış ortaya. Evlenmek üzere olan Gil ve Inez tatil için Paris'e gelirler. Tam bir çok bilmiş Amerikalı ve maddiyat insanı olan Inez ile daha içe dönük, öz güven patlaması yaşamayan ve şehri gözlemleyerek yaşamaktan hoşlanan Gil'in Paris'te geçirdikleri zaman içinde yapmak istedikleri şeyler çok farklıdır. Yazar olan Gil'in Altın Çağ olarak nitelendirdiği 1920'lerin Paris'i arayışı içinde olması da bu tatili kendisi için masalımsı bir yolculuğa dönüştürür. Her akşam çıktığı o yürüyüşler esnasında o dönemde Paris'te takılan sanat camiasından simalarla tanışır: Scott Fitzgerald ve kendisi gibi yazar olan karısı Zelda, Hemingway, Picasso ve modeli (ve metresi) Adriana, Dali, Cole Porter ve diğerleri. Bu büyülü dünya hem Gil'in iyi olduğundan çok da emin olamadığı romanı için hem de hayatıyla ilgili büyük bir motivasyon sağlayacaktır.  

Tıpkı Barselona Barselona filminde olduğu gibi bu filmde de muhteşem görüntüler var. Filmi izlerken Paris'te olmak için yanıp tutuşuyorsunuz adeta. Kafeleri, müzeleri, antika pazarları, parkları, şarabı, zarif kadınlarının simgesi olarak Marion Cotillard ile Paris karşınızda! Hem de yeni ve eski haliyle... Üstüne bir de barındırdığı sanat arşivini eklerseniz filmin nasıl bir tat bırakacağını anlayabilirsiniz. Çok incelikli bir mizah ve derin ve esprili sohbetler barındıran filmde Dali ve Man Ray ile karşılaşıp onlara "Bir bakıyorsun 2000lerdeyim, sonra bir anda buraya dönüyorum. Zamanda yolculuk yapıyor gibiyim," diye yaşadıklarını anlatmaya çalışan Gil'e Dali'nin "Ama bu çok normal," yanıtı vermesi üzerine Gil'in de karşılık olarak "Ama siz sürrealistsiniz, ben normalim!" demesine de koptuğumuzu söylemeliyim. :) Sonuç olarak biz çok sevdik bu filmi, izlemenizi öneririm. (Ama not olarak belirteyim: aslında filmde adı geçen ve filmin diyaloglarına tat katan sanatçıları tanımayanlar bu filmden aynı tadı almayabilirler. Yani Barselona Barselona kadar geniş bir kitleye hitap edeceğini sanmıyorum.) Bir de "altın çağ" özlemlerinizi bırakıp, yaşadığınız çağdan zevk almaya bakmanızı öneririm. Çünkü o altın çağın içinde yaşıyor olsaydınız, kendinize özlem duyacak  başka bir "altın çağ" bulacaktınız, diyor gibi geldi bana Woody Baba. İzleyip, kendiniz karar verin. 


İkinci film yine Fransa'da geçiyor ama adı sanı bilinmeyen, şarap&peynir sefalarının yaşam gündeminin ilk sırasında yer almadığı diyarlarında. Bu arada kısa bir bilgi notu olarak Filmekimi'nde gösterilen bu filmin Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmiyle birlikte Cannes Jüri Özel Ödülü'nü paylaşan film olduğunu hatırlatayım. 

Cyril adında 11 yaşında bir çocukla tanışıyoruz. Yetiştirme yurdunda kalıyor ve her fırsatta kaçarak kendisini çoktan almaya gelmiş olması gereken babasını arıyor. Babasının yaptığını anlayamayacak kadar çocuk; yani iyi niyetli, saf duygulara sahip ve umut dolu. Bir çocuk yüreğinin katlanabileceğinden çok daha büyük bir güven ve sevgi problemi yaşayan ve doğal olarak zamanla tepkili ve sorunlu bir hale dönüşen bir çocuk. O kadar ki önce ona bisikletini getiren, sonra da koruyucu annesi olarak hafta sonları yanına alan Samantha'yla bile çatışıyor. Neyse ki yaşama karşı yalnızlığı ve güvensizliğinden dolayı yanlış yollara saptığı anlarda bile Samantha onun hep yanında olmaya devam ediyor. Bence bir sevgi ve güven filmi bu. Özellikle de bu iki unsurun çocuk psikolojisi üzerindeki etkilerini içinize dokunan bir hikayeyle anlatıyor. Bir de o kadar doğal, abartısız, süssüz-püssüz anlatıyor ve öyle çarpıcı bir etki yaratıyor ki filmin sonunda resmen boğazınız düğümleniyor. Sadece o muhteşem son sahnesi için bile mutlaka izlemelisiniz dediğim bir film bu. Bu dokunaklı yaşam kesitinin baş rolündeki çocuk oyuncu Thomas Doret de tek kelimeyle harika. 


Filmin sonunda o kadar kalakaldım ki oturduğum yerde, inanılmaz içim acıyarak, üzülerek ekrandan akan yazılara boş boş baktım öylece. Birkaç dakika sonra içeriden bir şeyler almaya gidip gelen İso'cuma bakıp "ama çocuk toparladı diye düşünebiliriz, değil mi?" diye sordum (sanki tanıdığımız biriyle ilgili umut dolu bir yanıt alıp içimi rahatlatmak ister gibi otomatik çıktı soru ağzımdan). İso kaderci bir edayla başını sallayarak "Allah'ın izniyle be İmge!" deyince saçmaladığımın farkına vardım. Aynı anda hem gülmeye hem de ağlamaya başlayınca da bu kez kocacığımın gözlerinden dehşet içinde "acaba PMS mi?" düşüncesinin geçtiğini gördüm. Ama değildi sevgili okur. Bu kez sadece filmin etkisiydi beni böyle her şey bittikten sonra bir anda gözyaşlarına boğan.Cyril'le tanışınca sizin de aynı şeyi hissedeceğinize eminim. 

Şimdiden iyi seyirler..

4 yorum:

Turta Tadında Yaşamak dedi ki...

2 filmi de çok merak ettim.. gittiğin-gördüğün yerleri filmlerde izlemek çok keyifli oluyor gerçekten.. üstelik filmedeki o havayı daha iyi solumana, daha gerçekmiş gibi anlamana neden oluyor. ikisini de bir an önce izlemek istiyorum doğurusu ama öncelikle birinciyi ;)

Imge dedi ki...

Gördüğün yerleri filmlerde de görmenin keyfi konusunda sana kesinlikle katılıyorum.. Ve umarım sen de benim kadar beğenirsin bu filmleri.. Sevgiler..

Özge'nin Oltası dedi ki...

Geçtiğimiz hafta ben de Midnight in Paris'i izledim ve çok sevdim. Görüntüleriyle, müzikleriyle insanı alıp götürüyor, masal gibiydi. Diğer filmi izlemedim ama hemen izlenecekler listesine ekledim :)

Imge dedi ki...

Özge,

Umarım diğerini de beğenirsin.. Ama biraz bunalmaya hazır ol..:)