Bugün kahvaltımızı kahvelerinin methini çok duyduğumuz Blue Bottle'da yapıyoruz. Gerçekten de anlatıldığı kadar varmış. Kahve uzmanı değilim ama orada içtiklerimizin tadı gerçekten çok lezzetliydi. Kaliteli kahve çekirdeklerini bulmak, kavurarak ve öğüterek en uygun şekilde hazırlamak, demleme yöntemi, vs için önemli bir zaman harcayan -ve adeta bir laboratuvar ortamında kahveleri hazırlayan- bu markaya kocaman bir alkış. Yani canınız kahve çektiğinde mavi şişeli logo görmek için etrafınıza bakınınız.
Kahvaltıdan sonra Market Street üzerinden 5 numaralı otobüse binerek (deniz yönüne değil diğer yöne gidene biniyorsunuz) Fulton Street 8th Avenue durağında iniyoruz. Devasa Golden Gate Parkı'nda görmek istediğimiz iki yer var ve bu ikisine de en yakın nokta burası. İner inmez aşağıdaki haritadan da hedeflerimize ne kadar yakın olduğumuzu görüyor ve ilk hedefimize giriyoruz: De Young Museum. Müze gezmeye bayıldığımı bilirsiniz, o yüzden Ed Ruscha'nın A Particular Kind of Heaven'ı önünde bir fotoğraf çektireyim de bloga hislerimi ifade eden bir fotoğraf koyayım diye düşündüm. Tabi İso'cumun bu fotoğrafı yüzüncü denemede çekeceğini ve yüzümde "Ee hadi artık, bitir şu işi de gidelim," ifadesinin oluşacağını hesaba katmamıştım. (Zaten müzede bir eserle birlikte fotoğraf çektirmeyi genel olarak anlamsız bulurum ve gezen insanları engellerim falan diye de feci utanırım. Neyse bir sonraki geziye bir de fotoğrafçı bütçesi ayırmak farz oldu. Bu gezideki fotoğraflarımdan da hiç memnun kalmadım zira. Ama neyse Mission'da öcümü almışım İso'dan.:) Bir sonraki yazıda göreceksiniz.)
De Young Müzesi küçük, derli toplu bir müze. Küçük dediysem içinde 25,000 eser var! Belki de atlayabileceğimizi düşündüğümüz bölümler olduğu için bize çok kocaman gelmemiştir. İçinde Meksikalılar ve Mayaların duvar freskleri ve dikilitaşlarından, cam ve seramik çalışmalarına, Eskimolar'dan Afrikalılara kadar pek çok farklı kültürün geleneksel tasarımlarına, Okyanusya masklarından dans kostümlerine, Türkmen halıları dahil çeşitli dönemlere ve kültürlere ait tekstil ürünlerine kadar pek çok eser bulunuyor.
Biz daha çok Amerika'nın 20. yy'a kadarki ve 20.yy ve sonrasındaki Çağdaş Sanat eserlerini gezmeyi tercih ettik ve ziyaretimizi iki saatle sınırlamaya çalışsak da süreyi biraz aştık. Aşağıdaki kolajlarda favorilerimizden bazılarını görebilirsiniz. Sağ üst köşedeki Diego Rivera'nın kadın figürlerini hemen tanımışsınızdır. Hemen altında Nicolai Fechin'in Flower Girl'ü (1925) duruyor. Alt sıra komple favorim oldu diyebilirim. Ortasında A Dinner Table At Night (1884) var. Soldaki isimsiz ve masalsı manzaraya bayıldım. Chiura Obata'nınmış (1930). Üstte soldan ikinci Edward Walter Dickinson'ın The Cello Player tablosu da İso'cumun favorisi oldu.
Aşağıda da çeşitli salonlardan gözüme çarpan çalışmalar var. Cam eserler gerçekten çok güzellerdi. Vazolar, kaseler, dekoratif objeler bir yana, rengarenk cam merdivene ne demeli? :) Ayrıca natürmort ilgim pek yoktur ama şu üzüm suyu ve sandviç ekmeklerinin olduğu yağlı boya tablo çok başarılı değil mi?
Biraz da doğadan görüntülerle baş başa bırakayım sizi. Sağ üst köşede gördüğümüzde ne kadar etkilendiğimizden şu yazımda bahsettiğim Grand Canyon var. Hem de gökkuşağıyla süslenmiş. Thomas Moran 1912'de yapmış bu tabloyu. Altında ise günbatımında o hafif hafif kıyıya vuran mini dalgaların şıkırtısını duyuyor gibiyim dedikten sonra adının Singing Beach olduğunu okuduğum nefis bir Martin Johnson Heade (1863) tablosu duruyor. Daha güzel bir isim seçilemezdi. Sol üst köşede Joseph Rafael'in Spring Winds'i var. İlkbahar rüzgarlarını bu kez teninizde değil gözünüzde hissedeceksiniz. :) Altındaki Indian Rock, Rhode Island'daki kayaların görüntüsü de favorilerimden.
Evet, elbette dükkanını da gezdikten sonra müze gezimizi tamamlayıp artık öğlen olduğu için ılınmış, mis gibi güneşli, açık havaya kendimizi atıyoruz. İkinci durağımız müzenin hemen yanındaki Japanese Tea Garden. Giriş kişi başı 7$. Harika bir sanat turunun üstüne bu huzurlu ve yemyeşil ortam bize adeta terapi gibi geliyor. Japon stili bahçe peyzajını gezip içindeki çay bahçesini bir mola durağı yapabilirsiniz. Mart ve Nisan aylarında o muhteşem kiraz çiçekleriyle dolu ağaçları da görmek mümkünmüş.
İçinde Japon bahçelerine özgü minik kemerli köprüyü, pagoda adını verdikleri katlı, kırmızı yapıyı, minik göletleri, zen bahçelerini ve taş fenerleri görmeniz mümkün. Örneğin, üstte ortadaki fenerin adı Peace Lantern. Japon çocukların katkılarıyla alınarak bir dostluk sembolü olarak 1953'te ABD'ye hediye edilmiş.
Burada da yaklaşık 1 saat geçirdikten sonra bir yemek molası veriyoruz. Ve öğleden sonrasının planını çizeceğiz elbette. Akşam için bir şey diyemem ama gündüz verilen yemek molalarının hepsinin tek bir nedeni var: enerji toplayıp, yola devam etmek! :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder