İç Dünyamdan Notlar ve Spaceliner

Önce okuduğum kitapla başlayayım: çok sevdiğim Paul Auster'ın değişik bir otobiyografi olarak yazdığı İç Dünyamdan Notlar kitabını taze bitirdim. Değişik diyorum, çünkü gerçekten bir iç dünya analizi, sanki bir hipnoz seansından çıkan notlar ya da rüya yorumlaması gibi birtakım dönemlerin, olayların ya da gördüğü, duyduğu şeylerin benliğinde bıraktığı izleri didiklemiş Paul Auster. Kronolojik sırayla üç yaşımda şu oldu, 10 yaşıma geldim şunu yaptım demektense, beş yaşında Ay'ın içinde gerçekten bir adamın yaşadığına inandığından, hayatında önemli izler bırakmış iki filmden bahsediyor (onlarca sayfadan oluşan koca bir bölüm hem de), hâlâ kullandığı Tavşan Peter fincanından, yirmili yaşlarında beraber olduğu eski sevgilisiyle mektuplaşmaları aracılığıyla o dönemin huzursuzluğundan, arada bir rüyalarına giren Nazilerle ilgili kabuslarından ve daha pek çok şeyden bahsediyor. Ve aslında bunların ardında yatan daha pek çok başka şeyin içsel çözümlemesini yapıyor kendi kendine. Zor ve değişik ve Paul Auster'a yakışır bir otobiyografi olmuş. Son mektuba kadar iyi gittim, ama son ve en uzun mektubu kafamı karman çorman etti. O yüzden o son mektubu okumayaydım iyiydi, diyorum aşina olduğumuz kalıbı bu sefer biraz değiştirerek. ;)


Sırada Arter 'de 15 Mayıs'ta açılan ve 2 Ağustos'a kadar devam edecek olan Spaceliner sergisi var. Her zamanki gibi "fazla" modern işler sizleri bekliyor Arter'de. ;) Bu bir grup sergisi. İçeride desen ve mekan arasındaki ilişkiyi araştırmak üzere yola çıkan 17 sanatçının çalışmaları sergileniyor.  Serginin temelindeki bütün işler, temelinde çizimin yer aldığı bir düşünme biçiminden besleniyorlar. Tümünde bir "hareket" ögesi de mevcut. Çağdaş desen üretiminin içerdiği bilimsel çeşitliliği sergilemeyi amaçlayan sergi, güncel bir ifade aracı olarak desenin sıradışı yöntem ve malzemeler yoluyla yeni görsel fikirlerin gelişimini taşıyabileceği noktayı da ortaya koyuyor. 


İçeri girer girmez, hatta girmeden dışarıdan bakınca Hans Peter Kuhn'un "noktalı çizgi üzerinden kesiniz..." eserini görüyorsunuz (üstteki kolajda sağ üstte). Mekanın dışında başlayıp, dinamik hareketlerle iç mekanı bölen ve yeniden mekanın dışına çıkan bu çalışmada konturu belirleyen çizili hat trafik çizgilerini, uçuş rotalarını, dikiş patronlarını, organizasyon şemalarını çağrıştırıyor. Hemen yanında gördüğünüz eser ise Gözde İlkin'in Boğaz Turu. Tekstili hem araç, hem mecra, hem de fikir olarak kullanan sanatçı, el işi tekniklerini sadece kumaş değil kağıt ve çeşitli objelere de uygulayarak geçmişin gelecekle buluştuğu bir İstanbul odacığı yaratmış.  Altında gördüğünüz iki pleksiglas kutunun üzerindeki çizimleri sanatçı Pia Linz, günlerce kutunun içinde oturarak etrafında gördüklerini çizerek yapmış. Buradaki Gravür Kutu serisindeki kutular Berlin'deki Alexanderplatz'a yerleştirilenlerdenmiş. Yanında ise Ulrike Mohr'un Başka Bir Zamana Uzun Gezinti adlı çalışması var. En eski çizim aracı olan karakalem ve geleneksel kömürden karakalem üretimine gönderme yaptığı işinde İstanbul'un su kenarlarından ve sahillerinden topladığı odun parçalarını yakıp kömüre dönüştürmüş. Çizgileri ise yine İstanbul'da topladığı oklava ve benzeri gündelik eşyalardan ürettiği kömürle oluşturmuş.  


Yukarıdaki kolajın üst sırasında çok etkileyici bulduğum iki çalışma duruyor. Soldaki hafiften beni korkuttu da diyebilirim. Sanki çoğalarak üstüme gelen ve her yeri kaplayıp, hepimizi boğacak bir canavar karşısındaymışım gibi hissettim.  Monika Grzymala, Poyraz-Lodos isimli bu çalışması için binlerce metrelik siyah koli bandı kullanmış. Çapraz altında Marcia'nın Mutfağı var. Figürü ve musluktan şıp şıp damlayan su sesine rağmen mutfak işlerinin tüm tekdüzeliği karşınızda. Zilla Leutenegger yapmış. Yanındaki duvardan duvara yatay duran Sütun, Christiane Löhr'ün at kılından yaptığı pek çok çalışmasından sadece biri. Ve son olarak üstte solda duran Yankı odacığı. Heike Weber'in hazırladığı bu siyah zemin üzerine beyaz çizgilerle donatılmış ve sütunlar yerleştirilmiş mekandaki derinlik ve illüzyon hissini görmelisiniz. 

Evet fazla modern işler, evet hepimize hitap etmiyor, ama yolunuz Beyoğlu'na düşerse içeriye bir göz atın derim. Arter'deki sergiler ücretsiz oluyor ve girişte de zihninize yardımcı olacak minik bir sergi kitapçığı bulunuyor. Ne dersiniz, denemeye değmez mi? ;)

İyi hafta sonları!

Prag'da Ne Yer, Ne İçeriz, Hatta Gitmişken Ne Alırız?

Prag'da en çok bira içeriz, baştan söyleyeyim, ona göre hazırlıklı olun. Pilsner Urquell, Kozel, Krusovice, Staropramen, Master denediğimiz Çek birası markalarından bazılarıydı. Favorilerimiz ise Kozel ve Staropramen'in dark biraları oldu. Öğle yemeği ya da ara atıştırması tadında bir sürü yerde bira molası verdik. Büyük olasılıkla siz de yapacaksınız - ve  yapın da. Gözünüze güzel gelen her yerde ünlü Çek biralarının tadına bakmadan dönmeyin. Ayrıca isterseniz Old Town Square'e çok yakın bir yerde bulunan Beer Museum'a uğrayıp, bira yapımı hakkında bilgi alabilir ve değişik biraları tadabilirsiniz. (Not: şehirde Gingerbread Müzesi'nden Absinthe Müzesi'ne, Seks Müzesi'nden İşkence Müzesi'ne kadar bin tane değişik müze var. İlginizi çekene dalın. Çoğu Old Town Square'de ve Kale yakınlarında, yerleri çok merkezi.)


Burada az çok ne bulacağımızı biliyorduk. Bol bol fırınlanmış domuz ve ördek eti, gulaş benzeri yemekler, bira, apple strudel. O yüzden üç gün üç gece böyle geçmez diyerek bir gün için Sansho planı yaptım gitmeden. Evet, Prag'a gidene önereceğiniz ilk yer olmayabilir, ama bence yemekleriyle, güneşin altına attıkları masalarında öğleden sonra uzun uzun oturup sohbet etme imkanı tanımasıyla dört dörtlük bir lezzet ve keyif deneyimi olarak hafızalarımıza yer etti burası.


İngiliz şefinin Asya mutfağına yaratıcı ve yenilikçi bir yorum katmasıyla ortaya çıkan yemeklerin hepsi nefisti. Aslında sadece akşamları tadım menüsü sunmalarına rağmen bize bir kıyak çekerek öğleden sonranın o abuk saatinde de bütün özel lezzetlerinden tadımlık getirdiler. Nefis bir somon sashimi ile başladık, sonra minik pofuduk ekmeklerin arasına koydukları mantar&et ile domuz göbeği&brokoli karışımlarını denedik. Ardından kuşkonmazlı salata ve en son da kuzu eti, pilav ve çıtır yengeçli nefis bir tabak geldiğinde zevkten dört köşeydik. Paul Day'in ve hepsi birbirinden tatlı garsonların ellerine sağlık diyorum. Prag'da hesap ne gelir diye de korkmanıza gerek yok, unutmayın. ;) 


Daha lokal bir yer önerisi isterseniz, adı üstünde Lokal'i vereyim size. Kendi biralarını da yapan, çok sevilen bir yer. Ambiyans sıfır, sürekli haldır huldur bir yemek ve bira getir-götürü ve insan uğultusu mevcut, içerisi han gibi tıkış tıkış masalar, florasan ışıklar, maç varsa televizyonlarda maç yayını! Ben gördüm, daha keyifli bir yerde bira içmek için kaçtım. İso'cum da sırf ben önerdim diye ben gitmeden önceki akşamlardan birinde bir şeyler atıştırıp biralarını denemiş. Beklentisiz deneyebilirsiniz. Sonuçta yerel birahaneleri aşağı yukarı bu ayarda yerlerden oluşuyor aslında. 


Bu kez yine sıfır ambiyans ama güzel "domuz dizi" yapan bir yer için bulduğumuz adresteyiz: U Hrocha. Harap bir giriş katı dairenin içine atılmış, tahta masalar ve minik bir bardan oluşan, her masası dolu yerel bir restoran burası. Domuz dizini gerçekten çok iyi yapıyorlar diye geldik, dedikleri kadar varmış. Ama servis falan bu işte: "buyurun, iki kişi dalın ve parçalayın" tadında. Yerel lezzet denemek için kesinlikle gidin derim. Ortamla ilgili beklentiniz olmasın, Anthony Bourdain'lık salaşlıkta . ;)


Yerel alternatifleri görünce turistik takılalım dedik. :P Charles Köprüsü'nün bir ayağında, aşağıda gözümüze çarpan ağaçlıklı ve parklı meydana bakan çok şeker bir restoran vardı. Son gece kendimizi oraya at'tık. Belki de şehrin en piyasa yerlerinden biridir. Biz 21.00'de ancak yer bulabildik ve 11.30'u geçerek kalkarken yerimiz kapıldı. Bence hem dış bahçesi, hem de daha soğuk havada gidecekler için iç mekanı çok sıcak, ilgili garsonları ve güzel yemekleri olan bir yer. Fiyatlar diğer bahsettiğim yerlere göre elbette daha yüksek, ama her yerde aşırı normal olduğu için yine korkmanıza gerek yok. Fırında ördek ve domuz kaburga denedik, her ikisi de harikaydı. Gün boyu biradan baygınlık geçirdiğim için ben şarap söyledim, ama minik karaf halinde getirdikleri şarap çok başarılı değildi. Yine de ortamını ve yemeklerini beğendim Cervena Sedma'nın.


Bir turistik akşam da Cafe Mozart'ta geçirdik. Jazz Boat  için fazla rahat davranıp da yer bulamayınca buranın caz gecesini deneyelim dedik. Siz siz olun gitmeden önce Jazz Boat'taki yerinizi mutlaka ayırtın. En aklımda kalan şey o oldu bu yolculuk dönüşünde. Burada çalan gruplar da çok çok iyi oluyormuş, benden söylemesi. Cafe Mozart'a gelince yemekleri ve ortamı keyifli olsa da, bize Astronomi Saati manzaralı bir masa ayırmış olsalar da, siz bence buraya caz gecesi için değil, nefis tatlılarından yemek için gelin. Caz gecesi pek işe yaramazdı açıkçası, ama keyifli bir akşamüstü geçirebilirsiniz yine de. 


Bunlar bizim bu turdaki duraklarımızdan bazılarıydı. İlk fotoğrafta gördüğünüz gibi nehir kenarında,Yahudi Mahallesi'nde, Wenceslas Bulvarı'nın başındaki sosisli ve bira satan büfelerde, Old Town Square'de, kısacası adım attığımız her semtte bira molası vermişizdir. O yüzden siz de Prag'ı içgüdülerinize göre yaşayın derim. Tatlı olarak apple strudel'den şaşmayın. Sokak tatlısı olarak da trdelnik'i deneyebilirsiniz. O da ne ola ki diyenler için Kuzey Güney dizisindeki makara diyebiliriz kısaca. :P İster toz şekerli, ister Nutellalı, karar sizin. 

Alışveriş olarak...

* Prag alışveriş için de güzel bir yer. Çek kristalinin yerindeyiz ne de olsa. Ev için dekoratif objeler alabileceğiniz gibi kırmızıya çalan siyah renkli granat taşından takılar da alabilirsiniz kendinize.

* Absinthe (%70 alkolüyle bir içkiden çok kireç çözücü olarak falan kullanılmalı bence ama siz bilirsiniz tabi) ve onlarca baharatın birleşiminden oluşmuş, gizli tarifi olan Becherovka Prag'a özel içkilerden. Dönüşte alabilirsiniz.

* El sanatlarının çok gelişmiş olduğu bir şehirdeyiz. Her yerde tahta oyuncakçılar, kuklacılar göreceksiniz. Kapın bir kukla kendinize.

Aklıma gelenler bunlar. Böylelikle bir masal defterini daha kapatıyorum. Artık araya sürpriz bir şeyler çıkmazsa sırada yaz tatilleri olur herhalde. Denizi, güneşi özleyenler el kaldırsın! ;)

Kutna Hora-Kostnice

Prag'daki üçüncü günümüzde Hlavni Nadrazi tren istasyonuna gidip Kutna Hora için gidiş-dönüş biletlerimizi alıyoruz. Kutna Hora'ya kalkan trenler genellikle Kolin aktarmalı oluyor. İki kişi gidiş dönüş 8 Euro gibi bir rakam ödüyorsunuz biletler için. Kutna Hora Mesto durağında inerseniz şehir merkezini de görmüş olursunuz (ki bence pek gerek yok; zira terk edilmiş bir kasaba gibi kendisi).  Ya da doğrudan Kutna Hora Sedlec'te inip Kostnice ya da Sedlec Ossuary olarak adlandırılan ve biz turistlerin Bone Church dediği Kemikli Kilise'ye gidebilirsiniz. Şehir merkezinde indiğinizde sizi kiliseye götürecek bir turist bus bulunuyor. Ya da hiç zorlamadan taksiye binin ve yaklaşık 3 Euro gibi bir rakama kilisede olun. 


Kilisenin içini gezmek için kişi başı 90 Çek kronu ödüyorsunuz. Bu da yaklaşık 3,5 Euro gibi bir tutara denk geliyor. Girer girmez İngilizce olarak kilisenin tarihçesini okuyabileceğiniz sarı sayfaları bulabilirsiniz. Sizler için de fotoğrafını çektim, okumak isteyenler aşağıya buyursunlar. ;)


Girişten itibaren kilisede gördüğünüz her şey insan kemiklerinden yapılmış. Avizelerden şamdanlara, kaselerden zırhlara kadar. İçeride 40,000 kadar insana ait kemik bulunuyor. Bunlar hem 1318 yılında veba salgınında ölen insanlara hem de 15. yy'da yapılmış Hussite Savaşları'nda ölenlere ait kemikler. Önceleri bu ölen insanların bedenleri kilisenin mezarlığında yer alıyormuş. 15. yy'da mezarlık kapatılınca kemikler kilisenin içine alınmış ve piramitler halinde üst üste yığılmış. 1870 yılında ise Frantisek Rint adındaki bir ahşap oyma ustası bu kemikler ve kafataslarıyla çanlar, kaseler ve avizeler gibi dekoratif şeyler yapmış. 



Kafatasları ve kemiklerde savaşın tüm şiddetini ve yıkıcı etkilerini görmek mümkün.


Burası ile ilgili daha detaylı bilgiler almak ve kilisenin içini ve dışını gezmek için bu Youtube linkine tıklayabilirsiniz. İlginizi çekerse Prag'da olduğunuz günlerden birini burayı görmeye ayırabilirsiniz. Biz yola çıkarken "nasılsa ikinci gidişimiz, 3,5 günümüz de var, bir gün Kutna Hora, bir gün de Terezin Toplama Kampı yaparız" demiştik. Ama şehirden ikinci kez o kadar etkilendik ve ayrılmak istemedik ki daha ilk günden günübirlik gezi sayısını bire düşürdük. O yüzden Prag'dan ayrılabilmeyi başarabilecek misiniz, kendinizi iyice bir tartıp ona göre kararını verin derim. ;)

Sırada yeme içme notları var. Benden ayrılmayın.;)

Hard Rock Cafe Bolluca Hayvan Barınağı'nda

Hard Rock Cafe Istanbul’da Artan Yemekler Bolluca Hayvan Barınağına Veriliyor


Hard Rock Cafe İstanbul, simgeleşmiş İstiklal Caddesi ve İstanbul’un göbeğindeki canlı müzik merkezine yakın konumuyla sadece eğlence dünyasına hitap etmekle kalmıyor, aynı zamanda birçok sosyal sorumluluk projesine de destek veriyor. Mekan bu bağlamda geçtiğimiz günlerde Citroen ile iş birliği yaparak Cafe’deki artan yemekleri Bolluca’daki hayvan barınağında bulunan hayvanları doyurmak için kullandı. Bu kez hayvan dostları için yola çıkan Citroen ve Hard Rock Cafe İstanbul yetkilileri, hayvanları doyurup aynı zamanda onlarla vakit geçirdiler. 





“Take Time To Be Kind” Mottosu ile Hareket Ediliyor

Hard Rock Cafe, dünya çapında görev edindiği konular ile ilgili olarak oluşturduğu mottolarından İstanbul’da da vazgeçmiyor. Hard Rock Cafe İstanbul, “Take Time To Be Kind mottosu ile nezaketin bulaşıcı olduğuna, herkese nazik davranmak ve yardımcı olmak için daima zaman olduğuna vurgu yapmaya devam ediyor. 

***

Çok güzel hareketler bunlar! O yüzden bu basın bültenini sizinle de paylaşmak istedim. Alkışlar Hard Rock Cafe ve Citroen'e. 

Prag Sokaklarında Gezmelere Devam

Gezilmesi görülmesi gereken en önemli yerleri bitirdiysek ikinci derecede önemli yerlere geçiyorum. İkinci derece dediysem, daha az keyifli demek değil bu. Daha şehir ve doğanın içinde yerlerden bahsedeceğim. Buralara giderken Prag sokaklarında yürümekten de inanılmaz keyif alacaksınız.  

Wenceslas Square (Vaclavske Namesti) ve aynı adı taşıyan kocaman bulvar, bunlar arasında en büyük alana yayılmış olanı. Bohemya bölgesinin başlıca azizlerinden Saint Wenceslas'ın adını alan meydanda yine onun anısına yapılmış bir heykel ve Ulusal Müze (Narodni Museum) binası bulunuyor. Buraya çıkan geniş bulvarın üstünde ise her türlü markanın mağazasını ve bir dolu oteli görebilirsiniz. Konaklama ve alışveriş için tercih edebileceğiniz bir bölge burası. Bir de şehrin en büyük tren istasyonlarından biri olan Hlavni Nadrazi buraya çok yakın; trenle günübirlik geziler yapmak isteyenlere duyurulur. 


Mutlaka gezilmesi gereken yerlerden biri de Josefov adı verilen Yahudi Mahallesi. Eski Şehir'e çok yakın olan bu bölgede de binaların mimarisi, bira evleri ve değişik köşelerde karşınıza çıkan heykeller çok güzel. Sağ alttaki Kafka heykeli misal. Aynalardan yapılmış David Cerny heykeli ise asıl favorim olan (sol alt). Hamile bir kadın heykeliymiş aslında ve altına eğilip de başınızı altta bulunan deliğin içinden sokunca karnında siz varmış gibi görünüyormuşsunuz. Bense baştan çıkarıcı bir pozda duran dolgun bir kadın olarak algılamıştım heykeli. Hamilelik kutsalına dil uzatan bir yorum olmuş benimki. ;P


Yahudi Mahallesi olunca gezdiğimiz yer, ibadethane olarak da sinagog çıkıyor elbette karşımıza. Burada Old Synagogue olarak bilinen daha gösterişsiz, sade ve tarihi daha eskiye dayanan bir sinagog dışında bir tane de Klausen Synagogue bulunuyor ki, ben kendisini daha çok sevdim. Ama kiliseler, sinagoglar sizin olsun bana sokakları ve biracıları verin diyorum her zamanki gibi. ;)


Geçen seferki gidişimde görmediğim Dancing House'u görmek için son günümüz olan Cumartesi'yi bekledim. Çünkü hemen yakınlarındaki Naplavka Farmer's Market'ı da gezmek istiyordum. Siz de öyle denk getirebilirsiniz, çünkü nehrin kenarında bir sürü standın açıldığı nefis bir açık hava pazarı kuruluyor buraya Cumartesileri.

Fred and Ginger olarak da bilinen ve Prag'ın eski yapılarının arasında tüm modernliğiyle göze çarpan bu 'dans eden evi' görmelisiniz.  Üst katında bir restoran ve içinde bir galeri var, onun dışında içi sadece ofislere ayrılmış durumda. İçine girmedik, sadece dışarıdan fotoğrafını çektik.


Palackeho Köprüsü'nü geçer geçmez nehir kıyısında kurulan Naplavka Farmer's Market'ta canlı çiçekten şaraba, organik ürünlerden cupcake'e, şarküteri ve peynirden biraya, ekmekten pastaya, makarna soslarından Hint körilerine kadar aklınıza gelebilecek her türlü yeme-içme standını gezebilirsiniz. Tabi alışveriş yaparak ve tatlarına bakarak. Yorulunca da nehir kıyısında bir bira molası sizi bekler. Ben güneşe oturup, günün ilk birasını küçük boy alayım lütfen. ;)


Zaten göreceksiniz ama yazmazsam olmaz dediğim bir durak da Barut Kulesi. Yapımına 1475 yılında başlanmış olan bu Gotik kule şehrin eski ve yeni kısmını birbirinden ayırıyor. 17. yy'da barutların saklanması için kullanılan kulenin, simya çalışmaları için kullanıldığı da biliniyor.


Geçer geçmez hemen yanındaki Municipal House'un ise hem binası görülmeye değer, hem de içinde kocaman, nefis bir konser salonu olduğunu bilmelisiniz. İsocum'un orada Mozart'ın Requiem'ini dinleyerek huşu içinde muhteşem bir akşam geçirdiği olmuştu ilk gidişimizde. Ben de kapanmadan yetişelim diye çıkışta onu kolundan çekiştirerek Seks Müzesi'ne götürüp, o huşuya turp sıkmıştım. :P


Bir de bu kez gitmediğimiz, ama geçen sefer gidip çok keyif alarak güzeller güzeli Prag'a tepeden baktığımız, sonra da yemyeşil bir ormanın içinden kıvrıla kıvrıla inen bir yoldan yürüyerek nehir kıyısına geldiğimiz Petrin Kulesi şehrin görülesi duraklarından. Prag'ın Eiffel'i sayılan bu kuleye isterseniz füniküler ile de çıkabilirsiniz. Ama mevsim bahar ise inişi doğanın içinden yapmalısınız kesinlikle. Biz 2006 yılının sonbaharında yapmıştık bunu. O zamandan kalma birkaç fotoğrafı aşağıda görebilirsiniz.


Bir önceki yazımda bahsettiğim yerleri ve buradaki durakları gezdiyseniz, Prag'ı bitirdiniz demektir. Yani gezi kontrol listesini tamamladınız demek istiyorum, yoksa şehrin sokaklarındaki güzellikler görülmekle bitecek gibi değil. Ama şimdi sizi şehirden birkaç saatliğine uzaklaştıracağım. Nereye gidiyoruz dersiniz? ;) 

Prag: Yine Bir Masaldan Çıkmış Gibiyim

Prag masalsı güzelliği, mimari estetiği, sokakları, kültür-sanat bakımından zenginliği, biraları ile gönlümü dokuz yıl önce fethetmişti, ama o zamanlar blog olmadığı için sizlerle paylaşmamışım. Şimdi ise sadece yeme-içme-sokaklarda boş boş dolaşma, yani kısaca sefa amaçlı üç buçuk günlük minik bir Prag kaçamağı yaptım ve şehre bir kez daha, hatta bu kez daha fazla bayıldım. Belki Mayıs ayının etkisidir, belki Prag 101'i bitirdiğimiz için canımızın istediği her şeye canımızın istediği kadar zaman ayırabilmemizdir, belki şehrin göbeğindeki şirinlik muskası otelimizdir nedeni, bilemiyorum. Ama bu kez içimde İtalya'ya karşı beslediğim hisler uyandı bu şehre karşı. Hep derim hadi dediğinizde her zaman şevkle gitmeyi isteyeceğim ilk yer İtalya'dır. İster minicik bir köyü, ister en büyük şehri olsun. Orası beni hep çok mutlu eder. Sokaklarının güzelliği, mimarisi, tarihi, doğası, yemekleri, şarapları, havası suyu, insanlarıyla defalarca gitsem sıkılmayacağım yerlerin başında gelir. Prag için de ikinci gidişimde aynı şeyleri hissettim. Beni neredeyse o kadar mutlu etti ve birçok kez gelinebilir bu şehre hissi uyandırdı içimde (ki önceliğim hep görmediğim yerlerdir). Hatta Twitter'da da yazmıştım: "bence Prag, Hensel ve Gretel'den sonraki en güzel masal."

Bu girizgahtan sonra şunu da eklemem gerek elbette: Prag ne kadar sevsem de blog yazıları açısından en kısmetsiz şehrim olarak kalmaya devam edecek bu gidişle, çünkü tarihi yerleri dediğim gibi blogun olmadığı 2006 yılında gezildi ve siz okular açısından biraz güme gitmiş oldu. :P Taa 2007'de hatırladıklarımla yazdığım şöyle bir minik yazı var ama şimdiki İmgeleme yazılarıyla alakası yok tabi, artık sizi kesmez.;) O yüzden minik bir özet geçerim size yapılması gerekenlerle ilgili.  

Önce otelimizden bahsedeyim. Vintage Design Hotel Sax, booking.com üzerinden ayarladığımız ve orada aldığı 9 notunu kesinlikle hak eden bir otel. Çalışanları ilgili ve güler yüzlü, odaları/geniş ve tertemiz, konumu Prag Kalesi'ne ve Charles Köprüsü'ne 7-10 dakika mesafede, havlular dışında bornoz ve terlik ve Yves Rocher şampuan-duş jeli-sabun bulabileceğiniz geniş ve temiz banyosu ile fiyat-kalite dengesi açısından olabilecek en optimum seviyede bir dört yıldızlı otel burası. Ayrıca adı üstünde "vintage design"! Otelin her köşesinin vintage objelerle dolu olduğunu görebilirsiniz; odanızdaki duvar saatinden kat aralarındaki deri koltuğa, kahvaltı salonundaki Kent'in eski reklamından yapılmış abajura ve başucunuzdaki komodine kadar her detay çok şeker. Kesinlikle öneririm.


Prag'a ilk kez gidecekler için görülmesi gereken yerlerin en başında elbette Prag Kalesi geliyor. Buranın içini bir kez daha gezmedik, ama yine de kaleden şehir manzarasına bir kez daha bakmak için tam önündeki seyir tepesine çıktık. Ayrıca görkemli St. Vitus Katedrali'nin de fotoğraflarını bir kez daha çekebilme fırsatımız oldu. Kalenin içindeki en ilgi çekici yerlerden biri de Golden Lane adı verilen Altın Yol. Buradaki rengarenk tek katlı evlerden 22 numaralı olana dikkat: zamanında Kafka iki yıl kadar bu evde yaşamış.


Kale turunu bitirip aşağı inerken de harika manzaralar sizleri bekliyor.


Şehirdeki ilk üçe girecek diğer bir önemli turistik nokta ise Charles Köprüsü, ya da Karluv Most. Defalarca üstünden geçeceksiniz, gecesini gündüzünü görmelere doyamayacaksınız, üstündeki heykellere hayran hayran bakacak, her geçişinizde sokak sanatçılarının, takıcıların ve müzisyenlerin yaptıklarına mest olacaksınız.



Ve son olarak Astronomik Saat'in de bulunduğu Eski Şehir meydanı görülmesi gereken başlıca yerlerden. Astronomik Saat Kulesi'nin tepesinden şehre bakabileceğinizi unutmayın. Güneşin, gezegenlerin konumlarını ve buna benzer astronomik değerleri gösteren saatte her saat başı İsa'nın 12 havarisini simgeleyen mini heykeller dönüyor. Toplanan turist kalabalığından durumu anlarsınız zaten, ama şimdiden söyleyeyim, sonra hayal kırıklığı yaşamayın: izledikten sonra "ee, bu muydu?!" diyebilirsiniz. ;)


İlk üç bittiğine göre sıradaki yazıda şehrin diğer görülesi yerlerinden, arşınlanması gereken mahalleleri ve sokaklarından bahsedebilirim. Benden ayrılmayın. Gerçi şimdilik badana ustaları beni odamdan atmadıkları için burada yazı yazmaya devam edebiliyorum. Bakarsınız odamdan da atılıp, koridor köşelerine yerleşmek zorunda kalırım, o zaman sıradaki yazı ne zaman gelir bilemem. Ama bir şekilde devam edeceğim, merak etmeyin. ;)

Bir Tiyatro, Bir Film, Bir Kitap

Geçen hafta Pazar günü saat 17:00'de baktım ki İsocum'dan hayır yok bu aralar, o zaman Işıl Abla'yla tiyatroya gideriz, dedim ve Cihangir'deki Bo Sahne'nin yolunu tuttuk. Oyunun adı Internette Tanışan Son Çift. Akasya AsılTürkmen ve Ozan Akbaba'nın oynadığı tek perdelik, eğlencelik bir oyun. Sanal alemin "gerçekliğini" sorgulayan, kadın ve erkeğin düşünce mekanizmaları arasındaki farkı esprili bir şekilde anlatan, klasik bir son ile de hikayeyi bağlayan oyun yaklaşık 80 dakika sürüyor. Nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Gülüp, eğlenip, hafifleyip çıkacağınız oyunlardan. Ben daha çok çıkışında mideme yumruk oturmuş gibi hissettiğim, ruhen ve zihnen insanı bunaltacak kadar sorgulatan oyunları (kitapları, filmleri,vs) daha çok sevsem de bunu da light & çıtır-çerez tiyatro niyetine izlemenizi öneririm.  


Bu aralar gülmeye ihtiyacımız var herhalde, çünkü dün de Niyazi Gül Dörtnala'ya gittik. Ata Demirer, Demet Akbağ ve Şebnem Bozoklu isimlerini bir arada görüp de gitmemeyi düşünemezdik elbette. Profesör veteriner Niyazi Gül'ün Sultan Şahmerdan ve Rıza Kabakoz arasındaki hırslı çekişmeye alet edilerek normal akışında giden hayatının bir anda allak bullak olmasını anlatan filmin ilk yarısına bayılsak da ikinci yarıyı biraz daha absürtlük dozu yüksek ve yavan bulduk. Ama genel olarak izlediğimize pişman değiliz, bir daha olsa yine aynısını yaparız. ;)

Ata Demirer'in eskiden TV'de canlandırdığı karakterlerden biri olan Niyazi Gül'ü çok sempatik bir karakter. Demet Akbağ'ın canlandırdığı Sultan Şahmerdan'ı ise her işinde çok başarılı olduğunu düşündüğüm sanatçının ellerinde nefis bir tipe dönüşmüş. Şebnem Bozoklu'nun Hediye'si ise biraz karikatür bir tip olsa da kendisinin hastasıyız, eleştiremem kolay kolay. ;) Eğlencelik, tatlı bir film işte. İzleyin, gülün, sonuna doğru biraz sıkılın, geçin gidin işte. Özetle bu. 


Gelelim son dönem okuduklarıma (ve okuyamadıklarıma). Bakarsın Bulutlar Gider oyunuyla birlikte kitaplarını almaya karar verdiğim Özen Yula'nın iki kitabı bir süredir elimde. Roman olan Hayat Bir Kere'yi zorlayarak da olsa yarıladım, ama bitiremedim. Böyle durumlarda daha fazla zorlamayıp, başka bir zaman tekrar denenmek üzere kitabı ilgili rafa kaldırırım. Yine aynısını yaptım. Öykülerden oluşan diğer kitap Tanrı Kimseyi Duymuyor'u ise çok severek bitirdim. Buraya kadar eğlenerek gelmiş olabiliriz, ama bundan sonrası gayet dokunaklı, düşündürücü ve ağır hikayelerden oluşuyor anlayacağınız. Tanrı'nın bile duymadığı seslerin sahiplerinin yaşadıklarına baktığınızda içinizin acıdığını, boğazınızın düğümlendiğini hissettiğiniz zamanlar olacak. Ama buna değer. 


Alıntılarla bitireyim yazıyı...

* Halk her zaman zayıfa acıyıp güçlünün yanında yer alır; ikiyüzlüdür. 
* Anadolu bazen Yalandolu'dur.
* Doğa öldürme üzerine kuruluydu. Hayvanlarla insanlar birbirlerini, bazen kendilerini öldürüyorlardı. Tanrı ise hepsini öldürüyordu. İnsanlar da çağın gereği Tanrı'yı yok ediyorlardı.
* Bazı hayvanlar ve insanlar yaşlanmadan ölmelidirler. Vücutları kendilerine ihanet etmeden, istedikleri an, istedikleri gibi hareket edebilme yetilerini kaybetmeden önce.
Şimdi bloga kısa bir mola veriyorum. Yarın sabah yolculuk var. En son 9 sene önce gittiğimiz Prag'da İsocum'la buluşacağım. Sonra dönüp, İsocum'u yeniden gönderip, evde bir badana-boya olayına girişeceğim. Bahara hızlı bir başlangıç diye buna derim ben. ;) O yüzden bir süre buralarda olamayabilirim. 

Prag'la ilgili önerilerinizi dört gözle beklerim. Bu kez kültür ve tarih gezisi değil yeme-içme-şehrin sokaklarında boş boş dolaşma gezisi planlıyoruz bakalım. Blogda olmadığım zamanlarda da beni nerelerde bulacağınızı biliyorsunuz değil mi? Instagram için buraya, Twitter için buraya, Facebook için buraya beklerim. ;)

Görüşmek üzere! 


Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!

İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.

Şu sılanın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda  yatıyor




İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur…

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.

Sanatçının Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.

Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, “Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.

64 yıllık yaşamına çok şey sığdıran Bedri Rahmi… 

İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikâyesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür. Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.

1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.

Meraklıları için 5 Mayıs - 20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkânı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Sergi Haberi: Göz Göze

Gözde Baykara, ‘’Göz Göze’’ ismini vermiş olduğu resim sergisi ile 7 - 30 Mayıs 2015 tarihleri arasında Derinlikler Sanat Merkezi’nde sanatseverlerin karşısına çıkıyor.

Başlangıçta göze çarpan, her ne kadar, ‘renkli’ bir yüzeye iliştirilmiş figürler olsa da, biraz yaklaşınca, ortak olduğunuz yalnızlığa kabul edilmek sevdasına düşüyorsunuz. Neden mi? Çünkü Baykara’nın resimleri; göründüğünden daha büyük bir çelişkiyi barındırıyor içinde. Son derece kadınsı bir çizgi ile resmedilmiş, uysal, neredeyse iki boyutlu zeminin keskin renkleri içinde her zaman dik duran bir figür; cazibesi ve öz güveni ile çekiyor izleyeni…

Üstelik Çıplak; bildiğiniz anlamda ya da göremediğiniz kadar çıplak. ‘O’ izin verdiğince izleyebileceğiniz figür, yaşamın tüm çelişkilerinden güçlü çıkmış bir yalnızlığı temsil ediyor. Bu çıplaklık, o yalnızlığa ait. O yüzden seyirlik değil…

Figürlerin iri gözlerindeki hüzün, bedendeki fotografik yaklaşım ile çelişkili. Bedeni ile alıkoyduğu ‘seni’, gözleri ile ağlatmaya hazır.



Figürlere eşlik eden semboller,  figürlerle uyum içinde. Görsel bir uyumdan bahsetmiyorum. Onlar birlikte doğmuşlar. Öylesine aitler aynı Dünya’ya…




Baykara‘nın resimleri; günümüz Türkiye’sinde bir sanatçının cesaret simgelerindendir. Keza, görsel üretim çöplüğünde sayfalar karıştırdığımız Internet ortamında dahi, öznel işlerle karşılaşma olasılığımız azalmaktadır.

Hele işçiliğin her anlamda kaybolduğu günümüz sanat yaklaşımları içinde ‘pentürle’ dikkat çekebilmek, tek başına bir güç göstergesidir.


Baykara‘nın işleri, sadece içerik olarak değil, nesnel gerçeklik olarak da bu gücü hissettirmektedir.

Adres:  Teşvikiye Cad. Nar Apt. No:59 D:2, Nişantaşı/İstanbul
Tel: 0-212-291 82 55

İyi gezmeler. 

Dubai: Yeme-İçme Durakları ve Genel Notlar

Her zamanki gibi yeme içme notlarıyla Dubai yazılarıma son veriyorum. Ama hissediyorum ki bu kezin bir son değil. En az bir Dubai gezisi daha yapmak isterim ileride bir zaman. Özellikle de çölü ve burada havalar soğuduğunda plaj keyfi yaşamak için.

Dubai'de daha çok expat'ların yaşadıkları bölge olarak bilinen ve gece ışıl ışıl, büyüleyici görünen Dubai Marina'dayız şimdi. Burası günün her saati güzel olduğunu tahmin ettiğim, mağazalar, restoran ve kafeler, insanların koşu ve yürüyüş yaptıkları bir gezinti parkuru ve oturma yerleri ile dolu güzel, nezih bir bölge. Ben ilk gecemizde gittiğimiz bu saatlerdeki görüntüsüne bayıldım!


Dubai yeme içme açısından çok bol alternatifin olduğu bir yer. AVM'lerde, sahil şeridinde ve oteller ve marina bölgesinde her mutfaktan her çeşit restoran ya da kafe sizleri bekler. Benim giderken tek bir amacım vardı: sabah-öğle-akşam Uzakdoğu mutfağına dadanmak! Gerçekten de sabah kahvaltıda dahi karidesli dim-sum yiyordum, sevgili okur. ;) Çünkü Shangri-La şehirdeki en iyi Asya usulü brunch'ı sunduğu iddiasıyla nefis şeyler hazırlıyordu sabahları. 

Burada güzelini çok az bulabildiğimiz Thai mutfağı benim favorilerimdendir. Japon ve Çin de bayıldıklarım listesinde ilk üçte yer alırlar. Dolayısıyla ben bunlar arasında araştırma yaptım ve ilk gecemiz için Marina'daki Pier 7'de bulunan Asia Asia'yı seçtim. Buranın Uzakdoğu yemekleriyle, ortamıyla ve nazik İngiliz garsonlarıyla on numara bir yer olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Verdiğim Zomato linkinden restoranın menüsünü, ortamını ve fotoğraflarını görebilirsiniz. Bizim o geceye ait fotoğraflarımız ise aşağıdaki kolajda. Yemek fiyatları nispeten makul görünse de içki fiyatları o kadar da makul değil. Bir şişe şarap ve üstüne alınan iki digestive içki için yemekten daha fazla para ödediğimizi söylersem ne demek istediğimi anlatabilirim sanırım. Yani biraz tuzlu (içki içiyorsanız), ama çok özel bir ortam ve yemekler için burayı tercih edebilirsiniz.   


İkinci gün zaten akşam 19:30 gibi Burj Khalifa'dan inip de havuz başında bir fıskiye şovu izledikten sonra saat itibariyle riske girmememiz gerektiğini düşünerek bulduğumuz en iyi konumda masaya sahip olduğu için Serafina'yı seçtik. İsocum bir pizza alırken bense aç olmadığım için sadece başlangıçlardan kızarmış kalamar seçtim. Minik bir şey geleceğini düşünmüştüm ki minik bir sepet dolusu kalamar gelince kendimi fosfor zehirlenmesinin kollarına bıraktım. Müzik eşliğindeki fıskiye şovlarını izlerken yemeklerimizi yiyip, İtalyan şarabımızı içip, sohbet ettiğimiz güzel bir akşam daha bitti böylece. Serafina artık İstanbul'da da var biliyorsunuz. Seçtiğim yemek çok da "İtalyan" sayılmazdı, ama İso'nun pizzasının tadına bakarak söyleyebilirim ki gördüğüm en iyi İtalyan değildi. Asla kötü değil, ama gözlerinizin kalp şekline dönüşmesini sağlayacak cinsten de değil. Ama yeri kesinlikle çok güzel, aklınızda olsun. 


Üçüncü akşam yemeği için Jumeirah Beach Residence (JBR) bölgesindeki The Walk adı verilen, bir nevi Kordon Boyu sayılan yeri görelim deyince atlayıp oraya gittik. Yine çok güzel restoranların olduğu, tertemiz ve geniş bir yürüyüş yolu, palmiye ağaçlarının ardında uzanan plajıyla keyifli bir bölge daha. Ama bir sorun var: buradaki restoranların hiçbirinde içki yokmuş. Genelde otel bünyelerine bağlı restoranlarda içki servis edildiğini biliyorduk, ama koskoca sahil şeridinin en piyasa yerinde de içki vardır diye düşünerek gelmiştik. Yokmuş. Yine de Londra'dan hatırladığımız lezzetleriyle Busaba Eathai'ı görünce "olsun canım, bu güzel yemekler ginger ale ile de gider," diyerek daldık içeri. O hafif tatlımsı Thai kalamarı yine bizi bizden aldı diyebilirim. Gerçekten nefis bir yer burası! Bir kez daha mutlu ayrıldık. 


Ancak orada yaşayan bir arkadaşımızdan aldığımız önerileri bu kez değerlendiremedik ne yazık ki. İkisini tercih etmeme nedenimiz de içkisiz yerler olmasıydı, belki burada içki servisi olmadığını bilsek onları denerdik. Neyse, bir dahaki sefere aklımızda olsun diyerek onları da buraya not düşüyorum: Thai mutfağı için Lemongrass ve Çin restoranı olarak Royal China. Japon mutfağı için de Raffles Dubai'nin içindeki Tomo'yu önerdi  aynı arkadaşımız. Ben bir dahaki gidişimiz için bunları denemeyi aklıma koydum bile. Belki siz de bir bilenden aldığım bu isimleri not etmek istersiniz. ;)

Bunlar dışında benim öğle yemeği molalarım genellikle aşağıda gördüğünüz gibiydi. The Cheesecake Factory'de cheesecake ve kahve, Sushi Counter'dan minnak bir sushi tepsisi, Caffe Nero'da buzlu kahve molaları ya da otelin havuz başında İsocum'u beklerken akşamüstü birası ve kuşlarla paylaştığım soslu fıstıklar. ;)


İlk gece saat 22:30 gibi otele yerleşir yerleşmez açılışı ve son gece JBR Walk'taki içkisiz yemeğimiz sonrasında buz gibi bir birayla kapanışı da yine Shangri-La'nın havuz başında yaptık. 


Özetle...

* Dubai hakkında birkaç yorumla özet yapacak olursam, genel olarak beklediğimden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Klimalı ve bol trafikli ve bol AVM'li yaşam bana göre olmasa da geçici süre, çalışmak için gidenlerin burada nasıl yaşadığı hakkında bir fikrim oldu ve çok da yaşanabilir buldum. 

* Muhtemelen yazın kaçmak gerekir, çünkü Nisan ayında bile gündüz 35 derecelere çıkıyordu sıcaklık. 

* Her yer tertemiz; havaalanından taksilere, AVMlerden şehir içine kadar her yer. 

* Şortla, bikiniyle, mini elbiseyle istediğiniz yerde dolaşın, yan gözle dönüp bakan yok. Hizmet sektörü gayet gelişmiş, gözünün içine bakıyorlar, güleryüzlüler, yabancı-severler. 

* Kötü kokan yok. Hatta annemin bir arkadaşı "herkesin ama özellikle erkeklerinin arkasından mis gibi bir koku yayıldığını" söylemiş, annem de bana "İmge erkeklerin kokusuna dikkat et bakalım," diye tembih etmişti. İsocum'la birlikte bunun pek de iyi bir fikir olmadığına karar verdik. 3 günlüğüne gidip AVM'lerde erkek kokusu peşinde dolaşan Dubai sapığı olarak yakalanmak hoş olmayabilirdi zira.;) Ama şaka bir yana, o sıcakta, o kadar ortama girdim ve bir kişinin bile kötü koktuğuna şahit olmadım. Bizde Nisan ayında metroda bile burnunuza mukayyet olmanızın gerektiğini düşünürsek, önemli bir şey hani. 

* Yaşamak için de turist olmak için de pahalı sayılabilecek şehirlerden, ama Emir çölün ortasına "Batı medeniyetini" çekmek için o kadar şey yaptırmış, olacak o kadar elbette. ;)  

Eh, benden şimdilik bu kadar. Umarım Dubai notlarımı beğenmişsinizdir. Bir sonraki gezide görüşene dek hoşça kalın. Bol seyahatli, ağız tadıyla yemeli içmeli, güzel sürprizlerle dolu harika bir yaz bekliyor olsun hepimizi.  

Phantom of the Opera İçin Davetiye İsteyen?

Merhaba blog alemi! Aşağıda gördüğünüz çift kişilik davetiye sizlerden birinin olmak üzere bekliyor. Phantom of the Opera'nın 13 Mayıs akşamı saat 21.00'daki temsili için orkestra katından iki kişilik davetiyem var ama biz o akşam buralarda olmayacağımız için içimden geldi, sizlerden birine vereceğim. 


Bunun için de şartım şu: Facebook sayfamı "Beğen"erek takibe alıyorsunuz ve o sayfadaki bu davetiye  yazısının linkinin altına istediğinizi belirten bir Facebook yorumu yazıyorsunuz. İster "İstiyorum" yazın, ister parmak kaldırın, ister "+1" yazın, isterseniz de Phantom of the Opera için methiyeler döşenin. 10 Mayıs Pazar akşam 20:00'e kadar zamanınız var. Pazar gecesi random,org ile çekilişi yapıp, Pazartesi günü sabahtan kazananın iletişim bilgilerini alıp, davetiyeleri göndermeyi -ya da elden vermeyi- planlıyorum.  

İlgilenebileceğini düşündüğünüz kişilerle de paylaşırsanız sevinirim, boşa gitmemeli bu güzellikler. ;) 

Hadi bakalım, isteyenleri göreyim. Ve şanslı olan kazansın! :)

Dubai: Burj Al Arab, Jumeirah Cami, Dubai Müzesi, Baharat ve Altın Çarşısı

Dubai'deki üçüncü ve son günüme kahvaltıdan sonra otelin havuz başında biraz güneşlenerek başladım. Öğlen ise Viator'un yarım günlük Dubai şehir turuna katılarak görülmesi gereken yerleri klimalı, rahat bir minibüsün içinde yedi benzemez turist olarak gezip otellerimize döndük. Linkine tıklayıp tur hakkında bilgi alabilirsiniz (gerçi fiyatı yüzde otuz daha pahalı görünüyor, ben 37 USD ödemiştim aynı tur için). 

Neyse... İlk durağımız yedi yıldızlı olarak bilinen, ama aslında öyle bir kategori olmadığı için bir turizm pazarlama yöntemi olarak böyle tanımlanan Burj Al Arab oteli. Bakınız kendisiyle ilgili ne kadar detaylı bir yazı yazmışım 2007 yılında National Geographic'te izlediğim bir belgeselden öğrendiklerimle. Bizimki bir fotoğraf molası. Otelin içini sadece müşteriyseniz gezebiliyorsunuz. Otelde kalan müşteri değil, restoranı ya da barı için rezervasyon yaptıran bir müşteri de olabilirsiniz. 

1999 yılında hizmete açılan bu otel şehrin eski binalarından sayılıyor. İçerideki odaların tamamı suit oda. Konumuna ve büyüklüğüne göre değişen fiyatlarda konaklanabiliyor. En uygun suitin kişi başı gecelik fiyatı 12,000 (3260 USD) dirhem, en pahalı kral suiti ise 70,000 (19,057 USD) dirhem civarında. Kişi başı 260 dirhem (70 USD) kahvaltı ücreti, %10 şehir vergisi ve %10 da servis ücreti bu fiyatlara dahil değil. Otelde yastık menüsü bile bulunuyor müşteriler için. Otel bünyesindeki Skyview Bar'da sunulan en pahalı kokteylinin fiyatı da 27 katlı ve 321 metre yüksekliğindeki otel binasına ithafen 27321 dirhem (7438 USD). O fiyata bir kokteyl sipariş etseydim onu içmeyip, korunaklı bir kase içinde evimin baş köşesine koyardım herhalde (bir daha böyle bir abukluk yapmamamı hatırlatması için tabi) ;)


Zenginin malı züğürdün çenesini diyerek ve beni sadece selfie'm olmasından kurtararak otelle birlikte fotoğrafımı çekmeyi akıl eden Avustralyalı turiste minnettar olarak ikinci durağımıza gidiyoruz: Jumeirah Cami. Dubai'deki 1400 camiden belki de en önemlisi, en bilineni. Mimarisinde Mısır esintileri gözlenen caminin dışını ve avlusunu gezdikten sonra yola devam ediyoruz. Caminin içini de gezmek isterim derseniz her gün bir defa sabah 10.00'da yapılan rehberli turlara katılabilirsiniz.  


Yolumuza şehrin yerel halkının çoğunlukla oturduğu, az katlı evlerden oluşan sitelerle dolu  Jumeirah bölgesinden geçerek devam ediyoruz. Bu arada nüfusun %15'ini oluşturan yerel halka Emir'in nasıl iyi baktığını da öğreniyoruz yolda. Dubaili bir erkek ve kadın evlendiğinde Emir kendilerine karşılıksız "sosyal villa" adı verilen dubleks bir ev, 70,000 dirhem çeyiz yardımı veriyormuş. 20 yıl boyunca elektrik ve su faturası, ömürleri boyunca da sağlık için beş kuruş harcama yapmıyorlarmış. Ortalama bir Dubaili'nin evinde en az üç yardımcısı olurmuş: biri yemek için, biri temizlik için, biri de şoför olarak. Genelde kadını da erkeği de kendi arabalarını kullanırlar ama alkol aldıkları gecelerde falan şoförlerine ihtiyaçları olur, dedi rehberimiz. Dubaililer genellikle devlet dairelerinde çalışırlarmış, çünkü devletleri sağ olsun onlara özel sektörden fazla maaş ve ekstra imkanlar verirmiş. Anlayacağınız bir elleri yağda bir elleri balda yaşadıkları için Emir'lerine de duacılarmış. Emir'in yaptıklarını duyunca benim de Dubai vatandaşı olup, evimin balkonuna "Tanrı Emir'i korusun!" pankartı asasım geldi, ne yalan söyleyeyim. ;) 

Bunları öğrendikten sonra kendimizi Dubai Müzesi'ne atıyoruz. Buranın çok da uzak bir geçmişe dayanmayan tarihi, ilk zamanlardaki yaşam tarzları, kültürleri hakkında bilgiler edinebileceğiniz, derli toplu, güzel bir şehir müzesi burası. Şehrin en eski yapısı olan 1787'den kalma Al Fahidi Kalesi'nin içinde yer alıyor. Aşağıdaki kolajda içeri girer girmez avluda gördüğümüz o dönemlerdeki palmiye yapraklarından yapılan Dubai evlerine örnekler bulunuyor. Sıcağa karşı tepedeki mini havalandırma kulesiyle, erkeklerin dışarıda uyumak için merdivenle tırmanılan çıkıntısıyla, iç dekorasyonuyla eski Arap evleri ve abra adını verdikleri kayıkları karşımızda. 


Daha sonra müzenin çeşitli bölümlerini gezerek çölde yaşam ve Bedevi kültürü hakkında bilgiler ediniyoruz. Ülkenin bir yanı çöl, bir yanı deniz olduğu için denizde yaşam da kültürün bir parçası. Balıkçılar, gemi yapımı, istiridye toplayıcılar, hepsi ayrı ayrı canlandırılmış müzede. 


Ve yaşayan müze şeklinde düzenlenen en güzel bölümlerden biri de birazdan gezeceğimiz Çarşı bölümünün eski zamanlardaki hali. Aktarlar, kahvehaneler, eczacılar, kuyumcular, ne ararsanız var çarşıda. Gezmesi çok keyifli bir müze, zaman ayırmanızı öneririm.


Şimdi abra adı verilen deniz taksilerle şehrin bir kısmını ikiye ayıran küçük körfezin karşı yakasına geçeceğiz. Göçmen teknelerine benzeyen bu minik takalarla giderken benim gibi tura tek başına katılan İngiliz tur arkadaşımla sezonun ilk "mutlu ayaklar" pozunu da vermiş oluyoruz. ;)


Şehrin Eminönü'sü sayılan (ama Eminönü tabi ki buradan kat kat güzel ve renkli) ve Baharat Çarşısı ve Altın Çarşısı'nın bulunduğu bölüme Deira adı veriliyor. Dubai İran'a çok yakın ve arada sürekli ticaret gemileri işliyor. O yüzden bu çarşıda çok kaliteli İran safranını uygun fiyatlara almanız mümkün. Safran dışındaki baharatlar ilginizi çeker mi bilmiyorum, ama hurmalar çekmeli bence. ;) Özellikle için bademli ve dışı çikolata kaplı olanları da denemelisiniz. Bir de deve sütünden yapılmış çikolataları bol bol göreceksiniz, ama şahsen ben tadına pek bayılmadım.    


Altın Çarşısı da gezilip görülesi yerlerden. Yani vitrinlerindeki abartılı takılara bakmak ve buranın insanının zevki ve gösteriş merakı hakkında bir fikir sahibi olmak için içinde bir tur yürümenizi öneriyorum. Sağ alt köşede 58,6 kilo altın ve 5 kilo da değerli taş kullanılarak oluşturulmuş dünyanın en büyük yüzüğünü görebilirsiniz. 63,8 kiloluk bu nur topu, bu haliyle Guinness Rekorlar Kitabı'na hakkıyla giriş yapmış. ;)


Benim gibi takı, toka, saat, vs ile hiiç alakası olmayanlar ise fotoğraflarını çektikten sonra parfüm alabilirler. ;) Güldüğüme bakmayın, ciddiyim. Dubai'nin kokuları da meşhur ve yağ şeklinde satılan esanslar arasında çok güzel kokular bulabilirsiniz. Çarşı'nın sonunda AVM'lerde de gördüğüm Ajmal'ın mağazasını görünce içeri girdim ve kendime nefis bir koku buldum. Numarasını not etmediğim için pişmanım, çünkü bir daha asla o kadar koku arasından onu bulamam sanıyorum. Kokular birbirine karışınca ne yapacağım diye düşünmeyin, arada kahve koklayıp denemeye devam ediyorsunuz. ;)

Yapmanızı önerdiğim, kesinlikle çok keyifli, yaklaşık 4 saat süren bu şehir turunda gezip gördüklerimizi anlattım. Şimdi otele dönüp, İsocum'u beklerken otelin barında buz gibi bir bira içme ve sonra da akşam yemeğini yesek yesek nerede yesek diye düşünme zamanı. Seçenek çok, işimiz zor! Anlayacağınız sırada yeme-içme notlarım var.