Kahvaltı Denince...

Eminim ki kahvaltı denince büyük çoğunluğumuzun aklına Pazar kahvaltısı geliyordur. Şöyle geç kalkılan rahat bir günde, geniş zamana yayılan, gazetelerin ve bazen televizyonun da eşlik ettiği, neredeyse iki saat boyunca sürekli çayların yenilendiği, ekmek dışında poğaça, simit, börek gibi alternatiflerin de masada bulunduğu uzun süreli bir sefa ortamı… Aslında bir nevi rakı sofrasının sabah versiyonudur. Ve evde yapılması şiddetle tavsiye edilir!! Çünkü hiçbir yerde evde yayılarak yaptığınız kahvaltının tadını alamazsınız.

Bu aralar ev kazası gazisi olduğum için eve kapandım, o yüzden de aklım sürekli dışarılarda… Birden düşündüm de uzun zamandır, neredeyse bir yılı aşkın bir süredir dışarıda kahvaltı yapmamışız… Sonra en son geçen seneki doğum günümde Park Orman’da yaptığımız brunch sonrası bundan sonra hafta sonu kahvaltılarını kesinlikle evde yapmaya karar verdiğimiz aklıma geldi. Yanlış anlaşılmasın bu arada, Park Orman çok güzeldi, bir yandan canlı caz müzik yapan bir trio, havuz başına atılmış masalar, açık büfesi, vs harikaydı… Ama konsept bize uymuyor kardeşim!

Bir kere de Gezi İstanbul’da http://www.istanbul.com/ çalışkan hafiyelerden biri olduğum için iki kişilik pazar brunch’ı kazanmıştım. Herhalde kazanmasaydım da oraya kahvaltı için gitmek hiç bir zaman aklıma gelmezdi. Gezi İstanbul’un çikolatasının meşhur olduğunu bilirdim. Hem duymuşluğum, hem yemişliğim, hem de hediye olarak sağa sola götürmüşlüğüm var! Ama kahvaltı deyince benim aklıma genelde deniz kenarı geliyordu. Hala da yer olarak merkezi olmasına rağmen Gezi İstanbul’a kahvaltı mekânı olarak en ideal seçenek diyemem ama yediğim kahvaltı gerçekten süperdi diyebilirim. Malzemelerin hepsi çok kaliteliydi ve sunum da çok güzeldi. Ayrıca sıcacık poğaçalar, simitler ve kruvasanlar da yeme de yanında yat cinsindendi. Çayımız büyük ince belli bardaklarda (ajda bardak yani) geliyordu ki ben buna da bayılırım… Merak ettiğim tek bir şey oldu. Gezi İstanbul’un bulunduğu binanın yanında, binaya aitmiş gibi duran koca bir çim alan bulunmasına rağmen kahvaltı neden kaldırıma yakın ufak bir alanda yapılıyordu? Aslında o çim alan da değerlendirilebilse mükemmel bir brunch mekânı olabileceğini düşünüyorum. Tabi bunca yıllık bir işletme de eminim benden önce düşünmüştür böyle bir şeyi ve belki de bunun için bir engel olduğundan yapılmıyordur. Neyse, sonuç olarak bir kahvaltı mekânı olarak değil de en çok kahvaltının kendisi için tavsiye edebilirim Gezi’yi…

Bu ikisi dışında bir zamanlar çok sık gittiğimiz iki yer daha vardır. Biri Emirgan’daki Mehtap Cafe, diğeri de Rumelihisarı’ndaki Kale Çay Bahçesi… Dışarıda kahvaltı denince bu ikisini hala hiçbir yere değişmem… Klasik, eski tip alüminyum sahanlarda menemenler, kahvaltılıklar, pideler, çaylar harikadır… Tek problem masa altında dolaşan kedilerdir ki, ayaklarınızı başka bir sandalyeye uzattığınızda sorun yaratmazlar.. Üzerinize atlama potansiyelini gördüğünüz daha yüzsüz kediler için de garsondan bir bardak su isteyip, yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim… Kediler sudan hiç hoşlanmazlar!

Sonuç olarak hafta sonu kahvaltısında ev gibisi yoktur… İstediğiniz peynir, zeytin, salam çeşitleri, anne ve kayınvalide reçelleri, zeytinyağlı ve sarımsaklı domates (evet, güne sarımsakla başlayabilen korkunç bir çiftiz biz!), közlenmiş çarliston biberler, sıcak simit ve güzel demlenmiş bir ev çayı ile kalın hafta sonu gazeteleri… İki kişilik bir hane olmamıza rağmen neden bu kadar şeyi masaya ve sonra da buzdolabına taşıyıp duruyoruz sorusuna henüz bir yanıt bulamadık gerçi… Verimlilik ile ilgili bir problemimiz olduğu kesin, ama etkililik konusunda hiçbir sorunumuz yok Allah’a şükür! :)

Şu an itibariyle hafta sonuna girdik sayılır. Dolayısıyla herkese şimdiden iyi hafta sonu kahvaltıları diliyorum…

Not:
Bu yazıyı kahvaltı aşığı kocama ithaf ediyorum! :)

Vahşi Yaşam ve İnsan(cık)lar

Belgesel izlemeyi çok seviyorum. Ama merak etmeyin, “ben sadece belgesel ve cnbc-e dizileri izlerim, başka da bir şey için açmam televizyonu, programlar çok banal” falan demeyeceğim. Gerçekten gün içinde televizyonu hiç açmam, ama akşamları izlediğim birkaç program da olur mutlaka… Bunların arasında zamanında yayınlanmış olan gelin-kaynana programlarına bile bakmışlığım vardır hani.. Zaten mutlaka bir şey öğrenmek için televizyon izlenmesi gerektiğine de inanmıyorum… Sırf eğlence olsun diye, bazen boş boş bakmak için, bazen sevdiğin bir dizi ya da talk show için de televizyonu açmanın bir zararını görmedim henüz.. Ama tabi sabah Seda Sayan’la başlayıp, öğlen bir doz Esra Ceyhan alıp, akşamüstü bir Serdar Ortaç ya da Mehmet Ali Erbil yarışması izleyip, sonra magazin programı benzeri Ana Haber bültenlerini izledikten sonra, zap yaparak 4 ayrı diziyi aynı anda takip edip, yatmadan önce de gece yarısı yayınlanan kim, kiminle, ne yapmış programlarını seyrederseniz beynin sulanması mümkündür diye de düşünmüyor değilim. :)

Gelelim belgesellere.. Öyle her çeşit belgeseli izlemem.. Vahşi doğa belgeselleri ve doğal afetlerle ilgili olanlar favorilerimdir.. Bir zamanlar Digiturk’te Animal Planet kanalı vardı mesela, oradaki belgeseller süper olurdu. Kanal kapandıktan sonra sadece National Geographic ve Discovery Channel ile baş başa kaldık. Bunlarda da daima istediğiniz tarzda belgesel bulma olasılığınız olmuyordu. Ama artık süper bir kanal var Digiturk’te: National Geographic Wild. Ya da seksi ismiyle “Netciovaayld!” İşte yeni kanalımı buldum…

Belgesel izlemenin şöyle bir yan etkisi oluyor.. O konuda da hemen uyarayım sizi… Vahşi doğada bile hayvanların belli bir uyum içinde bir arada yaşama duygusunu, dayanışmayı, temel ihtiyaçları için avlanmak dışında hiçbir canlıya zarar verme güdülerinin olmadığını, çiftleşme ritüellerini gördükçe insanların kafataslarının içinde bir beyin olup olmadığından şüpheye düşüyorsunuz. Mesela birkaç örnek verelim:

2 saatlik bir leopar belgeselinin bir bölümünde küçük leoparımız 7 aylık falan oluyor ve artık annesinin yanından ayrılıp, kendi başına avlanmak istiyor… Hem aç hem de kendisini kanıtlamak niyetinde… Normalde korktukları vahşi maymunlardan birini gözüne kestiriyor… Bu maymun sürünün içinde olmadığı için ona saldırabileceğini düşünüyor.. Aralarında bir kovalamaca başlıyor ve en sonunda ağacın tepesinde leoparın zaferiyle avlanma süreci sona eriyor. Maymun ölüyor! Ama o da ne? Maymunun içinden çıkan bir şey yere düşüyor!!! Meğer maymun doğurmak üzere olan bir dişi maymunmuş ve içinden çıkan şey ise canlı bir bebek maymun!! Küçük bir plastik top büyüklüğünde ve tüysüz olan bu yavru yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyor… Bizim leopar önündeki yemeğini bırakıp aşağı iniyor.. Maymunu elleriyle yönlendirerek, korunaklı bir yerde dursun diye ağacın dalına çıkarıyor.. Maymun sürekli kıpırdanma halinde, dalın üzerinde yürüyor, düşecek gibi oluyor, vs.. Bizim vahşi (!) leoparın resmen huzuru kaçıyor, zarar görmesin diye nazikçe boynundan tutarak alıyor yavru maymunu patilerinin arasına ve gece boyunca onu yalayarak ve ısıtarak kollarının arasında uyutuyor…

İnanamıyorsunuz değil mi? O zaman bu linke tıklayarak kendi gözlerinizle görebilirsiniz:

http://picasaweb.google.com/onguntan/LeoparAndTheBaboon/photo?pli=1#5063715536494150882

Bunu gördükten sonra henüz iki yaşına bile girmemiş 18 aylık bebeğe annesinin (!) ve bir grup adamın yaptığı iğrençlikler aklınıza gelmiyor mu? Üzerinde sigara söndürmekten, uyuşturucu vermeye, dayağa ve cinsel istismara kadar ömrünün 18 aylık bölümünde bu kadar eziyet gören o kız bebek sizce insan olarak doğduğu için şanslı mı? Ya da mesela, sokak kedilerine, köpeklerine eziyet edenler sizce insanlar mı?

Başka bir örneğe gelelim: Pandaların çiftleşmeleri! 2 yılda bir falan çiftleşiyorlar ve dişiler de pek bir nazlı! 5–6 erkek tek bir dişi ile çiftleşmek için üstünlüklerini kanıtlamak için birbirleriyle savaşıyorlar. En sonunda bir tanesi mücadeleden galip çıkıyor ve gururla dişi pandanın yanına gidiyor! Ama o da ne? Dişi pandamız onu beğenmedi, canı hiç istemiyor ve hatta galiba başı ağrıyor.. :) O kadar savaşmış ve kızışmış durumda olan erkek panda arkasını dönüp, gidiyor ve uzaktan kabul görmeyi bekliyor. Ama tık yok! Dişi pandanın en sonunda canı çiftleşmek istiyor, ama kötü haber: bizim kahraman erkek pandayla değil, başka bir tanesiyle.. Onlar çiftleşirlerken köşesinden izleyen kahraman pandamız ise en sonunda vazgeçip, başka diyarlara doğru uzaklaşıyor..

Yani bir ayı (!) bile beş ayılık kavgadan çıkıp, hak ettiğine fazlasıyla inanıp, gidip dişisinin karşısına “Ya benim olursun ya da kara toprağın” demiyor.. Tecavüz etmek aklına bile gelmiyor. Dişinin çiftleştiği diğer erkek pandayı köşede kıstırıp, haddini bildirmeyi düşünmüyor. “Ulen bunca zahmete girdim, saatlerdir yaralanmadık yerimiz kalmadı, gösteririm ben onlara,” demediği gibi, dertlenip intihar falan da etmiyor. Kabullenip, normal hayatına devam ediyor.. O zaman aklınıza bunca tecavüz, birbirine hem fiziksel hem psikolojik şiddet uygulayan çiftler, Taksim meydanında ya da tatil yörelerinde turist kızlara yapılanlar, mini etekle sokakta yürümeyi imkânsız hale getiren başka tür ayılar (!) ya da kadın olmasa da olur diyip vitrin mankenlerine tecavüz eden aciz sapıklarla ilgili haberler gelmiyor mu? Bu durumda dişi pandanın, sarhoş kocasının her akşam “Yat ulen aşağıya” diyerek çiftleştiği (evet sevişme olmalıydı ama yakıştıramadım) kadından daha şanslı olduğunu düşünmüyor musunuz?

Uzattıkça uzattım ve fark ettim ki bu örneklerden küçük bir kitap bile yazabilirim.. Ama ister timsah, ister yılan, ister akrep, kurt, ayı, aslan, vs olsun, hiçbir vahşi hayvanın bile bir tehdit hissetmediği sürece ya da aç olduğunda avlanma güdüsü dışında, durup dururken sadece şiddet amaçlı, ego tatmini amaçlı ya da açgözlülükle (köpekbalığının ya da aslanın karnını doyurduktan sonra yanında yüzüyorsun ya da kafesine giriyorsun ve sana bir şey yapmıyor… Her anlamda doymak bilmeyen insan(cık)ları düşünün bir de! ) hareket ettiğine şahit olmuyoruz doğada..
İnsanoğlu gelişmiş bir hayvandır diyoruz ya, beyinlerimiz ve düşünce yapımız geliştiği sürece bu gelişim dişe dokunur bir fayda sağlayacaktır. Hırslarımız, açgözlülüğümüz, düşene bir tekme de biz vuralım duygumuz, şiddet eğilimimiz, başkalarına ve doğaya karşı saygısızlığımızdan doğan eylemlerimiz devam ettikçe artık “hayvandan bir farkı yok” lafını bile hak etmiyor olacağız.. Ve maalesef, hayvanın adaletine ve vicdanına bile sahip olmayan insan(cık)lar olarak yaşamaya devam edeceğiz... :(

Bu Hafta Gittiğim Oyunlar (H.Ö ve H.S)

H.Ö (Haşlanma Öncesi)

Kendimi haşlamadan iki gün önce Azizname adlı oyuna gitmiştik.. 5 yıl boyunca kapalı gişe oynamış olan bu oyunun tek gösterim için Taksim Sahnesi'nde oynanacağını duyar duymaz bilet aldık.. Aslında Aziz Nesin'in 80. yaşgünü onuruna yazılmış olan Azizname, Aziz Nesin öldüğü için onun doğumgünü hediyesi olamamış.. Oyuncuların hepsi televizyondan da tanıdık simalar.. Özgür Ozan (nam-ı diğer Light Selami), İdil Fırat (Karım ve Annem dizisinde Beyaz ile oynamıştı), Derya Artemel (Aliye’deki Zeliş), Levent Beceren, vs vs.. Ama özellikle Ankara’da izlediğim Getto adlı oyundaki performansı ile hayranlık duymaya başladığım Hüseyin Avni Danyal (birçok dizide de oynuyormuş galiba) da oyuncuların arasındaydı.. Sonunda bu oyunu izleyebildiğimiz için çok sevindik..Tam bir Aziz Nesin bakışıyla sistem ve toplum eleştirisi yapan bir komedi…

H.S (Haşlanma Sonrası)

Yani bugün.. Haşlanmamın üzerinden tam dört gün geçti.. Bacağımdaki yarama isim de buldum.. Adını “Cılkcan” koydum.. Çok iyi anlaşıyoruz onunla.. Bugün ilk kez onu dışarı çıkardım.. Ortaköy’deki Afife Jale Sahnesi’nde oynayan Kara Kaplı adlı oyuna götürdüm. Keyifli bir gün geçirdik ama oyundan sonra biraz huysuzluk etti ve hemen eve dönmek istedi.. O yüzden Ortaköy sahilini bile göremeden döndük..Bu arada oyun, ilginç bir oyundu… Ful Yaprakları’nda hayran kaldığım Musa Uzunlar’ın performansı yine çok iyiydi.. Oyunla ilgili detaylı bilgi almak isterseniz http://www.tiyatroyuzlesme.com/ linkine bakabilirsiniz.

Haşlanmış olsanız bile tiyatrosuz kalmayın!!

Kapatabilir misiniz?

Önce haber alıntısı yapalım:

“24 Mart'ta bilgisayarlar çevrimdışı olacak
İnsanlık, 24 Mart Cumartesi günü çok zor bir işe kalkışıyor! 'Kapatma Günü' adlı deneye katılan 10 binlerce işi, 24 saat boyunca bilgisayarlarından uzak kalmaya çalışacak. İnternet bağımlılığı, son yıllarda ortaya çıkan ve ciddiyeti gün geçtikçe daha çok anlaşılan yeni bir hastalık. Araştırmalar, ABD'de internet kullanan her 10 kişiden altısının ciddi derecede bağımlı olduğunu ortaya koyarken, uzmanlar da 'çevrimiçi bağımlılığı'na daha çok önem vermeye başladılar. Başta Çin ve ABD'de olmak üzere, dünyanın dört bir yanında çeşitli klinikler açıldı. Balıklı Rum Hastanesi bünyesinde kurulan bölüm de Türkiye'nin ilk internet bağımlılığı kliniği olarak kayıtlara geçti. Bilgisayarların aşırı kullanımına karşı olan ilk sivil inisiyatif ise yine 'çevrimiçi' örgütleniyor. Denis Bystrov ve Michael Taylor isimli iki arkadaşın öncülüğünde başlatılan 'Shutdown Day/Kapatma Günü', insanların bir gününü bilgisayarsız geçirmelerini sağlamayı amaçlıyor. Taylor'ın bir deney olarak tanımladığı 'Kapatma Günü'nün tarihi ise 24 Mart Cumartesi olarak belirlenmiş.”

Kapatma günü deneyine katılmak istiyorsanız linki aşağıda.. İngilizce bilmeyenler için üstte Türkçe seçeneğini de göreceksiniz.. “I can (Yaparım)” ya da “I can’t (Yapamam)” seçeneklerini tıklayarak, bilgisayarınızdan 24 saat ayrı kalıp kalamayacağınızı bildiriyorsunuz…

www.shutdownday.org

Valla ne yalan söyleyeyim bana zor geldi bu 24 saat olayı bir anda.. Biraz zalimce olmuş.. Belki de son 1 aydır bilgisayarımla ilgili ciddi sorunlar yaşayıp, birkaç 24 saati ayrı geçirmek zorunda kaldığım için de hassas davranıyor olabilirim, ama itiraf ediyorum, galiba sigara ve diet cola’dan sonra bilgisayar bağımlısı da olmuşum!!

Ama sinemadan, tiyatrodan, dışarıda vakit geçirmekten, kitap okumaktan ve spordan da mümkün olduğunca geri kalmamaya çalışıyorum.. O zaman belki de o kadar zararlı değildir benim bağımlılığım.. Ama sabah uyanır uyanmaz bilgisayarın düğmesine tıklayıp, çay demlemeye gitmek kesinlikle bir alışkanlık..Simit ve çay eşliğinde günlük gazeteleri bilgisayardan okumak, üye olduğun sitelere göz atmak, maillerine bakmak, vs..Öğle yemeğine kadar www.zargan.com ile word dosyası arasında gidip gelmek.. Sonra yemeğini bilgisayar başında yerken yine sevdiğin sitelerde (özellikle İstanbul.com, eksisozluk olmak üzere) dolaşmak… Kahveni ve çikolatanı yerken hafiften çeviriye dönmek.. Arada mola vermek istediğinde MSN ya da oyunlara takılmak, bir yandan da müzik açmak, sonra yine çeviri, vs derken bir bakmışsın saat 20:00 olmuş.. Sabah 9’dan beri ihtiyaç molaları hariç bilgisayarın başından kalkmamışsın.. Parmaklarda istemsiz hareketler, gözler kızarmış, belin tutulmuş bir şekilde akşam yemeği ve TV/DVD molası verirken bile bilgisayarını kapatmaya için elvermez. Akşam yatmadan bir daha göz atarsın belki..:)

Aslında birçoğumuz önerilen sağlıklı süreden çok fazla zamanı bilgisayarda geçiriyoruz.. Osmanlı Dönemi’nde usta hattatlar gözleri kör olana kadar gece gündüz nakış yaparlarmış ve kör olmak bir övünç kaynağıymış ya…(Evet, 2 ayda ve ıkına sıkına Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabını bitirdim, oradan öğrendim bunu da, hemen satayım dedim..:) ) Bizde de aynı şey bilgisayar başı rahatsızlıkları için geçerli galiba… Hepimizin göz numarası ilerliyor, gözlerde kuruluk, bel/sırt ağrıları, duruş bozuklukları,vs.. Ama gel gör ki yine de iş dışında da azimle bilgisayarın başında zaman geçirmeye devam ediyoruz…

Aslında insanlara sırf bunu düşündürmek için bile olsa güzel bir deney fikri olmuş bence.. Arada bir oksijen, hareket ve gerçek insanları da hayatlarımıza eklemeyi unutmayalım diyorum… ister bu cumartesi, ister başka bir gün!!

Ana Yemek: İmge Haşlama!!!

Evet, sonunda bunu da yaptım.. Kendimi haşladım!! Annem hep der zaten, "Doğru ölümlerde ölmeyeceksin," diye.. Ben de sanmıyorum öyle bişey olacağını.. Bu kadar sakar bir insanın normal bir ölüm yerine, çamaşır asarken balkondan düşüp ölmesi ya da boğazına Nesquick kaçarak nefessiz kalıp olduğu yere yığılması falan daha akla uygun geliyor.. Daha önce de oturduğum yerde ne olduğunu anlamadan elimdeki sigaranın taklalar atarak bir yerimi yakması, düz yolda giderken takılıp kaleci misali havalı taklalar attığım ya da mutfaktaki çeşitli bardakların elimden kayıp, havalarda uçarak tuzla buz olduğu ve iki gün sonra bile çorabımdan cam parçalarının çıktığı olmuştu.. Ama bu en fecisiydi…

Niyetim tavuk haşlamaktı, ama kendim haşlandım!! Bu sefer sakarlığa biraz salaklık da karıştı tabi.. Yok, yok, hiç estaağğfuurullah demeyin.. Çabuk yapayım diye çözülmemiş tavukla muhatap olursam olacağı buydu.. Dipfrizden çıkan taş gibi tabaklı tavuğu yarısı dışarıda olacak şekilde tencereye koy, içindeki su kaynadığında da tavuğu bölmek için ellerinle yokla, yok, daha sert de biraz bekle, sonra su iyice kaynasın, hmmm artık bölünür herhalde diyip iki elinle tavuğa dal ve bölmeye çalış ve maalesef tavuk büyük bir hışımla bölünsün ve tencereye düşsün… Eee, Arşimet kanunları işlesin ve tavuğun tencereye düşen kısmı kadar kaynar su da üstüme fışkırsın, işlem tamam!! Akşam yemeği mönümüz Haşlama İmge ve Mevsim Salatası!!!

Doktora gitmem falan demeyeceğim artık.. Bugün de hastane ziyareti yaptım.. Neyse ki çok derin olmadığını söylediler.. Gerçi bacağımda gördüğüm manzara pek bir iç karartıcı ama neyse.. Bileklerim ve bacağım saatlerce yandı, ama şimdi daha iyiyim.. Pomatların etkisi herhalde..İyi ki tencere ocağın arka kısmında duruyormuş, yoksa komple karın ve bacak bölgesini haşlayacakmışım..

Sakarlara tavsiyeler: 1) zaten sakarsınız, bir de işlerinizi acele yapmaya çalışmayın. İkisinin birleşimi feci oluyor.. 2) Arka taraftaki ocaklarınızı kullanın, hatta ocağın önüne bir de paravan yaptırın. 3) bırakın şık yemek takımlarını cam kadehleri falan, plastik kullan-at tabak ve bardaklara geçin.. 4) baktınız bunlar zor geliyor, o zaman yastıklarla desteklenmiş bir itfaiyeci kıyafetiyle dolaşın.. o zaman ister düşün, ister haşlanın, ister cam kırıklarının üzerinde dolaşın, içiniz rahat olur.

Neyse klasik tevekkül ifadeleriyle yazımızı bitirelim.. “Bununla geçmiş olsun..” “Allah beterinden saklasın..” “Verilmiş sadakamız varmış, daha kötüsü olabilirdi” vs vs.. Bu yaz sahillerde bacağımdaki lekemden beni tanıyabilirsiniz.. Feriştah’ın yüzündeki iz gibi bir şeye sahip olacağım herhalde.. En kısa zamanda ona bir isim takmam ve onu benimsemem de lazım…Yoksa her seferinde lekeme üvey evlat muamelesi yaparak bu ilişkiyi yürütemem.. Of Allahım, nedir bu çilem??!!? Neyse neyse, Allah beterinden saklasın! :)

Tarsusi

Beyoğlu’nda geçirilen bol alkollü bir gece sonrası “Gelin, şimdi sizi arka sokaklarda harika bir tantuniciye götüreceğim.” Ya da bir telefon sohbeti, “İmge, süper bir ciğerci açılmış biliyor musun? Bir de Şişli’de harika Adana kebap yapan bir yer keşfettim.. Ezme yaparken çıkan o sese doğru hipnotize olmuş gibi giderek ustaya ulaştım ve Adanalı olduğunu öğrendim.” Hafta sonu evde otururken “Ya canım bir işkembe çorbası çekti sormayın.. Hadi Beşiktaş’ta bilmem ne sokaktaki çorbacıya gidelim”

Bunlar kimin sözleri mi? Evet, itiraf ediyorum o benim kardeşim.. Biraz etoburdur, ama onun dışında normaldir kendisi, korkmayın.. :) Nişan yemeğimizden sonra bile bizi sokakta bir tencerede yapılan “şırdan” yemeye götürmüş bir insandır o… Son derece salaş, ama yemekleri gerçekten usulüne uygun şekilde hazırlayan müthiş lezzetli yerler keşfeder.

Tarsusi’yi de onun sayesinde keşfetmiş olduk.. Ama bizi bu kez şaşırttı.. Çünkü salaş bir yerde, ocakbaşı kokuları içinde kebap yemeyi beklerken, son derece şık bir restoranla karşılaştık.. Garsonlar çok ilgili; tabaklarınız ve kadehleriniz sürekli yenileniyor; mezeler harika; Tarsusi kebabı, künefesi, meyve servisi ve kahve ikramlarıyla acayip mutlu ayrılabileceğiniz bir yer.. Ayrıca çok da sıcak ve samimi bir ortamı var.. Fiyatları da gayet makul..

7 yıl Tarsus Amerikan Koleji’nde okumama rağmen, Tarsusi diye bir kebap çeşidi olduğunu bu sayede öğrendim.. Zaten kebap merakım pek yoktur.. Yani paça yemek de dahil olmak üzere her türlü sakatata bayılan ben, kebabın etini çok yağlı bulurum ve kebapçıda kebap yemeyip çıkıntılık yapanlardanımdır.. Ama insan en azından adını duyar değil mi? Ama maalesef, yaptığım bellek taraması sonucunda beynimde Tarsusi diye bir kayda rastlayamadım..

Bu arada Esentepe’de yer alan mekânın sloganı “Adımız Tarsusi, Tarzımız Hususi.” :)
Bu hususi tarzı mutlaka deneyin..

Tel: (0212) 212 05 33

Uygunsuz Gerçek!!

Tüh, İstanbul'a bu kış kar yağmadı!! Vah vah, bu yaz çok susuzluk çekecekmişiz, çok da sıcak olacakmış!! Ozon tabakası delindi şekerim, mevsimlerin dengesi değişiyor tabi!! Aztek Takvimi 2012 yılının kıyamet olduğunu gösteriyormuş!! Tüühhh, kaç senemiz kaldı şunun şurasında acaba?? Vıdı vıdı vıdı...

Aslında herkesin küresel ısınma ile ilgili söyleyeceği bir şeyler var bu aralar.. Sağ olsun medyamız da bayılır böyle haberlere "veriyorlar coşkuyu, veriyorlar coşkuyu" sonra tut tutabilirsen milleti.. Ama kimsenin önümüzdeki yaz veya önümüzdeki kıştan ötesini düşündüğünü de pek görmedim etrafta..

Tamam, uzun vadeli düşünmeye ve plan yapmaya alışkın bir kültür olmayabiliriz ama dünya ile ilgili bir sorundan bahsediyoruz.. Dünyamız kaç milyar yıldır varlığını sürdürüyor? İnsanlık tarihinin kaç on binlerce yıl öncesini bilebiliyoruz? Sanayileşme sürecini ne kadar kontrollü yaşadık? Şu ana kadar doğal kaynaklarımızı nasıl sorumsuzca tükettik ve tüketmeye devam ediyoruz? Orman yangınları ana haber bültenlerimizde bile estetik mucizeler, son dedikodular ya da üçüncü sayfa haberleri kadar yer bulabildi mi?

Bu sorun bir sene önce ortaya çıkmadığı gibi bir sene sonra da çözümü bulunacak bir şey değil.. Hatta sanayileşmiş toplumlar, yaşam tarzlarımız, tüketim çılgınlığımız sayesinde kat kat da büyüyecek bir sorun olduğu kesin.. Hepimizin yapabileceği bir şeyler var.. Bu konuda http://www.climatecrisis.net/ veya Türkçe versiyonu http://www.iklimkrizi.net/ sitesinden bilgi alabilirsiniz.. Ama bunlar sürekli uygulanması gereken şeyler.. Hani şu 17 Ağustos sonrası hazırlayıp, 1 ay sonra içini boşalttığımız deprem çantalarına benzemiyor!! Ama dünyadaki bu kötü gidişatı sadece suyu boş yere akıtmayın, elektriği boşa harcamayın, araba yerine toplu taşıma kullanın, vs gibi maddelerle, yani bireysel çabalarla tersine döndürmemiz de mümkün değil gibi… Bireysel katkılar elbette önemli, ama toplumlar ve ülkeler çapında yapılması gereken köklü eylemler ve alınması gereken önlemler var..

İşte ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore da Bush’a karşı seçimi kaybettikten sonra kendisini dünyamızı felakete sürükleyen bu sorunu araştırmaya ve bunu mümkün olduğunca fazla insana duyurmaya adamış.. Şov yaptığını düşünenler var, Bush’a karşı olduğu için öyle yaptığını düşünenler var, vs. vs.. Ne olursa olsun hazırladığı belgeselin kesinlikle bilimsel ve yararlı bir çalışma olduğunu düşünüyorum.. Ve kendi şahsi niyeti her ne ise, yine de bu denli aydınlatıcı ve örnek bir çalışma hazırladığı için de emeklerinin takdir edilmesi gerektiğine inanıyorum..


Herkesin izlemesi gereken bu belgeselde kendi yaşamından da birkaç örnek vermiş.. Örneğin hayatını tütün yetiştirerek kazanmış olan babasının, kızını genç yaşta akciğer kanserinden kaybetmesinden sonra tütün çiftliklerini elden çıkarması gibi.. “Hepimiz yaşamımızın bir döneminde noktaları birleştirmemiz gerektiğini düşünürüz, ama bunu hep erteleriz,” diyor Al Gore. Ablasının noktaları birleştirmekte geç kaldığından ve sigara gibi bir ürünü dünyayla tanıştıran bir toplumun bir parçası olmaktan utanç duyduğunu da söylüyor. Bunun dışında birçok bilimsel veriyi, son yıllarda yaşanan birçok coğrafi değişimi (özellikle de buzulların ve göllerin), nesli tükenen binlerce hayvanı (adını bile duymadığınız bir böcek türünün bile ekolojik denge içindeki kritik önemini anlayabiliyorsunuz) ve buna benzer problemleri çok akıcı ve kolay anlaşılır bir tarzla anlatıyor..

Evrenin şu ana kadar bize sunduğu kaynakların hepsini sorumsuzca kullandık.. Artık bir şeyler yapma zamanımız geldi.. Bunu yine aslında kendimiz için yapacağımızı düşünerek bencil egolarımızı yola getirebiliriz. Çünkü su, gıda demektir, sağlık demektir, hijyen demektir, ve aslında hayat demektir! Ormanlara, okyanuslara, hayvanlara, doğanın tamamına borçluyuz ve noktaları birleştirmek için geç kalmadan her bireyin ve toplumun bir şeyler yapması gerekiyor. Garanti Bankası’nı Çevreye Duyarlı Bonus kampanyası ile her zamanki gibi bu konuda da öncülük yaptığı için tebrik etmek lazım… Her birey, her şirket, her sivil toplum örgütü, her toplum, her ülke bu konuyla ilgili kendilerinin de yapacak bir şeyleri olduğunu görecektir…

Ben Eskiden Küçüktüm!!!

Yaklaşık iki yıl boyunca oynayan Ali Poyrazoğlu oyununa ancak bugün gidebildim.. Zaman bulamama, bilet bulamama falan değildi bu kadar geç gitmiş olma sebebim, Ali Poyrazoğlu’ndan çok da hoşlanmadığımı düşünüyordum.. Ama henüz hiçbir oyununu izlememiş olmama rağmen.. Neden bu kadar önyargılıymışım anlamadım.. Galiba onunla ilgili tek aklımda kalanlar yıllar önce televizyonlarda izlediğimiz o “kırmızı çilli küçük oğlan çocuğu” karakteri, filmlerdeki pek de sevimli olmayan rolleriydi.. Arada bir televizyondaki sohbet programlarında konuşmalarını dinleyip, ne kadar keyifli sohbeti olduğunu, nasıl kültürlü ve doğru yönde sivri tavırlı olduğunu görsem de, bazı köşe yazılarını okuduğumda çok keyif alsam da yine de “ben Ali Poyrazoğlu’nun tiyatrosuna gitmesem de olur, çünkü hoşlanmıyorum ondan” diyip durdum.. Önyargılı olmanın nasıl kötü bir şey olduğuna en güzel örnekmiş meğer.. Aranızda benim gibi düşünenler varsa önce onlara, sonra da herkese onu sahnede görmenizi tavsiye ediyorum..

Bir insan üç saat boyunca bu kadar mı güldürür (ve gerçekten de düşündürerek güldürür).. Oyun açık artırma havasında geçiyor.. Tiyatroyla ilgili anılarını açık artırmaya çıkarıyor Ali Poyrazoğlu.. Bir bakıyorsunuz eskiden kalma bir daktilo, bir bakıyorsunuz İsmet Ay’ın makyaj çantası, bir bakıyorsunuz Anıtkabir Ziyaret Defteri’nin (koptuk gülmekten..:) ) bir kopyasını açık artırmaya çıkarıyor.. Bu objelerin hepsiyle ilgili öyle hikâyeleri ve hatıraları var ki, bazen gözünüzden yaşlar geliyor, bazen de anlattıkları içinize işliyor…Yeşil Kabare’de geçirdiği yıllar boyu Müjdat Gezen’den Sezen Aksu’ya, Uğur Yücel’den Zeki Müren’e kadar bir dolu sanatçıya paylaştığı anıları.. İsmet Ay’la Atina turnesi… Erol Simavi’nin muhteşem hediyesi… Çocukluk düşleri, düşünün peşinden koşması, bizi de farklı düş dünyalarına sürüklemesi.. Ve oyundaki Atatürk’ün izleri!!!

Eminim ki oyunda geçen şu bölümü çeşitli yazılarda ve dolaşan maillerde görmüşsünüzdür.. Ama ben bir kere daha bahsetmek istiyorum.. Ali Poyrazoğlu insanların nasıl kişiler olduğunu anlamanın aslında çok kolay olduğunu söylüyor. Nasıl ki bir banknotu ışığa tuttuğunuzda, eğer Atatürk resmini göremiyorsanız, paranın sahte olduğunu anlayıp çöpe atarsanız, insanlara da aynısını uygulamanız gerekir diyor. Kişinin içinden Atatürk geçip geçmediğini görmek için onu “ışığa” tutun; eğer içinden Atatürk geçmiyorsa, atın çöpe gitsin mesajını veriyor.. Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında sanata duyulan saygı ile günümüzdeki ortamı da karşılaştırıyor… Ve en önemli mesajlardan biri daha ortaya çıkıyor: Yaşam tarzlarınıza sahip çıkın!!!

Bu arada genç oyuncuların hepsi Fransa’nın en büyük sirk sanatları eğitmeni Dominique Denis tarafından çalıştırılmış… Onların da son derece başarılı cambazlıklar (!) yaptıklarını belirtmem lazım..

Oyunun en sonunda açık artırmaya çıkarılan şey ise sahne tozu!! Evet, doğru duydunuz, sahne tozunu açık artırmaya çıkarıyor Ali Poyrazoğlu… Sahne tozunu “Helal Olsun Sizlere” diye üzerimize üflerken (resimde görüldüğü gibi) herkesin içinden aynı şey geçmiştir diye düşünüyorum: Helal Olsun Sana Ali Poyrazoğlu! Binlerce kez teşekkürler bize yaşattığın bu keyifli saatler için..






Yeni başlamış olan Tak Tak Takıntı oyununa en kısa zamanda bilet alacağım, ama izleyemediğim iki tane daha muhteşem oyunu için ne yapsam diye düşünüyorum.. Ödünç Yaşamlar ve Kobay’ı da çok fazla duymuş ama gitmemiştim… Acaba bizlere acıyıp da, tıpkı bu oyunu gibi birkaç temsil de olsa, yeni sezonda o eski oyunlarını da oynar mı? Bu kez kaçırmayacağıma kesinlikle eminim..

Hasta Değilmişim, Peki O Zaman Ben Neyim?

Evet efendim, yaklaşık 1 aydır yaşadığım sorunumu çözmek için nihayet bugün doktora gittim… Terzi kendi söküğünü dikemez hesabı, ben de bir doktor çocuğu olarak tıbbi yöntemler ve ilaç yerine genellikle kendi uygulamalarımı ve operasyonlarımı (!) gerçekleştiren biriyimdir… Yüzümdeki küçücük bir sivilcemsi noktayı yüzümde sigara söndürülmüş gibi bir görüntü haline getirebilirim belki bu operasyonlar sırasında.. Ama olsun, insan kendi eseri olunca daha bir gururla taşıyor onu!

Ya da ne bileyim mesela grip olduğumda bir iki gün ilaç kullanır, sonra bir iki gün de vitamin kullanır, çorba, portakal suyu, süt gibi normalinde diyetimde yer almayan sağlıklı yaşam besinlerini tüketir, sonra da “aman, zaten bu hastalık ancak kendi geçmeye karar verdiği zaman geçer” diye bırakırım kendimi… İstirahat et tavsiyesini de pek dinlemem.. Spora giderim, içki içerim, saçım ıslak gezerim, sonra da herkesten çok “bu grip salgınları da pek feci şekerim, bir türlü iyileşmiyor insan” muhabbetine girerim..

Ama eğer biraz karamsar günlerimdeysem (ki sık sık olur), işte o zaman Internet alemlerine akarım, kimse de beni tutamaz… Internet’te hastalıklar hakkında araştırma yapmayı ruh durumları sağlam insanlar için öneriyorum… Burun akıntısını kronik sinüzit olduğuma ve hemen ameliyat olmam gerektiğine; baş ağrımı migrene; halsizlik hissimi hepatite; midem biraz yanıyorsa mide kanamasına; güneş lekelerimi vitiligoya falan yorma eğilimleri gösteririm… Hatta yazlıktayken yaşadığım o kriz anlarından birinde annemi sabah uyandırıp, pazar günü Mersin’de doktor aramaya götürmüşlüğüm vardır!! Sonuçta cildimin kuru kalmış olabilecek kedi poposu kadar bir kısmında güneş lekesi çıktığını öğrenerek evimize dönmüştük.. İçim çok rahatlamıştı, ama anneme büyük hasar verdiğime eminim..:)

Haa bir de elim kesilmişti bir keresinde.. Ama acayip bir kesilme.. Mutfak lavabosu bir anda korku filmi karesine dönüştü önümde… Panik halinde kaç parça pamuğu tampon yaptığımı hatırlamıyorum, ama durmuyor… Neyse hemen eşim koştu eve, hastanenin acil servisine gittik akşam ve panik halindeki ifademi gören doktor silahla vurulduğumu falan düşündü sanırım.. Ben de dikiş atılacağından emin bir şekilde parmağımı uzattım.. Adam parmağımı eline aldı ve pamuğu ne kadar süreyle ve nasıl bastırmam gerektiğini göstererek kendisi bu işi benim yerime yaptı.. Muhtemelen o saatte acile gelen en eğlenceli hasta (!) olduğum için benimle 3 dakika boyunca romantik bir şekilde el ele oturmayı tercih etmişti..:) Sonra da bir güzel sardı elimi.. Hani yara bandının iki defa suya değince açılmayacak cinsinden… Geçmiş olsun diyip gönderirken yüzünde gördüğüm alaycı ifadeyi “senin gibi kerizlere ihtiyacımız var, yaşa, varol!!” olarak algıladım. Hasta hassasiyeti işte!

Bu arada grip aşısı çıktığından beri bir kere bile aşı olmamakla ve çok da kötü hasta olmamakla gurur duyan ben, evinde oturup çeviri yapan bir insan olarak yılın modası tüm grip salgınlarından nasibimi aldım… Trendleri takip etmek bu olsa gerek! En son bir ay önce olduğum gripten sonra da bugüne kadar, 2 gün durup 2 gün devam eden abuk bir şikayetim vardı.. Başımın içinde koca bir balon şişiriliyor ve sanki bu balon kafatasımı da delip dışarı çıkmak istiyor gibiydi.. Yani baş ağrısı olsa, ilaç alayım geçsin, diyeceğim ama bu öyle korkunç bir şeydi ki sanki beynim patladı patlayacak gibi bir doluluk hissediyordum.. Her gün olmasa da haftada 3-4 gün oluyordu.. İlk iki hafta çivi çiviyi söker mantığıyla spora falan gittim ama son 10 gündür onu da yapacak gücü bulamıyorum kendimde.. Bilgisayar başında otururken falan bir yandan arkamda durup kafamı tutacak bir Bastio (uşak karakteridir kendisi) çağırmayı bile düşündüm eve, çünkü başım vücuduma ağır geliyordu…

Son iki gündür çok şiddetli değil, hatta yok denecek kadar az durumda, ama bugün artık doktora gitmeye karar verdim… Sonuç olarak sinüzit de değilim, beynimde de bir şey yok, migren de değil, vs.. Stresle ilgili olabilir dendi.. (Sebebi bilinmeyen her hastalıkta olduğu gibi) Hasta değilmişim yani.. Peki o zaman ben neyim sizce? Yeni yaşıma (29) gireli daha bir ay bile olmamışken hastalık hastası yaşlı teyzelere mi döndüm yoksa? Yoksa çağın vebası stres gerçekten bu kadar etkili mi üzerimizde? Ya da bilgisayar başında oturup, oksijensiz kalmaktan mı böyle oldu? Ya da tüm bu bir aydır yaşadıklarım bir yalan mıydı? Yoksa ben Nash miyim? :)

İnsan kötü bir şey olmadığını duyunca seviniyor da, sebebini öğrenemediği bir şey olduğunda sanki daha da bir korkuyor… Şimdi benim ne yapmamam gerekiyor? Ya da ne yapmam? Galiba ilk başlarda belirttiğim bu doktora gitmeme tavrı da hastalığın ne olduğunu duymaktan korkmakla ilgili… Yani pek iyi hissetmiyorum demekle, teşhisi duymak çok farklı şeyler… Kendi beslenme ve yaşam tarzıma da pek güvenmediğim için korkuyorum galiba… Doktorlar önemli bir şeyim olmadığını söyledikleri için şükrediyorum, farklı bir teşhis insanın hayatını da karartabilirdi… O yüzden galiba her zaman için en doğru olan şey, kendimize iyi bakmak ve nefes alabildiğimiz sürece kendimizi mutlu olmaya şartlamak! Yapması güç ama belki de uygulanabilir bir şeydir… Benim gibi bir pesimistler kraliçesi bile bunu denemek üzere ilk adımını yarından itibaren atacak! Bugün ne mi yapacak? Doktordan geldim bugün yaa, üstüme gelmeyin, yarın konuşuruz bunları!!!

Prag Rüyası!!

Önce yolculuk yapasım geldi, sonra blogum aklıma geldi, madem ha deyince yolculuk yapamıyorsun en son gittiğin yerleri yaz da yeniden yaşamış gibi ol bari dedim kendime…:)

Neredeyse altı ay olmuş Prag’a gideli... Ekim sonunda gitmiştik.. Hava acayip soğuk olur diye bizi korkuttular, ama bu sene dünya genelinde kışın nasıl geçtiğini biliyorsunuz, o yüzden son gün yağan yağmur dışında hep günlük güneşlik bir hava hakimdi.. O yüzden kat kat giyinip, mantolu, eldivenli, düşüp kayma derdi içinde (ki kar yağdığında yerdeki en ufak bir buzlanmış alanı bile kaçırmam, anında düşerim) gezmek zorunda kalmadığımız için çok sevindim. Akşamları biraz daha serin oluyordu.. Ankara soğuğunu bilenlere tanıdık gelebilecek bir soğuk..O yüzden yarı Ankaralı sayılan ve üniversiteyi Ankara’da okumuş biri olarak bunun da dert etmedim diyebilirim..

Prag’da gezilecek görülecek yerleri Internet’teki milyonlarca web sitesinden öğrenmek mümkün.. O yüzden bunlara kısacık değineceğim.. Prag Kalesi, onun içindeki St. Vitus Katedrali, Charles Bridge, Astronomik Saat Kulesi, Old Town, Nehir Turu, Karlovy Vary, Powder Tower (Barut Kulesi), Petrin Kulesi, vs vs.. Ben daha çok tur programlarında bahsedilmeyen yerlerden bahsedeyim size..

Örneğin, Petrin Kulesi çok fazla tur programlarında adı geçmeyen bir yer.. Funiküler ile bir tepeye çıkıyorsunuz.. Orada karşısınıza küçük bir Eiffel Kulesi çıkıyor.. Burası Prag’ın en yüksek noktası ve inanılmaz bir şehir manzarası var… Kuleden indikten sonra da harika bir ormanın içinden yürüyerek şehre inebilirsiniz.

Petrin Kulesi'nden genel olarak Prag'ın ve St Vitus Katedrali'nin resimleri:

















Ama zaten Prag’ın sokaklarında gezmek bile müthiş bir keyif.. Binaların mimarisi, her saat başı kiliselerde verilen klasik müzik konserleri, kristal süs eşyaları satan mağazalar, kuklacılar, biralar… Kukla alacaksanız buradan alabilirsiniz, ama kristal alışverişinizi Karlovy Vary’den yapın mutlaka…Çünkü burası şehir merkezine göre nerdeyse yarı yarıya ucuz… Karlovy Vary mükemmel bir doğası, pasta evler gibi görünen harika mimarisi, ucuz alışveriş yapma imkanları ile dolu, her adım başı şifalı suların fışkırdığı, içinden nehir geçen küçük bir termal kasaba… Burayı görmediyseniz, Prag’ı görmüş sayılmazsınız denildiğini duymuştum.. Haklılarmış.. Turlar genellikle kişi başı 50 euro civarında ücret alıyorlar buraya götürmek için.. Ama metro ile merkezden iki durak uzaklıkta bulunan otobüs garına gidip, oradan saat başı kalkan otobüslere binebilirsiniz.. O zaman kişi başı 10 euroya yakın bir şey ödüyorsunuz..

Karlovy Vary'nin nehrin kenarındaki binaları ve tepeden görüntüsü (sonbaharın tüm renklerine dikkatinizi çekerim.)



















Bu arada Prag tam bana göre bir yer… Tadını çıkarmanız için her yere yürümeniz gerekiyor… Ulaşım ağı çok gelişmiş… Yani tramvay, metro ve otobüsler her an şehrin en uzak noktasına bile ulaşım hizmeti veriyorlar… Ama zaten merkezi yerler için bunları kullanmanıza bile gerek kalmıyor.. Turlarda adı bile geçmeyen birçok ilgi çekici müze var.. Mesela, İşkence Müzesi (Ortaçağ’da kullanılan işkence aletleri sergileniyor), Oyuncak Müzesi (her çeşit oyuncağın olduğu müzenin ikinci katı sadece Barbie’lere ait), Kafka Müzesi ve Seks Araçları Müzesi (adı üstünde..:) ) Hayatının konseri olan Mozart-Requiem konserine giden sevgili kocamı konser çıkışında Seks Müzesi’ne götürerek ona bir kültür şoku da yaşatmışlığım vardır tabii!!! Ama n’apalım, vakit kısıtlı, zamanı iyi yönetmek lazım diye düşünmüştüm..:)

Oyuncak Müzesi'ndeki birkaç Barbie:



















İşte sevgili kocamın bilet bulduğu an yaşadığı mutluluğun resmi:



















Yiyecek içecek olarak da genellikle Çek mutfağı etleri (ağırlıklı domuz etini) tatlı şeylerle (ananas, elma, vs gibi) karıştıran bir mutfak.. Gitmeden önce bu konuda uyarmışlardı ama yine de denedik tabi.. Bana çok korkunç gelmedi yemekler.. Bunun dışında meydandaki pizzacıların pizzaları çok başarılı.. Envai çeşit biraları var ve neredeyse hepsine bayıldım.. (belki de fazla içmekten algılarım köreldiği içindir) Ayrıca Tex Mex zincirlerine ait Amerikan restoranı Buffalo Bill’s de vardı.. Bir gecemizi orada geçirdik ve o porsiyonlarla nasıl çatlamadan kalkabildiğimize hayret ettik.. Prag’ın en büyük Irish Pub’ını da ziyaret etmeden olmazdı… Yani yemek konusunda Prag kültürünün tadına bakmakla birlikte eşimle kendi bira kültürümüzü uyguladık sayılır…:) Ama n’apalım Çek biraları bizi bu yolu seçmeye mecbur etti.. Tatlı olarak da apple strudel’i tavsiye ediyorum.. Onlara özgü bir tatlı olmamakla birlikte gittiğim her kafede son derece başarılı porsiyonlarla karşılaştım.. Bu arada Prag’da yeme-içme fiyatları çok ucuz!

İç seslerim:

* Gitmeden önce insanların son derece soğuk ve kaba olduklarını duymuştum.. Bana öyle olanlar denk gelmedi diyebilirim.. Belki kısa bir süre önce terk ettikleri kapalı komünist kültüre alışmış insanlar olarak daha mesafeliler, fazla kuralcılar, vs ama gayet hoş insanlarla karşılaştık diyebilirim..

* Ayrıca toplu taşıma araçlarına yaşlı biri biner binmez oturan gençlerin adeta yer verme yarışına girmesi de çok ilginç geldi. Sözde büyüklerimize saygı hakkında konuşurken mangalda kül bırakmayan bizlerden görmeye alışık olmadığım bir uygulamaydı..

* Bir de “adamların köpekleri bile medeni, kardeşim” diye klasik geyik muhabbetine de gireyim..:) Toplu taşıma araçlarına köpekler alınıyor ve varlıklarını bile hissetmiyorsunuz hayvancıkların..

* Ayrıca son derece güvenli bir şehir.. Dünya üzerinde istediğin saatte istediğin semtine elini kolunu sallayarak girebileceğin nadir yerlerden biridir diye düşünüyorum.. İstanbul’daki ulaşım ve güvenlik sorunlarını düşününce Prag’a imrenmemek elde değil…

* Su içen insan görmedim, büfeden bile su istediğinizde “soda mı, su mu?” diye soruyorlar.. Garip geliyor bir insanoğlunun su içmesi onlara sanki..

Sonuç olarak ben Prag’a bayıldım.. Yaşamak için de gidilebilecek bir yer olduğunu düşünüyorum.. Tam bir masal şehri gibi..Son derece romantik de bir yer.. Tatil alternatifi olarak düşünmenizi tavsiye ederim.

Mikado'nun Çöpleri

Timuçin Esen'in dizilerini hiç izlemedim ama Gönül Yarası'ndaki performansına hayran kalmıştım.. Mikado'nun Çöpleri oyununda da bir kez daha hayran oldum diyebilirim. Devin Özgür Çınar da çok başarılıydı ama sanki Timuçin Esen onun bir adım önünde gibiydi..

Oyun gerçekten oldukça uzun bir oyundu.. 2 saat 20 dakika net sahne performansı vardı.. Dolayısıyla ilginin sürekli canlı tutulması zaten süre itibariyle imkansız gibi.. Ama yine de çok keyifle izlediğim ve oyunculuklara bayıldığım bir oyun oldu. Melih Cevdet Anday'ın yazmış olduğu oyun, kadın-erkek ilişkilerine ve iç dünyalarına farklı bir bakış açısı getiren ve işin içine sosyal bir boyut da katan güzel bir oyundu bence.. Tiyatro severlere tavsiye ediyorum..

Her ay iki ya da üç gün Akatlar Kültür Merkezi'nde oynanan oyunun biletlerini Ticketturk'ten alabilirsiniz..

Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Hayatımda gördüğüm en saygısız tiyatro seyircisi ile burada karşılaştım diyebilirim. Oyuncunun gözünün içine baka baka ön sırada oturduğu koltuğunda bir zarfı yırtmaya çalışan ve 5-10 dakika uğraştıktan sonra hışırtılardan rahatsız olanları kendisine hatırlatan arkadaşı ile zarfını açmaktan vazgeçen bir seyirci, cep telefonu çalan iki seyirci ve oyun başladıktan sonra içeri alınan birkaç seyirci vardı. Ayrıca fısıltı halinde konuşmayı aşıp enteraktif bir ortam yaratan seyircilerden bahsetmiyorum bile.. Çoğunluğu kaldırımda yürüme kurallarını, karşıdan karşıya geçmeyi, trafiği, yemek ve diğer görgü kurallarını bile çok az bilen bir toplumun insanlarının en azından ilgi duyup tiyatroya gelmesi bile olumlu olarak değerlendirilebilir belki ama şahsen ben tiyatrolarda yapılan bu tip saygısızlıklardan çok rahatsız oluyorum. Belki de oyun girişinde bir "tiyatro görgü kılavuzu" dağıtılmalı insanları eğitmek adına!!!

Inishmaan'ın Sakatı - Harika bir Oyun

Dün gece bu oyunu izledim.. Aslında tiyatroya gitmeye bayılmama rağmen ilk kez dün canım hiç istemiyordu.. Çünkü Cumartesi gecesi başka bir doğumgünü partisine de katılma planımız vardı ve oyunun uzun olduğunu duymuştuk... O yüzden acaba sıkıcı ve uzun bir oyunsa gecenin ilerleyen saatlerinin de keyfini alamaz mıyız diye düşünmedik değil... Etrafımızdaki herkese biletlerimizi vermeye çalıştık, olmadı, biletler yansın gitmesek dedik, içimiz elvermedi.. En sonunda gidelim de, baktık beğenmiyoruz, ilk yarıda çıkarız diye düşündük.. (Bunu hayatımda sadece bir kez gerçekleştirmişimdir bu arada.. ) Çünkü beğenmediğim tiyatro oyunlarında bile yarıda çıkıp gitmek, o emeğe karşı büyük bir saygısızlık olarak gelir.. O oyuncular aylarca prova yapıp, belli bir süre karşınızda bir emek sergiliyorlarsa, seyirciler olarak bizler de o süre boyunca sıkılsak da oturup o emeği izlemeliyiz diye düşünüyorum..

Her neyse sonunda oyuna gittik.. Oyun, ara dahil tam 3 saat sürüyor. Ama o 3 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile.. O kadar keyifliydi ki.. Dekor muhteşem, oyuncular muhteşem, konu anlatımı harika...Başrol oyuncularından üçünün ilk profesyonel sahne deneyimleri olan tiyatro öğrencileri olduğunu da öğrendim.. O kadar başarılılardı ki.. Özellikle de sakat Billy rolünü oynayan çocuğun (adını bilmiyorum maalesef) performansı son derece başarılıydı..
Ayrıca alkolik anne Sema Çeyrekbaşı süperdi!!

Oyunun konusu ise genel olarak İrlanda’ nın batı kıyısındaki İnishmaan adası insanlarının dünyadan kopuk, yoksun, garip yaşamlarının kara mizah tarzında anlatılmasına dayanıyor. Ahmet Levendoğlu çevirmiş ve yönetmiş. Herkesin mutlaka görmesini tavsiye ediyorum.. İstanbul Devlet tiyatrolarının web sitesinden bilgi alabilirsiniz.

www.istdt.gov.tr

Brooklyn Funk Essentials & Hüsnü Şenlendirici

Eylül’deki konserlerine bilet almak için girdiğimizde geç kalmıştık ve çok üzülmüştük.. Bu kez hemen biletimizi aldık ve en sonunda dün gece Babylon’da onları izleme fırsatını bulduk.

Çok keyifli bir geceydi… Funk, soul, caz, reggae, hip-hop’u kaynaştıran grup Brooklyn Fun Essentials ile klarnet üstadı Hüsnü Şenlendirici’nin birlikte verdikleri konser, bana göre müziğin dünya üzerindeki tek ortak dil olduğuna dair güzel bir örnekti… Beklendiği üzere İstanbul Twilight ve Freeway to Üsküdar parçalarında coşku doruğa ulaştı.. Onların dışında da zaten yerinizde duramayacağınız parçalar çaldılar.. Valla sanki 1,5 saat az geldi bana.. Bir o kadar daha dinleyebilirdim onları..

Ufak bir eleştiri: Hal ve tavır olarak da çok samimi görünen grup üyelerinin yanında Hüsnü Şenlendirici’nin “Ben neden buradayım? Bu insanlar da kim? Bu toplanan kalabalıkla göz göze gelirsem beni yerler mi?” falan gibi kopuk ve donuk bir duruşu vardı!!!

Bir de ayakta durarak, sıkış tıkış müzik dinlenen ve ağırlıklı 20li yaşlardaki gençlerin bulunduğu kulüplerin aksine Babylon’a gelen kitle bizim yaş grubunun kendisini evinde hissetmesini sağlıyor diyebilirim..:) Eeee, ne de olsa yaşımız 30’a 1 var. Bu yaşta ve evliyken, insan kendini üniversite gençliğinden çok 30’lu yaşlardaki evli barklı ve hatta çoluk çocuğa karışmış çiftlerin gittiği kahvaltı mekanları, fasıl veya şarap geceleri, doğayla baş başa kalınabilecek kırlar, parklar, bahçelere, kültür turlarına ve ev partilerine (parti yerine gezme diyecektim, ama o da daha fazla yaşlı hissettirir diye korktum bir an..) daha bir yakın hissediyor. O yüzden de örneğin Balans’ı dolduran kalabalığın yanında, Babylon’da toplanan insanlara çok daha yakın hissettim diyebilirim.. Mekanın havalandırması ve ses sistemi de son derece iyi… Sigara dumanından hoşlanmayan ve güzel bir ortamda, güzel müzik dinlemek isteyen herkese öneririm…

Kendimizi Form-Est'te Şımartalım...

Ulus’ta bulunan Form-Est Kliniği (eski adıyla Hera Spa) arada bir kendini şımartmak isteyenlere tavsiyemdir. Ben yosun bakımı için gittim. Gerçekten inanılmaz memnun kaldım.

Vücudunuzu tamamen yosuna buluyorlar ve sonra sizi jelatine sarıyorlar. Daha sonra bir yatağa yatırılıyorsunuz. Yatağın kılıfı ile de bir güzel sarmalandıktan sonra bir düğmeye basıyorlar.. Yattığınız yatak bir anda sıcak su ile dolup şişmeye başlıyor.. Dalga sesleri eşliğinde deniz yatağında yatıyormuşçasına hareketlenmeye başlıyorsunuz. Sizi yarım saat onun içinde hafif bir müzik ve loş ışıklarınızla baş başa bırakıyorlar. 15 dakika sonra sıcaktan bayıldınız mı diye kontrole de geliyorlar, paniğe gerek yok yani..:)

İnanılmaz rahatlatıcı bir etkisi var. Ayrıca yosun selülite de iyi geliyormuş ve vücudu nemlendirici etkisi de varmış. Kokusunu sevmiyorum diyenler için farklı alternatifler de bulunuyor bu arada.. Çikolata bakımı, spa-jet, vs gibi.. Benden söylemesi.. İnsan arada bir kendini şımartmalı bence..

Deneyin, gülen bir yüzle ayrılacağınıza eminim!

www.form-est.com

Shake it up, Şekerim!!

Eurovizyon’da büyük başarılar elde etmeliyiz diye zerre kadar umursadığımdan değil hani de, bu şarkı da o kadar basit geldi ki kulağıma…

Eurovizyon’un amacı aslında Batı'nın değişik müziklerini ve dillerini birbirleriyle yarıştırmak değil midir? O yüzden de şarkımız Türkçe mi olmalıdır, İngilizce mi konusunun cevabı da aslında bellidir. Ama birçok ülke artık İngilizce şarkılar ile katılıyor ve biz de Sertab Erener’in “Every Way That I Can” şarkısıyla birincilik alabildik. Ayrıca derece alamamış olsa da Athena’nın “For Real” da fena değildi hani. Ayrıca mesela Rimi Rimi Ley’den ne kadar nefret ettiysek, Şebnem Paker’in Dinle’sini de o kadar beğenmiştik. Hiç de fena bir sonuç da almamıştık o Türkçe parçayla. O yüzden asıl önemli olabilen herhalde hangi dilde söylendiğinden çok samimi olarak bizi yansıttığını hissettiğimiz ve benimsediğimiz bir parçanın seçilmesi ve parçalara sahte otantiklik (!) katmamış olmak. Ama son iki senedir seçilen İngilizce parçalar da bence bir felaket… Supırstaaa (!!) zaten faciaydı, ama ben bu Kenan Doğulu’nun Shake it Up Şekerim’den de neredeyse aynı ölçüde haz etmedim. Siz de aşağıdaki link’ten dinleyip karar verebilirsiniz.

http://www.milliyet.com.tr/2007/03/09/son/sonyas08.asp

Bu ne yaa? Sonundaki “Hah, hah, hey hey hey!!” bölümü de baya komik ve eğreti durmuş gibime geldi. Acayip tekrar var, ritim çok basit kalmış, Kenan Doğulu’nun karizması ve şovu da parçayı kurtarmaya yetmez gibime geliyor… Umarım aksi olur…

Rahmi Koç Müzesi

Rahmi Koç Müzesi’ni mutlaka gezmenizi tavsiye ederim.

Benim gibi teknolojiye ilgisiz bir insan bile zevkle gezdiğine göre birçok kişiye fazlasıyla hitap edebileceğini düşünüyorum. Dışarıda duran o uçağa binmek çok keyifli mesela.. Şu meşhur araba sergisi de etkileyici ama arabalardan da hiç anlamadığım için ben şahsen olayın magazinsel boyutu ile ilgilenmeyi tercih ettim: “Aaaa.. Burada Barış Manço’nun arabalarından da varmış!!..” gibi..:)

Onun dışında aklınıza gelen her türlü ev aletinin ( bulaşık makinesinden, elektrik süpürgesine kadar) nasıl çalıştığı uygulamalı gösteriliyor.. Yani oraya evinizde çamaşır makinesinin şeffaf olanını koymuşlar, içini olduğu gibi görüyorsunuz.. Arkasında da maddeler halinde bu aletin nasıl çalıştığını anlatan ışıklı bir pano var. Çamaşır makinesini çalıştırdığınızda sırasıyla bu maddelerin ışıkları yanıyor ve su girişinden sıkma aşamasına kadar alette nelerin çalıştığını şeffaf şeffaf, açıklamaları okuyarak izleyebiliyorsunuz.

Bunların dışında bir zeytinyağı fabrikasının nasıl çalıştığını, kayıkhaneyi, eski bir eczaneyi, marangoz atölyesini, Rahmi Koç’un çalışma odası ve balmumu heykelini ve daha bir çok ilgi çekici şeyi bir arada bulabileceğiniz bir yer.. Yani “anlatamam, görmeniz lazım!”

Bu arada unutmadan söyleyeyim, Sütlüce'de müzenin yakınlarında bir dolu küçük, salaş lokantada "uykuluk" yapılıyor.. Süper lezzetli bir et.. Gezdikten sonra onlardan birine oturup uykuluklarınızı da mideye indirebilirsiniz..:)

Essporto

Blogumda haftada üç gün uğradığım spor merkezimden bahsetmezsem olmaz..

Öncelikle kendimle ilgili kısa bir ön bilgi vereyim.. Essporto'yla tanışana kadar, yani 27 yaşıma kadar hiçbir zaman düzenli spor yapmamış biriydim.. Tabi lise yıllarında rejim furyalarım sırasında öğlenleri altınbaşak ve yoğurt yerken step kurslarına yazıldığım ve en fazla bir iki kez devamlılık (!) göstermişliğim vardı.. Bir de yazları yazlıkta 3 ay geçirdiğim dönemlerde sabah veya akşam havuz boşaldığında kendime 20 tur ya da 30 tur yüzmek gibi hedefler koyup yüzmem vardı.. Yürüyüşe de bayılırım, ama dediğim gibi bunların hiçbirini düzenli yapmıyordum.. O yüzden de bir spor merkezine üye olmak kafamda soru işaretiydi.. Yani ya maymun iştahlılığım tutar da birkaç kez gittikten sonra gitmezsem diye düşünmüyor değildim hani..

Ama hiç de öyle olmadı.. Essporto açıldığından beri (2005 Haziran) düzenli olarak spora gidebiliyorum.. Yani benim düzenim haftada üç demek oluyor.. Essporto’nun kesinlikle sporu sağlık için yapılması gereken bir zorunluluktan çıkarıp, sizin için bir zevk haline getirebilecek bir yer olduğunu düşünüyorum.

Bir kere çok merkezi bir yerde, Metrocity'nin içinde yer alıyor.. Son derece temiz, ferah, gün ışığının içeri girebildiği aydınlık bir fitness alanı var.. Bir dolu değişik stüdyo dersleri mevcut.. (Gerçi sen bunların hangisini yapıyorsun derseniz, üyeliğim başladığından beri sadece Tae-Bo'ya takılıp kalmış durumdayım..N'apayım ama, çok zevkli bir ders!!) Ars Corpore, Bosu, Latin Dansları, Spinning, Aqua-Gym, vs vs gibi birçok ders var..

Jakuzi, buhar banyosu, Türk hamamı ve sauna gibi sefa birimleri (!) de var tabi ki.. Ayrıca havuzu ve açık alanları da süper.. Basketbol, tenis, voleybol ve mini futbol sahaları, koşu parkuru mevcut.. Ve benim için en önemli bölüme geliyoruz: Çim alanların üzerinde güneşlenme! İstanbul'un göbeğinde plazalara ve iş merkezlerine karşı güneşlenebiliyorsunuz yani! Yazın gelmesini iple çekiyorum o yüzden, çünkü tam bir tatil köyü havası oluyor o zaman.

Bunun dışında içinde restoranı, mini bir mağazası, solaryumu (bu bölüm beni ilgilendirmiyor, çünkü bronzlaştım mı 6 ay falan koruyabiliyorum o rengimi, geri kalan birkaç ayda da idare ediyoruz işte..:) ) ve kuaförü (bu bölüm de beni ilgilendirmiyor, çünkü senede bir kez saç kestirmek, iki üç kez de fön çektirmek dışında kuaföre gitmekten nefret ederim) de bulunuyor..

Kısacası iki senedir üyesi olduğum Essporto'nun spora başlamak isteyenler için doğru bir seçim olacağına eminim.. Daha fazla bilgi almak isteyenler www.essporto.com sitesine tıklayıp resimlerini de görebilirler.. Ayrıca Metrocity’nin ikinci katında, Boyner mağazasının önünde sürekli bulunan standlarından da bilgi alabilirsiniz.

Sağlıklı bir yaşam dileğiyle..

Youtube'a Erişimin Yasaklanması!!

Başparmaklarımla işaret parmaklarımı birleştirip ellerimi rahat bir biçimde iki yanıma koydum, çayımı, simidimi, peynirimi falan alıp, günlerdir yaşadığım ufak tefek aksiliklere rağmen yüzümde bir gülümseme ile her şeye olumlu bakmaya çalışacağıma karar verip bilgisayarımın başına oturdum. Ve da da da daaaannn!! Gazete haberlerinin hepsinde Türk Telekom'un Youtube'a erişimini engellediği haberi var! Sebep: o malum Yunanlı bir adamın Türkiye ve Atatürk'e hakaret ettiği ve aşağıladığı videosunu yayınlatması. (Evet, ben de sinir olmuştum bununla ilgili mail aldığımda, ama siteye girip negatif yorum yazmak istediğimde yayının kaldırıldığını öğrendim, iyi o zaman dedim ve bitti)

Öncelikle biz bu Yunanlı ne idüğü belirsiz bir adamın yayınlattığı bir videoyu neden Türk halkı olarak bu kadar ciddiye alıyoruz..Eğer "ciddiye alırız tabi kardeşim, adam Türklüğe hakaret etmiş" diyorsak, o zaman neden önce kendi içimizdeki ve giderek her an her yerde karşımıza çıkacak kadar yaygınlaşan (!!) bu tür kendini bilmezleri ayıklamaya çalışmıyoruz?

İkincisi, pire için yorgan yakmak bu olsa gerek herhalde.. Kendini bilmez bir acize kızıp da (ya da önemseyip de) tüm siteyi yasaklama gibi sansürcü bir zihniyet de neyin nesi? O zaman devekuşu olmuyor muyuz bizler? Bu mantık "Türklüğü kimse aşağılayamaz, aşağılayının cezasını işte böyle susturarak veririz" anlamına gelmiyor ki.. Adamlar istedikleri aşağılamaları dünya çapında yapmaya devam edecekler, ama biz görmeyeceğiz.. Onun yerine biz de görsek ve Türkler olarak tepkimizi dile getirsek daha mantıklı olmaz mı? Türk Telekom'un böyle bir karar almasını da şiddetle kınıyorum.. Ahlak zabıtalığı görevine soyunup bir Internet sitesinin tamamını kullanıcılarının kullanımına kapatmak da neyin nesi?

Üçüncüsü, son dönemlerde Alinur Velidedeoğlu'nun birçok programda kendisinin anlattığı ve birçok köşe yazarının da yazılarıyla ona destek verdiği bir kampanyayı da Türk halkı olarak Youtube aracılığıyla destekliyorduk. Alinur Velidedeoğlu, Midnight Express filminin gerçek kahramanı Billy Hayes ile yaptığı röportajı Youtube'da yayınlamıştı. Yıllardır hiçbir yabancı kanalda yayınlatmayı başaramadığı (!) ve Türk medyasından da bu konuda kayda değer bir destek alamadığı Türklüğü aşağılayan film Midnight Express'e karşı başlatılan kampanyadan bahsediyorum! Hani Türk halkı olarak bu linki daha fazla tıklayıp, bu röportajı ön sayfalara taşıyacaktık? Kafamızı buna yorsak daha mantıklı olmaz mıydı acaba?

Son olarak da Atatürk'ü ve Türklüğü aşağılamak için zavallı bir adamın çıkıp iki çift belden aşağı laf etmesi yetmez.. Daha sinsi ve planlı çalışmaların farkında olabilmek ve onlarla ilgili bilinçli bir şeyler yapabilmek önemlidir! Bu mahkeme kararı ve Türk Telekom uygulamasının kime ne yararı olmuştur? Kime ne ceza verilmiştir? Bu alınan karardan kim zarar görmüştür? Bunların düşünülmesi gerek.. (Bence o aciz Yunanlı şu haberi okumuşsa acayip mutlu olmuştur mesela..)

Ayrıca bu kafayla gidersek yakında Google'da kullanımımıza kapatılır, haberimiz olsun! Zira search yaparken bir sürü Türklüğü aşağılayan siteyle ve görüşle karşılaşabiliriz!
(78'li biri olarak Zeki Alasya ve Metin Akpınar'ın defalarca izlediğim "Yasaklar" adlı oyununda Minik Kelebek adlı çocuk şarkısının o dönemlerdeki TV sansürü yüzünden nihavent makamında neredeyse bir cenaze marşına dönüşü aklıma geldi!! Bu örnek bile çok daha sevimliydi galiba! Ya da George Orwell'in 1984'ünü mü yaşıyoruz! Offff!)

Artiste Terasse

Fransız Sokağı'nda tesadüfen keşfettiğimiz ve hastası olduğumuz bir yer..

Mekan gerçekten çok güzel.. Manzara harika.. Topkağı Sarayı, Galata Kulesi, gece ışıl ışıl parlayan İstanbul Boğazı'nı alabildiğine görüyorsunuz.. Adı üstünde teras katından bahsediyorum.. (Aşağı katta farklı bir restoranı daha var bildiğim kadarıyla)

Yemekler, servis, hizmet (garsonların ve sahibinin ilgisi de dahil olmak üzere) harika.. Yemek mönüsünden seçiminizi yaptıktan sonra bir mönü daha dağıtacaklar masanıza.. Şarkı Mönüsü!! Evet, son derece kapsamlı (Pink Floyd'dan Levent Yüksel'e, Pink Martini'den Grup Gündoğarken'e kadar aklınıza gelen her türlü şarkı mevcut) bir şarkı mönüsünden istek parçası seçip, mekanı daha da harika yapan Zeynep&Murat ikilisinden şarkı isteyebiliyorsunuz..

Zeynep & Murat ikilisini ilk kez burada tanıdım.. (Murat Köseoğlu daha önce tek başına çalışmalar da yapmış ve bir süre Grup Yorum'da da yer almış) Daha sonra gidip beraber olarak ilk çıkardıkları CD'leri olan Pera'daki Yaşlı Dilenci'yi de alıp iPod'a yükledim.. Son derece güzel bir ses uyumları olan, tek bir gitar ve o güzel sesleriyle birkaç saatliğine de olsa çevremizi saran yozlaşmış gürültü kalabalığından bizleri uzaklaştıran bu ikilinin samimi ve mutevazı tavırları da "yaşasın, hala böyle insanların soyu tükenmemiş" demenizi sağlıyor.. Harika manzarası olan bu sıcacık ortamda, güzel yemekler yemek, şarabınızı yudumlarken güzel insanlardan güzel müzikler dinlemek tam bir terapi gibi geliyor insana..

Bu güzel mekanı mutlaka deneyin derim..
Zeynep & Murat ikilisinin canlı müzik yaptığı günleri seçtiğinize emin olun..
Ve rezervasyon gerekecektir, o yüzden internet sitesini de veriyorum..

http://www.artisteterasse.com/

Şimdiden iyi eğlenceler..

Zeki Triko - Fırsat!!

Zeki Triko 2006 yaz sezonunun bikini ve mayolarını sadece 49 YTL'ye satıyor.. İndirim tüm Zeki Triko mağazalarında 10 Mart'a kadar geçerli olacak.. Sezon bikinilerinin en az 170 YTL falan olacağını düşünürseniz, son üç gün kaldı, kaçırmayın derim.. Şunun şurasında yaza ne kaldı ki!! :)

Oyun Atölyesi

Moda'da bulunan Oyun Atölyesi Haluk Bilginer'in tiyatrosu.. Haluk Bilginer ise bana göre Türkiye'de erkek oyuncu dendiğinde aklıma gelen ilk isim.. Bu kadar farklı rolleri bu kadar başarılı bir şekilde oynayabilen bir insan olamaz diye düşünüyorum.. (son filmi Polis'i çok merak ediyorum ve hala izleyemedim bu arada, umarım bu haftasonu gidebilirim..)

Oyun Atölyesi'nin geçen sezon oyunu Jean D'arc'ın Öteki Ölümü ve bu sezon oynayan Atinalı Timon'u mutlaka görmelisiniz.. Başta Haluk Bilginer olmak üzere tüm ekibini tekrar tekrar kutlamak isterim.. Her iki oyundan çıkarılması gereken çok önemli dersler vardı ve insanı acıtacak kadar doğru mesajlar verildi.. Adeta Haluk Bilginer'in "sahnede devleşmesini" izledik.. Bu çok klasik manşet ifadesinin Haluk Bilginer'e gerçekten çok yakıştığını ve onu tanımladığını düşünüyorum.. Onun oyunlarından sonra seyircisini selamlarken yüzünde oluşan ifadeyi gördüğünüzde yaptığı işten ne kadar keyif aldığını, nasıl mutlu olduğunu, duyduğu manevi tatmini, vs çok net anlayabiliyorsunuz!! Onun yüzündeki bu ifadenin, gözlerindeki parıltının ve içindeki tiyatro aşkının hiç bitmemesini diliyorum..

Dönmedolap

Tiyatro İstanbul'un oyunlarından biri olan Dönmedolap bu sezon da oynuyor.. Geçen sezon izlemiş ve bayılmıştım.. Hala etrafımda izlememiş olanları oyunu görmeleri için zorluyorum.:)

Cihan Ünal ve Berna Laçin oynuyor oyunda.. Profilo Alışveriş Merkezi'nin içindeki Tiyatro İstanbul'da sahneliyorlar oyunu. Tiyatro İstanbul'un salonları da çok rahat (eğim, koltuklar, vs). Oyunun konusuyla ilgili hiçbirşey yazmak istemiyorum, size de kafanızda oyunla ilgili hiçbirşey olmadan gidip izlemenizi tavsiye ediyorum. Oyuncular gerçekten muhteşem.. Paris'te de oynayan oyunda Cihan Ünal'ın rolünü Alain Delon oynuyormuş.. Fransızca'dan çevirisini yapan ve yöneten de Gencay Gürün.. Mutlaka görün..

Tiyatro İstanbul tel: 216 40 70

İstanbul Devlet Tiyatrosu

Üniversite yıllarında Ankara'dayken devlet tiyatrosunun ve AST'ın (Ankara Sanat Tiyatrosu'nun) oyunlarını sürekli takip ederdim.. Ama İstanbul'a gelince, tiyatroya bayılmama rağmen neden bilmem bu seneye kadar devlet tiyatrolarını neredeyse unutmuştum.. Özel tiyatrolara gitmeye hep devam ettim ama devlet tiyatrolarını ihmal etmiştim..

Bu sene aradaki farkı kapatmak için neredeyse her oyuna gidiyorum diyebilirim.. Şu ana kadar izlediğim oyunlarla ilgili kısa yorumlarım şöyle olacak:

  • Ful Yaprakları: Musa Uzunlar'ın oyunculuğuna da bayıldım.. Öncelikle Civan Canova'yı böyle bir oyun yazdığı için tebrik ediyorum.. Ulaşamadıkları hayalleri ve iletişim dünyasının yalnızlığı içine sıkışıp kalmış insanların hayatlarını ilginç bir şekilde sergiliyor. Herkese tavsiye ediyorum..
  • Amadeus: Kostümler ve sahnenin şaşalı dekorunu görmek için gidilebilir.. Onun dışında hiç keyif almadım diyebilirim.. Zaten Mozart'ı Zafer Algöz'ün oynaması benim için baştan bitirdi oyunu.. Saliere rolündeki Celal Kadri Kınoğlu iyiydi.. Ama havai, kıpır kıpır, biraz da çocuksu ve patavatsız Mozart'ın kişiliği küfürbaz ve zevzek bir tiplemeden öteye geçememiş gibi geldi bana.. Ben filmdeki tiplemeyle hatırlamaya devam edeyim Amadeus'u diyorum yani..
  • Kaktüs Çiçeği: Çok keyifli bir komediydi.. İlk oynanış tarihi 2001 ve Afife Jale ödüllü oyun..
  • Kır: Devlet Tiyatrolarının oyunu.. Biraz durağan buldum ama yine de fena değildi.. Oyuncular açısından bile gidilebilir. Celal Kadri Kınoğlu (Tatlı Hayat'taki İrfan) ve Ülkü Duru (Aliye'deki Nusret :) ) oynuyor başrollerde..
  • Ölümsüzler: Melih Cevdet Anday'ın oyunu, tarih olgusunu ironik bir dille sorgulayan bir oyun.. Uzun muydu, cuma akşamı alışveriş sonrası tiyatro havamda olmadığı için mi bilmiyorum ama pek beğenmedim diyebilirim..yine de siz bana bakmayın ama..:) Gidene mani olmayayım yani!

Bu arada sezon başından beri Bahar Noktası'na yer bulmaya çalışıyorum ama hala başaramadım.. Internet'ten bilet satışları başlar başlamaz girdiğimde bile salon dolu oluyor.. Umarım sezon bitmeden ona da bilet bulurum..

Internet'ten oyunlar hakkında bilgi ve bilet almak isteyenler için: www.istdt.gov.tr

Mısır Apt. Kat 4. DOT

Hayır hayır!! Başlıkta gizli bir mesaj ya da şifre falan vermiyorum..

Beyoğlu'ndaki meşhur Mısır Apartmanını bilirsiniz.. Hani şu en üst katında muhteşem bir mekan olan 360'ın bulunduğu apartman.. Onun 4. katında ne olduğunu bilenler azdır diye düşünüyorum.. Evet, bilmeyenler için söylelyeyim orada DOT var! Yani bir oda tiyatrosu.. Ama kelimenin tam anlamıyla bir oda tiyatrosu.. Yani evinizin salonu gibi büyükçe bir odayı düşünün, siz koltuğunuza oturuyorsunuz, oyuncular da orta sehpanızın, hadi bilemediniz televizyonunuzun durduğu yerde oynuyorlar..

Oynayan oyunlar ise son derece ilginç.. Zaten genellikle biletlerin üzerinde yazan "sert içerik", "yetişkinler için" gibi ibarelerden de bunu anlayabiliyorsunuz.. Ama öylesine yakın mesafeden bu oyunları izlemek çok daha etkili oluyor..

Oyun programını www.go-dot.org sitesinden takip edebilirsiniz..

İzlediğim ve bayıldığım oyunlardan ikisi ise Sansürcü ve Böcek.. Sansürcü'de Uğur Polat oynuyor ve her zamanki gibi çok başarılı.. Böcek'te ise hastalıklı aşk, paranoya, komplo teorileri ne ararsanız var.. Alper Kul'un performansına bayıldım.. Ayrıca dikkat edin, üzerinize kan sıçrayabilir! :)

İsmet Baba

Kuzguncuk iskelesinin hemen yanında salaş bir balıkçı bulunur..O salaş balıkçıyı dışarıdan bakınca çoğunuz bir şeye benzetemeyecektir.. Oysa bilenler bilir..İsmet Baba’ya neredeyse saat 19:00’dan sonra gittiğinizde yer bile bulamazsınız.. Rakı balık denilince aklıma ilk gelen yerlerden biri burası.. Eğer toplu halde gidiyorsanız ve gecikme ihtimaliniz varsa, mutlaka bir arkadaşınız önden gitsin ki deniz kenarındaki masalardan biri sizin olsun.. Ya da işinizi sağlama alıp rezervasyon yaptırın en iyisi.. İşte o zaman gerçekten çok daha keyifli bir balık sofrası olacaktır. Önünüzde Boğaz Köprüsü, yanınızdaki pencereden hemen aşağıya bakınca kıpır kıpır kıpırdanan deniz, önünüzde taptaze peynir, roka salatası, mevsim salatası, mezeler ve rakınız..Hele bir de mehtap falan varsa oradan kalkabilene aşkolsun!

Duvarlarda hani şu meşhur ‘Paşa Dede’ resimleri vardır ya, işte onlar asılı.. Bu resimlerden de anlıyorsunuz ki, bu mekan çok uzun yıllardır bu iskeleye demirli kalmış ve hala da dimdik ayakta duruyor.. Burada öyle kulaklarınızı tırmalayan türden bir müzik, ensenizde zurna çalarak bahşiş bekleyen çalgıcılar ve detone bir fasıl heyeti falan yok.. Çok hafif bir Türk sanat müziği geliyor fonda bir yerlerden.. Mekanın o kadar nostaljik bir havası var ki o duyduğunuz müzik de mutlaka gramofondaki bir plaktan geliyordur diye düşünüyorsunuz...Herkes birbirinin dediğini duyabiliyor.. Zaten öyle olması gerekiyor, çünkü burası tam bir sohbet mekanı..

Saat 12’ye doğru ışıklar söner ve mum ışığında kalan masalar da yavaş yavaş boşalmaya başlar.. Sıra geldi hesapları ödemeye..Dediğim gibi burası nostaljik bir mekan.. O yüzden teknoloji ürünlerinden olan kredi kartlarının da burada işi yok.. Yani bir zahmet pamuk eller cebe!!

Beşiktaş'la İlgili

Yaklaşık 6 yıldır Beşiktaş’ta yaşıyorum.. Bunun bir yılı Ortaköy, geri kalan süre ise Beşiktaş merkezde geçti..Bu semti o kadar çok seviyorum ki..

Öncelikle günün her saatinde aradığın herhangi bir şeyi en fazla beş dakika mesafede bulabilmeniz harika.. Mesela Pazar günü perdelerinizi asarken fark ettiniz ki düğmelerinden bazıları eksik; pantolonunuzun paçasını kısalttırıp bir saat içinde almak istiyorsunuz; ya da gece yarısı canınız baklava çekti; çorabınız kaçtı, çilingir ihtiyacınız var, çiçekçi arıyorsunuz, vs; belki de balık sefası yapacaksınız evde ve taze taze balık pazarından alınmış bir balık yemek istiyorsunuz.. Dediğim gibi isteğiniz ne olursa olsun anında gerçekleştirebileceğiniz semtlerden biri burası..

Sadece o kadar mı? Bir de her yere yakın konumuyla büyük kolaylık sağlıyor.. Pazar günü Ortaköy’e yürüyüş yaparak yirmi dakikada gidebilirsiniz.. Emin olun arabayla daha uzun sürede ulaşacaksınız! Dolmabahçeye’de yirmi dakikada yürüyerek bir salep içip, gelebilirsiniz.. Aynı şekilde Nişantaşı’na yürüyüp, alışveriş çılgınlığına kapılabilirsiniz.. Yürüyüşü bir saate çıkarırsanız eğer Bebek’e waffle yemeye, Tophane’ye nargile içmeye ya da Beyoğlu’na bile gidebilirsiniz! Ben yürüyüş seven bir tip olarak, spor merkezine yazılmadan önce Rumeli Hisarı’ndan Beşiktaş’a kadar yürüyüş yapardım ve bu beni inanılmaz rahatlatırdı. Arabayla ulaşım zaten oldukça kolay.. Arabası olmayanlar için de bir cennet bence, çünkü her yere bir ulaşım aracı bulmanız mümkün.. Sadece Cumartesi günleri kurulan pazardan dolayı trafik bir çile haline gelebiliyor.. Cumartesileri arabanızla Beşiktaş’a gelmemenizi tavsiye ederim!

Bu arada Beşiktaş aynı zamanda bir alışveriş ve yemek cenneti.. BKM’nin yanındaki Büyük Beşiktaş Çarşısı ve Sinanpaşa Pasajı’nın içindeki ayakkabı çeşitleri süper.. Sayısız dönerci, büfe, lokantanın arasında benim en beğendiklerim ise şunlar:

  • Tabi ki ‘Şampiyon Kokoreç’ ilk sırada..
  • Balık Pazarı’ndan eve taze balık alabileceğiniz gibi, hemen yanındaki küçük bir büfeye benzeyen ‘Balıkça’dan da balık ya da midye tava, hamsi tava, mideye dolma gibi şeyler yiyebilirsiniz.. Her zaman taze ve leziz oluyor..
  • Hemen karşısında da ‘Özsüt’ var.. Balık üstüne tatlı iyi gider!
  • Lahmacun için ‘Hacıoğlu’nu, kebap için de Adanus’u öneriyorum.. (Ustası Adanalı)
  • Sultanahmet Köftecisi’nin bir şubesi de burada bulunuyor. Aklınızda olsun..
  • Define Büfe’de dürüm döner ve limonata tercih edenler olabileceği gibi benim canım iskender istiyor diyenler de çıkabilir. İskender için de aynı ara sokakta iki ayrı yer var.. İkisini de tavsiye edelim.. Birinin adında ‘Bursa’ geçiyor diye genelde daha dolu oluyor..:)
  • İkbal Sucukevi’ ve ‘Aslı Börek’i de tavsiye ediyorum.. Aslı Börek mantı da satıyor.. Ev için de alabilirsiniz, gerçekten lezzetli çünkü..
  • Kurabiye, kek, ekmek çeşitleri gibi unlu mamuller ve güleryüzlü yaklaşım için kesinlikle 'Oktay Kurabiye' ve ‘Uniş’ diyorum.
  • Dondurma isteyenler de yanındaki Mado’ya uğrayabilirler.
  • Bira içmek için de iskeledeki Hanedan Balıkçısı’nın altındaki ‘Beer Port’u tavsiye ediyorum..

    Unuttuğum sayısız yer vardır mutlaka ama ilk etapta aklıma gelen yerler buralar oldu..Zaten yazı da bayağı uzun oldu.. O yüzden burada bitirsem iyi olacak gibi.. Beşiktaş’a bekleriz!

Merhaba

Artık benim de bir blog'um var!!

Uzun zamandır bu işe el atmayı düşünüyordum ama bir türlü başlayamamıştım. Haftasonu kardeşimin beni bu siteyle tanıştırması sonrasında karşınızdayım!!

Aslında işi freelance kitap çevirisi yapmak olan biri için bu da bir nevi iş gibi geliyor bana: freelance web sitesi editörlüğü!

Sen ne yazarsın, ne yaparsın, neden buradasın diye sorarsanız da cevabım yerim, içerim, gezerim, tozarım, "gerçekten" okurum, sinemaya ve tiyatroya "gerçekten" giderim, spor yaparım, vs vs diyebilirim.. İşte buraya da vakit buldukça bu kategorilerdeki tavsiyelerimi yazmayı düşünüyorum..

Hadi bakalım, kolay gelsin!