Bunları Biliyor Muydunuz? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bunları Biliyor Muydunuz? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Victoria Şelalesi

Gezinin bana göre en etkileyici yerindeyiz. Hayallerimi süsleyen yerdeyiz. Görünce de hiç hayal kırıklığı yaratmadığı gibi tüylerimi diken diken eden, içimde coşku ve mutlulukla ağlama hissi uyandıran bir yer burası. Victoria Şelalesi'ne geldik. Havaalanında iner inmez deli bir yağmur başlamasına ve göz gözü görmeden şelalelere ulaşmamıza rağmen yarım saat içinde hava tamamen açtı ve bize harika manzaralar sundu burada. 

Zimbabwe ve Zambia sınırı boyunca uzanan bu doğa harikası, huzur dolu Zambezi Nehri'nin en coşkun haline dönüşerek çağladığı yer olarak anlatılabilir. Şelaleye dönüşen nehrin rafting yapılan bölümü, bungee-jumping yapılan köprüsü, suların yeterince yüksek olmadığı dönemlerde şelalenin döküldüğü noktada yüzülebilen Devil's Pool adı verilen doğal manzaralı havuz benzeri bir oluşum gibi çeşitli noktaları mevcut. Biz sadece yaklaşık on beş manzara noktasının yer aldığı yürüyüş rotasında yürüyerek doya doya izleyeceğiz bu güzelliği.


Ya da doyamadan! Bilemiyorum doyulur mu her noktası farklı güzel görünen ve her dakikası değişen bu doğa harikasını izlemeye. Burası yerli dilinde "mosi oa-tunya" diye biliniyormuş, yani "smoke that thunders/gürleyen duman" gibi bir anlamı var. Gerçekten de kulaklarınızda sürekli o gök gürültüsü sesiyle ve yüzünüze çarpan serinliği ve hatta ıslaklığıyla bu şelaleyi dolaşmak müthiş bir deneyim. Üzerinde hiç kaybolmayan bir -ya da şansınıza göre iki- gök kuşağını da bonus hanenize yazabilirsiniz. 

Şelale savaşlarında son durum ne diye sorarsanız ona da geleyim. Biliyorsunuz Niagara, Iguazu ve Victoria kardeşler sürekli bir ben dünyanın en büyük şelalesiyim yarışı içindeler. Hepsinin de kendine göre haklı olduğu noktalar var. Biri diyor ki ben en geniş alana yayılanım, diğeri ben en yüksekten çağlayanım, bir diğerine dönüyorsun ben en gürül gürül akanım. Aranızda tartışmayın çocuklar, hepiniz gönlümüzün birincisisiniz. ;)  Ama gerçek verilere gelecek olursak, Victoria Şelalesi 1700 metre genişliğe sahip ve yer yer 108 metre yükseklikten çağlıyor. Birinciliği de bu yüksekten akışıyla elde ediyor. 


Gezerken dakikalar içinde havanın değiştiğinden bahsetmiştim. Gerçekten de gezmeye başlar başlamaz yağmur durdu ve çok net görüntüler elde ettik. Ta ki son fotoğraf noktasına gelene kadar. Orada resmen gözlerimize inanamadık diyebilirim. Karşımızda açık seçik duran koca şelale bir dakika içinde sis bulutunun içinde yok olarak sadece bir sese dönüşüyor, sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Aşağıdaki fotoğraflardan durumun ciddiyetini anlayabilecek misiniz bilemedim (parkurun solunda yükselen yoğun sis bulutu aslında şelale!), ama bu değişkenlik de gerçekten çok etkileyiciydi bana göre. 


Son gün ziyaret etme fırsatı bulduğum Victoria Falls Hotel'den de nefis bir doğal parkuru takip ederek şelaleye yürünebileceğini gördüm. Ayrıca bungee-jumping köprüsünü de uzaktan da olsa buradan görebildim. İngiliz tarzı mimarisi ve dekorasyonuyla -ve İngiliz ağırlıklı müşterileriyle- nefis bir otel burası. Bahçesi, çay salonları, restoranları ve dükkanları da öyle görünüyordu. Gruplara göre değil tabi, ama bireysel gelip de kalmak isterseniz aklınızda olabilir. 


Ah, burada bir tam günümüz daha olsaydı diye hayıflanmadan edemeyeceğim. Ama nedenlerinden sonraki ve gezinin son yazısında bahsedeceğim, şimdilik bu kadarını söyleyip kaçayım. Bu arada Victoria Şelalesi'ni havadan görebileceğiniz helikopter turları da var. Pazarlık yeteneğinize göre 100-175 USD arası rakamlara, havanın elverişli olması halinde yaklaşık 15 dakikalık turlarla bu güzelliği kuş bakışı da izleyebilirsiniz. 

Hout Bay & Boulders Beach & Ümit Burnu

Ne güzel tam gaz yazmaya başlamıştım yazıları ama minik bir grip molası vermek durumunda kaldım. Hâlâ harika durumda olmasam da bugün kafamı havada tutabilme başarısını gösterebildiğimi fark edip geçtim blogun başına. Nerede kalmıştık diye bakınca da gördüm ki güneyin de en güneyine ineceğimiz günü anlatma zamanı gelmiş. Kıyı boyunca şehrin en güney noktasına yolculuk ederken şehrin güzelliğinin de daha çok farkına vardığımızı söylemeliyim. Bana hafiften Batı Amerika kıyılarını anımsattı hatta gezinin bu kısmı. Şöyle bolca tutam San Francisco, bir miktar San Diego, bir fiske de otobansız LA bölümleri gibi bir karışımın içinde gezindik tüm gün. Nefis okyanus manzaralı evlerin sıralandığı kıvrımlı yollardan geçtik. Nefis koylarda fotoğraf molaları verdik. İşte onlardan ilki aşağıda: Maiden's Cove. Rüzgardan sabit durmak bile çok zordu ama çok güzel bir manzara noktasıydı.


İkinci durağımız Hout Bay. Burada foklara selam vereceğiz. Aşağıdaki gibi adeta evcilleşmiş, turistlere kendini sevdiren artist foklara değil tabi. Koydan kalkan teknelerle ulaştığımız Duiker Adası'nda (nam-ı diğer Fok Adası) yaşayan Cape Kürklü Fok Balıklarını görmeye gidiyoruz.  


77 metreye 97 metre ebatlarındaki bu minnak adacıkta yaşayan fok kolonisinin ömrü 20-40 yıl arasında değişiyormuş. Ağırlıkları 300 kg'a kadar ulaşabilen foklar her yıl bir kez kürklerini yeniliyorlarmış. Yılda bir kez de yavrulayan fokların bebişleri 6 haftalık olur olmaz yüzmeye başlarlarmış. Yavrular ahtapot, balık ve midye ile beslenirlermiş. Foklar için en büyük tehdidi ise tabi ki önce insanlar, daha sonra ise köpekbalıkları ve katil balinalar oluşturuyormuş. 


Hayvanları doğal ortamlarında izlemeye bayılıyorum. Saatlerce sıkılmadan bunu yapabilirim. Ama tabi küçücük bir adacıkta da taş çatlasa yarım saat kadar kalabiliyor tekneler. Sonra yine yolumuza devam ediyoruz. Bu kez başka bir koloniye selam vereceğiz. Ama öncesinde yolda yine bir fotoğraf molası verelim ve Hout Bay'e bir de tepeden bakalım. (Fokların olduğu küçük adacık en soldaki kayalık tepenin arkası gibi düşünebilirsiniz.) 


Sırada bu gezinin en merak ettiğim duraklarından biri var: Boulders Beach. Burada da bir penguen kolonisi yaşıyor. Penguenler bana hep çok sevimli gelmişlerdir. Gövdelerinden bacak olmaksızın direkt çıkan ayaklarıyla paytak paytak, her an devrilecekmiş gibi yürümelerinin hastasıyım. "Tutmayın beni, biraz mıncıklayayım şunları," kıvamında kendimden geçerek izledim bu güzellikleri de o yüzden. Ne yazık ki nesilleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerden biri onlar da. 

Boyları yaklaşık 60 cm olan Afrika penguenlerinin (jackass penguin olarak da biliniyor) gövdeleri yüzmek için evrimleşmiştir. 130 metreye kadar dalabilirler, ama genellikle 30 metrelerde takılırlar. Nefeslerini 2,5 dakika kadar tutabilirler. Avlanırken saatte 20 km hıza çıksalar da genellikle 7 km/saat hızla sakin sakin yüzerler. Yaklaşık 10 yıl ömrü olan bu minnoşların ağırlıkları da 2,5 - 3,5 kg arasında değişir.   


Penguenleri de doya doya izledikten sonra öğle yemeği molası için donanmaya ev sahipliği yapan Simon's Town kasabasına gidiyoruz. Burada beş yıl boyunca resmen donanmada görev yapmış olan Danua cinsi köpek Just Nuisance'ın heykelini de görüyoruz. Sonrasında güneye doğru yolumuza devam!

Ve en nihayetinde Ümit Burnu'ndayız. Afrika kıtasının en güneybatı ucunda. Aslında en güney ucu diye yanlış biliyormuşuz burayı. Afrika'nın en güney ucunun buraya 150 km uzaklıktaki Cape Agulhas olduğu biliniyor. 1488 yılında ilk kez Portekizli kaşif Bartolomeu Dias tarafından keşfedilip Fırtınalar Burnu adı verilmiş  buraya. Kral ise "ha gayret baharatlara ulaşacağız, moral bozmayalım lütfen" diyerek adını Ümit Burnu olarak değiştirmiş bir rivayete göre. 


Buraya kadar gelmişken tabi ki Cape Point Deniz Feneri'ni ve oradan altımıza serilecek nefis manzarayı görmek için Table Mountain National Park'ın tepesine tırmanacağız. Bir noktaya kadar füniküler çıksa da kalan bölümde tabana kuvvet çıkıyorsunuz yukarıya. Ama kesinlikle  buna değiyor. Dimdik kayalıkların turkuaz sularla buluştuğu kıyıların vahşi güzelliği, teninizi ısıtan güneş, yüzünüze vuran okyanus esintisi... Sanırım "mutluluğun resmini yapabilirim" dediğim anlardandı bu da.


Bu yazıyla birlikte ne yazık ki güzeller güzeli Cape Town'a da veda etme zamanı gelmiş bulunuyor. Seni çok sevdik güzel şehir. Bir zaman sonra belki yeniden buluşur, daha uzun uzun zaman geçiririz birlikte. O zamana kadar hoşça kal ve kendine ve içinde barındırdığın tüm güzelliklere iyi bak! 

Ai Weiwei Porselene Dair

Sakıp Sabancı Müzesi'nde uzun bir süredir devam eden -hatta Kaş'tayken gözüme açıldığının haberi takılmıştı- ve Ocak sonuna kadar zamanı var nasılsa diyerek ancak geçen hafta annemle birlikte gezmeyi başarabildiğim Ai Weiwei sergisinden bahsedeceğim bugün.  Muhtemelen hakkıyla söz edebilmek için saatler harcayıp yine de yeterli olamayacağım ama olsun, amacım görmek için ilgi uyandırmak. Onu başarsam yeter. Hem müjdemi isterim: gördüğü yoğun ilgiden dolayı sergi 11 Mart'a kadar uzatıldı. Yani zamanım yoktu bahanesi yok, ona göre. ;)

Ai Weiwei sanatı politikadan ayırmanın çok yanlış ve hatta politik bir niyet olduğuna inanan, sanatın ifade özgürlüğü ve yeni bir iletişim biçimi olduğunu düşünen, kendi ülkesinde ve dünyada faşist iktidarlara karşı hep mücadele vermiş, doğaya ve insana değer veren, duyarlı bir insan, cesur bir aktivist ve çok yetenekli bir sanatçı. Günümüz dünyasıyla ilgili mesajlarını Çin'in geleneksel el sanatları ve porselen işçiliği aracılığıyla vermeye çalışan bir sanatçı ayrıca. Aşağıda da gördüğünüz gibi SSM'nin o nefis bahçesinde yer alan dokuz küple karşılaşıyorsunuz ilk olarak. Daha sonra müzeye girip içerideki çalışmaları görüyorsunuz. Birkaç örneği aşağıdaki kolaja ekledim.

Örneğin, tel askıdan porselene aktarılmış Asılı Adam sanatçının hayran olduğu Fransız sanatçı Marcel Duchamp'ın profiliymiş. Hemen solundaki kapı kolları ise 2012 yapımı Taksi Camı Kolu adlı çalışması. Çin Komünist Partisi'nin Tiananmen Meydanı'ndan geçen taksicilerin kışkırtıcı el ilanları atmasını önlemek için taksilerdeki cam kollarının çıkarılmasını emretmesine karşı yaptığı bir çalışma. Dijital sosyal medya çağında iktidardakilerin rahatı için bireyin fiziki varlığına kısıtlama getirmenin saçmalığına dikkat çekiyor. Sağ üst köşedeki Özgürce Konuşma Bilmecesi adlı 2017 yapımı çalışmasında ise bir araya geldiğinde Çin haritasını oluşturan porselen süsleri görüyorsunuz. Her süsün üzerine oyulmuş Çince imler sanatçının ifade özgürlüğü mücadelesini yansıtıyor. 


Sanatçının ikonoklastik, yani put kırıcı, eylemleri peşin hükümlü yargılarımıza ve kültür eserlerinin korunması konusundaki tutumumuza meydan okuyan nitelikte. Ejderhalı Mavi Beyaz Çanak (sağda) bu çalışmalarından sadece bir tanesi. Çin Kültür Devrimi'nde devletin kültür mekanları ve objeleri dahil geçmişi yok etme çağrısını hatırlatmak istemiş Ai Weiwei. Odysseia salonunun duvarlarında yer alan savaşlar, sığınmacı krizleri, sınırlar ile ilgili imgelerin arasında da Ai'nin Han Hanedanı Vazosunu Düşürmek adlı LEGO parçalarıyla oluşturulmuş duvar resimlerini görüyorsunuz.


En etkilendiğim eserlerinden biri de eserin kendisinden çok hikayesi nedeniyle Tabakta Beyin MR'ı Görüntüsü oldu. Bununla ilgili sanatçının hastanede MR çekilirken, öncesinde ve sonrasındaki konuşmalarının yer aldığı bir video da bulunuyor. Birçok okul binasının yıkılması ve yüzlerce öğrencinin ölümüyle sonuçlanan Sichuan Depremi konusunda şeffaf davranmaması nedeniyle Çin hükümetinin yolsuzluklarını eleştiren aktivist Tan Zuoren lehine ifade vermek için Sichuan'a giden Ai Wewei'yi otel odasında darp ederek, dışarı çıkmasını engelleyen polisin yarattığı görüntüleri tabağa aktarmış sanatçı. Yani o görüntüler gerçekten de bu darp olayı yüzünden beyin kanaması geçiren ve o yılın sonunda beyin ameliyatı olmak zorunda kalan sanatçının MR görüntüleri.  


Üstteki kolajın solundaki duvarda ve daha pek çok duvarda yer alan I.O.U (I Owe You/Sana Borcum Var) adlı borç senetlerinden oluşan duvar kağıdı çalışmasının da hikayesi tüyleri diken diken eden cinsten. Çin yetkililerinin 2011'de kimseye haber vermeden 81 gün göz altında tuttuğu Ai, sahip olduğu FAKE Kültürel Gelişim şirketinin vergi kaçırdığı suçlamasıyla 12 milyon yuan para cezasına çarptırılmış. Bunun sonucunda kendisine birçok destek bağışı gelmiş.Sanatçı da buna minnettar olduğunu göstermek için her bir bağışçı için ayrı ayrı bu I.O.U borç senetlerini oluşturmuş.

Aşağıdaki kolajda da yine bu gözaltıyla ve sonrasında pasaportuna iki yıl el konmasıyla ilgili barışçıl ve sanatsal protesto amaçlı yaptığı eylem ve eserleri görebilirsiniz. Bisikletinin sepetine koyduğu çiçekleri de yapmış porselenden. Duvarlarda sosyal medyada paylaştığı çiçek fotoğrafları, yerde porselen çiçeklerden halı... Ne zarif bir protesto!


Duyarlı bir aktivist olmanın zorluğunu anlatan bir çalışma da aşağıda. O yüzden herkes de bir Ai olamaz zaten. Hem kendi ülkesinde hem de dünyanın dört bir köşesinde çıkan güncel sorunlarla ilgili eylemlere katılan sanatçı, yaratıcılığı da "eyleme geçme gücü" olarak tanımlıyor. 3000 porselen kırığından oluşan Kaplan, Kaplan, Kaplan adlı çalışması da buna bir örnek. Her bir kırığın üzerinde kaplan figürü yer alıyor. Hikayesini ise baştan yazmayıp fotoğraf olarak ekleyeyim dedim. Bambaşka bir köşesinde, bilmediğimiz bir ucunda bile olsa böyle bir insanlık enerjisi yayan bir yaratıcı dehayla aynı dünyayı paylaşmak beni mutlu eden şeylerden biri. Bayılıyorum böyle insanların, böyle sanatçıların varlığına.


Gelelim pek çok yerde Ayçekirdekleri'yle gündeme gelen bu serginin o merak edilen köşesine. Hikayesi ve neyi simgelediğini yine yazmak yerine fotoğrafladım. 12 Ekim 2010'da Londra'daki Tate Modern'de sunduğu bu dev ölçekli yerleştirmede 100 milyondan fazla porselen ay çekirdeği bulunuyormuş! Porselen imalatıyla tanınmış Jingdezhen şehrinden 1600'ü aşkın zanaatkârın elleriyle biçimlendirip boyadıkları ay çekirdekleri onlar. Hem müthiş bir güç duygusu, hem de içimi ezen bir üzüntü hissettirdi bana bu dev ay çekirdeği yığınının önünde durmak. 


Kolumdaki ay çekirdeği ise müze dükkanından annemin hediyesi bilekliğim. Yanında da buzdolaplarımız için aldığımız magnetlerden biri duruyor. Uzun zamandır gördüğüm en etkileyici sergilerden biri oldu Ai Weiwei. Uzatıldığına göre belki bir kez daha gidip, çoğunu pas geçtiğimiz video çalışmalarını da detaylıca izlerim. İyi ki var! Ve emin olun sergide burada bahsettiğimden çok daha fazlası var.

Size de iyi gezmeler. Umarım bizim kadar etkilenirsiniz bu sergiden. 

Tüy Kalemler - Marquis de Sade

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Uniq Hall'da Tatbikat Sahnesi'nin sahneye koyduğu Tüy Kalemler'i izlemeye gittik.  Uzun zamandır aklımda olan bu oyuna üçüncü sıranın ortasından yer bulmanın mutluluğu içinde izledim ve hikayeden müthiş etkilendim. Açıkçası oyuna Erdal Beşikçioğlu'nun yönetip, baş rolünde oynadığı bir klasik gözüyle bakmıştım sadece. Hatta Marquis de Sade'ın yazdığı bir eserin sahnelenmesi diye düşünmüştüm tadı kaçmasın diye hiçbir şey okumadan gittiğimde. Meğer Marquis de Sade'ın kendi yaşam öyküsü çıktı oyun! Üstüne üstlük ben Sade'ı sadece klasik ve cesur bir Fransız yazar olarak bilirken adam aristokrat bir filozof, pornografik bir yazar ve sadizm akımının öncüsü olarak çıktı karşıma. Oysa ki cehalet mutluluktu, değil mi sevgili okur? Şimdi bu bildiklerimle yaşamak çok daha zor olacak çünkü oyunda tanıdığım kadarıyla bu kaçık, özgür ruhlu adamı sevdim bir de ben yahu. 


Ömrünün neredeyse yarısını yaptıklarından dolayı hapishanelerde ve akıl hastanelerinde geçiren bir adam Marquis de Sade.  Kilise ve iktidar gücüne karşı her fırsatta haykırırcasına söylediklerini günümüz dünyasında bile dile getirmek güç. Din, ahlak, yasalar, kurallar onun için yok hükmünde. Tüm bunları yok sayarak, sadece zevk odaklı ve alabildiğince özgür yaşamak gerektiğine inanıyor. Cinselliğin doğası itibariyle şiddeti de barındırdığını, kişi sadece zevk aldıklarını yapma yoluna giderse eninde sonunda başkasına zarar verme pahasına bunu yapacağını savunuyor. Sadizm fikrinin ortaya çıkış noktası da bu zaten. Kendisi de yanında çalışan uşaklara, hizmetçi kızlara ve pek çok farklı insana taciz, hakaret, zor kullanma, şiddet davalarıyla defalarca gündeme gelmiş bir isim. 

Sadizm tarafını savunmuyorum elbette - yani ancak karşısındaki mazoşist ise bir sadiste mutluluklar dileyebilirim. Ama Sade'ın sapkınlık anlamında din adamlarının da akıl hastanesinde yatan kendisinden hiç aşağı kalır yanı olmadığını kanıtlarcasına meydan okumalarına bayıldım. O noktada feci haklı bana göre! 

Tabi dönem Fransız İhtilali'nin hemen sonrası olsa da özgürlük çanları Sade için de çalacak seviyede değil ne yazık ki. Kaldığı akıl hastanesindeki hücresinde elinden kalemleri, kağıtları, tüm eşyaları alınsa da zihnindekileri orada ayarladığı birileri aracılığıyla aktarmaya devam eden Sade'ı korkunç bir son bekliyor. Dilini kestiklerinde dışkısıyla duvarlara yazmayı sürdüren Sade'ın yazı yazmaya devam edebilecek tüm uzuvlarının yok edilmesiyle bile aklından geçenlere yeterince engel olamayacağını düşünen din adamları da akıllarından geçirdikleri ve uyguladıklarıyla sadizm alanında bambaşka bir çığır açıyorlar, sadizmin de tadını kaçırıyorlar! (Internet araştırmalarım sonucunda böyle bir sona rastlamadım Sade'ın yaşamıyla ilgili, umarım da doğru değildir başına gelenler. Bilgisi olan varsa duymak isterim.)

Doug Wright'ın yazdığı bu nefis oyunda Erdal Beşikçioğlu, hem yönetmen hem oyuncu olarak yine harikalar yaratmış. Oyunda da var olan bir sözden yola çıkarak "gerçek sanatçının asıl zor zamanlarda var olabildiğini" kanıtlayan isimlerden biri o. "İyi ki var" listemizin en başlarında yer alıyor tabi ki. Melisa Şenolsun ve Saygın Soysal'ın oyunculuklarını da çok beğendim bu arada. Mutlaka izlemelisiniz. 

Şimdiden iyi seyirler.

PS: İdefix listeme hemen bir Marquis de Sade kitabı eklemiş olsam da "Sadist" olmadığımı itinayla duyururum. ;)

Nadar'ın Büyük Portreleri

Yılbaşı öncesi biraz tembellik benim de hakkım. O yüzden Nadar'ın kim olduğunu "buyrun, hazır yazılmışı var" diye aşağıya bırakıyorum. ;) Geçen hafta gezdiğim sergilerden biri de Fransız Kültür Merkezi binasında yer alan Nadar'ın Büyük Portreleri sergisiydi. Nadar'ın kim olduğunu okumayı bitirdikten sonra gelin benimle, size o portrelerin gerçekten de ne kadar büyük isimlere ait olduğunu göstereceğim. 


Paris'te Saint Lazare'de ve ışık aldığı için mecburen çatı katında yer alan stüdyosunda ağırladığı arkadaşlarının son derece samimi fotoğraflarını çekerek bu işe başlamış Nadar. Aslında gazetecilik üslubunda günlük yazılar ve romanlar yazan bir yazar ve karikatüristmiş. Bir karikatür projesiyle tanınıp takma adı olan Nadar ile anılmaya başlayan sanatçı aslında fotoğrafı ilk kez sanat kategorisine taşıyan isimlerden de biri sayılıyor. O kadar ki katakomblar üzerinde ışık yansımalarından tutun da balonla Paris semalarına çıkıp havadan fotoğraflar çekmek gibi uçuk denemeler yapıyor o dönemlere göre. 


Yine de en çok portre fotoğrafçılığı yapan ve bu alanda ünlenen Nadar'ın fotoğraflarını çektiği isimler arasında kimler yok ki...Eugéne Delacroix, Edouard Manet ve Giuseppe Verdi'yi yukarıda görüyorsunuz. Charles Baudelaire, Emile Zola, Ivan Turgenyev, Alexander Dumas, Lamartine ve daha pek çok ünlü ismin Nadar elinden çıkma fotoğrafları 15 Ocak'a kadar sizler için sergileniyor. Benim favorilerim ise Victor Hugo ve Jules Verne


Victor Hugo'nun ölüm döşeğinde de bir fotoğrafı bulunuyor sergide ama ne çekmeye ne de paylaşmaya içim elvermedi. Çocukluğumda tüm romanlarını okuduğum Jules Verne de ne yakışıklı bir adammış. Gözlerindeki ifadeden anladım, iyi bir insan da aynı zamanda. ;) Bu arada Jules Verne, Nadar'ın balon macerasını öğrendikten sonra onu Aya Seyahat adlı romanının kahramanı yapmış ve ünlü fotoğrafçıyı özgün ve cesur biri olarak niteliyormuş. 

Nadar, fotoğrafını çektiği isimlerin siluetlerini hep nötr bir fonun önüne yerleştirmiş. Kişileri abartıdan, hoş veya acıklı hale getirmekten kaçınmış, eğlendirici anlamı da dışlamış. Sadece içten bir benzerlik arayışında olmuş. O yüzden fotoğrafların hepsi de çok sade, çok doğal ve çok samimi. 75 yaşında Marsilya'ya yerleşen Nadar, 90 yaşında hayata gözlerini yumduğunda ardında pek çok fotoğraf, karikatür, roman ve yazı bırakmış. 

Şahsen ilginç bir isimle daha tanışmış olduğum için çok mutlu oldum. Siz de bu mutluluğu yaşamak isterseniz adresi biliyorsunuz. 15 Ocak'a kadar da zamanınız var. Yolunuzu düşürün derim. 

İyi haftalar!

Boğaziçi - Mimari Doku, Semtler ve Yalılar

Şerif Yenen ile İstanbul Unveiled projesi sayesinde tanışmış ve ülkemizin, özellikle de İstanbul'un tanıtımı adına yaptığı bu harika çalışmasına hayran olmuştum. Daha sonra Şerif Yenen Travel kültür gezilerini takip etmeye başladım ama 28 Mayıs Pazar gününe kadar hiçbirine katılma fırsatı bulamamıştım doğrusu. Ben de az gezgin değilimdir, bilirsiniz ;), o yüzden bir türlü istediğim turlara denk gelememiştim. Uzatmayayım, en sonunda geçtiğimiz Pazar günü Dr. Sedat Bornovalı ile Boğaziçi, Mimari Doku, Semtler ve Yalılar gezisine katılma fırsatım oldu. Şerif Yenen'e ayrı, Eminönü'nde başlayıp, aynı yerde biten bu dört saatlik turda verdiği yaklaşık yarım saatlik mola dışında hiç durmadan, keyifli anlatımıyla bize Boğaziçi'ni dolu dolu anlatan sanat tarihçisi, profesyonel tur rehberi ve tercüman Dr. Sedat Bornovalı'ya ayrı, ama her ikisine de kocaman teşekkür ediyorum. Ne anlamlı, ne güzel bir emektir bu yaşadıkları şehre verilen. 


Tahmin edeceğiniz üzere başladığımız noktadan Dolmabahçe'ye gelene kadarki bölüm içler acısıydı. Galataport inşaatı bitiyor Kabataş'taki Martı inşaatı başlıyor. Her yer vinçler, çimento makineleri, denizi dolduran o kazıklarla dolu. Sedat Bornovalı'nın dediği gibi galiba denizi doldura doldura iki yakayı birleştirecekler sonunda!

Aslında kıyılarda pek çok yerde içinizin cız ettiği anlar oluyor. Doldurulan alanlara yapılan otel havuzları, restoranlar, kötü yapılmış restorasyonlar, yıkımlar, yanmış bekletilenler (GSÜ Kütüphanesi gibi), otoparka dönüştürülenler, sonra üstüne yine otel inşa edilenler, falan filan. (Reina ve Kuruçeşme GS Adası da iç acıtıyor o halleriyle, etrafını örtseler ya diğer yerler gibi.) Ama kaçışı yok galiba artık. Bu şehir ve özellikle Boğaz kıyılarında boşluk kalması yasak gibi. O yüzden iyi restore edilen ya da yeniden inşa edilen yerlere şükretmek gerek sanki.


Neyse, Tarabya'yı geçip 3. Köprü'ye selam edene kadar yolumuz var daha Avrupa kıyılarında. Hemen sinirimizi bozmayalım, daha sinir olacak çok şey olacak. ;) Şöyle sol üstteki gibi şirin, tek katlı, ağaçlar içinde yalı bulmak zor. En favorilerimden biriydi o yüzden. Diğer ahşap gibi görünenlerin çoğu bile betonarme üzerine ahşapmış mesela. Eskiden Kuruçeşme Arena olan alana da Mandarin Oriental geliyormuş. Kuruçeşme Divan'ın yerine de yine bir butik otel inşaatı var. Bebek'ten Hisar'a kadarki sahil yolu da doldurma kazıklarıyla falan göz kanatıyor! Sağ altta İngilizce alt yazılı semtimizden geçiyoruz: Baltalimanı=Portaxe. ;) (Kıh kıh, Sedat Bey'in esprisini çaldım.;) )


Rumelihisarı'nın içine mescit oturtulmasıyla ilgili hop oturup hop kalkanlardan biri de bendim ancak Sedat Bornovalı, bunun aslında doğru bir uygulama olduğundan bahsetti. Hatta keşke eski halinde olduğu gibi içindeki ahşap evlerin de yapılıp tarihin canlandırılması ve korunması da mümkün olsa ve gerçek anlamda Rumelihisarı'nı yaşatsak diye de ekledi. Adını unuttuğumuz birçok semt olduğundan da söz etti Sedat Bey. Örneğin, Emirgan ve Baltalimanı arasındaki Boyacıköy. III. Selim bu semte fes kırmızısını boyayan boya ustalarını  yerleştirdiği için adı öyleymiş. Böyle de bir hikayesi olan bir semte adıyla hitap etmek lazım, "Emirgan'ın oralar işte" denmez ki, değil mi?

Bu arada her ne kadar 18 yıllık İstanbul hayatımda Avrupa Yakası'nda oturmuş olsam da yalımı kesinlikle Anadolu Yakası'nda istiyorum, haberiniz olsun. ;) Sebebi tabi ki güneş! Avrupa Yakası'ndakiler donuyordur ayol, hep gölge, karanlık. Ama Anadolu Yakası öyle mi? O poyrazlı, buz gibi Mayıs sonu gününde bile güneşin altında sefa yapabiliyorlardı, gözlerimle gördüm. Biz o sırada teknede kulaklarımıza bandana sarmış montumuzun üstüne şal dolamış gezerken bütün o "cemaat dünyasının ünlü isimleri" bahçelerindeki bambu koltuklarında uzanıyorlardı. Bir gün karşılarına çıkıp "o Mayıs öğleni vapurdan geçerken el salladığınız o fakir ama gururlu kadın şimdi yan komşunuz oldu, çaya beklerim," diyeceğim. ;)) Yok ya, çok masraflıdır o evler şimdi, almayayım ben. (Büyük düşünemeyenlerde bugün. ;) )


Şaka bir yana, haksız mıyım? Harika görüntüler değil mi? Çoğunun sahiplerini, kimlerin yaşadığını da öğrendik ama tabi ki söylemeyeceğim. Sonra tembellik yapar, tura katılmazsınız çünkü. ;) Hatta bu kadar yazı ve fotoğraf yeter diyerek Kuleli Askeri Lisesi, Beylerbeyi Sarayı ve Kız Kulesi ile kapanışı bile yapıyorum.


31 kilometrelik Boğaz boyunca ne evler, ne hikayeler, ne tarih var görülecek. Çok güzel bir şehir burası bizlere rağmen. Hatta orijinal yalıların koruları, haremlik ve selamlıklarıyla birlikte aslında şimdikilerin yirmi katı falan alana sahip olduklarını düşünürsek, yeniden inşa edilen bu şehrin kıyılarını hâlâ nispeten yeşil ve az katlı bile bulabiliriz. Birden bir optimist oldum sanki. Boğaz havası yaradı sanırım.;)


Şimdi biraz Şerif Yenen tarafından hazırlanmış ve tur sırasında bizlere dağıtılan Boğaziçi ve İstanbul haritalarını, planlarını inceleyeyim de bilgilerimi tazeleyeyim. Siz de bu programı yakalayabilirseniz mutlaka katılın derim, değdiğini göreceksiniz. Boğaz havası değil, böyle kıymetli insanların varlığı asıl içimizdeki optimizm rüzgarlarını estiren.

Görülmeden Ölünmez: Angkor Wat

Kamboçya'da Siem Reap'e gelme sebebimiz dünyanın en etkileyici tapınağı -hatta tapınak şehri- olan Angkor Wat'ı görmek elbette. 162 hektarlık bir alana yayılan ve 12. yüzyıldan kalma bu muhteşem taş tapınak kompleksi Khmer imparatorluğunun en büyük kültür mirası denebilir. Kral II. Suryavarman tarafından önce Hindu tapınağı olarak yaptırılıp sonradan yavaş yavaş Budist tapınağına dönüşen yapı kocaman bir jungle'ın ortasında yer alıyor. Girdiğimiz kapısı itibariyle bizi ilk karşılayan görüntüsü aşağıda. Rehberimiz Veasna da bu turda bize eşlik eden isim. 


Angkor Wat'ı gezeceğiniz gün ayağınızda dünyanın en rahat ayakkabısı, yanınızda su ve şapka, vücudunuzun açıkta kalan yerlerinde güneş kremi olduğundan emin olun. Dev mesafeler arasında gezecek, bol bol merdiven inip çıkacaksınız. Ve "churning of the sea of milk" Hindu miti/inanışı ile pek çok yerde karşılaşmaya hazır olun. Bir çevirmen olarak "süt denizinin çalkalanması" diyeceğim benimle dalga geçeceksiniz, biliyorum. En iyisi ben size bu efsaneyi anlatayım biraz. Tanrılar ve asura'lar (şeytanımsılar da diyebiliriz) Mandara Dağı'nın etrafına dolanmış dev bir yılanı (Vasuki) iki ucundan tutup 1000 yıl boyunca çekiştirerek kozmik denizi (Süt Denizi) harekete geçiriyorlar. Bu hareket sonucu ölümsüzlük iksiri amrita ortaya çıkıyor. Tüm bu aktivitenin en ortasında Tanrı Vishnu var. Deniz yaşamını ise timsahlar, balıklar, ejderhalar ve kaplumbağalardan anlıyoruz. Bu efsaneye pek çok yerde rastlasak da en belirgin ve güzel tasviri aşağıdaki 49 metrelik duvar boyunca olanı.


Aslında bir nevi iyilerle kötülerin mücadelesi tadındaki efsanenin sonucunda ortaya çıkan figürlerden biri de apsara'lar. Bunlar Hindu mitolojisinde bulutları ve suyu simgeleyen kadın figürleri. Bir nevi su perisi diyebiliriz. Tapınağı gezerken birçok sütunda ve duvarda apsara figürü görmeniz mümkün. Pencere sütunları ve korkulukların da tasarımı nefis bu arada. 


Çok sayıda merdiven çıkacağız demiştim değil mi? Bu aşağıda gördüğünüz tarzda olanı en normallerinden biri. O kulelerden birinin en tepesine de çıkacağız. Bu arada şu an tapınağın hava koşullarından dolayı kararmış kumtaşı renginde olduğuna bakmayın. Öncesinde baya kızılmış.  


Evet en tepeye de çıkacağız demiştim size. Hem de ortadaki gibi dimdik bir merdivenden. Aşağıdaki insanlar bit gibi görünene kadar tepeye çıkıyoruz. Çıkması kadar inmesi de zor bir merdiven burası. İnerken arkamdaki, çıkarken önümdeki düşse mahvoluruz senaryoları geliyor akla. Bildiğin domino taşı gibi aşağıdaki bit insanların yanında buluruz kendimizi mazallah! En tepeye Bakan adı veriliyor. Dört ana yöne uzanan koridorlarının her birinin ucunda Buddha ve Vishnu heykelleri bulunuyor. Bunların dışında bir sürü duvar çizimlerinin ve sütunlu avlunun da yer aldığı tepe noktasından baktığınızda etrafta sadece uçsuz bucaksız jungle görüyorsunuz. Bu tapınağın uzun yıllar gizli saklı kalmasına hiç şaşırmamalı. Bu kadar korunaklı bir yerde olması en büyük avantajı olmuştur herhalde. O jungle'ın da etrafı suyla dolu bir hendekle çevriliymiş. Buradan bakabilirsiniz. 



Tapınağın bazı yerlerinde orijinal kızıl rengin korunduğu bölümleri görebiliyorsunuz. Asıl renk aşağıdaki sütunlarda gördüğünüz kızıllıktaymış. Ayak bastığımız nokta da tapınak kompleksinin tam orta noktasıymış. Turist keklemesi olabilir, olsun varsın artık, turistliğin günahı olmaz. ;) 


Ve yaklaşık 3 saatin ardından çıkışta o meşhur yansıma fotoğraflarının çekildiği noktadayız. Gündoğumu ya da günbatımı gibi havalı saatlerinden birinde orada olmasak da görüntü harika. Gezinin kapanışında Kamboçyalı bir lokumun gülüşünü de bonus olarak yanımıza alarak ayrılıyoruz buradan.   


Aracımızı beklerken bir sürü üç tekerli motorlu tuk-tuk'un beklediği alanda biraz oturuyoruz. Tapınaktan çıktık dedikten sonra bile yürüdüğümüz mesafeye dikkatinizi çekerim. O yüzden burayı gezerken rahatlık en önemli şey. Kamboçya'nın sıcağı da gayet etkili. Tuk-tuk şoförlerinin ağaçların altında araçlarına kurdukları hamaklarda bayılmalarından anlayabilirsiniz durumu. Dolayısıyla güneşe karşı da donanımlı gitmelisiniz.  


Son olarak Kamboçyalılara "ehe ehe sizin bu Angkor'u da yüz yıllar sonra ta uzaklardan gelen Fransız kaşif Henri Mouhot keşfetmiş, di mi?" falan demiyorsunuz sakın. Evet adam kaşif, evet Uzakdoğu tapınaklarının masterını yapmış, evet 1860'ta Angkor'a ulaşmış falan ama tapınağı keşfetmemiş yahu. Kamboçyalılar orada bir tapınakları olduğunu zaten yapıldığı zamandan beri biliyorlar ve hac yeri olarak da kullanıyorlarmış. Ama şunu demek mümkün: Henri Mouhot sayesinde Batı dünyası Angkor Wat'ı keşfetmiş. Bir de keşif notları arasına "Angkor görülmeden ölünmez" notunu düşmüş ki görünce ne kadar haklı olduğunu anlıyor insan. 

Burası anlatmakla bitmeyecek bir tarihi, mitolojik ve mimari zenginliğe sahip. Ama benim aktarabileceklerim bu kadarla sınırlı kalıyor. Kendimi çok şanslı hissettiğim bir seyahat deneyimiydi Angkor Wat'ı gördüğümüz gün. Tüm seyahatseverlerin bu deneyimi ve bu mutluluk hissini yaşamasını can-ı gönülden dilerim. Haftaya Siem Reap'in diğer nefis tapınaklarını gezmeye devam edeceğiz. 

İyi hafta sonları!

Hitler'in Unutulan Çocukları

Geçen hafta okudum, çok etkilendim. Faşizmin gelebileceği noktaları görüp dehşete düştüm. Nazi faşizmi ile ilgili bilmediğim birçok şeyi de öğrenmiş oldum. Böyle insanlık dışı, canavarca düşünceleri savunan, bu kadar nefret ve kin dolu bir siyasi partinin nispeten "akıllı, fikirli" bir toplum tarafından nasıl desteklendiğini bir kez daha hayretler içinde düşündüm. Günümüzde bile bir kıvılcımla işlerin ne kadar çığırından çıkabileceğini bir kez daha dehşet içinde fark ettim. Korkunç acılar ve kötülükler yaşanmış ve ne yazık ki insanoğlu tarihten hiç ders almadan, çarpık ve fanatik düşünceleri nedeniyle korkunç savaşlar yaratmaktan geri durmuyor. Çok yazık. 

Hitler'in Unutulan Çocukları adlı kitabından bahsediyorum. Bir Lebensborn çocuğu olan Ingrid Von Oelhafen ve Tim Tate tarafından yazılan kitap kendini Alman asıllı sanan Ingrid'in kimlik belgesinde adının Erika Matko olmasını sorgulamaya başlamasıyla çıktığı arayışı anlatıyor. Uzun yıllar süren kimlik arayışının bir nihayete ermesi ise Ingrid'in neredeyse yetmiş yaşına geldiği sıralarda gerçekleşebiliyor. Arada geçen yıllar boyunca yaptığı araştırmalar adeta bir belgesel gibi bir kitap çıkarıyor ortaya. İçinde hem kendisinin hem de kendisi gibi binlerce çocuğun talihsiz kaderini belirleyen zalim bir tarih ile. 

Kısacası Nazilerin savaş sırasında Polonya, Çek Cumhuriyeti, Yugoslavya gibi yerlerdeki halkın çocuklarını zorla toplayarak, "ari ırk" projeleri için uygun olanları Almanlaştırmak üzere çocuksuz Aryan Alman çiftlere vermeleri anlamına gelen Lebensborn programı ile kim bilir kaç aile parçalanıyor, kaç çocuk kimliksiz kalıyor, kaç çocuk oradan oraya savrularak büyük travmalara maruz kalıyorlar. Sarışın, renkli gözlü, genetik hastalık taşımayan, güçlü bir ırk yaratmak için yola çıkılan bu akıl, mantık, insanlık dışı yolda kaç yüz bin ruh harap oluyor kim bilir? Neyse ki tek bir şeyi iyi yapmışlar Naziler: verdikleri hasarı arşivlemeyi. Uluslararası Takip Servisi binasında yer alan 26000 metre belge ve 232710 metre mikrofilm sayesinde Ingrid ve diğer mağdurlar kendi geçmişlerine zor da olsa ulaşabiliyorlar. 

Alıntılar

*  Kalıtsal hastalık taşıyan, standart altı insanların kısırlaştırılması kararıyla birlikte bir yıldan kısa bir süre içinde 4000 kişi haklarındaki bu kararı temyiz etmek üzere üst mahkemelere başvuruyorlar. Bunların sadece 41 tanesi başarılı oluyor. Beş yıl sonra, yani II. Dünya Savaşı'nın başında en az 320000 kişiye bu yasa uyarınca zorunlu kısırlaştırma uygulanmış. 

* Lebensborn faaliyetleri için gerekli giderler SS dernekleri üyelerinin aidatlarından karşılanacaktır. Yirmi sekiz yaşında ve hala çocuksuz olan kişilerden daha fazla aidat alınacaktır. Otuz sekiz yaşında kişinin ikinci çocuğunun olması gerekir, aksi halde aidat yeniden artırılacaktır. Milletimize ve ırkımıza olan sorumluluklarını bekar kalarak göz ardı eden kişilere evliliği bekarlığa tercih edecekleri büyüklükte üyelik aidatı uygulanacaktır. (Lebensborn broşüründen alıntı. Başka faşistlere ilham vermez umarım!)

* Lebensborn projesi kapsamında ari ırk doğumları için evler bulunuyor. Genelde bu evler Hitler muhalifleri ve zengin Yahudilerin elinden alınmışlar. Örneğin, Münih'teki merkez binası sürgündeki Nazi karşıtı yazar ve aktivist Thomas Mann'a aittir. (İçim acıyor böyle örneklere. İlahi adalet diye bir şeyin de olmadığına dair inancım pekişiyor, öfkem artıyor!)

Evet, çok iç açıcı bir hikaye vaat etmiyor belki bu kitap, ama nasihatla değil musibetle öğrenilen acı deneyimleri seriyor önümüze. Yerinden edilmenin, hayatların ve kimliklerin yok edilmesinin, kıyımların, ayrıştırıcı öfke ve nefret dilinin toplumları ne hale getirebileceğini görelim diye. Hani olur da belki ders çıkarmayı beceririz diye.

İyi haftalar diliyorum hepimize...

Zemberekkuşu'nun Güncesi ve '45 Ruhu

Önce elimde uzunca bir süredir süründürdüğüm Zemberekkuşu'nun Güncesi romanıyla başlayayım. Kötü olduğu için süründürmedim tabi. Yine keyifle okunan bir Haruki Murakami romanıydı ama hem benim tempom hem de ülke gündemi yaklaşık 750 sayfalık bu romanı kesintisiz okumama olanak tanımadı. Ben de baya kesintili, bazen birkaç gün ara verip biraz başa dönerek, kimi günler 10-20 sayfadan fazla okuyamayarak en sonunda bitirdim. Ne kadar güzel bir roman olursa olsun, okumak bu kadar uzun sürünce bana hafakanlar basıyor ve "yeter artık, bitmesi gerek" gibi bir ruh haliyle okumaya başladığım için daha az keyif alıyorum. Aslında tamamen bu anlamsız ruh ve düşünce halimden dolayı biraz yazık ettim anlayacağınız romana. Neyse, söz veriyorum Haruki'ye: Nobel'i kazandığı romanını ve okunacaklar arasında duran Sputnik Sevgilim'i elime alır almaz, hemen, su gibi okuyup bitireceğim. ;) 


İşsiz baş kahramanımız Toru Okada'nın kedisinin evi terk etmesinden bir süre sonra karısı Kumiko'nun da bir daha eve dönmemesiyle başlayan masalsı süreci okuyacaksınız. Toru Okada bu süreçte tanıştığı, önceden tanıdığı ya da rasgele karşısına çıkan birbirinden ilginç karakterler aracılığıyla kendi durumunu ve ilişkisini sorguluyor. Kopuk kopuk gibi gelen hikayeler ve tipler aslında Okada'nın yaşadıklarıyla fazlasıyla ilintili. Malta ve Girit Kano kardeşler, May Kasahara adlı genç liseli komşu kız, aylarca kaybolduktan sonra çıkıp gelen ve Okada'nın kayınbiraderinin adını taşıyan kedi Noburu Vataya, Muskat ve Tarçın adlı anne oğul ikilisi ve her gün dünyanın zembereğini kurarmış gibi öten Zemberekkuşu'nun Okada'nın hayatının değişik yerlerine dokunduğunu göreceksiniz. Teğmen Mamiya'nın anlattığı II. Dünya Savaşı sırasındaki Japonya tarihi hikayeleri çok etkileyici. Dediğim gibi fazla uzatıp, fazla koptuğum zamanlar olmasına rağmen yine de keyif alarak okudum Murakami'nin bu romanını da. Kendinizi kâh Mançurya bozkırlarında kah bir kuyunun dibinde bulabileceğiniz fantastik bir yolculuk için öneririm. 

'45 Ruhu (The Spirit of '45)

Ken Loach'un yönetmenliğini yaptığı bu belgesel filmi izlemeyi Levent Üzümcü'nün Boyun Eğme kitabını okuduğumdan beri aklımın bir köşesine yerleştirmiştim. Tarzını, duruşunu, hayat görüşlerini sevdiğim ve saygı duyduğum isimlerin herhangi bir sanat dalıyla ilgili yaptıkları öneriler çok değerlidir benim için.  

Yaklaşık 100 dakika süren bu belgeselde iki dünya savaşının ardından İngiltere'nin geçirdiği dönüşüm çok güzel özetlenmiş. Savaşı kazanmak için bir araya gelen ruhun barışta fayda yaratmak için de bir araya gelebileceğine inanan insanların sosyalizm değerleri çerçevesinde ne mucizevi ilerlemeler yarattıklarını görüyoruz. İnsanlar yoksulluk ve işsizliğin ciddi bir sorun olduğu ve her şeyin zengin insanlar tarafından ve onlar için var olduğu 1930'lu yıllara dönmek istemiyorlar. Savaş açtıkları şeylerin başında cehalet geliyor, çünkü demokrasi isteyen hiçbir toplumun buna tahammül edemeyeceğini düşünüyorlar. Ulaşım, madencilik, sağlık sektörleri kamulaştırılıyor. En ufak bir sağlık sorunum da mutlaka web sayfasına göz attığım NHS'in sağlık hizmetleri açısından ne büyük bir yarar sağladığını ve insanların 80'lerin sonunda bu kurumun özelleştirilmemesi için ne pahasına olursa olsun mücadele ettiklerini görüyorsunuz. İşçi ve emekçi sınıfı için savaşlar sonrasın yıkımların ardından barınma problemlerinin nasıl verimli ve etkili bir şekilde çözüldüğünü, yeni semtler, mahalleler kurulurken doktorundan, ulaşım olanaklarına, okulundan, alışveriş yerlerine kadar her detayın düşünülmesine hayran oluyorsunuz. Laf olsun diye değil, insanlara değer olsun diye yapılmış her şey. O kadar ki "evlerin hem alt hem üst katlarında tuvalet olsun ki çocuklar bahçede oyun oynarken tuvalet için eve geldikleri her seferinde üst kata çıkmak zorunda kalmasınlar" bile düşünülmüş işçi sınıfı evleri için! Sosyal devlet böyle bir şey işte. "Buyrun vergilerinizle size kilometrelerce yol yaptım, artık neyi uygun görürseniz o yollarla, duble duble sizindir!" demekle olmuyor bu işler. 

Ama İngiltere'de de bu nefis durum Margaret Thatcher ile birlikte değişiyor. 80'lerin sonu ve 90'ların başı itibariyle madenlerin yüzde doksanı özelleştirilmiş mesela! Polis artık tarafsız değil, haklarını savunan işçi sınıfına şiddet uygulayacak kadar birilerinden emirler alır durumda. Bireysel zenginlik her şeyden önemli hale geliyor. Sendikalar işçi haklarını savunmakta yetersiz kalırken İşçi Partisi işçinin partisi olmaktan çıkıyor. Yani anlayacağınız yaşadığımız bu berbat kapitalist düzen en cahilinden en eğitimlisine kadar tüm toplumları kıskacı altına alarak hayatlarımızı ve doğayı cehenneme becermeyi her seferinde başarıyor. 

O yüzden "zaten bu dünyanın gerçeklerinin içinde yaşıyoruz, bir de burada açık seçik her şeyin hep aynı kısır döngüyle süregeldiğini görüp de sinirimi bozamam" derseniz sizi anlayışla karşılarım. O zaman sizi hemen 45'lerden uzaklaştırıp, yukarıya Murakami'nin masalsı dünyasına alabiliriz. ;)

Eduard Einstein Vakası

Harika bir kitap ile başlıyorum haftaya. Çoğunuzun da ilgisini çekeceğini düşünüyorum konunun. Yüzyılın dahilerinden Albert Einstein'in özel yaşamına, en çok da uzun yıllar Burghölzli Kliniği'nde şizofreni tedavisi gören küçük oğlu Eduard ile olan -ya da olmayan- ilişkisine göz atacaksınız bu kitapta. Kitapta iki evliliğine, çocuklarıyla ilişkilerine, Hitler döneminde Amerika'ya sürgün gidişine, ırkçılığa karşı verdiği mücadeleye ve daha pek çok konuya yer verilmiş olsa da asıl değinilen bir tür utanç duygusuyla yok saydığı ve babasına karşı müthiş bir nefret ve içerleme duygusuyla dolu olan şizofren oğlu Eduard


Eduard'ın, ölene kadar yanında olan annesi ve Einstein'ın ilk karısı Mileva'nın ve elbette Albert Einstein'ın ağzından yazılmış bölümler şeklinde ilerleyen roman çok keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Eduard'ın düşüncelerinin anlatıldığı bölümlerin çoğunda içim parçalandı desem yeridir. 

"-Ben de babam kadar ünlüyüm. Denklemdeki E, Eduard'ın E'si. Eduard=mc2"

Ne zor bir durum yaşayan ve etrafında ona bakanlar için. Albert Einstein'ın da dünyayı aydınlatırken kendi etrafına bir mum ışığı bile tutamamış, duygusal açıdan ne kadar eksik ve sorumluluktan uzak bir adam olduğunu görmek biraz üzücü - ama çok da şaşırtıcı gelmedi bana nedense (dahilerin pek çoğunun hayat başarısızı olduklarını düşünürüm). 

"-Eduard'ı düşünüyor. Sonra kendini. 'Canlı varlık yabancı unsuru yok ederek kendi varoluşunu korur.' Kendimi böyle mi koruyorum diyor içinden, Eduard'la arasına bu kadar büyük bir mesafe koyarak. Kendi varoluşunu koruyor. Yabancı unsuru yok ediyor. ölüm içgüdüsüne boyun eğiyor."

Laurent Seksik tarafından yazılan Eduard Einstein Vakası, Sosi Dolanoğlu çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıktı. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. 

Son İzlediklerim

Öncelikle Netflix çok yaşasın, yazın büyük bölümünü kurtardı. Daha önce şu yazımda da bahsettiğim üzere bir sürü dizi bitirdim sayesinde. Ha o hödük Hank'i yedi sezon nasıl izlemeyi becerdim Californication'da onu hala bilmiyorum, ama o bile eğlenceli geldi valla. yazlık Internet paketim bitmeden bir de Human Planet patlattım ki o da canıma değdi, kesin tavsiye ederim. 8 bölümlük bu belgesel dizide insanın doğadaki her ortama nasıl adapte olduğu anlatılıyor. Nehirler, dağlar, okyanuslar, çöller, buzullar, vs gibi bölümleri olan dizi gerçekten çok etkileyici insan hikayeleriyle dolu. 


Internet paketim bitince de buradaki arkadaşlarımdan biri DVD desteği sağladı bana sağ olsun. Öyle ki, aldığım DVD'lerin içinde Cirque du Soleil'in Varekai'si bile vardı. İstanbul'a geldiğinde kaçırdım diye üzüldüğüm gösteriyi Kaş'ta izledim. ;) Tabi ki aynı tadı vermesi mümkün değil ama yine de pek mutlu oldum şahsen. 


Varekai sözcüğü evrensel gezginler olan çingenelerin Roman dilinde "Her neresi - Wherever" anlamına geliyormuş. Dominic Champagne tarafından yazılan ve yönetilen bu prodüksiyon göçmen ruhuna, sirk geleneği sanatına ve ruhuna ve Varekai'ye giden yolda sonsuz bir tutkuyla arayışlarını sürdürenlere bir saygı gösterisi. Sihirli bir ormana, fantastik yaratıklarla dolu bir dünyaya gökten zembille (;)) inen genç bir adam ile başlıyor gösteri. Ve elbette Varekai dünyası. Bir Ka değil elbet ve çocukların daha çok sevebileceği denli renkli, hayal gücünü kışkırtan ve fantastik öğelerle dolu ama yine de Cirque du Soleil kusursuzluğunda. Fırsatınız olursa izleyin derim. 


No Reservations, Aşk Tarifi olarak Türkçeleştirilmiş 2007 yapımı bir film. "Ay ben sevmem öyle romantik, çıtır çerez filmleri" diyerek burun kıvırdığım "ama yine de bulunsun" diye aldığım bu filmi de çok sevdim. Evet, klişelerle dolu, romantik bir Amerikan çıtır çerezi, ama tatlı tatlı izleniyor işte yahu. Zaten dört aydır ruhum çıtır çerez olmuş burada, hazır muhallebi kıvabında yaşamayı öğrenmişim, neyin derdin deyim hala değil mi? ;)

Disiplinli, mükemmeliyetçi, katı kuralları olan ve yalnız yaşayan baş aşçı Kate (Catherine Zeta Jones), hayatın o kadar da katı kurallar çerçevesinde yaşanamayacağını hem zor hem de tatlı bir şekilde öğreniyor. Önce yeğeni Zoe ile birlikte yaşamak zorunda kalarak sınırlarını esnetiyor, sonra da mutfağında başka bir aşçı -hem de yakışıklı, kural tanımaz bir İtalyan aşçı!- ile çalışmak zorunda kalarak tüm düzeninin altüst olduğunu hissediyor. Ama aslında hayatını altüst ettiğini düşündüğü bu iki gelişme ona müthiş bir mutluluk getiriyor. Çocuk bakmayı bilemem ama yakışıklı bir İtalyan aşçıyla (Aaron Eckhart'ın canlandırdığı Nick) birlikte çalışmanın nesi kötü olabilir yahu? Tadını çıkar işte, ilahi Kate! ;)


Bombon Köpek ise 2004 yapımı bir Arjantin filmi. Başlarken ödüm koptu köpek dövüşleri, vahşet dolu bir hikaye izleyeceğim diye. Daha fazla insanın doğaya eziyeti konulu herhangi bir çalışmayı kaldırabileceğimden emin değilim. Doğanın insandan intikamı temasına açığım ama! Neyse. Hikaye zar zor geçinen, çalıştığı benzin istasyonu satılınca 52 yaşında işsiz kalmış Juan'ın etrafında dönüyor. Juan oyalanmak için ahşap oyarak bıçak sapları da yapan bir adam. İnce ruhlu, temiz, iyi bir insan ama kızının yanında yük gibi hissettiği bir yaşam sürmek zorunda. Bir gün yaptığı bir iyiliğin karşılığında kendisine bir köpek hediye ediyorlar. Aslında köpek dövüşünde kullanılabilen, vahşi yetiştirilebilen bir tür olmasına karşın son derece uysal yetiştirilmiş olan Bombon, bir köpek eğitmeninin dikkatini çekiyor. Yarışmalara katılarak para kazanmaları için Juan'ı ikna eden eğitmen sayesinde önlerinde bir umut ışığı doğuyor. Ama Juan ve Bombon para için her şeyi yapabilecek, kendilerinden ödün verecek bir ikili değil. Bir yere kadar tamam ama asıl olan sevgiyi paylaşmak değil mi? "Gerekirse limon satar geçiniriz yol arkadaşım" tadında naif, güzel bir hikaye bu. Çok sevdim. 

Vizyon filmlerine ve FilmEkimi'ne gelmeme biraz daha zaman var. Ama bunlar da burada bana iyi gelenlerdendi diye paylaşmak istedim. İyi seyirler!

İstanbul'dan Etkinlik Haberleri

Yani "orada olsaydım kaçırmazdım" dediklerimden bazılarıyla karşınızdayım. 14-27 Ekim tarihleri arasında Galeri Eksen Balat'ta Hadra Tanrıverdi Birecik'in Toplu Monologlar isimli resim sergisi ilginç görünüyor. Balat'ın renkli sokaklarında turlayıp, bol bol fotoğraf çekip, keyif kahvenizi içtikten önce ya da sonra bu sergiyi gezebilirsiniz. 


Bir sergi haberi de Nişantaşı'ndaki Derinlikler Sanat Merkezi'nden. Verjin Şabcı'nın "Batıdan Doğuya İzlenimlerim" adlı sergisi 22 Ekim'e kadar gezilebilir. Sanatçı bu sergisinde amacının sanatseverlere Portekiz'den başlayıp Erivan'da son bulan keyifli bir sanat yolculuğu yaptırmak olduğunu söylemiş. "Resim sanatı tuvale nakşedilmiş felsefedir,’’ diyen sanatçı sergi süresince 13.00 - 18.00 saatleri arasında galeride olacakmış. Buradan bakınca bile ilgimi çeken haberlerden. Bence yolunuzu düşürün mutlaka. 


Sırada Sakıp Sabancı Müzesi'nde (SSM) üç akşam boyunca sahne alacak deneysel bir mask tiyatrosu haberi var. Punta Atmak ile ilgili detaylar aşağıdaki görselde var. Mask tiyatrosunun yola çıkış noktası olan Kuzgun Acar'ın Kuşlar-Soyut Kompozisyon rölyefi de 22 Ekim' kadar SSM'de görülebilir. 


3. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında H&M sponsorluğunda, İsveç Başkonsolosluğu ve İsveç Enstitüsü’nün işbirliğiyle Haziran ayında düzenlenen “Moda Tasarımında Sürdürülebilirlik” atölyesinde üretilen yeni jenerasyon tasarımlar, "Geleceği Giydirmek" adlı çok özel bir sergiyle bizlere sunuluyor. Sürdürülebilir tasarım, geri-dönüşüm, ileri dönüşüm gibi tekniklere odaklanan atölyelerde üretilen birbirinden özgün çalışmalar “Geleceği Giydirmek” sergisinde 13 Ekim-4 Aralık tarihleri arasında Adahan Istanbulda ziyaret edilebilir.


Bu arada İş Sanat'ın sayfasından yeni sezon konserlerini takip edebilirsiniz. Bilet satışları 17 Ekim'de başlıyormuş. 

Ah İstanbul! Bu kadar bolluk ve çeşitlilik de başka nerede var yahu?! Bekle beni, Kasım'da talan edeceğim her bir köşeni.  ;)

Kaş Günlükleri #8: Her Yer Tarih, Her Yer Hikaye

O kadar ki Cuma Pazarı alanında bile! İçim acıyor oradaki görüntüye. Pat diye daldım yazıya, kusura bakmayın. Diyorum ki Kaş'ın taşı toprağı tarih. Sadece Kaş'ın değil yaklaşık bir saat mesafesindeki her yerin taşı toprağı tarih. Demre, Dalyan, Kalkan, Patara, Kekova, Fethiye... bunların hepsinde Likya uygarlığına ait izler bulmak mümkün. Ben Kaş'takilerden bahsetmek istiyorum sadece. En içimi acıtanını bugün Kashtanberi Instagram hesabında görünce onunla başlayayım dedim. Olacak iş mi şu, bakar mısınız? Cuma günü kamyonlar, tezgahlar arasında kaybolan ve arkasında ne idüğü belirsiz abuk subuk bir bitmemiş inşaat yükselen kral mezarı. Peh!



Kaş'ın en meşhur kral kaya mezarı ise elbette Uzun Çarşı'nın bitiminde yer alan ve M. Ö 4. yy'dan bu yana oradaki varlığını sürdüren şu aşağıdaki güzellik. Adeta Kaş'ın simgelerinden biri olan bu dev kral kaya mezarının en yakın dostu da yıllardır ona eşlik eden dev bir çınar ağacı. 


Derya Beach'in arkasından Meis'e giden teknelere uzanan arka yolda da denize karşı bir kral mezarı bulunuyor bu arada. Hani onlarca kediyi besleyen ve kendisi de Kaş'ın simgelerinden olan adamın bulunduğu parkın sonunda.  Ve deniz feneri ve Meis'e bakan nefis bir manzarası var.


Bu arada bunların hepsine birden kral kaya mezarı dense de aslında kaya mezarının kayalara oyulmuş olması gerekiyor tahmin edersiniz ki. Kaş'ın da kayalık yamaçlarına baktığınızda o kayalara oyulmuş birçok kaya mezarını görebilirsiniz. Eski inanışlara göre mezar ne kadar yüksekte olursa, ölen kişinin Tanrı'ya o kadar yakın olacağı düşünülerek oyulan bu mezarlara gece Çarşı içinden bakmak çok güzel. Hepsi o kadar güzel görünüyor ki alttan vuran sarı ışıkların altında. Şehrin içinde birtakım noktalardan -ki bir tanesi benim evden Küçükçakıl'a yürüdüğüm güzergahta- bu Likya kaya mezarlarına yürüyerek -daha doğrusu tırmanarak- ulaşmak mümkün. 


Kaş'ın Likya dönemindeki ismi olan Antiphellos, aynı zamanda Antik Tiyatrosu'nun da ismi. Zeytin ağaçlarının arasında muhteşem bir deniz manzarasına karşı yükselen Antiphellos Antik Tiyatrosu'nda günbatımını izlemek harika bir deneyim. Mutlaka yapmanızı öneririm. Burada zaman zaman şiir ve müzik dinletileri de oluyormuş ama ben hiç denk gelmedim henüz. 


M.Ö 3000'li yıllarda Anadolu'nun güneyine yerleşerek bizlere bu güzellikleri bırakan Işık Ülkesi'nin insanları şimdilerde eserlerinin pazar yerlerinde durduğunu ya da üstlerine beton dökülerek falan restore edildiğini bilselerdi o kaya mezarlarının içinde ters dönerlerdi eminim! Bu arada Likyalıların anaerkil bir uygarlık olduğunu da biliyorsunuz değil mi? Likyalılar babalarının değil annelerinin adıyla tanımlanırlarmış. Çok uzun yıllar hüküm sürerek birçok farklı uygarlığa ilham vermiş bu uygarlıkla ilgili bilinenler ve kazılıp ortaya çıkarılabilenler, bilinmeyenlerin yanında o kadar az ki! Özellikle bununla uğraşacak bir tarih ve kültür oluşumu ve fonu yaratılmalı kesinlikle. Muhteşem bir zenginlik ve değer yatıyor bu toprakların her köşesinde. 

Uyuyan Dev

Bu arada bilmeyenler için güzel kasabamızın bir de efsanesi var: Uyuyan Dev. Uyuyan bir dev gibi görünen bu kayalığın Zeus tarafından zincire vurulup bir kartalın her gün ciğerinden bir parça yemesi cezasına çarptırılan Prometheus olduğu efsanesine inanılıyor. Orada zincire vurulup yan yatarak ölüme terk edilen Prometheus, aynı zamanda şehri de koruyormuş. Ama Prometheus ölmediği ve daha sonradan Zeus tarafından affedilip tanrılar katına yeniden çıkabildiği için ben burada yaşayan arkadaşımın anlattığı hikayeyi benimsemeye karar verdim.   


O hikayeye göre Uyuyan Dev bir erkek ve dev bir depremle ayrıldığı ruh eşi kadını ise Meis Adası'nda. Ayrılmış olsalar da hâlâ birbirlerine bakacak şekilde yatıyor ve ölümsüz aşkı temsil ediyorlar. Kayaların birbirini tamamlayan yapısı, bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan, aşık bir çifti simgeliyor. Kaş'a uygun bir Aşk sembolü yani bu Uyuyan Dev anlayacağınız. 


Efsane buraya kadar iyi gidiyordu ki Hilal asıl vurucu bölüme geldi: rivayete göre Uyuyan Dev uyanacak ve bu ölümsüz aşıklar bir gün yeniden kavuşacaklarmış!

Neeeeyy?! Yapmayın etmeyin, yazık bize. Zira evimiz Uyuyan Dev'in hemen altında, yukarıdaki fotoğrafta çatısı görünen sağdaki ev yahu. Lütfen uyumaya ve aşkınızla uzaktan bakışmaya devam ediniz Dev Bey! ;)

Geyik bir yana ben onu aşkı ve her köşesiyle aşkı yansıtan güzel Kaş'ı koruyan bir süper kahraman olarak görmeye karar verdim. Evimizin hemen arkasında yükseldiğini geç de olsa fark ettiğim için de çok mutlu oldum. Hatta yürüyerek çıkılabildiğini öğrenince de mutlu oldum ama biraz daha güneşsiz günleri tercih etmekte yarar var elbette yürüyüş için. 

Şimdi ise Ekim'in bu sıcak günlerini değerlendirmenin en güzel yolu olarak denize gitme vakti.

İyi haftalar hepimize!