Bu kez ben yazmıyorum.. Can Yücel'in çok güzel bir yazısını eklemek istedim bloguma.. Gerçekten de hayat gailesi (okul, iş-güç, çoluk-çocuk) ile geçen ve gücünüzün tükenmeye başladığı dönemlerde de hastalıkların ortaya çıktığı bir yaşam yerine böylesi bir yaşam süper olmaz mıydı? (Evet, doğru tahmin ettiniz, yine bunalım bir dönemimdeyim!)
İşte yazı:
"Yasamin en tatsiz tarafi sona eris seklidir. Suphesiz ki yasami tersten yasamak daha guzel hatta mukemmel olurdu. Nasil mi ?Cami'de uyaniyorsunuz. Bir tahta sandik icersinde, herkes karsinizda saf durmus, iyiliginize dua ediyor ve tum haklar helal edilmis vaziyette.
Tabuttan dogruluyorsunuz, yasli, olgun ve agirbasli olarak. Herkes etrafinizda, buyuk bir itibar, iltifatlar, cocuklar torunlar hepsi hazir.Arabaniza kurulup evinize gidiyorsunuz. Dogar dogmaz devlet size maas bagliyor, aylik veya uc ayda bir maasinizi aliyorsunuz. Ne guzel, hazir maas, hazir ev...
Altmisli yaslara kadar hersey garanti, huzur icinde yasiyorsunuz. Sagliginiz gittikce duzeliyor Kaslar gucleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gun calismak istiyorsunuz ve ise ilk basladiginiz gun size hosgeldin hediyesi olarak bir plaket ve altin kol saati veriyor patronunuz.. Ve Genel Mudurluk veya bunun gibi yuksek bir makamdan tecrubeli bir insan olarak ise basliyorsunuz. Herkes karsinizda elpence divan.
Vucudunuzda da bazi hosa giden hareketler de basliyor Gittikce zayifliyor forma giriyorsunuz Diger hormonal Aktiviteler artiyor, fevkalade... Aman ne guzel gunler basliyor... Derken birgun patron size artik Universiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada Babaniz ortaya cikmis, "fazla calistin" diyor "artik eve don, isi birak, okumaya basla, harciligin benden olsun..." Keyfe bakar misiniz ?
Okudugunuz dersler gittikce kolaylasiyor Ekmek elden su golden bir donem basliyor. Partiler, Diskotekler, Kizlarin sayisi artiyor.
Derken Anne ve Babaniz sizi goturup getirmeye basliyor, araba kullanma derdi de yok artik... Gunun birinde sizi okuldan da aliyorlar, "evde otur, keyfine bak, oyuncalaklarinla oyna" diyorlar... Mamaniz agziniza veriliyor, zaman zaman altinizi bile temizliyorlar, hatta bu durum aliskanlik yaratiyor ve hic tuvalet kullanmamaya basliyorsunuz.
Derken Anneniz bir gun size sut verme kararini aliyor ve baska bir keyifli donem basliyor. Mama artik her yerde, her an ve en taze seklinde hazir. Bir gun karanlik ilik ve sicak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek icin agzinizi acmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor sicacik yumusacik gurultu ve patirsiz bir ortamda yasiyorsunuz.
Kuculuyor, kuculuyor, ufacik bir hucre halini aliyorsunuz. ve gunun birinde muthis keyifli bir sevismeyle hayatiniz bitiyor...."
Van Kahvaltısı
(09/07/2012 tarihli edit: Burası kapanmıştır!)
Van’ın gölüyle meşhur olduğu kadar kahvaltısıyla da meşhur olduğunu duymuş muydunuz? Van’a yapılan turistik gezilerde tur şirketlerinin en az bir sabahı otel kahvaltısı yapmayıp, Van’ın ara yollarındaki kahvaltı salonlarında güne başlayacak şekilde programladıklarını biliyor muydunuz?
Kahvaltı aşığı kocam Beşiktaş’ta bir Van kahvaltıcısı keşfettiğini söylemişti.. Hatta birkaç kez oradan otlu peynir, bal ve çemen (bizim bildiğimiz pastırma çemeni değil ama) getirmişliği de vardı. Bugün de öğlene doğru uyandık ve halletmemiz gereken işler olduğu için evde kahvaltı sefası yaparak vakit kaybetmeyelim dedik. Beşiktaş’ın ara sokaklarından birindeki Van Kahvaltı Sarayı’na gittik. Adının saray olduğuna bakmayın, salaş ve küçük bir kahvaltı salonu burası. Beşiktaş’ın meşhur Kaymakçı Pando’su (Uniş’in karşısındaki mavi tahta camekânlı, bakkal dükkânına benzeyen yer) gibi. Ama ürünlerin hepsi inanılmaz lezzetli.. Tandır ekmeği, kavurmalı yumurta, menemen, bal-kaymak, cevizli çemen, jajı (süt kaymağına yoğurt ve doğal otlar karıştırılan bir şey), otlu peynir, örgü peynir, vs… Ayrıca oturur oturmaz küçükken paşa çayı içtiğimiz kalın cam bardaklarda çayımız geldi ve çaylar sürekli yenilendi… Kahvaltı salonunu işleten ve Vanlı olduklarını düşündüğümüz aile de son derece güler yüzlü ve ilgililerdi. Para verip hizmet alıyormuş gibi değil de, misafirperver bir Vanlı ailenin evine konuk olmuşuz gibi hissettik. Tabi burası manzaralı falan bir yer değil.. Beşiktaş’ta eskicilerin ağırlıklı olarak bulunduğu dar bir sokakta bulunan küçük bir salon. Ama mutlaka denemenizi tavsiye ederim. Ayrıca evde yemek için süzme ve petek bal ve peynir çeşitlerinden de satın alabilirsiniz.
Adres: Ihlamurdere Cad. Şehit Dursun Bakan Sok. Fatih Apt. No:14 Kat:1 Beşiktaş (Meşhur Beşiktaş Hamamı’nın olduğu caddenin hemen karşısındaki ara yoldan giriyorsunuz).
Van’ın gölüyle meşhur olduğu kadar kahvaltısıyla da meşhur olduğunu duymuş muydunuz? Van’a yapılan turistik gezilerde tur şirketlerinin en az bir sabahı otel kahvaltısı yapmayıp, Van’ın ara yollarındaki kahvaltı salonlarında güne başlayacak şekilde programladıklarını biliyor muydunuz?
Kahvaltı aşığı kocam Beşiktaş’ta bir Van kahvaltıcısı keşfettiğini söylemişti.. Hatta birkaç kez oradan otlu peynir, bal ve çemen (bizim bildiğimiz pastırma çemeni değil ama) getirmişliği de vardı. Bugün de öğlene doğru uyandık ve halletmemiz gereken işler olduğu için evde kahvaltı sefası yaparak vakit kaybetmeyelim dedik. Beşiktaş’ın ara sokaklarından birindeki Van Kahvaltı Sarayı’na gittik. Adının saray olduğuna bakmayın, salaş ve küçük bir kahvaltı salonu burası. Beşiktaş’ın meşhur Kaymakçı Pando’su (Uniş’in karşısındaki mavi tahta camekânlı, bakkal dükkânına benzeyen yer) gibi. Ama ürünlerin hepsi inanılmaz lezzetli.. Tandır ekmeği, kavurmalı yumurta, menemen, bal-kaymak, cevizli çemen, jajı (süt kaymağına yoğurt ve doğal otlar karıştırılan bir şey), otlu peynir, örgü peynir, vs… Ayrıca oturur oturmaz küçükken paşa çayı içtiğimiz kalın cam bardaklarda çayımız geldi ve çaylar sürekli yenilendi… Kahvaltı salonunu işleten ve Vanlı olduklarını düşündüğümüz aile de son derece güler yüzlü ve ilgililerdi. Para verip hizmet alıyormuş gibi değil de, misafirperver bir Vanlı ailenin evine konuk olmuşuz gibi hissettik. Tabi burası manzaralı falan bir yer değil.. Beşiktaş’ta eskicilerin ağırlıklı olarak bulunduğu dar bir sokakta bulunan küçük bir salon. Ama mutlaka denemenizi tavsiye ederim. Ayrıca evde yemek için süzme ve petek bal ve peynir çeşitlerinden de satın alabilirsiniz.
Adres: Ihlamurdere Cad. Şehit Dursun Bakan Sok. Fatih Apt. No:14 Kat:1 Beşiktaş (Meşhur Beşiktaş Hamamı’nın olduğu caddenin hemen karşısındaki ara yoldan giriyorsunuz).
Sinemaskop Türkiye
Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde 28 Nisan'a kadar sürecek olan "Sinemaskop Türkiye" fotoğraf sergisini gezdim bugün. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın 2003-2006 yılları arasında İstanbul ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinde çektiği fotoğraflardan oluşan sergiyi gezmenizi tavsiye ederim. Yönetmenin İklimler filmi için mekan araştırması yaparken çektiği fotoğraflar remen tablo gibiler…
“Sinemaskop Türkiye”, daha önce 47. Selanik Festivali kapsamında ve The National Gallery’de sergilenmiş. Ve her iki sergilenişinde de eleştirmenlerden övgü dolu sözleri kazanmış. 1975’te fotoğrafa başlayan Ceylan, 1980’li yıllarda birçok sergiye imza atmış, siyah beyaz fotoğraf alanında yaptığı takdire şayan çalışmalarıyla dikkatleri çekmiş. En son fotoğrafları ise 1989 tarihli, çünkü araya sinema girince uzunca bir süre ara vermiş fotoğraf çalışmasına..
Sergideki fotoğrafları aşağıdaki linkten de görebilirsiniz (baya küçük ama bir fikir olsun diye bakabilirsiniz):
http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/Resimler.aspx?gr=2&g=UlqrbvjdW8TGrZEiEOaW1jWg6HSLz2WUQyDHXYpEtDtuPJypp3poof%2bhZmpuevIXqbpn18AfaekWMHlwm5fGUA%3d%3d&i=0&s#pagenumbers
Tüm fotoğraflara bayıldım ama en beğendiklerim Kapadokya’daki köy, Ağrı Dağı, karlı İstanbul manzaraları (Eminönü Camisi’nin önündeki güvercinler, Sultanahmet, Beyoğlu), Antik Sardes kenti ve köylü ilkokul çocukları oldu. Ayrıca Ardahan’da çekilmiş Eve Dönüş de süperdi. (Sonsuz bir beyazlıkta at arabasıyla ev olduğu ancak tek göz pencerenin ardından görünen ışıktan belli olan bir kutucuğa doğru giden bir köylü adamın resmi!)
Nişantaşı’nda bulunan Milli Reasürans Sanat Galerisini biliyorsunuzdur mutlaka. Ama bilmeyenler için tel no’sunu veriyorum: 230 19 76
“Sinemaskop Türkiye”, daha önce 47. Selanik Festivali kapsamında ve The National Gallery’de sergilenmiş. Ve her iki sergilenişinde de eleştirmenlerden övgü dolu sözleri kazanmış. 1975’te fotoğrafa başlayan Ceylan, 1980’li yıllarda birçok sergiye imza atmış, siyah beyaz fotoğraf alanında yaptığı takdire şayan çalışmalarıyla dikkatleri çekmiş. En son fotoğrafları ise 1989 tarihli, çünkü araya sinema girince uzunca bir süre ara vermiş fotoğraf çalışmasına..
Sergideki fotoğrafları aşağıdaki linkten de görebilirsiniz (baya küçük ama bir fikir olsun diye bakabilirsiniz):
http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/Resimler.aspx?gr=2&g=UlqrbvjdW8TGrZEiEOaW1jWg6HSLz2WUQyDHXYpEtDtuPJypp3poof%2bhZmpuevIXqbpn18AfaekWMHlwm5fGUA%3d%3d&i=0&s#pagenumbers
Tüm fotoğraflara bayıldım ama en beğendiklerim Kapadokya’daki köy, Ağrı Dağı, karlı İstanbul manzaraları (Eminönü Camisi’nin önündeki güvercinler, Sultanahmet, Beyoğlu), Antik Sardes kenti ve köylü ilkokul çocukları oldu. Ayrıca Ardahan’da çekilmiş Eve Dönüş de süperdi. (Sonsuz bir beyazlıkta at arabasıyla ev olduğu ancak tek göz pencerenin ardından görünen ışıktan belli olan bir kutucuğa doğru giden bir köylü adamın resmi!)
Nişantaşı’nda bulunan Milli Reasürans Sanat Galerisini biliyorsunuzdur mutlaka. Ama bilmeyenler için tel no’sunu veriyorum: 230 19 76
Yaktın beni Müzeyyen Abla!
İki haftada bir temizliğe gelen kadınımın satışına uğradım bugün.. Hem de bundan iki hafta önceki günümü Ankara’da olduğum için iptal etmiştim. Yani ev 1 aydır ciddi anlamda temizlenmiyordu ve son 15 gündür de evde bekar bir erkek (yani kocam) yaşıyordu!! Pazartesi’den beri nasıl olsa kadın gelecek diye tozlarla birlikte yaşamaya alışmıştım. Dün gece de salonun perdelerini indirdim ve annelerimizin ve hatta anneannelerimizin yöntemiyle küvete deterjanlı sulara yatırarak ön yıkama yaptım. Bu sabah kadın gelince onları makinede yıkayıp asacaktık. Ama saat 10 oldu ve Müzeyyen Abla ortalarda yok!! Evini arıyorum yok, ablasını arıyorum yok, apartmanda temizliğe geldiği başka bir komşumuza sordum o da iki hafta önce kendi evinde görmüş en son! Ev toz içinde, nevresimleri çıkarmışım yatak havalanıyor, çamaşır makinesinin önünde dağ gibi çamaşır, perdelerin bir kısmı duşakabinden sarkıyor, bir kısmı ise hala küvette yıkanmayı bekliyorlar, geçen hafta sonunun gazeteleri piyanonun üstünde yığın halinde duruyor… Yani bir an önce Mr Muscle ya da Persil Adam gibi mucizevi bir kişiliğe bürünmek zorundayım. Ve başardım.. Pırıl Kadın oldum!!! Evimi pırıl pırıl yaptım. Essporto’ya falan ne gerek var.. Perde asarken ve halı çırparken kas çalıştırdım, elektrik süpürgesi yaparken ve koridor boyunca elimde toz bezleri ile dolanırken kardiyo yaptım, nevresim takarken karın ve kol kaslarımı güçlendirdim ve müzik eşliğinde toz alırken ve lavabo ciflerken de dans derslerine katılmış kadar oldum. Sabah 10 ile öğleden sonra 15 arasında gerçekleştirdiğim bu faaliyetler sonrasında Pırıl Kadın hafiften Pestil Kadın’a dönüştü..
En son kendimi de duşa atıp temizledikten sonra battaniyemin altında mırıl mırıl kitap okumaya başladım. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sından sonra kendime gelebilmek için daha soft bir şeylere ihtiyacım vardı. Son günlerde Nermin Bezmen’in Aurora’nın İncileri'ni okuyordum ve dün bitirmiştim. Bugün başlayacağım kitabın ise gerilim olması gerektiğini düşünerek Jean Christophe Grange'ı seçtim. Leyleklerin Uçuşu’na başladım ve anında 110. sayfaya geldim. Bu adamın kitaplarına bayılıyorum.. Siyah Kan ve Kurtlar İmparatorluğu’nu da çok severek okumuştum.. Çok sürükleyici ve iyi kurgulanmış polisiye-gerilim romanları yazdığını düşünüyorum.
Saat gecenin biri oldu.. Eşimle birlikte yemek ve içki ve DVD sonrasında az önce onu yatağa uğurladım. Ben de bayılıp uyuyacağımı düşünüyordum ama olmuyor. O kadar yorgunluk sonrası uykumun gelmeyeceği tuttu.. Ben de oturup günümü yazayım dedim. Uykum gelsin diye içtiğim (başka bir şey düşünüyorsam namerdim!) beşinci biramı yudumladığım şu saatlerde zihnim uykuyla dolu olmasına rağmen gözlerim tam tersini söylüyorlar. Fazla yorgunluktan uyuyamama durumu da yorgunluğun üstüne gelen ikinci bir eziyet gibidir ya hani, aynen o durumdayım işte… Ellerim, kollarım, bacaklarım ve tertemiz evim güzel bir uykuyu hak ettiğimi gösteriyor. Bense uyuyamıyorum, uyuyamıy… uyuya… uyu… uy… u….
En son kendimi de duşa atıp temizledikten sonra battaniyemin altında mırıl mırıl kitap okumaya başladım. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sından sonra kendime gelebilmek için daha soft bir şeylere ihtiyacım vardı. Son günlerde Nermin Bezmen’in Aurora’nın İncileri'ni okuyordum ve dün bitirmiştim. Bugün başlayacağım kitabın ise gerilim olması gerektiğini düşünerek Jean Christophe Grange'ı seçtim. Leyleklerin Uçuşu’na başladım ve anında 110. sayfaya geldim. Bu adamın kitaplarına bayılıyorum.. Siyah Kan ve Kurtlar İmparatorluğu’nu da çok severek okumuştum.. Çok sürükleyici ve iyi kurgulanmış polisiye-gerilim romanları yazdığını düşünüyorum.
Saat gecenin biri oldu.. Eşimle birlikte yemek ve içki ve DVD sonrasında az önce onu yatağa uğurladım. Ben de bayılıp uyuyacağımı düşünüyordum ama olmuyor. O kadar yorgunluk sonrası uykumun gelmeyeceği tuttu.. Ben de oturup günümü yazayım dedim. Uykum gelsin diye içtiğim (başka bir şey düşünüyorsam namerdim!) beşinci biramı yudumladığım şu saatlerde zihnim uykuyla dolu olmasına rağmen gözlerim tam tersini söylüyorlar. Fazla yorgunluktan uyuyamama durumu da yorgunluğun üstüne gelen ikinci bir eziyet gibidir ya hani, aynen o durumdayım işte… Ellerim, kollarım, bacaklarım ve tertemiz evim güzel bir uykuyu hak ettiğimi gösteriyor. Bense uyuyamıyorum, uyuyamıy… uyuya… uyu… uy… u….
Anna Karenina
Tolstoy’un muhteşem romanı… Filmini çok net hatırlamasam da keyif alarak izlediğimi hatırlıyorum… Bu akşam da tiyatrosunu izledim. Kenter Tiyatrosu’nun sergilediği oyun iki perdelik ve ara dahil 2,5 saat sürüyor. Bu sezon boyunca oynuyordu ama Şişli’deki Kent Oyuncuları Tiyatrosu’nu sevmediğim için bir türlü bilet alamamıştım. İş Sanat’ta oynanacağını duyar duymaz biletimizi aldık ve bugün nihayet izledik oyunu…
Oyunculuklar için söyleyecek lafım yok. Hepsi çok başarılıydı ve rolünün hakkını veriyorlardı. Ama ne bileyim işte, bir şeyler vardı hoşuma gitmeyen. O dört ciltlik romanı soluk soluğa okuyan ben, oyunda aynı tempoyu yakalayamadım galiba.. Hatta biraz sıkılır gibi bile oldum. Levin (Hakan Gerçek), Kitty (Demet Evgar) ve Anna’nın kocası (Köksal Engür) oynadıkları karakterlere cuk oturmuşlardı. Anna’nın aşığı Vronsky’yi canlandıran Engin Altan Düzyatan da yakışıklı subay rolünde hiç de fena değildi. Ama galiba yakışıklılığı bunda en önemli etkendi diye düşünüyorum. (Biraz sıska bir Sawyer havası vardı!) Bu arada Demet Evgar Anna’nın oğlu Seryoşa rolünü de üstlenmişti ve her iki rolde de çok başarılıydı.
Gelelim baş karakter Anna Karenina’yı oynayan Yeşim Koçak’a… Ciddi bir emek sergiledi oyun boyunca, her sahnede vardı doğal olarak ve oyunculuk açısından da bence başarılıydı. Ama benim okuduklarım sonucunda kafamda yarattığım Anna Karenina o değildi ki! Oyun boyunca çaresizlik içinde dövünen, sürekli sızlanan, ağlayan, şikayet eden, kendine güvensiz bir Anna Karenina karakteri vardı bence… Oysa Anna’nın toplumun zoraki kabullendiği düzene başkaldırmış, daha güvenli bir duruşu olan, güçlü bir kadın karakter olması gerekmez miydi? Tabi ki bu Yeşim Koçak’a yönelik değil, uyarlamayı yapanlara yönelik bir eleştiridir.
Bu arada galiba kandırıldık! Çünkü Yıldız Kenter’in de oyunda olması gerekiyordu ama biz onu hiçbir yerde göremedik. Hani şu Azrail rolündeki siyahlara bürünmüş oyunculardan biri miydi diyeceğim ama öyle olsaydı da en azından selamlama bölümünde aslını görmüş olurduk. Neyse, Yıldız Kenter’siz bir Anna Karenina izlediğimizi yetkililere duyuruyorum. Son olarak da ne film ne de tiyatro, Anna Karenina’nın hikayesi zihnimde daima okuduğum romandaki gibi kalacak diyorum!
Oyunculuklar için söyleyecek lafım yok. Hepsi çok başarılıydı ve rolünün hakkını veriyorlardı. Ama ne bileyim işte, bir şeyler vardı hoşuma gitmeyen. O dört ciltlik romanı soluk soluğa okuyan ben, oyunda aynı tempoyu yakalayamadım galiba.. Hatta biraz sıkılır gibi bile oldum. Levin (Hakan Gerçek), Kitty (Demet Evgar) ve Anna’nın kocası (Köksal Engür) oynadıkları karakterlere cuk oturmuşlardı. Anna’nın aşığı Vronsky’yi canlandıran Engin Altan Düzyatan da yakışıklı subay rolünde hiç de fena değildi. Ama galiba yakışıklılığı bunda en önemli etkendi diye düşünüyorum. (Biraz sıska bir Sawyer havası vardı!) Bu arada Demet Evgar Anna’nın oğlu Seryoşa rolünü de üstlenmişti ve her iki rolde de çok başarılıydı.
Gelelim baş karakter Anna Karenina’yı oynayan Yeşim Koçak’a… Ciddi bir emek sergiledi oyun boyunca, her sahnede vardı doğal olarak ve oyunculuk açısından da bence başarılıydı. Ama benim okuduklarım sonucunda kafamda yarattığım Anna Karenina o değildi ki! Oyun boyunca çaresizlik içinde dövünen, sürekli sızlanan, ağlayan, şikayet eden, kendine güvensiz bir Anna Karenina karakteri vardı bence… Oysa Anna’nın toplumun zoraki kabullendiği düzene başkaldırmış, daha güvenli bir duruşu olan, güçlü bir kadın karakter olması gerekmez miydi? Tabi ki bu Yeşim Koçak’a yönelik değil, uyarlamayı yapanlara yönelik bir eleştiridir.
Bu arada galiba kandırıldık! Çünkü Yıldız Kenter’in de oyunda olması gerekiyordu ama biz onu hiçbir yerde göremedik. Hani şu Azrail rolündeki siyahlara bürünmüş oyunculardan biri miydi diyeceğim ama öyle olsaydı da en azından selamlama bölümünde aslını görmüş olurduk. Neyse, Yıldız Kenter’siz bir Anna Karenina izlediğimizi yetkililere duyuruyorum. Son olarak da ne film ne de tiyatro, Anna Karenina’nın hikayesi zihnimde daima okuduğum romandaki gibi kalacak diyorum!
Kültür Sanat Gezileri
İlkokul yıllarında öğretmenler toplu müze gezisi yapacağımızı söylediklerinde eminim ki çoğumuz sıkıcı dershanelerden ve okulun havasından kurtulup, dışarı çıkacağız ve ders kaynatacağız mantığıyla otobüslere doluşurduk. Zaten bu müze gezileri de eğitim hayatımız boyunca en fazla iki ya da üç gez gerçekleşirdi ve eserler hakkında hiçbir bilgi almadan öylece boş boş bakıp müzeyi gezer, sonra da eve erken dönünce hangi oyunları oynayabileceğimizi düşünürdük. Hâlbuki bir tur rehberi eşliğinde geziyormuşuz gibi o eserler ve onların tarihi ile ilgili bilgiler edinmiş olsaydık belki de bunu bir alışkanlık haline getirebilirdik.
Yurtdışına çıktığınızda herhangi bir ülke ile ilgili tanıtımı yapılan ilk şeyler nelerdir, hiç düşündünüz mü? O ülkenin tarihi ve kültürüdür. Doğal olarak ilk önce de sizleri o tarihi ve kültürü en iyi yansıtan tarihi eserlere ve müzelere götürürler. Ondan sonra da bizim doğal güzelliklerimiz de var, ayrıca gece hayatımız çok canlıdır veya mutfağımız şöyle zengindir gibi tanıtımlar yapılır. Türkiye gibi yüzyıllardır çeşitli uygarlıklara ve kültürlere ev sahipliği yapmış olan ülkemizin bu anlamda dışarıya tanıtımını yapmayı bırakın, kendi kültürel mirasımızı koruma bilincine bile sahip olmadığımızı düşünüyorum. Tarihi eserlerimizin hali ortada; Dolmabahçe ve Galata Kulesi gibi en önemli yapılar dahi dökülmek üzereler. Restorasyon ve kazı çalışmaları için bütçe ayrılmadığından dolayı Efes’teki çalışmalar yıllardır yabancı firmalar tarafından yürütülmüş ve halen de yürütülüyor (Efes - Yamaç Evler açıldı mı bilmiyorum). Aklınıza gelen her türlü antik kentin (Lidya, Sardes, Zeugma, vs) kazı çalışmasında yabancıların adını görüyorsunuz. Tabi bu çalışmalar yürütülürken başka şeylerin de yürütülüp yabancı ülkelerdeki müzelerde sergilendikleri oluyor haliyle!
Neyse, Türkiye genelini bırakırsak, biz İstanbul’da yaşayanlar arasında bile tarihi eserlerin ve müzelerin birçoğunu görmemiş olanlar bulunuyor. Ayda bir hafta sonunu Nişantaşı’nda ya da Bağdat Caddesi’nde alışveriş yapmak ya da yeni açılan şık bir gece kulübüne, restorana veya kafeye gitmek yerine kültür-sanat gezilerine ayırmak çok zor olmasa gerek. Evimizin Kültür Bakanı olarak ben üzerime düşen görevleri yapmaya çalışıyorum. :) Yeni başlayanlar için önerim öncelikle Sultanahmet Meydanı’nı bitirmeleri olacaktır. Topkapı Sarayı, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet Camisi’ni gezip, arada da Sultanahmet Köftecisi’nde yemeğinizi yiyerek iki günde burayı bitirebilirsiniz mesela. Bu arada bizim de gezmeyi unuttuğumuz ve çok büyük ve güzel bir müze de var burada: İstanbul Arkeoloji Müzesi. Ben çoktan bu hafta sonu kültür planlarımız içine dahil ettim burayı.
Beyoğlu’na içki içmek dışında gitmeyi düşünürseniz Saint Antoine Kilisesi’ni ve sinagogları gezebilirsiniz. Ayrıca İstanbul’un en sevdiğim müzelerinden biri olan Pera Müzesi’ni gezmenizi mutlaka tavsiye ediyorum. Müze ile ilgili detaylı bilgiye web sitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.peramuzesi.org.tr/ Ben İmparatorluktan Portreler katına bayılıyorum. Batılı ressamların gözünden harem, Osmanlı kadını ve giysileri, Sultan portreleri ve Osman Hamdi’nin o ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi’ni görmelisiniz. Ayrıca web sitesinden değişen sergi ve etkinlik programını da takip edebilirsiniz.
Galata Kulesi’ni ve Kızkulesi’ni gezebilirsiniz. Bir hafta sonunu Fener-Balat-Piyer Loti gezisi için ayırabilir ve Fener Rum Patrikhanesini ve Eyüp Camisi’ni görebilir, Piyer Loti’nin o meşhur çay bahçesinde çayınızı içebilirsiniz. Sonra ise Rahmi Koç Müzesi’ni ve Miniatürk’ü ziyaret edebilirsiniz. Bir müzenin illa ki tarihi eser müzesi olması gerekmiyor. Her ürünün bir tarihi olduğunu düşünürsek oyuncaklardan arabalara, işkence aletlerinden çamaşır makinelerine kadar aklınıza gelen her şeyin bir müzesi olabilir.
Hisarları, sarayları, şehir surlarını gezebilirsiniz. İstanbul’da bunlardan bol ne var? Eminim ki Ortaköy ile Beşiktaş arasındaki caddeden binlerce kez geçmiş olanların arasından Yıldız Parkı’na girip II. Abdülhamit’in av köşkü olarak da kullandığı Yıldız Sarayı’nı görmemiş olan birçok insan vardır. Ya da benim gibi evi Ihlamur Kasrı’nın dibinde olup da orayı görmemiş birçokları vardır. Sakıp Sabancı’nın evi olan Atlı Köşk’ün müzeye dönüştürüldüğünü ve birçok değişik sergiye ev sahipliği yaptığını bilmeyenler vardır. Picasso sergisine gitmek için uzun kuyruklar oluşturup, İstanbul Modern’deki Burhan Doğançay çalışmalarını hiç görmemiş olanlar vardır. (Picasso sergisine gidenleri eleştirdiğim anlamı çıkmasın bu cümleden tabi ki, ama “in” bir mekanın açılışına gidermiş gibi Picasso’ya gidip de normalinde oranın bir müze olarak kullanıldığından bile haberi olmayanları ya da kendi kültürümüzün içinden yetişmiş sanatçılarımızdan, eserlerimizden ve müzelerimizden haberdar olmayanları eleştiriyorum.) Bunun dışında binlerce sanat galerisinde (Dolmabahçe Sanat Galerisi, EKAV, Milli Reasürans, vs gibi) binlerce fotoğraf ve resim sergisi yapılıyor. Mutlaka hoşunuza giden bir şeyler çıkacaktır. Mesela EKAV’da Okan Bayülgen’in “Pudra” sergisi vardı, şimdi ise “Küresel Isınmaya 5 Kala” sergisi bulunuyor. Milli Reasürans’ta Nuri Bilge Ceylan’ın “Sinemaskop Türkiye” sergisi açıldı (Hafta sonu kültür programına bunu da dâhil ettim!).
Sonuç olarak, İstanbul’da yaşamanın nimetlerinden faydalanmak, buradaki kültürel ve sanatsal faaliyetlerin zenginliğinin tadını çıkarmak olmalıdır. Bunları da önceliklerimiz arasına koymak için kendimize plan yapmamız gerekiyor. Bir kez alıştınız mı zaten vazgeçemiyorsunuz… 20–23 Nisan kültür sanat programımıza İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni, Ihlamur Kasrı’nı, Sinemaskop Türkiye sergisini eklemiş bulunuyorum. Vakit bulursak Kariye Müzesi’ni de ekleyeceğiz ya da onu daha sonraki bir haftaya erteleyeceğiz. Arada bir gün spor, bir gün sinemadan sorumlu bakan olan kocam sayesinde seçeceğimiz bir film, bir de güzel bir içki gecesi koyarsak muhteşem bir tatil programı ayarlamış oluruz diyorum! Tatile iki gün kaldı, planlarınızı yapmak için az zamanınız kaldı, haberiniz olsun, sonra üşenirsiniz, demedi demeyin… :)
Yurtdışına çıktığınızda herhangi bir ülke ile ilgili tanıtımı yapılan ilk şeyler nelerdir, hiç düşündünüz mü? O ülkenin tarihi ve kültürüdür. Doğal olarak ilk önce de sizleri o tarihi ve kültürü en iyi yansıtan tarihi eserlere ve müzelere götürürler. Ondan sonra da bizim doğal güzelliklerimiz de var, ayrıca gece hayatımız çok canlıdır veya mutfağımız şöyle zengindir gibi tanıtımlar yapılır. Türkiye gibi yüzyıllardır çeşitli uygarlıklara ve kültürlere ev sahipliği yapmış olan ülkemizin bu anlamda dışarıya tanıtımını yapmayı bırakın, kendi kültürel mirasımızı koruma bilincine bile sahip olmadığımızı düşünüyorum. Tarihi eserlerimizin hali ortada; Dolmabahçe ve Galata Kulesi gibi en önemli yapılar dahi dökülmek üzereler. Restorasyon ve kazı çalışmaları için bütçe ayrılmadığından dolayı Efes’teki çalışmalar yıllardır yabancı firmalar tarafından yürütülmüş ve halen de yürütülüyor (Efes - Yamaç Evler açıldı mı bilmiyorum). Aklınıza gelen her türlü antik kentin (Lidya, Sardes, Zeugma, vs) kazı çalışmasında yabancıların adını görüyorsunuz. Tabi bu çalışmalar yürütülürken başka şeylerin de yürütülüp yabancı ülkelerdeki müzelerde sergilendikleri oluyor haliyle!
Neyse, Türkiye genelini bırakırsak, biz İstanbul’da yaşayanlar arasında bile tarihi eserlerin ve müzelerin birçoğunu görmemiş olanlar bulunuyor. Ayda bir hafta sonunu Nişantaşı’nda ya da Bağdat Caddesi’nde alışveriş yapmak ya da yeni açılan şık bir gece kulübüne, restorana veya kafeye gitmek yerine kültür-sanat gezilerine ayırmak çok zor olmasa gerek. Evimizin Kültür Bakanı olarak ben üzerime düşen görevleri yapmaya çalışıyorum. :) Yeni başlayanlar için önerim öncelikle Sultanahmet Meydanı’nı bitirmeleri olacaktır. Topkapı Sarayı, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet Camisi’ni gezip, arada da Sultanahmet Köftecisi’nde yemeğinizi yiyerek iki günde burayı bitirebilirsiniz mesela. Bu arada bizim de gezmeyi unuttuğumuz ve çok büyük ve güzel bir müze de var burada: İstanbul Arkeoloji Müzesi. Ben çoktan bu hafta sonu kültür planlarımız içine dahil ettim burayı.
Beyoğlu’na içki içmek dışında gitmeyi düşünürseniz Saint Antoine Kilisesi’ni ve sinagogları gezebilirsiniz. Ayrıca İstanbul’un en sevdiğim müzelerinden biri olan Pera Müzesi’ni gezmenizi mutlaka tavsiye ediyorum. Müze ile ilgili detaylı bilgiye web sitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.peramuzesi.org.tr/ Ben İmparatorluktan Portreler katına bayılıyorum. Batılı ressamların gözünden harem, Osmanlı kadını ve giysileri, Sultan portreleri ve Osman Hamdi’nin o ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi’ni görmelisiniz. Ayrıca web sitesinden değişen sergi ve etkinlik programını da takip edebilirsiniz.
Galata Kulesi’ni ve Kızkulesi’ni gezebilirsiniz. Bir hafta sonunu Fener-Balat-Piyer Loti gezisi için ayırabilir ve Fener Rum Patrikhanesini ve Eyüp Camisi’ni görebilir, Piyer Loti’nin o meşhur çay bahçesinde çayınızı içebilirsiniz. Sonra ise Rahmi Koç Müzesi’ni ve Miniatürk’ü ziyaret edebilirsiniz. Bir müzenin illa ki tarihi eser müzesi olması gerekmiyor. Her ürünün bir tarihi olduğunu düşünürsek oyuncaklardan arabalara, işkence aletlerinden çamaşır makinelerine kadar aklınıza gelen her şeyin bir müzesi olabilir.
Hisarları, sarayları, şehir surlarını gezebilirsiniz. İstanbul’da bunlardan bol ne var? Eminim ki Ortaköy ile Beşiktaş arasındaki caddeden binlerce kez geçmiş olanların arasından Yıldız Parkı’na girip II. Abdülhamit’in av köşkü olarak da kullandığı Yıldız Sarayı’nı görmemiş olan birçok insan vardır. Ya da benim gibi evi Ihlamur Kasrı’nın dibinde olup da orayı görmemiş birçokları vardır. Sakıp Sabancı’nın evi olan Atlı Köşk’ün müzeye dönüştürüldüğünü ve birçok değişik sergiye ev sahipliği yaptığını bilmeyenler vardır. Picasso sergisine gitmek için uzun kuyruklar oluşturup, İstanbul Modern’deki Burhan Doğançay çalışmalarını hiç görmemiş olanlar vardır. (Picasso sergisine gidenleri eleştirdiğim anlamı çıkmasın bu cümleden tabi ki, ama “in” bir mekanın açılışına gidermiş gibi Picasso’ya gidip de normalinde oranın bir müze olarak kullanıldığından bile haberi olmayanları ya da kendi kültürümüzün içinden yetişmiş sanatçılarımızdan, eserlerimizden ve müzelerimizden haberdar olmayanları eleştiriyorum.) Bunun dışında binlerce sanat galerisinde (Dolmabahçe Sanat Galerisi, EKAV, Milli Reasürans, vs gibi) binlerce fotoğraf ve resim sergisi yapılıyor. Mutlaka hoşunuza giden bir şeyler çıkacaktır. Mesela EKAV’da Okan Bayülgen’in “Pudra” sergisi vardı, şimdi ise “Küresel Isınmaya 5 Kala” sergisi bulunuyor. Milli Reasürans’ta Nuri Bilge Ceylan’ın “Sinemaskop Türkiye” sergisi açıldı (Hafta sonu kültür programına bunu da dâhil ettim!).
Sonuç olarak, İstanbul’da yaşamanın nimetlerinden faydalanmak, buradaki kültürel ve sanatsal faaliyetlerin zenginliğinin tadını çıkarmak olmalıdır. Bunları da önceliklerimiz arasına koymak için kendimize plan yapmamız gerekiyor. Bir kez alıştınız mı zaten vazgeçemiyorsunuz… 20–23 Nisan kültür sanat programımıza İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni, Ihlamur Kasrı’nı, Sinemaskop Türkiye sergisini eklemiş bulunuyorum. Vakit bulursak Kariye Müzesi’ni de ekleyeceğiz ya da onu daha sonraki bir haftaya erteleyeceğiz. Arada bir gün spor, bir gün sinemadan sorumlu bakan olan kocam sayesinde seçeceğimiz bir film, bir de güzel bir içki gecesi koyarsak muhteşem bir tatil programı ayarlamış oluruz diyorum! Tatile iki gün kaldı, planlarınızı yapmak için az zamanınız kaldı, haberiniz olsun, sonra üşenirsiniz, demedi demeyin… :)
Yeni Hastalığım: CVS!!!
Trend olan hastalıkları kaçırmama gibi bir özelliğim olduğunu yakın çevrem bilir. Mesela yeni grip virüslerinin hiçbirini kaçırmamışımdır… Boş geçtiğim bir grip salgını olmadı bu sene… “Gizli katil: tansiyon!” haberleri çıktı çıkalı nabzım bir tuhaf atıyor… Güneşte kalmayın uyarılarının ciddi ölçüde yapılmaya başlandığı son 5 yıldır falan her yaz sezonunu vücudumun değişik yerlerinde çıkan beyazımsı lekelerle kapatıyorum… Kalıcı bronzluğun sorunlarından biri de o oluyor bu arada.. Lekeler de kalıcı oluyor! Aralık ayına kadar falan onlara çeşitli isimler takıp samimiyet kuruyorum.. Sonra rengim açıldıkça gözlerimde yaşlarla onlarla vedalaşıyor ve bir sonraki yaz döneminde nerede çıkacaklarını merakla bekliyorum… Hep de yanıltıyorlar beni keratalar… Neyse…
15 gündür İstanbul dışındaydım. Bir haftaya yakın Ankara’da anneannemi gördüm, geri kalanında da Adana’da ailemin yanına gittim. Gitmişken de doktor kızı olmanın nimetlerinden faydalanayım dedim. İlkokuldan beri miyop olan gözlerimi kontrol ettirmek için göz doktoruna gittim. Bu aralar sürekli kuruduklarını hissediyordum, lens rahatsız ediyordu, hafif de bulanma falan oluyordu.. Herhalde en son 5 sene önce falan kontrol ettirmişimdir diye bir bakılsın istedim. Göz numaram büyümüş olabilir diye şüpheleniyordum, ama meğer son moda bir hastalığın belirtileriymiş bunlar!! Computer vision syndrome (CVS): Bilgisayar görme sendromu! Günün yaklaşık 10 saatini bilgisayar başında geçiren bir çevirmene yakışır bir hastalık oldu tabi… Tedavisi de yok. Yani eskiler olsa “Çık biraz hava al, çok kitap okuma, TV izleme, geçer” derlerdi.. Şimdi havalı bir isim bulunmuş ve aslında uzun süre bilgisayar ekranına bakmaktan kaynaklandığı için de “bilgisayardan uzak dur, geçer” deniliyor. (Neden isim takılıyor her ufacık rahatsızlığa yahu? Ne güzel "Hiç bir şeyim yokmuş, bilgisayara bakmaktan yorulmuş gözlerim, dinlendireceğim ara sıra" demek varken "CVS hastasıyım, dermanı da yokmuş kardeş!" demek zorunda kalıyoruz.)
Bunu rahatlatmak için yapılabilecek bazı şeyler var. En önemlisi bilgisayar başında geçirdiğiniz süreyi azaltmak. Eğer bunu yapamayacaksanız da gözünüze sık sık mola verdirmek. Yani saatte bir ya da iki kez 10 dakika ekran başından kalkmak, başka bir uzak noktaya bakmak, gözünüzü kırpmak, vs gibi aktiviteler için zaman ayırmak. Çünkü CVS kaynaklı göz kuruluğunun nedeni de insanın bilgisayar ekranına bakarken normalden üç kez daha az gözünü kırpmasıymış. Bu yüzden göz yeterince ıslanamadığı için kuruluk ve batma hissi oluşuyormuş. O yüzden ara verip bilinçli olarak gözlerinizi kırpmanız ve hala rahatsızlık yaşıyorsanız suni gözyaşı damlaları kullanmanız gerekiyormuş. Ayrıca ekranınızda güneş ya da doğrudan gelen ışık gibi rahatsız edici yansımalar olmaması gerekiyormuş. Ekran gözünüzden yaklaşık 60 cm uzaklıkta durmalıymış. Bunun için özel bilgisayar gözlükleri bile varmış. Neyse, bu konu hakkında detaylı bilgileri Internet’ten bulabilirsiniz zaten… İngilizce bilenler için de her türlü göz problemi ile ilgili şu web sitesini öneriyorum: http://www.allaboutvision.com/cvs/ Lazer ameliyatları ile ilgili detaylı bilgileri de buradan bulabilirsiniz.
İşte çağın modası, teknoloji harikası bir defoya daha sahip oldum böylece! Şimdi aklıma Avrupa Yakası’nda geçen hafta Fatoş’un yaşadıkları geliyor… Hani şu istemsiz göz kırpmalar, göz damlası kullanınca yaşanan geçici körlük olayı falan… Kocam kıskanç Tanrıverdi’ye dönüşmeden önce bir önlem almalıyım Allah’ım!!! :) Bu arada panik atak da moda bir hastalıktı, değil mi?? Haayıııırrrrr!!!
15 gündür İstanbul dışındaydım. Bir haftaya yakın Ankara’da anneannemi gördüm, geri kalanında da Adana’da ailemin yanına gittim. Gitmişken de doktor kızı olmanın nimetlerinden faydalanayım dedim. İlkokuldan beri miyop olan gözlerimi kontrol ettirmek için göz doktoruna gittim. Bu aralar sürekli kuruduklarını hissediyordum, lens rahatsız ediyordu, hafif de bulanma falan oluyordu.. Herhalde en son 5 sene önce falan kontrol ettirmişimdir diye bir bakılsın istedim. Göz numaram büyümüş olabilir diye şüpheleniyordum, ama meğer son moda bir hastalığın belirtileriymiş bunlar!! Computer vision syndrome (CVS): Bilgisayar görme sendromu! Günün yaklaşık 10 saatini bilgisayar başında geçiren bir çevirmene yakışır bir hastalık oldu tabi… Tedavisi de yok. Yani eskiler olsa “Çık biraz hava al, çok kitap okuma, TV izleme, geçer” derlerdi.. Şimdi havalı bir isim bulunmuş ve aslında uzun süre bilgisayar ekranına bakmaktan kaynaklandığı için de “bilgisayardan uzak dur, geçer” deniliyor. (Neden isim takılıyor her ufacık rahatsızlığa yahu? Ne güzel "Hiç bir şeyim yokmuş, bilgisayara bakmaktan yorulmuş gözlerim, dinlendireceğim ara sıra" demek varken "CVS hastasıyım, dermanı da yokmuş kardeş!" demek zorunda kalıyoruz.)
Bunu rahatlatmak için yapılabilecek bazı şeyler var. En önemlisi bilgisayar başında geçirdiğiniz süreyi azaltmak. Eğer bunu yapamayacaksanız da gözünüze sık sık mola verdirmek. Yani saatte bir ya da iki kez 10 dakika ekran başından kalkmak, başka bir uzak noktaya bakmak, gözünüzü kırpmak, vs gibi aktiviteler için zaman ayırmak. Çünkü CVS kaynaklı göz kuruluğunun nedeni de insanın bilgisayar ekranına bakarken normalden üç kez daha az gözünü kırpmasıymış. Bu yüzden göz yeterince ıslanamadığı için kuruluk ve batma hissi oluşuyormuş. O yüzden ara verip bilinçli olarak gözlerinizi kırpmanız ve hala rahatsızlık yaşıyorsanız suni gözyaşı damlaları kullanmanız gerekiyormuş. Ayrıca ekranınızda güneş ya da doğrudan gelen ışık gibi rahatsız edici yansımalar olmaması gerekiyormuş. Ekran gözünüzden yaklaşık 60 cm uzaklıkta durmalıymış. Bunun için özel bilgisayar gözlükleri bile varmış. Neyse, bu konu hakkında detaylı bilgileri Internet’ten bulabilirsiniz zaten… İngilizce bilenler için de her türlü göz problemi ile ilgili şu web sitesini öneriyorum: http://www.allaboutvision.com/cvs/ Lazer ameliyatları ile ilgili detaylı bilgileri de buradan bulabilirsiniz.
İşte çağın modası, teknoloji harikası bir defoya daha sahip oldum böylece! Şimdi aklıma Avrupa Yakası’nda geçen hafta Fatoş’un yaşadıkları geliyor… Hani şu istemsiz göz kırpmalar, göz damlası kullanınca yaşanan geçici körlük olayı falan… Kocam kıskanç Tanrıverdi’ye dönüşmeden önce bir önlem almalıyım Allah’ım!!! :) Bu arada panik atak da moda bir hastalıktı, değil mi?? Haayıııırrrrr!!!
Bir Görgü Kılavuzu Var mı?
Uzun zamandır aklımda olan bir şeyi bugün yazmaya karar verdim. ODTÜ mezunlarının web sitesinde açılan görgü kuralları forumundan aklıma geldi herhalde. O forumda belirtilenler daha çok yemek servisi sırasında dikkat edilecekler, çatal-kaşık vs kullanımı, telefonda konuşma adabı gibi görgü kuralları kitaplarında bulunabilecek şeylerdi. Birden aklıma Asena’nın katıldığı Makina programı geldi. Aslında yemek peçetesinin açık uçlarının nereye dönük durması gerektiğinden çok daha önemsememiz gereken görgü kuralları var diye düşünüyorum. (Tabi ki bunu derken de şık bir yemek davetinde Erol Taş misali tavuk budu yemenin normal olduğunu kastetmiyorum!) Neyse o geceki Makina programını izlemiş olanlar Asena’nın Okan Bayülgen’e ve diğer katılan konuklara zor anlar yaşattığını hatırlayacaklardır. Canı sıkılan Asena kendi kendine konuşmaya, şarkılar söylemeye, saçma sapan gülmeye, Okan konuklarıyla konuşurken ayağa kalkıp dolaşmaya, Okan uyardığında ise çocuk taklidi yaparak konuşup ona “süpürge makinesi” şakasını yapmaya kalkınca Hakkı Devrim iyice bozulmuş ve “Bir görgü kılavuzu var mı?” demişti. Tabi bu yorumun Asena üzerinde pek bir etkisi olmadı ama o an yaptıklarının farkında olan bir kişiyi şok etkisiyle kendine getirebilecek bir yorumdu bence… Bundan dolayı başlık olarak Hakkı Abi’nin sözünü kullanmak istedim.
Benim en kızdığım şeylerden biri yayalardır. Hıncal Uluç’un trafik canavarı taksicilere ve Akmerkez ve Valikonağı trafiğine dair yazılar yazdığını bilirsiniz. Hatta trafiğin en yoğun olduğu zamanlarda süs biberi misali dikilen trafik polisleri ile yaptığı tartışmaları ve en sonunda dayanamayıp Nişantaşı’nda arabasından inip trafik polisliği yaptığını da duymuşsunuzdur. İşte Hıncal Uluç’un trafik ile ilgili sinirlendiği şeyler gibi benim de yayalar ve kaldırımlar ile ilgili çıldırdığım noktalar var. Kaldırımda yürüme adabı diye bir şey var mıdır mesela görgü kitaplarında? Ya da banklarda oturup çekirdek çitleme kuralları? Veya köpeğinizin tuvalet ihtiyaçları için nereleri kullanabileceğiniz? Yeşil ışık yandığında karşıdan karşıya nasıl geçileceği?
İnsanların yoğun olarak bulundukları kaldırımları düşünün. Belli bir düzenin gözünüze çarptığı oldu mu hiç? İnsanlar sağdan ve belli bir hızla gitseler her şey ne kadar kolay olacakken, genellikle şu tip insanlara rastlarız: yolun ortasında dedikodu yaparak aheste adımlarla ilerleyen iki teyze, birbirlerine sevimli şakalar (!) yaparak ilerleyen yaka-paça dağınık durumdaki öğrenci grupları, el atacak ya da laf atacak birilerini gözüne kestirmek için serseri mayın misali dolaşan ve odaklandıkları ava göre zikzaklar çizen başıboş sapıklar, en alakasız köşeden dirsekler atarak önünüze geçen ve amacının sadece vitrine bakmak olduğunu ancak yaşadığınız şoktan sonra anlayabildiğiniz alışveriş pehlivanları (!), önüne bakmak dışında her yere baktığı için ayakkabınızın arkasını yok etme potansiyeli olan buldozerler, sağ kolunuzu ya da sol bacağınızı yanında götürme potansiyeli olan “çarpkaç”çılar… Önünüze çıkan köpek pisliklerini hesaba kattığınızda aslında kaldırımda yürüme işinin ne kadar akrobasi içeren, riskli ve stresli bir şey olduğunu görebilirsiniz.
Bir de yeşil ışıkta karşıya geçme durumu var… Özellikle de sürekli kalabalık toplulukların beklediği Barbaros Bulvarı’nın Beşiktaş Tansaş’ın bulunduğu yerdeki ışıkları hiç gözlemlediniz mi? 40 saniyelik karşıya geçme süresi insanlara yetemiyor, çünkü yeşil ışık yanar yanmaz eski dönem savaşlarında olduğu gibi millet karşılıklı cephelerden “hürraaa” diyerek kendini yola atıyor. “Yayalar sağdan gidiniz” tabelası da işe yaramadı.. (Zaten bizde tabelalar ters tepki yapar!!) Hani “Allah Allah” nidaları yükselse tam bir savaş sahnesi olacak. Halbuki çözümü o kadar kolay ki, hatta kaldırımlardaki düzeni sağlamaktan çok daha kolay.. Sadece sağdan gidilecek!! Ama 8 yıldır İstanbul’dayım ve daha bir kez bile bunun aksini göremedim..
Parklarda, Ortaköy Meydanı’nda, Hisar’a kadar uzanan sahil yolundaki banklarda altında çekirdek kabuğu öbekleri oluşturan tipler de ayrı bir konu. Çekirdek mevzusu Şişli Cevahir’deki tiyatronun da en büyük sorunuymuş.. Ben şahit olmadım ama o tiyatroya patlamış mısır ve çekirdek ile girmeye çalışan insanların çok fazla olduğunu duymuştum… Bir keresinde Ortaköy’de ailesiyle hafta sonu gezintisine gelmiş bir genç kızı alnından öpmek istemiştim. Herkes yerlere çekirdek atarken, onun elinde bir poşet kendi ve ailesinin yediği çekirdeklerin kabuklarını orada biriktiriyordu. Banktan kalktıklarında yerler tertemizdi ve poşeti götürüp çöpe atarak gezmelerine devam ettiler. Aslında yapılması çok kolay şeyler var… Ama insanın içinden gelmeli, kendine ve çevresine saygısı baskın çıkmalı, başkaları bir şey der mi korkusundan çok kendi sağduyusuyla doğru ve yanlış davranışın ne olduğuna karar vermeli… Yoksa ister polis olsun, ister tabela, kanun ya da uyarı…
Yayalar dışında da mesela apartmanlarda yaşam ile ilgili görgü kuralları kılavuzu olmalı. Salon camınıza çarpan şeyin üst kattaki komşunuzun asırlardır çırpılmamış olabilecek halısı olduğunu görmek hiç de hoş olmuyor! Ya da yazlıkta balkonda kahvaltı yaparken üst kattan aşağıya doğru uçuşan tüylerin komşunuzun tıraş makinesinden çıktığını öğrenmeniz… Yine üst kat komşunuzun gün boyunca koridorda topuklu ayakkabıyla koşma antrenmanı yaptığını düşünmenize neden olabilecek takırtılar (dikkat ederseniz tıkırtı demeye dilim varmadı!)… Ana caddeye bakan pencerelerinden şuursuzca yemek artıklarını ya da hala yanmakta olan sigara izmaritlerini fırlatabilen densiz apartman sakinleri…
Eminim herkes çevresinde buna benzer birçok olaya şahit oluyor veya yaşıyordur. İnsan gibi yaşamak, kendimize ve çevremize saygılı olmaktan geçer. Bu konunun alınan akademik eğitimle hiçbir alakası olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda verdiğim örneklerden bir tanesini gerçekleştiren kişi bir profesördü mesela! Ama Ortaköy’de düşük bir sosyoekonomik sınıftan olduğunu düşündüğüm, ailesiyle gezinen o genç kızın (okuyorsa lisede falan olmalıdır) davranışı çok daha duyarlı ve saygılıydı. Belki de otobüslere, parklara, tiyatrolara, apartman girişlerine ve bu gibi birçok ortak kullanım alanına ilgili görgü kuralları listeleri asılmalıdır… Veya okullarda ders olarak okutulmalıdır… Ama insan olduğumuza göre kendi beynimizle, sezgilerimizle ve sağduyumuzla da neyin doğru veya yanlış olduğu konusunda karar verebilmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bu konu sadece yazılı kuralların geçerli olduğu bir alan değildir ve listelerin ve öğretilenlerin dışında da her durumla ve zamanla ilgili birçok görgü sorunu yaşanacaktır. Liste dışı sorunlar yaşandığı zaman da chip’ine gerekli bilgiler yüklenmediği için kilitlenip hata veren bir robot misali ‘arıza’ya geçmek istemeyiz, değil mi?
Benim en kızdığım şeylerden biri yayalardır. Hıncal Uluç’un trafik canavarı taksicilere ve Akmerkez ve Valikonağı trafiğine dair yazılar yazdığını bilirsiniz. Hatta trafiğin en yoğun olduğu zamanlarda süs biberi misali dikilen trafik polisleri ile yaptığı tartışmaları ve en sonunda dayanamayıp Nişantaşı’nda arabasından inip trafik polisliği yaptığını da duymuşsunuzdur. İşte Hıncal Uluç’un trafik ile ilgili sinirlendiği şeyler gibi benim de yayalar ve kaldırımlar ile ilgili çıldırdığım noktalar var. Kaldırımda yürüme adabı diye bir şey var mıdır mesela görgü kitaplarında? Ya da banklarda oturup çekirdek çitleme kuralları? Veya köpeğinizin tuvalet ihtiyaçları için nereleri kullanabileceğiniz? Yeşil ışık yandığında karşıdan karşıya nasıl geçileceği?
İnsanların yoğun olarak bulundukları kaldırımları düşünün. Belli bir düzenin gözünüze çarptığı oldu mu hiç? İnsanlar sağdan ve belli bir hızla gitseler her şey ne kadar kolay olacakken, genellikle şu tip insanlara rastlarız: yolun ortasında dedikodu yaparak aheste adımlarla ilerleyen iki teyze, birbirlerine sevimli şakalar (!) yaparak ilerleyen yaka-paça dağınık durumdaki öğrenci grupları, el atacak ya da laf atacak birilerini gözüne kestirmek için serseri mayın misali dolaşan ve odaklandıkları ava göre zikzaklar çizen başıboş sapıklar, en alakasız köşeden dirsekler atarak önünüze geçen ve amacının sadece vitrine bakmak olduğunu ancak yaşadığınız şoktan sonra anlayabildiğiniz alışveriş pehlivanları (!), önüne bakmak dışında her yere baktığı için ayakkabınızın arkasını yok etme potansiyeli olan buldozerler, sağ kolunuzu ya da sol bacağınızı yanında götürme potansiyeli olan “çarpkaç”çılar… Önünüze çıkan köpek pisliklerini hesaba kattığınızda aslında kaldırımda yürüme işinin ne kadar akrobasi içeren, riskli ve stresli bir şey olduğunu görebilirsiniz.
Bir de yeşil ışıkta karşıya geçme durumu var… Özellikle de sürekli kalabalık toplulukların beklediği Barbaros Bulvarı’nın Beşiktaş Tansaş’ın bulunduğu yerdeki ışıkları hiç gözlemlediniz mi? 40 saniyelik karşıya geçme süresi insanlara yetemiyor, çünkü yeşil ışık yanar yanmaz eski dönem savaşlarında olduğu gibi millet karşılıklı cephelerden “hürraaa” diyerek kendini yola atıyor. “Yayalar sağdan gidiniz” tabelası da işe yaramadı.. (Zaten bizde tabelalar ters tepki yapar!!) Hani “Allah Allah” nidaları yükselse tam bir savaş sahnesi olacak. Halbuki çözümü o kadar kolay ki, hatta kaldırımlardaki düzeni sağlamaktan çok daha kolay.. Sadece sağdan gidilecek!! Ama 8 yıldır İstanbul’dayım ve daha bir kez bile bunun aksini göremedim..
Parklarda, Ortaköy Meydanı’nda, Hisar’a kadar uzanan sahil yolundaki banklarda altında çekirdek kabuğu öbekleri oluşturan tipler de ayrı bir konu. Çekirdek mevzusu Şişli Cevahir’deki tiyatronun da en büyük sorunuymuş.. Ben şahit olmadım ama o tiyatroya patlamış mısır ve çekirdek ile girmeye çalışan insanların çok fazla olduğunu duymuştum… Bir keresinde Ortaköy’de ailesiyle hafta sonu gezintisine gelmiş bir genç kızı alnından öpmek istemiştim. Herkes yerlere çekirdek atarken, onun elinde bir poşet kendi ve ailesinin yediği çekirdeklerin kabuklarını orada biriktiriyordu. Banktan kalktıklarında yerler tertemizdi ve poşeti götürüp çöpe atarak gezmelerine devam ettiler. Aslında yapılması çok kolay şeyler var… Ama insanın içinden gelmeli, kendine ve çevresine saygısı baskın çıkmalı, başkaları bir şey der mi korkusundan çok kendi sağduyusuyla doğru ve yanlış davranışın ne olduğuna karar vermeli… Yoksa ister polis olsun, ister tabela, kanun ya da uyarı…
Yayalar dışında da mesela apartmanlarda yaşam ile ilgili görgü kuralları kılavuzu olmalı. Salon camınıza çarpan şeyin üst kattaki komşunuzun asırlardır çırpılmamış olabilecek halısı olduğunu görmek hiç de hoş olmuyor! Ya da yazlıkta balkonda kahvaltı yaparken üst kattan aşağıya doğru uçuşan tüylerin komşunuzun tıraş makinesinden çıktığını öğrenmeniz… Yine üst kat komşunuzun gün boyunca koridorda topuklu ayakkabıyla koşma antrenmanı yaptığını düşünmenize neden olabilecek takırtılar (dikkat ederseniz tıkırtı demeye dilim varmadı!)… Ana caddeye bakan pencerelerinden şuursuzca yemek artıklarını ya da hala yanmakta olan sigara izmaritlerini fırlatabilen densiz apartman sakinleri…
Eminim herkes çevresinde buna benzer birçok olaya şahit oluyor veya yaşıyordur. İnsan gibi yaşamak, kendimize ve çevremize saygılı olmaktan geçer. Bu konunun alınan akademik eğitimle hiçbir alakası olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda verdiğim örneklerden bir tanesini gerçekleştiren kişi bir profesördü mesela! Ama Ortaköy’de düşük bir sosyoekonomik sınıftan olduğunu düşündüğüm, ailesiyle gezinen o genç kızın (okuyorsa lisede falan olmalıdır) davranışı çok daha duyarlı ve saygılıydı. Belki de otobüslere, parklara, tiyatrolara, apartman girişlerine ve bu gibi birçok ortak kullanım alanına ilgili görgü kuralları listeleri asılmalıdır… Veya okullarda ders olarak okutulmalıdır… Ama insan olduğumuza göre kendi beynimizle, sezgilerimizle ve sağduyumuzla da neyin doğru veya yanlış olduğu konusunda karar verebilmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bu konu sadece yazılı kuralların geçerli olduğu bir alan değildir ve listelerin ve öğretilenlerin dışında da her durumla ve zamanla ilgili birçok görgü sorunu yaşanacaktır. Liste dışı sorunlar yaşandığı zaman da chip’ine gerekli bilgiler yüklenmediği için kilitlenip hata veren bir robot misali ‘arıza’ya geçmek istemeyiz, değil mi?
14 Nisan Cumhuriyet Mitingi
Bedenen orada olamasam da zihnen ve ruhen tüm benliğimle oradaydım.. Uzun zamandır bu kadar gururlanarak izlediğim bir şey hatırlamıyorum. Tüylerim diken diken, gözümde yaşlarla, konuşmak için ağzımı açtığımda çenemin titremeye başlamasına engel olamayarak izledim mitingi…Adana’daydım ve akşam 18.40 uçağıyla da İstanbul’a dönecektim. Annemle birlikte kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 11 gibi mitingi izlemek için televizyonu açtık. Bu kadar etkili bir topluluk ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk.. Tabi yayının saat 17.00’ye kadar kesintisiz süreceğini de… Hem de sabah 9.30’ta toplanmaya başlamış olan kalabalığı o saatten itibaren gün boyunca canlı yayında veren Kanaltürk’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Sorumlu yayıncılık böyle bir şey olsa gerek. Gözümüzü ayırmadan 6 saat boyunca Kanaltürk’ü izledik. Saat başlarında da merakımızdan diğer kanalların haberlerine bakarak sinirlerimizi bozmayı ihmal etmedik. Bir tane kanal bile ara haber bültenlerinde bu olaya yer vermedi. Sadece NTV, CNN Türk, Skytürk ve Habertürk kanallarında biraz bahsedildi.. ATV ve Aydın Doğan medyasında ise tık yoktu!! Hürriyet’in 14 Nisan tarihli gazetesinin manşet haberi tinercilerin nasıl kandırılıp da yabancı uyruklu kadınlarla evlendirildiği ile ilgiliydi!! İnsan dış mihraklara ne gerek var diye düşünmeden edemiyor.. Bölücüler ve gericiler, körler ve sağırlar misali birbirlerini ağırlarlarken medyamız (!) da kendi hesapları çerçevesinde mis gibi onlara çanak tutuyor. Bu nedenle Kanaltürk’ü ve Tuncay Özkan’ı bir kez daha tebrik ediyor ve oradaki 1 milyon insan ve aynı fikirde olup da evlerine astıkları bayraklarla onlara eşlik eden bizler gibi insanlar adına onlara teşekkür etmek istiyorum. Neredeyse 24 saati bu olayı göstermek için ayırmak (akşam da 8 saatlik canlı yayının tekrarını verdiler), cukka doldurma hesapları içinde olan çıkarcı, açgözlü, aymaz, her devrin adamı ve sorumsuz diğer medya kuruluşlarına da bir şeyler düşündürmüştür umarım.
Medyanın bu tutumuna karşı tepkiler mitingde de göze çarpıyordu. Sloganlar arasında “Vur vur inlesin, Aydın Doğan dinlesin”, “TRT dışarı” ve “Satılmış medya” başı çekiyordu. Financial Times’ın “dünya çapında haftanın en önemli olayı” olarak nitelendirdiği, Reuters’ın baş haber olarak geçtiği ve yabancı basının çok önemli bir halk hareketi olarak lanse ettiği bu olaya bizim medyamızın yer vermemiş olması Yılmaz Özdil’in de dediği gibi “Türk basınının bundan sonra bu utançla yaşayacak olmasına” neden olacaktır.
Nur Serter konuşmasında “Üniversitelerimizi satmayan rektörlerimize teşekkür ediyoruz” demişti. Rektörlerin hepsi tam kadro oradaydılar. ODTÜ Rektörü’nü ve cübbeleri içindeki ODTÜ’lüleri görünce bu üniversitenin bir mezunu olmaktan bir kez daha gurur duydum.
Ayrıca Tandoğan Meydanı’nı, Anıtkabir’i ve buralara çıkan tüm yolları dolduran kalabalıkta bir tane bile olay çıkmaması, Türk Bayrağı dışında tek bir bayrak olmaması, taşkınlık yaşanmaması ve amacından sapmış sloganların atılmaması da orada bulunan kalabalığın sadece göze çarpan kalitesinin dışında özde de ne kadar bilinçli ve düzgün insanlardan oluştuğunu gösteriyordu. Melih Aşık canlı yayına katıldığında mitinge katılanları “Asil, sakin ve ağırbaşlı bir topluluk” olarak nitelendirdi. Her kesimden insanın bulunduğu toplulukta üniversiteliler ve liselilerin, emekli öğretmenlerin, torunlarını getiren yaşlı amcalar ve teyzelerin, eşiyle birlikte gelmiş orta yaşlı ve genç çiftlerin, Artvin’den Antalya’dan Bayburt’tan ve birçok yerden otobüslere atlayarak gelmiş ev hanımları, köylüler ve her meslekten insanın aynı amaçla ve aynı coşkuyla orada bulunması karşısında duygulanmayan bir insanın (!) olabileceğine inanmak istemiyorum. (Başka şehirlerden Ankara’ya 1000’in üzerinde otobüs gelmiş..)
Ayrıca bu kalabalığın sadece Atatürkçü Düşünce Derneği ve Kanaltürk’ün çağrılarıyla toplanmış olması, geniş medya ya da siyasi parti desteğini arkalarına almadan bir araya gelmiş olmaları da muhteşem bir olaydır. Üzerine ölü toprağı serpilmiş uyuyan dev ya da sessiz çoğunluk uyandı gibi yorumları çok doğru buluyorum. Hepimizin silkinmesi gerekiyordu. Keşke bu aşamalara gelmeseydik ve cumhuriyete sahip çıkmak için miting düzenlememiz gerekmeseydi de diyorum bir yandan.. Ama genel anlamda bu miting sayesinde uzun zamandan beri ilk kez ne kadar büyük bir çoğunluğun benim gibi düşündüğünü görerek, gerektiğinde de sessiz çoğunluğun da ses çıkarabileceğini görerek, bilinçli olarak gözümüze sokulan o bölücülerin karşısında Atatürkçülerin de tepkilerini ortaya koymak üzere bir şeyler yaptığını seyrederek ve daha neler yapabileceğini düşünerek umutla doldum. Ankara’da 1 milyonun toplanması çok önemliydi. 70 milyonun toplanması zaten mümkün değildi. Bu güzel topluluk, Ampul Partisi’nin 354 milletvekilinin temsil ettiği örtülü kafalardan kat kat daha büyük bir aydınlık kesimi temsil ediyordu. 2 kilometrelik bayrak da bir başlangıçtı bence. Gerekirse Edirne’den Ardahan’a, oradan Hakkâri’ye ve Muğla’ya kadar uzanan bir Türk Bayrağı ile yurdun dört bir yanını bayraklarla (sembolik olarak diyorum tabi) kuşatabileceğimizi göstermiş olduk. Türk Bayrağı’ndaki kırmızının anlamına saygı duymayan (hem de şehitlere “kelleler” diyebilecek kadar), Cumhuriyet ilkelerini benimsemeyen, içinden Atatürk geçmeyen bir Cumhurbaşkanının istenmediği mesajı da miting boyunca verilmiş oldu. Bundan sonra gelişmeleri takip etmek çok daha keyifli olacak… Çünkü Tuncay Özkan’ın konuşmasında bahsettiği “Başı Amerika’da kuyruğu Türkiye’de olan Fethullah yılanının” karşısındaki uyuyan devin de ses çıkardığında ne kadar görkemli olabildiğini herkes görmüş oldu ve görmeye de devam edeceklerdir.
Medyanın bu tutumuna karşı tepkiler mitingde de göze çarpıyordu. Sloganlar arasında “Vur vur inlesin, Aydın Doğan dinlesin”, “TRT dışarı” ve “Satılmış medya” başı çekiyordu. Financial Times’ın “dünya çapında haftanın en önemli olayı” olarak nitelendirdiği, Reuters’ın baş haber olarak geçtiği ve yabancı basının çok önemli bir halk hareketi olarak lanse ettiği bu olaya bizim medyamızın yer vermemiş olması Yılmaz Özdil’in de dediği gibi “Türk basınının bundan sonra bu utançla yaşayacak olmasına” neden olacaktır.
Nur Serter konuşmasında “Üniversitelerimizi satmayan rektörlerimize teşekkür ediyoruz” demişti. Rektörlerin hepsi tam kadro oradaydılar. ODTÜ Rektörü’nü ve cübbeleri içindeki ODTÜ’lüleri görünce bu üniversitenin bir mezunu olmaktan bir kez daha gurur duydum.
Ayrıca Tandoğan Meydanı’nı, Anıtkabir’i ve buralara çıkan tüm yolları dolduran kalabalıkta bir tane bile olay çıkmaması, Türk Bayrağı dışında tek bir bayrak olmaması, taşkınlık yaşanmaması ve amacından sapmış sloganların atılmaması da orada bulunan kalabalığın sadece göze çarpan kalitesinin dışında özde de ne kadar bilinçli ve düzgün insanlardan oluştuğunu gösteriyordu. Melih Aşık canlı yayına katıldığında mitinge katılanları “Asil, sakin ve ağırbaşlı bir topluluk” olarak nitelendirdi. Her kesimden insanın bulunduğu toplulukta üniversiteliler ve liselilerin, emekli öğretmenlerin, torunlarını getiren yaşlı amcalar ve teyzelerin, eşiyle birlikte gelmiş orta yaşlı ve genç çiftlerin, Artvin’den Antalya’dan Bayburt’tan ve birçok yerden otobüslere atlayarak gelmiş ev hanımları, köylüler ve her meslekten insanın aynı amaçla ve aynı coşkuyla orada bulunması karşısında duygulanmayan bir insanın (!) olabileceğine inanmak istemiyorum. (Başka şehirlerden Ankara’ya 1000’in üzerinde otobüs gelmiş..)
Ayrıca bu kalabalığın sadece Atatürkçü Düşünce Derneği ve Kanaltürk’ün çağrılarıyla toplanmış olması, geniş medya ya da siyasi parti desteğini arkalarına almadan bir araya gelmiş olmaları da muhteşem bir olaydır. Üzerine ölü toprağı serpilmiş uyuyan dev ya da sessiz çoğunluk uyandı gibi yorumları çok doğru buluyorum. Hepimizin silkinmesi gerekiyordu. Keşke bu aşamalara gelmeseydik ve cumhuriyete sahip çıkmak için miting düzenlememiz gerekmeseydi de diyorum bir yandan.. Ama genel anlamda bu miting sayesinde uzun zamandan beri ilk kez ne kadar büyük bir çoğunluğun benim gibi düşündüğünü görerek, gerektiğinde de sessiz çoğunluğun da ses çıkarabileceğini görerek, bilinçli olarak gözümüze sokulan o bölücülerin karşısında Atatürkçülerin de tepkilerini ortaya koymak üzere bir şeyler yaptığını seyrederek ve daha neler yapabileceğini düşünerek umutla doldum. Ankara’da 1 milyonun toplanması çok önemliydi. 70 milyonun toplanması zaten mümkün değildi. Bu güzel topluluk, Ampul Partisi’nin 354 milletvekilinin temsil ettiği örtülü kafalardan kat kat daha büyük bir aydınlık kesimi temsil ediyordu. 2 kilometrelik bayrak da bir başlangıçtı bence. Gerekirse Edirne’den Ardahan’a, oradan Hakkâri’ye ve Muğla’ya kadar uzanan bir Türk Bayrağı ile yurdun dört bir yanını bayraklarla (sembolik olarak diyorum tabi) kuşatabileceğimizi göstermiş olduk. Türk Bayrağı’ndaki kırmızının anlamına saygı duymayan (hem de şehitlere “kelleler” diyebilecek kadar), Cumhuriyet ilkelerini benimsemeyen, içinden Atatürk geçmeyen bir Cumhurbaşkanının istenmediği mesajı da miting boyunca verilmiş oldu. Bundan sonra gelişmeleri takip etmek çok daha keyifli olacak… Çünkü Tuncay Özkan’ın konuşmasında bahsettiği “Başı Amerika’da kuyruğu Türkiye’de olan Fethullah yılanının” karşısındaki uyuyan devin de ses çıkardığında ne kadar görkemli olabildiğini herkes görmüş oldu ve görmeye de devam edeceklerdir.
Mitingle ilgili bir çok resim arasından dikkatimi çeken bazıları:

Anneanneme "Çare"
Anneannemin yaşamın bu kadar sınırına gelmesiyle tanıştık bu merkezle...
Öncelikle anneannemin benim için ne ifade ettiğinden bahsedeyim biraz ... Üniversite yıllarımın üç yılını onun evinde geçirmiş biri olarak bir kere bile “off ya, anneannemin evinde kalıyorum, ne sıkıcı,” diye düşünmedim. Zaten çocukluğumdan itibaren tatillerde Ankara’ya gidip, dedem ve anneannem ile kalmak hep çok keyifli gelmiştir. Çocukluk yıllarımda anneannemin dikiş malzemelerinin olduğu kutudaki düğmelerle oynamak en büyük keyfim olurdu. Bir de namaz kılarken eğildiği zamanlarda sırtına binmeye bayılırdım.. (az psikopat değilmişim...) “İmge sever, böreğin kıtırlarını, tavuğun butlarını, patlamış mısırın yarı patlamışlarını, etin yağsız kısmını, vs vs ona ayıralım” diye illa ki benim en sevdiğim şeyleri yemem için benden daha fazla dikkat etmesinin dışında “Gürültü yapmayın, İmge uyuyor” diyerek bağıra çağıra konuşmaya alışmış, hafif deli dumrul (!) dedemi ya da yan dairede oturan gürültücü kuzenlerimi susturmayı da görev bilmiştir.
Üniversite yıllarında sigara içtiğim iki yıl boyunca bunu hiç bilmiyormuş gibi davranmış ve hatta özen göstererek (!) yatağımın altına sakladığım kül tablalarımı ben okuldayken yıkayıp, yerine koymuştur. Hayatında flört, isyan etmek, sosyal ortamlara girmek, erkeğine karşı gelmek, kavga etmek, lanet okumak, bağırmak, yorgunum diyerek nazlanmak nedir bilmeyen bu kadının bir insan değil, melek falan olabileceğini düşünüyorum. Çünkü en az 25 yıllık kendimi ve onu tanıdığım dönem boyunca ağzından bir kere bile herhangi biri için olumsuz tek bir cümle duymamışımdır. Etrafındaki kötüler için bile yorum yapmamış, “Allah’ından bulsun” bile dememiştir. Evinde misafirken en güzel yataklar bize ayırılır, kendisi koltukta uyumak zorunda olsa bile... Yemeklerin en güzel yerleri ve yaptığı tatlıların en güzel dilimleri bizim için kendi gizli köşelerinde saklanır.. Yazlıktayken evde oturup, denize girmediğimiz zamanlar için üzülür.. Yiyin, için, gezin, eğlenin diye çırpınırcasına gösterdiği bu vericiliğinin karşılığında hayatında bir kez olsun kimseden bir şey istememiştir. “Hadi, bir kahve yapın da içelim,” diyip oturmaz, evin büyüğüyüm diyerek önüne hizmet beklemez, kapris yapmaz, sık görmeye alışkın olmadığımız türden bir insandır.
Ayrıca bir eski toprak yorulmazlığı, eski kadın kabullenmişliği, bilgelik derecesinde bir hoşgörüsü olan anneannemin kafa yapısının hiç de eski olmadığını söyleyebilirim. Beni tanıyanlar bilir, annemle her şeyimi paylaşırım.. İşte o paylaştığım şeylerin hepsini anneannemle de paylaşabilirim.. Son derece açık görüşlü, yargılamadan dinleyebilen, kendi nesline ve yetişme tarzına göre aklının alamayacağı şeyleri bile sonsuz bir hoşgörüyle kabul edebilen bir kadındır. Onunla kuşak çatışması yaşamak mümkün değildir.

Belki bir Ayşe Kulin romanı karakteri olamayabilir, Nermin Bezmen’in Hümâ’sı olmayabilir, Osmanlının ilk kadın bilmemnesi ya da Atatürk Cumhuriyeti’nin ilk kadın öğretmenlerinden olmayabilir. Hayatındaki gidişata hiçbir zaman başkaldırmamış bir kadın olabilir. Hatta başkaldırmaktan vazgeçtim, sürekli ezilmiş, hayatı boyunca kendi önceliklerini düşünmeden yaşamış ve bunu da bir zorluk olarak görmeden yaşamını olduğu gibi kabullenmiş biri de olabilir. Ama gösterdiği sınırsız sevgisiyle, iyi niyetiyle, hoşgörüsüyle ve tatlılığıyla aile büyükleri arasında en çok saygı duyduğum küçük tonton kadınımdır o benim!
4 yıl önce eşimle bir akşam yemeğindeyken annemin telefonuyla anneannemin hastalığını öğrendik.. Haberler kötüydü, yıkıldık, üzüldük.. Ama o da ne, bu hastalık zaten yaşlılarda çok yavaş seyreden bir hastalık olduğu için, ilaçlarla çok da rahat eski temposunu sürdürebilecekmiş. Gerçekten de öyle oldu.. İyi kötü eski düzenini idare ettirebilecek, evine ara sıra gelen temizlikçi kadından nefret edip kendi camlarını kendi silmeye kalkışacak, markete kadar yürüyüp alışverişini evine getirecek kadar gücü halen vardı. Tek farkı artık ağır ilaçlar kullanmaya başlamış olmasıydı. 3. senenin sonunda hastalık neredeyse tamamen yok olmuştu ki yılbaşına yakın yaptırdığı tahlillerde tam tersi bir tabloyla karşılaşıldı. Düşman kuvvetler eskisinden de güçlü bir şekilde saldırıya geçmişlerdi. Artık çok güçsüzdü, dengesini kaybediyordu, elleri ve ayakları sürekli uyuşuyordu, bağışıklık sistemi zayıflamıştı. 2 ay boyunca annemle babamın yanında kaldı ve kortizon tedavisi uygulanması gerekti. Son derece ağır bir tedavi olan kortizona her ay devam edilmesi gerekecek. Artık son derece güçsüz. Evin içinde bastonla yürürken bile bizlerden birinin destek olması gerekiyor. Bize el açması börek yapmasını bırakın, kendine çay koyabilecek hali bile yok. Maalesef ki bu yaşına kadar kendi işini kendi görmüş, kimseden yardım istememiş, baston kullanma fikrinden bile nefret eden küçük tonton kadının yanında daimi bir bakıcı olması gerekiyor.
Geçen hafta annemle birlikte Ankara’da onun yanındaydık. Uzun saatler boyunca dil dökerek bir yardımcı tutulmasının gerekliliğini kabul ettirebildik. Ondan sonra da çevremize soruşturmaya başladık ve Çare Sağlık Hizmetleri ve Danışmanlık şirketine ulaştık. Özbekistan, Türkmenistan, Gürcistan, vs gibi ülkelerden gelerek birkaç yıl burada bu tür hizmetler vererek ülkelerinde yaşayan çocuklarına para gönderen ve üç sene içinde ülkelerinde ev sahibi olan birçok bakıcı kadın olduğunu öğrendik. ( Zorluklar içinde yaşamaya alışmış bu bakım hizmeti veren kadınların da hikayeleri ayrı bir yazı konusu olabilir aslında) Meğer yeni bir sektör oluşmuş ve hatta suyu bile çıkmaya başlamış.. Yani gazetelerde gördüğünüz her bakım hizmeti veren şirketin güvenilir olmadığını ve bir çok dolaplar döndüğünü de öğrenmiş olduk. Ama referans ile ulaştığımız bu merkezden memnun kalacağımızı ümit ediyoruz. Pazartesi günü anneannemin yeni refakatçisi eve yerleşti bile. Türkmenistan’dan Cemile... Artık küçük tonton kadınımız ona emanet! Şimdi de tüm kalbimizle onun daha da kötüye gitmemesi, en azından evinde kendi ufak tefek işlerini görebileceği kadar güç toplamasını umut etmek dışında yapılacak bir şey kalmadı.
Gerçekten zor bir durum ve kimsenin ihtiyacı olmamasını diliyorum. Ama Ankara’daysanız ve böyle bir merkeze ihtiyacınız varsa Çare’yi aramanızı tavsiye ederim. Yatalak ya da monitöre bağlı hastalara verilen profesyonel hizmetlerden, sadece refakat ya da destek amaçlı hizmetlere kadar çok çeşitli özelliklerde yardımcı bulmanız mümkün.
Yetkili kişi: Yüksel Erdem
Tel no: 0-312-231 46 64
GSM: 0-546-405 40 46
Çaresiz kalmamanız dileğiyle...
Öncelikle anneannemin benim için ne ifade ettiğinden bahsedeyim biraz ... Üniversite yıllarımın üç yılını onun evinde geçirmiş biri olarak bir kere bile “off ya, anneannemin evinde kalıyorum, ne sıkıcı,” diye düşünmedim. Zaten çocukluğumdan itibaren tatillerde Ankara’ya gidip, dedem ve anneannem ile kalmak hep çok keyifli gelmiştir. Çocukluk yıllarımda anneannemin dikiş malzemelerinin olduğu kutudaki düğmelerle oynamak en büyük keyfim olurdu. Bir de namaz kılarken eğildiği zamanlarda sırtına binmeye bayılırdım.. (az psikopat değilmişim...) “İmge sever, böreğin kıtırlarını, tavuğun butlarını, patlamış mısırın yarı patlamışlarını, etin yağsız kısmını, vs vs ona ayıralım” diye illa ki benim en sevdiğim şeyleri yemem için benden daha fazla dikkat etmesinin dışında “Gürültü yapmayın, İmge uyuyor” diyerek bağıra çağıra konuşmaya alışmış, hafif deli dumrul (!) dedemi ya da yan dairede oturan gürültücü kuzenlerimi susturmayı da görev bilmiştir.
Üniversite yıllarında sigara içtiğim iki yıl boyunca bunu hiç bilmiyormuş gibi davranmış ve hatta özen göstererek (!) yatağımın altına sakladığım kül tablalarımı ben okuldayken yıkayıp, yerine koymuştur. Hayatında flört, isyan etmek, sosyal ortamlara girmek, erkeğine karşı gelmek, kavga etmek, lanet okumak, bağırmak, yorgunum diyerek nazlanmak nedir bilmeyen bu kadının bir insan değil, melek falan olabileceğini düşünüyorum. Çünkü en az 25 yıllık kendimi ve onu tanıdığım dönem boyunca ağzından bir kere bile herhangi biri için olumsuz tek bir cümle duymamışımdır. Etrafındaki kötüler için bile yorum yapmamış, “Allah’ından bulsun” bile dememiştir. Evinde misafirken en güzel yataklar bize ayırılır, kendisi koltukta uyumak zorunda olsa bile... Yemeklerin en güzel yerleri ve yaptığı tatlıların en güzel dilimleri bizim için kendi gizli köşelerinde saklanır.. Yazlıktayken evde oturup, denize girmediğimiz zamanlar için üzülür.. Yiyin, için, gezin, eğlenin diye çırpınırcasına gösterdiği bu vericiliğinin karşılığında hayatında bir kez olsun kimseden bir şey istememiştir. “Hadi, bir kahve yapın da içelim,” diyip oturmaz, evin büyüğüyüm diyerek önüne hizmet beklemez, kapris yapmaz, sık görmeye alışkın olmadığımız türden bir insandır.
Ayrıca bir eski toprak yorulmazlığı, eski kadın kabullenmişliği, bilgelik derecesinde bir hoşgörüsü olan anneannemin kafa yapısının hiç de eski olmadığını söyleyebilirim. Beni tanıyanlar bilir, annemle her şeyimi paylaşırım.. İşte o paylaştığım şeylerin hepsini anneannemle de paylaşabilirim.. Son derece açık görüşlü, yargılamadan dinleyebilen, kendi nesline ve yetişme tarzına göre aklının alamayacağı şeyleri bile sonsuz bir hoşgörüyle kabul edebilen bir kadındır. Onunla kuşak çatışması yaşamak mümkün değildir.
Belki bir Ayşe Kulin romanı karakteri olamayabilir, Nermin Bezmen’in Hümâ’sı olmayabilir, Osmanlının ilk kadın bilmemnesi ya da Atatürk Cumhuriyeti’nin ilk kadın öğretmenlerinden olmayabilir. Hayatındaki gidişata hiçbir zaman başkaldırmamış bir kadın olabilir. Hatta başkaldırmaktan vazgeçtim, sürekli ezilmiş, hayatı boyunca kendi önceliklerini düşünmeden yaşamış ve bunu da bir zorluk olarak görmeden yaşamını olduğu gibi kabullenmiş biri de olabilir. Ama gösterdiği sınırsız sevgisiyle, iyi niyetiyle, hoşgörüsüyle ve tatlılığıyla aile büyükleri arasında en çok saygı duyduğum küçük tonton kadınımdır o benim!
4 yıl önce eşimle bir akşam yemeğindeyken annemin telefonuyla anneannemin hastalığını öğrendik.. Haberler kötüydü, yıkıldık, üzüldük.. Ama o da ne, bu hastalık zaten yaşlılarda çok yavaş seyreden bir hastalık olduğu için, ilaçlarla çok da rahat eski temposunu sürdürebilecekmiş. Gerçekten de öyle oldu.. İyi kötü eski düzenini idare ettirebilecek, evine ara sıra gelen temizlikçi kadından nefret edip kendi camlarını kendi silmeye kalkışacak, markete kadar yürüyüp alışverişini evine getirecek kadar gücü halen vardı. Tek farkı artık ağır ilaçlar kullanmaya başlamış olmasıydı. 3. senenin sonunda hastalık neredeyse tamamen yok olmuştu ki yılbaşına yakın yaptırdığı tahlillerde tam tersi bir tabloyla karşılaşıldı. Düşman kuvvetler eskisinden de güçlü bir şekilde saldırıya geçmişlerdi. Artık çok güçsüzdü, dengesini kaybediyordu, elleri ve ayakları sürekli uyuşuyordu, bağışıklık sistemi zayıflamıştı. 2 ay boyunca annemle babamın yanında kaldı ve kortizon tedavisi uygulanması gerekti. Son derece ağır bir tedavi olan kortizona her ay devam edilmesi gerekecek. Artık son derece güçsüz. Evin içinde bastonla yürürken bile bizlerden birinin destek olması gerekiyor. Bize el açması börek yapmasını bırakın, kendine çay koyabilecek hali bile yok. Maalesef ki bu yaşına kadar kendi işini kendi görmüş, kimseden yardım istememiş, baston kullanma fikrinden bile nefret eden küçük tonton kadının yanında daimi bir bakıcı olması gerekiyor.
Geçen hafta annemle birlikte Ankara’da onun yanındaydık. Uzun saatler boyunca dil dökerek bir yardımcı tutulmasının gerekliliğini kabul ettirebildik. Ondan sonra da çevremize soruşturmaya başladık ve Çare Sağlık Hizmetleri ve Danışmanlık şirketine ulaştık. Özbekistan, Türkmenistan, Gürcistan, vs gibi ülkelerden gelerek birkaç yıl burada bu tür hizmetler vererek ülkelerinde yaşayan çocuklarına para gönderen ve üç sene içinde ülkelerinde ev sahibi olan birçok bakıcı kadın olduğunu öğrendik. ( Zorluklar içinde yaşamaya alışmış bu bakım hizmeti veren kadınların da hikayeleri ayrı bir yazı konusu olabilir aslında) Meğer yeni bir sektör oluşmuş ve hatta suyu bile çıkmaya başlamış.. Yani gazetelerde gördüğünüz her bakım hizmeti veren şirketin güvenilir olmadığını ve bir çok dolaplar döndüğünü de öğrenmiş olduk. Ama referans ile ulaştığımız bu merkezden memnun kalacağımızı ümit ediyoruz. Pazartesi günü anneannemin yeni refakatçisi eve yerleşti bile. Türkmenistan’dan Cemile... Artık küçük tonton kadınımız ona emanet! Şimdi de tüm kalbimizle onun daha da kötüye gitmemesi, en azından evinde kendi ufak tefek işlerini görebileceği kadar güç toplamasını umut etmek dışında yapılacak bir şey kalmadı.
Gerçekten zor bir durum ve kimsenin ihtiyacı olmamasını diliyorum. Ama Ankara’daysanız ve böyle bir merkeze ihtiyacınız varsa Çare’yi aramanızı tavsiye ederim. Yatalak ya da monitöre bağlı hastalara verilen profesyonel hizmetlerden, sadece refakat ya da destek amaçlı hizmetlere kadar çok çeşitli özelliklerde yardımcı bulmanız mümkün.
Yetkili kişi: Yüksel Erdem
Tel no: 0-312-231 46 64
GSM: 0-546-405 40 46
Çaresiz kalmamanız dileğiyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)