Çocuk Sahibi (!) Olmak…

Hayır, çocuğum yok.. Hamile falan da değilim.. Başlıktaki ifadeyle ilgili takıntım işin sahiplik kısmıyla ilgili… Neden anne sahibi, baba sahibi, teyze sahibi, kardeş sahibi, sevgili sahibi, arkadaş sahibi olmuyoruz da çocuk sahibi oluyoruz?? Bu ifadeye feci şekilde takılmış durumdayım.. Bu ifade kullanıldıkça da ona uygun davranışları daha sık gözlemliyoruz gibime geliyor..

Çocuğun karakterinin anne karnındayken oluşmaya başladığını geçtim.. Çocuğun anaokuluna gittiği yaşlardan itibaren kendi arkadaşlarını, oynamak istediği oyunları ve oyuncakları, giymek istediği kıyafetleri seçmesi gerekmiyor mu? Daha büyüdüğünde ise zevk aldığı derslerin neler olduğunu, hobilerini, gitmek istediği üniversiteyi, sosyal ortamını, sevgililerini, vs seçmesi gerekmiyor mu? Daha da büyüdüğünde ise evleneceği kişiyi, evlenmek isteyip istemediğini, mesleğini, çocuk isteyip istemediğini, eğer istiyorsa ne zaman çocuk yapmak isteyip istemediğini, doğrularını ve yanlışlarını, tatil planlarını, beslenme düzenini, vs kendisi belirlemesi gerekmiyor mu? Peki, o zaman neden çevremizde kazık kadar çocuklarının kiminle evleneceğine, hangi mesleği seçmeleri gerektiğine, ne zaman ve kimden çocuk yapmaları gerektiğine, tatil için nereye gitmelerinin uygun olduğuna, ev dekorasyonlarının nasıl olacağına karar veren bu kadar çok anne-baba bulunuyor? Bunun nedeni “sahiplik” kavramı mı acaba?

Anne karnındaki cenine gösterilen saygı (hamilelik döneminin kendine bakma açısından tavana vurmasının nedeni annenin kafasına bir anda tuğla düşmesiyle uyanan bir sağlıklı yaşam arzusu değil, bebeğe iyi bakma içgüdüsüdür diye düşünüyorum) olgunlaşan cenine neden gösterilmiyor? Kimliksiz, kişiliksiz, başkalarının kendisi için seçtiği yaşamı sürmek zorunda kalan, mutsuz olduğunun farkına vardığında artık çok geç olduğunu hisseden, bağımlı “çocuk yetişkinlerin” eninde sonunda o anne-babalara da manevi bir yük olacağının farkına varılmasını engelleyecek kadar güçlü bir şey mi bu “sahip olma” güdüsü?

Ev sahibi olunur, araba sahibi olunur, tekne, yazlık, kıyafet, eşya sahibi olunur da çocuk sahibi olunabilir mi? Canlı sahipliği kavramı bir tek evcil hayvanlara bir dereceye kadar uyarlanabilir belki.. Köpek sahibi olduğunuzu düşünelim. Takarsınız tasmasını boynuna, mamasını siz seçersiniz, “tatile nereye gitmek istiyorsun?” diye köpeğinize sormazsınız, sizinle birlikte seçtiğiniz yere gelir, “kiminle sevişmek istiyorsun?” diye de sormazsınız, uygun bir eş bulur çiftleştirir ve kısırlaştırırsınız, onun adına birçok kararı siz verirsiniz, tuvalet yerini, yatacağı yeri belirlersiniz, vs vs.. Köpek sahibiyseniz bile köpeğin psikolojisini düşünerek hareket ettiğiniz bazı durumlar vardır.. (“evde çok fazla yalnız kalmasın, sıkılır” veya “tatile giderken uçak mı yoksa araba mı daha iyi olur?” veya “bir köpek oteline bıraksam mutlu olur mu?” gibi..) İnsanın aynı özeni kendi canından bir parça olan bir insanoğlunun psikolojisi, istekleri, hayalleri, seçimleri ve yaşam tarzı ile ilgili göstermemesi size de tuhaf gelmiyor mu?

“Annecim ben artık sokaklarda yaşamak, uyuşturucu kullanmak, birkaç kıza tecavüz etmek, hırsızlık yapmak ve hapse düşmemeye çalışarak hayatımı geçirmeye karar verdim,” diyen çocuğunuza “aferin evladım, seni sonuna kadar destekliyorum” demekten bahsetmiyorum elbette. İyiyi ve kötüyü doğru bir şekilde gösterebildikten, çocuğun karşısında iyi bir rol modeli oluşturabildikten ve onu sağlam karakterli bir birey olarak hayata hazırlayan en önemli akıl hocası olabildikten sonra zaten böyle örneklerle karşılaşmak da mümkün olamaz. Ondan sonrasında ise bırakın size “Baba, ben senin gibi doktor olmak istemiyorum, ressam olacağım,” veya “Anne, damat adayı olarak düşündüğün kişiyle hayatımı geçirdiğimi hayal bile edemiyorum.. Hem ben daha birkaç sene evlenmeyi düşünmüyorum,” desin.. En azından ne istediğini bilen, hedefleri olan, seçtiği yaşamı sürerken mutlu olacağını bildiğiniz gerçek anlamda yetişkin bir dostunuz olmuş olur.

Hayalet Sevgilim :)

İki tane sevgilim, bir tane de hayalet sevgilim var… İki sevgilimin biri dişi (!) biri erkek… Şartlardan dolayı senede birkaç gün görüşebiliyorum onlarla… Daha sık görüşebileceğim birkaç sevgili daha bulsam iyi olur diyorum. Hayalet sevgilimin ise resmini wallpaper olarak bilgisayarıma yükledim… Her sabah onu görerek uyanıyorum. Gerçi o karşımda tepkisiz bir şekilde uyumaya devam ediyor ama ben yine de onu seyrederken mutlu oluyorum… Kocam ne mi diyor bu durumuma? Farklı dünyalardan bulduğum sevgililerime karşı çıkmıyor, onları kıskanmıyor, onlarla ilgili hikâyelerimi dinliyor, birlikte çektirdiğim fotoğraflara bakıyor ve hatta bazen bize katılıyor… Hatta sevgilimi elimden çalma girişimlerinde bile bulunuyor diyebilirim.. Onlardan bahsedince ne demek istediğimi anlayacaksınız..:)

İşte birinci sevgilim Rocco!!! Kardeşimin arkadaşının köpeği bir Amerikan Cocker Spaniel. Sahibinin bizim yan sokağımızda yaşadığı zamanlar sık sık bize yatılı misafir olarak gelirdi. Kapıdan girer girmez önce koridorda beş altı tur koşturur, sonra birkaç kez üzerimize atlar, sonra da hiperaktif modundan vazgeçerek yanımızda kuzu kuzu yatardı..:) İlk başlarda gezdirmeye çıkardığımızda biz değil, o bizi gezdirirdi.. Gördüğü her kuşun ve kedinin ardından fırlaması ve kendinden çok büyük köpeklere bile efelik yapmasıyla bizleri zor durumda bırakırdı.. Ama giderek büyüdü, olgunlaştı, saçlarını yandan ayıran, nargileyi devirmeden yanımızda oturabilen, salondaki ahşap yemek masamızın ayaklarını koklayarak kendini ağaç altında sanıp da çişini yapmak için bacağını kaldırma girişiminde bulunmayan bir İstanbul beyefendisine dönüştü. Ama sahibi taşındıktan sonra onunla çok az görüşmeye başladık.. Hatta en son 8 ay önce falan bizde kaldı diyebilirim. Resimleriyle idare ediyoruz artık..:(


















İkinci ve dişi olan sevgilim Adana’da.. Annemlerin yaşadıkları sitedeki bir ailenin iki kangalından biri.. Adı Işık.. Kardeşi Duman (erkek olan) ise çok hasta olduğu için artık orada değil. Işık oraların tek hakimi konumunda.. Kendisine biraz kuru gürültü diyebiliriz.. Yani duruşuyla, hırlamasıyla, kafa tutmasıyla tam bir kangal, ama gelin görün ki yabancılarla bile hemen kaynaşıp kendini sevdirmeye başlayan bir koyun (boyut itibariyle kuzu diyemedim :) ) gibi aslında.. Anneme bayılıyor. Çünkü annem her şey dahil açık büfe mutfağında onun için de her gün koca tencerelerde kemikler kaynatıyor, sosisli ve sütlü mönüler hazırlıyor, hamur işi istediğinde pizza dilimleri ve makarnalarla kendisini besliyor.. Hatta bunu gören kayınvalidem anneme “Ayselcim, kapuçino servisi falan da yapmaya başlarsın Işık’a sen yakında” demiş ki haksız olduğunu düşünmüyorum..:) Adana’ya gittiğimde hasta olma sebebimdir Işık.. Hava nasıl olursa olsun, ıslak saçlarla ve ev kıyafetleriyle yatana kadar bahçede Işık arayışında oluyorum çünkü.. Acayip karizma bir hayvan.. Sarılıyorsun, öpüyorsun, kaşıyorsun, hiç oralı değilmiş gibi durmaya devam ediyor. Sıkıldı galiba, birazdan tekrar yanına geleyim diye ayağa kalkıp gitmek üzereyken pat diye ayağını bacağıma atıyor.. Yani “Hoop, nereye böyle hayırdır? Devam etsene kaşımaya!” demek istiyor. Eee, mecburen bırakıp gidemiyorsunuz tabi, kalıyorsunuz başında..

Bir de bir hafta boyunca her gün kangal eğitme girişiminde bulunayım dedim ama acı bir tecrübeyle Işık’ın bana bir taraflarıyla güldüğünü anlamış oldum. Her gün 15–20 dakikamı ayırarak Işık’a terlik atıp geri getirmesini öğretmeye çalıştım. Hatta bunu örneklerle kendisine gösterdim.. Ama bir hafta boyunca terliğin peşinden koşturan ben oldum.. O ise kılını bile kıpırdatmadan pinpon maçı izler gibi benim heyecanla bir oraya bir buraya koşturmamı izlemekle yetindi.. Hatta bazı günler başını iki yana sallayıp “yok ya, bu soytarıyla uğraşmama gerek yok, Allah ıslah etsin” diyerek çekip gittiği bile oldu..:( Bu arada annemle benim bin türlü ilgi göstermemize rağmen kendisi babama ayrı bir aşık.. Bu durum bizi biraz kıskandırmıyor değil, ama en azından doğası itibariyle normal olduğunu bilmek bizi rahatlatıyor. Ne de olsa o bir dişi!!


















Hayalet sevgilime ise bahçeli evimiz olduğunda kavuşacağım… Onu İhsan’a kaptırmamak için kesinlikle erkek olmasını istiyorum… Kocam, ben, bahçemiz ve ağırlıklı olarak benim sevgilim olacak Golden Retriever’ımız ile birlikte mutlu ve mesut bir yaşam süreceğiz inşallah..:) İşte bir süre sonra gerçeğe dönüşecek hayalet sevgilimin resmi aşağıda.. İkisinden biri olabilir, ama daha sarı olan tercihimdir..:)























Ha bu arada kocamla sevgililerimin arası çok iyi ve hatta onları elimden almaya çalışıyor demiştim ya.. İşte size kanıt niteliğinde bir resim daha..:)



Ayvalık & Assos

Anladınız siz onu!! Gezim geldi yine.. Yaz da geldiğine göre gelecek haftadan itibaren gezi sezonunu açacağım da.. Ama ondan önce eskilerden bahsedeyim dedim yine. Geçen Mayıs ayında yaptığımız 4 günlük Assos-Ayvalık turundan bahsedeyim dedim. Kültür turları için en güzel zamanların Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim olduğunu düşünüyorum. Tabi Assos-Ayvalık’a yazın denize girmek için de gidebilirsiniz, ama tarihini ve doğasını tadıyla gezmek için bahar aylarını tercih etmenizi öneririm.

Tura dört kişi katıldık. Eşimin nikâh şahitliğini yapan ve Amerika’da yaşayan kankası Serdar&eşi Tracy ve ben&eşim tura katıldık. Seyahat arkadaşlığı farklıdır derler ya, gerçekten de doğruymuş… Son derece keyifli bir gezi oldu. Eşim ve Serdar ezelden beri yakın arkadaşlar ve hızlı gençlik dönemlerinde (!) birlikte birçok tatile gitmişler ama eşlerle birlikte ilk kez tatile çıkılmış oldu. Zaten ondan sonra da her sene tekrarlamaya karar verdik bunu.. Yeme (!), içme(!), gezme-görme (!) ve sefa (!) anlamında uçlarda olan çok uyumlu bir ekip oluşturduk diye düşünüyorum. Bu sene de 10 kişilik bir grupla aynısını Bodrum’da yapmayı planlıyoruz. Onları da dönünce yazarım.

Önce Ayvalık gezisini anlatayım. Aslında tam bir yazlık kasabası olan Sarımsaklı’da kalmak gittiğimiz dönem için biraz fiyasko sayılabilirdi. Ama zaten sadece akşam otele dönüldüğü için pek de sorun olmadı. İlk gün otele döndüğümüzde yemekten sonra bir şeyler içmek için bar aramak üzere sokağa çıktığımızda kendimizi tatil yapmaya gidip de karanlık ruhlar çetesinin yaşadığı bir kasabada bulan gençlik filmlerinin başrol oyuncuları gibi hissettik. İn cin top oynuyordu! Açık olan yerler çok azdı! Hatta birkaç sokak ötedeki bakkaldan şarap ve çerez alıp, yemek öncesinde balkonumuzda içelim kararı verdiğimiz gün pet şişelerde satılan 2,5 YTL’lik şarapları gördüğümüzde “Aman Allah’ım, neredeyiz biz?” falan diye düşündük. Tracy’nin içerken “Ayak kokusunu alabiliyorum,” demesi hala kulaklarımda. Evet, doğru tahmin ettiniz, elimizdeki tek olanağı değerlendirerek onları içtik..:)

İşte otelimiz: (serdar & ben)
















Aslında o dönemde gitmişken Assos’ta kalmayı tercih ederdik. Ama tabi kültür turları gezilecek yerlere yakın bir konaklama yeri seçtikleri için ve oraya gelen insanlar da gün boyu gezdikten sonra genelde yemek yiyip 10-11 gibi bayılıp uyudukları için bizim gibi düşünenler var mıydı bilemiyorum. Neyse, zaten sonra birkaç tane güzel yer de keşfettik akşamları gitmek için.

Ayvalık çok güzeldi.. Daha fazla bilgi için http://www.ayvalik.net/ linkine tıklayabilirsiniz. Cunda Adası’ndaki balık restoranları, Şeytan Sofrası, taş sokakların üzerindeki Rum evleri, sahildeki çay bahçeleri, zeytinyağı fabrikalarıyla çok güzeldi.

Şeytan Sofrası’ndan bir görüntü:
















Ama Assos’a daha da bayıldım diyebilirim. Behramkale Köyü’ndeki Akropol, Aristo’nun felsefe okulu, Surlar, Tapınaklar, banyo odaları ve nekropolden oluşan antik kent muhteşemdi. Sahildeki balıkçılar ve butik oteller harikaydı. Denizi ve plajları çok güzel görünüyordu, ama deniz mevsiminde gitmediğimiz için sadece iç geçirerek bakmakla yetindik. Assos’ta bir güne yakın kaldık ama tadı damağımızda kaldı ve doyamadık diyebilirim. Tarihi hakkında bilgi almak için http://www.assos.org/ sitesine bakabilirsiniz.

Behramkale Köyü'nde tepeden bakış: (serdar ve eşim)

















Oradan Truva’ya gittik. Truva Antik Kenti ve tarihi de başlı başına bir gezi konusu olabilir.. Ama açıkçası şu meşhur Truva Atı beni hayal kırıklığına uğrattı. Gezide Tracy’nin en şevkle beklediği bölümdü ve belki de bu yüzden bu durum yaklaşık yirmi tane falan hediyelik Truva Atı almasına ve atın içinde ve önünde keyifle sırıtarak bir dolu fotoğraf çektirmesine engel olmadı..:) Ama şahsen ben daha oturaklı bir at bekliyordum! Bir de orayı gezmemiz için biraz az zaman verildi. Oysa en detaylı gezilmesi gereken antik kentlerden biriydi diye düşünüyorum.

Truva Atı ve Tracy'nin büyük buluşması..:) :



Assos-Ayvalık gezisi yapmak isteyenlere tavsiyelerim: İlkbahar veya sonbaharda gidin, Assos’ta kalın, Behramkale, Şeytan Sofrası, Cunda Adası ve Truva’da yeterince vakit geçirdiğinize emin olun, zeytinyağı ve çizik zeytin alın. Ve tabi ki seyahate doğru insanlarla çıkın ki o güzellikleri görebilin!! :)

Babalar İsyanda!

Bugün Babalar Günü! Bana sorarsanız yıl içindeki en özel ve önemli gün doğum günüdür. Onun dışında Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, yılbaşı, vs olsa da olur olmasa da olur. Hediye almaktan veya arayıp hal hatır sormaktan veya o gün özel bir şey yapmaktan hoşlanmadığım için değil.. Aksine bunları yapmaktan çok da keyif alırım ama neden milyonlarca insanla aynı gün bunu yapmak zorunda olayım ki diye de düşünürüm. Ama belki de bu daha da iyidir, en azından bir vesile oluyordur kutlamak ve hediye almak için, belki de bize kalsa hep erteleriz bazı şeyleri daha uygun başka zamanlarda yapmak üzere… Mesela kendimize ait bir sevgililer günümüz olması fikrini ortaya atmıştım sevgili kocama ve bir hafta sonra hangi günü kararlaştırdığımızı bile unutmuştuk!!! O yüzden belki de 1 ay öncesinden dergilerde ve gazetelerde gözümüze sokulmaya başlanan özel günleri kutlamak daha da iyi olabilir diye düşünmüyor değilim.

Her neyse, bugün öğlen kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra en uykucu çocukları olarak babalarımızın Babalar Günü’nü kutlayalım dedik. Evlendikten sonra iki babanız oluyor biliyorsunuz, yani çoğul ekini biz çoğul olduğumuz için değil babalar çoğul olduğu için kullandım... (Hakkı Devrim’in fahri torunu mu ilan etsem kendimi? :) ) Önce kayınpederim olan babamla yaptığım telefon konuşmasından başlıyorum:

— Baba merhaba, nasılsınız, ne yapıyorsunuz? (genel giriş konuşmaları)
— İyidir İmge’cim. Arabayı yıkatıyorum şimdi…(genel yapılan işler konuşmaları)
— Kolay gelsin. Babalar Günü’nüzü kutlayalım diye aramıştık biz de… Keyifler iyidir umarım. Görüşeceğiz yakında zaten, bıdı bıdı bıdı..
— Sağol canım, iyiyiz çok şükür, bir yaramazlık yok, ama az önce Macro Market’teki kızlarla kavga ettim..
— !!!!! (ben kayınpederimi 8 senedir falan tanıyorum ve sadece tek bir kez sesini yükselttiğine şahit oldum, o da eski ev sahibimizdi.. O kadınla da sesini yükseltmeden konuşabilen tek bir insanoğluna rastlamamıştım zaten) Hayırdır inşallah? Ne oldu?
— “Anneler Günü’nde bütün kadınlara çiçekler dağıtıyordunuz, bugün de Babalar Günü, nerede bizim çiçeklerimiz?” diye çıkıştım… Haksız mıyım ama?
— Haklısınız valla baba.. İyi yapmışsınız.. ( :) )

Arkadan kendi babamla yaptığım telefon konuşmasının özetini aktarıyorum:

- Baba ne haber? Ne yapıyorsunuz? (giriş konuşmaları)
- Yayladayız canım, kiraz ağaçları şöyle güzel açmış, hava böyle güzel, vs vs.. (Adana’da yaşayan insanlar sıcaklarda yayla evine kaçmanın ne olduğunu bilirler.. Diğerleri için yaylada olma nedenini açıklama yapmam uzun sürebilir..:))
- Aa öyle mi? Tadını çıkarın valla.. Ne güzel! Babalar Günü’n kutlu olsun şekerim.
- Teşekkürler.
- Bu Cuma geliyorum zaten.. Orada da kutlarız tekrar, hediyeni de o zaman veririz.
- Tamam tabi, bekliyorum.
- !!!!! (“Allah Allah, genelde ne hediyesi canım, sen gel yeter” falan derdi babam.) “Annelere hediye var da bizim başımız kel mi?” diyorsun yani..
- Başımız kel olabilir ama hediye bizim de hakkımız tabi canııım..Hahaha..

Babaları ihmal ettik yıllardır galiba… Aslında Anneler Günü’nün daha ihtişamlı kutlandığın farkındayım, ama bunun nedeninin pazarlama açısından kadınların ve çocukların daha fethedilmesi gereken kitleler olmasından kaynaklandığını düşünmüşümdür hep. Duygularını daha zor dışa vuran babalarımızın “Biz de ilgi istiyoruz, biz de hediye ve özel günler istiyoruz, biz de buradayız” pankartları alıp da sokaklara dökülmelerine veya apartman girişimizde oturma eylemi yapmalarına ramak kalmış olabilir. Bizim babalarımız bu sene Babalar Günü’nde isyan etmek üzere olduklarının sinyallerini verdiler. Ya sizinkiler?

Hostel & Mr. Brooks

İkinci kez bir filmde öldürme konusu ile ilgili aynı ruh halinin işlendiğini görüyorum ve ne yalan söyleyeyim bu durum beni biraz ürkütüyor. Birbiriyle hiç alakası olmayan Hostel ve Mr. Brooks filmlerindeki öldürme güdüsünün altında yatan nedenlerin aynı olmasından bahsediyorum. Her iki filmde de zengin ve normal (!) sayılan yaşamlar süren insanların zevk için öldürmeleri teması işleniyor.

Hostel’i izleyeli çok oldu.. Hatta ikincisi çıkmış, bugün DVD’sini gördüm ama hazır yaz gelmişken ve mutlu mesut hayatıma devam ederken ayak parmaklarının kerpetenle kesilmesi gibi sahneleri izlemek istediğimden emin olamadığım için almak istemedim. Hostel’i izleyenleriniz hatırlayacaktır.. Inter-rail için yola çıkmış üç arkadaşın nasıl bir ölüm çetesinin içine düştüğünü, sonuncusunun kendisini nasıl kurtarabildiğini, intikamını, vs.. Çok etkili bir filmdi, son derece sert şiddet sahneleri vardı ama asıl korkutucu olan altında yatan zihniyetti. Çetenin ilan kuponlarında Avrupalı 10,000$, Asyalı 15,000$ ve Amerikalı 25,000$ gibi rakamlar vardı.. Yani mönüden seçer gibi öldüreceğiniz insanın ırkını, yaşını, cinsiyetini seçip, parasını ödeyip, mezbaha gibi bir yerdeki tam teçhizatlı odanızda hayal gücünüze kalmış bir şekilde o kişiyi öldürebiliyordunuz. Yaratıcılık (!) bölümü tamamen size kalmış… “Hayatım boyunca hep doktor olmak istemiştim, dur şu önümdeki öğrenci kıza bir açık kalp ameliyatı uygulayım” diyebilirsiniz. Veya kurbanın kafasını dart tahtasına çivileyip, “hedefi vurabilecek miyim acaba?” diye deneme yapabilirsiniz. Parayı ödedikten sonra gerekli alet edevat ve önünüzde eli kolu bağlı duran kurbanınız ve sizin dışınızda odada kimse yok.

Filmi beğenmiştim ama böyle bir şeyin düşünülmesi bile kanımı dondurmuştu. Kedilerden haz etmememe rağmen, kazara araba çarptığı için can çekişen bir sokak kedisini görünce bir saat boyunca hüngür hüngür ağlamış bir insan olarak, herhangi birinin karşısındaki canlı ve öylesine seçilmiş bir insanı nasıl zevk için öldürebileceğini aklım almamıştı. Profesyonel kiralık katiller “Birini öldüreceksen, asla gözlerinin içine bakma” derlermiş.. (Donald Trump & Robert Kiyosaki’nin birlikte yazdıkları son çevirdiğim kitaptan bir alıntıdır.. yanlış anlaşılmasın hani, profesyonel kiralık katillerden oluşan bir çevrem falan yok..:) ) Gerçekten de insan bir şekilde öldürmeye karar verse bile, karşısındaki aciz, eli kolu bağlı ve korku dolu gözlerle bakan kişiyi görerek bunu nasıl gerçekleştirebilir diye düşünmüştüm.

Mr. Brooks tamamen farklı kategoride bir film.. Orada da Mr. Brooks (Kevin Costner) öldürmekten zevk alan çok zengin ve saygın bir iş adamı rolünde. William Hurt, onun öldürmekten zevk alan ikinci kişiliği gibi bir rolde.. Filmi çok beğendim, Kevin Costner’ı ve Demi Moore’u uzun zamandan beri izlememiştim ve bence performansları çok iyiydi. Ama asıl aklımın takıldığı nokta yine aynı oldu. Öldürmekten zevk alan bir iş adamı ve onun gibi olmak istediği için onun yanında çıraklık yapmak isteyen genç bir şantajcı ve iş adamının aynı öldürme genlerine sahip genç kızı… (Farklı işler, yaş grupları, sosyal seviyeler ama aynı içgüdü!!!)

Araba sürerken öldüreceği çifti seçmek için fuarda stantları gezer gibi kaldırımları gözetleyen Mr. Brooks. Aynı içgüdülere sahip olan kızının yurttaki bir arkadaşını öldürdüğü için okuldan ayrılıp eve geldiğini öğrenen, ama kızının cinayet yerinde kanıtlar bıraktığını (yani salakça bir cinayet işlediğini) ve bu yüzden peşine polislerin takıldığını anladığı için hedef şaşırtmak amaçlı aynı yurttan başka birini öldüren (yani akıllıca cinayet işleyen) Mr. Brooks. Yıllardır parmak izi katili olarak bilinen ve deneyimli polisler tarafından bile hiç yakalanamamış olan ve filmin sonunda da yakalanmadan onlarca cinayet sonrasında saygın iş adamlığını (!!) sürdüren Mr. Brooks.

Korku ve şiddet filmlerini severim.. Testere, Halka, Garez, Barda, vs.. tarzı filmleri izlemişimdir. Çok etkilenmem, film der geçerim, sonunda kötüler kaybederse biraz içim rahatlar falan.. Ama bu film bir korku filmi olmamasına rağmen beni mantıken tedirgin etti. Zevk için öldürme teması ve bunu yapanın sapık bir seri katil olmaması, psikopat ve uyumsuz bir kişiliği olmayan toplum içinden biri olması ve elini kolunu sallayarak bunu yapmasıydı beni tedirgin eden galiba..

Yani hepimizin içinde biraz şiddet duygusu vardır ve bazı yerlerde şiddeti severek destekliyoruz da galiba.. Mesela Irreversible’da metroda kadına tecavüz eden adamın barda dövülerek öldürülmesine “Oh be, hak etti …” demişizdir (gerçi film sondan başladığı için biraz geç dedik onu da).. Ya da Barda filmindeki bar tecavüzcülerinin hapishanedeki mahkûm yönetmenler(!) tarafından şişlendiği ya da değişik cezaların uygulandığı sahnelerde içimiz soğumuştur ve “Oh olsun” demişizdir. Ya da ne bileyim Hostel’de bir parmağını feda ederek kurtulan çocuğun aynı şekilde parmak alarak intikam almasını izlerken “Helal olsun,” demişizdir. O yüzden keşke Mr. Brooks da kızıyla yan yana hapiste yatıp, milyon dolarlarını kaybedip, ıslah olduktan sonra bir manav dükkânı falan açarak hayatına sil baştan başlasaydı demekten alıkoyamıyorum kendimi… Uzun lafın kısası bu normal görünümlü psikopatların aramızda olduğu fikrinden hoşlanmadım.. Hostel ve Mr. Brooks çok farklı tarzda iki film ama benim için ortak bir yönleri var: çünkü bana göre en korkutucu korku filmi teması ancak bu olabilir..

Çekim Yasası

Uzun zamandır bloguma uğrayamayacak kadar yoğundum. Malum Haziran sonunda tescilli bir görümce olacağım, dolayısıyla düğüne kadar elimdeki çeviriyi tamamlamak gibi bir hedef koydum kendime.. Bu arada gittiğim yerler, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler ve yaşadığım terslikler oldu elbette ama bunları sadece yaşayacak vaktim oldu, yazacak vakit bulamadım. :)

Ama bir kitaptan bahsetmek istiyorum.. Son dönemlerde sık sık başıma gelen kazalar, hastalıklar, terslikler, vs gibi durumlardan sonra yeni tanıştığım bir arkadaşımın önerdiği "Çekim Yasası" adlı kitabı okudum ve herkese de tavsiye ediyorum. Yazarı Nil Gün.

Açıkçası pesimistler kraliçesi olan ben, hayata hep gülerek bakın, hiçbir şeyi dert etmeyin, aklınıza kötü şey getirmeyin, korkularınızdan kurtulun, başınıza bir çuval tuğla da düşse her işte bir hayır vardır deyip olumlu bakın gibi tavsiyelerden pek hoşlanmam. Ama bu kitapta yazanlardan etkilendiğimi ve uygulamaya geçtiğimi de söylemek zorundayım.. Meğer tüm bu terslikleri yaşamıma çeken kişi bizzat benmişim!!

Burada bahsedilen çekim yasası, aslında bir enerji yasası.. Nasıl ki yerçekimi kanunu varsa, evrenin de değişmez enerji yasaları bulunuyor.. Aklınızdan geçen her düşüncenin de belli bir enerji yaydığını bilmeniz gerekiyor. Yani gerçekten olumlu düşündükçe evrene olumlu enerji sinyalleri gönderiyorsunuz ve olumlu şeyleri hayatınıza çekiyorsunuz.. Aynı şeyler olumsuzluk ile ilgili de geçerli.. Hastalık, kaza, başınıza gelen aksilikler aslında evrene gönderdiğiniz olumsuz ve korku dolu enerjinin size geri dönmesi oluyor..Kitapla ve Nil Gün ile ilgili daha detaylı bilgileri Internet'ten bulabilirsiniz zaten..

Bir ay önce kitabı okumuş biri olarak bu konuda bilirkişi kesilmek gibi bir niyetim yok elbette, ama uygulanması çok da güç şeyler olmayabilir. En azından denemeye değer görünüyor..Ayrıca aklınızdan farkında olmasanız bile ne kadar çok olumsuz düşünce geçtiğini de görüyorsunuz. Örneğin, piyangodan ikramiye çıkmasının hayalini kurarken gönderdiğiniz o güçlü olumlu enerji "Aman yaa, o kadar insanın arasından bana mı çıkacak?" dediğinizde kesintiye uğruyor. Ya da mesela ileride çok büyük bir iş adamı olacağınızı düşünürken, araya giren "ama beni kim işe alır ki","eğitimim o kadar da iyi değil" ya da "nerde bende o şans?" falan gibi düşünceler evrenin sizin işlerinizi yoluna sokmasını engelliyor.

Ayrıca hayatta en çok istemediğiniz şeyleri düşünerek ve dile getirerek aslında onları hayatınıza çağırıyorsunuz. Sürekli hasta olacağınızı veya başınıza bir şey geleceğini düşünmek ya da bunlardan söz etmek yaşamınıza bunları çekiyor. Veya olumsuz duygular beslediğiniz kişilerle ilgili kötü düşündükçe, onların bir şekilde yaşamınızın içinde olduklarını görüyorsunuz.

Okumanızı kesinlikle tavsiye ettiğim bir kitap... İnanıp inanmamak size kalmış, ben inanmayı seçtim ve uygulamaya da başladım. Tabi ki korkulardan, olumsuz düşüncelerden bir anda kurtulamıyorsunuz. Ama yavaş yavaş başarılı olmayı umuyorum. Bu da bir tür ruhun terbiyesi ve eğitimi gibi geliyor bana.. İmgeleme yapmanın önemini de anlıyorsunuz bu arada..:)

Şimdi sırada Rhona Byrne'nin Secret (Sır) kitabı var.. Bu haftasonu Ayşe Arman'la röportajı vardı Hürriyet Pazar'da. Aynı tarz bir kitap olduğunu düşünüyorum.. Zamanım olursa onunla ilgili düşüncelerimi de paylaşırım..