Can Tarlası

İstanbul Halk Tiyatrosu’nun “Can Tarlası” adlı oyununa gitmenizi tavsiye ediyorum. Oyun, günümüzde son derece yaygın olan şiddet olaylarını çok çarpıcı kısa hikâyelerle ele alıyor. Artık duyduğumuzda yadırgamaz hale geldiğimiz namus adına işlenen cinayetleri, üçüncü sayfa haberlerini, kapkaç saldırılarını, aydınların fikirleri yüzünden öldürülmelerini, vs gibi şiddet ve cinnet olaylarını anlatan skeçlerde işlenen konu ne kadar ağır ve ciddi olsa da bir yandan sizi güldürmeyi de ihmal etmiyorlar.


Oyunu sahneleyen ekip şöyle:

Yazan/Yöneten: Kemal Kocatürk
Dekor/Kostüm Tasarımı: Türkan Kafadar
Müzik: Ayça Kocatürk
Işık: Sinan Tuzcu
Oynayanlar:
Dolunay Soysert
Levent Üzümcü
Yıldıray Şahinler
Bahtiyar Engin
Ertan Saban
Mehmet Özbek
Fatih Yundakul
Nilgün Atılgan

Oyuncuların performansları harikaydı. Dolunay Soysert’in süs biberi misali ekranlara çıkan, olan bitenlerden bihaber, aptal “sanatçı” bozuntusu rolünden töre cinayetine kurban giden köylü kadın rolüne kadar her rolü son derece büyük bir başarıyla canlandırdığını gördük. Levent Üzümcü’yü hep beyefendi rollere yakıştırırdım, ama onun da tam bir maganda olabileceğini görmüş olduk. :) Sadece şu faizi asla kabul etmeyen dinci (dindar değil) tefeci (!) rolüne sanki Bahtiyar Engin daha giderdi gibi geliyor bana. Ayrıca Yıldıray Şahinler ve Bahtiyar Engin’in oynadıkları ikili skeçler de çok etkiliydi. Oyuncuların hepsine verdikleri emekten dolayı teşekkürler.

Biletleri www.biletix.com sitesinden alabilirsiniz. Günde ortalama 2,200 suçun işlendiği ve 10 kişiden ikisinin silah taşıdığı ülkemizde şiddet gerçeğini midenize oturan bir yumruk gibi hissettirecek bu oyunda aynı zamanda elinizde olmadan ağlanacak halimize güleceksiniz.

Burj Al Arab

National Geographic'te Teknoloji Harikaları programını izliyorum. Arap Kulesi anlamına gelen Burj Al Arab'ın 1994'te başlayan ve 6 yıl süren inşaatı anlatılıyor.

Dubai 50 yıl öncesine kadar inci avcılarının, tüccarların ve bedevilerin uğrak yeri olan bir yerleşim birimiyken, petrol kaynaklarının olduğu keşfediliyor. Ama jeologlara göre petrol kaynakları 2016 yılına kadar dayanabilecek. Bu yüzden Dubai'de gelecekte yaşanabilecek bir ekonomik çöküşün farkına varan Şeyh Muhammed Bin Raşid El- Maktum alternatif yollar bulunması gerektiğini düşünüyor. Dubai'nin temel varlıkları olan deniz, kum ve güneşten maksimum faydalanılmasını ve Dubai'yi üst düzey gelir grubunun oyuncağı olabilecek lüks otellerle donatmayı planlıyor. Böylelikle lüks turizm denilince akla Dubai gelecek. Bunun ilk adımı olarak Burj Al Arab'ı hayal ediyor. Eiffel Kulesi'nden yüksek olacak (321 m) bu binanın açılışının milenyumda yapılmasını istiyor.















Projeyi konseptlerinden etkilendiği genç bir ekibe veriyor. Ekibin baş mimarı Tom Wright. Yaş ortalaması 32 ve daha önce 15 m'den yüksek bir bina tasarlamamışlar! Ve 1994'te 6 yıl sürecek maraton başlıyor!!

Tom Wright, bir binanın simge olabilmesi için akılda kalabilecek ve üç beş basit çizgi ile şekli çizilebilecek bir yapı olması gerektiğini düşünüyor. (Örn: Mısır'daki Piramitler, Sydney Opera Binası ya da Eiffel gibi). Burj Al Arab'ın şeklini düşünürken de Dubai sularında süzülen ve rüzgardan kabarmış bir yelkenden esinleniyor. Bir yelkene benzemesini isteyince de doğal olarak binayı denizin üzerine yapma fikri ortaya çıkıyor. Ekipteki mimarlardan bazıları buna karşı çıksalar da Şeyh'in de onayıyla binanın denize inşa edilmesine karar veriliyor.

Böylelikle ilk olarak yapay bir ada oluşturulması gerekiyor. Bu ada için 10,000 ton kaya yüklü mavnalar getirtiliyor. Ama genç ve deneyimsiz mimarlar hava koşullarını dikkate almıyorlar. Saatte 150 km'ye kadar çıkabilen Basra Körfezi rüzgarları ve 3-4 metrelik dalgalar bu 10,000 tonluk mavnaları bile savurduğunda böyle bir fırtınanın otele verebileceği zararı da düşünmeye başlıyorlar. İlk başta düşündükleri gibi Dubai'de bol olan kayalardan bir ada oluşturmak yerine kaya yamaçlar yapıp, üzerlerine içinden su geçebilecek şekilde dört yanı delikli ve zar biçiminde bloklar koyuyorlar. İlk kez kullanılan bu teknik dalgaların zarar vermeden deliklerden geçip gitmelerini sağlıyor.

Temel olarak kullanılacak zemindeki kumun alttan gelen deniz sularıyla aşınmasını önlemek için temelin altına çimento perdeleme yapıyorlar. Böylelikle suların sızması önlemiş oluyor. Kasım 1995'te kumlar boşaltılmış ve ada tamamlanmış oluyor. Artık temel atılacak. Ancak kum bir zemin hem fay hattına çok yakın olan hem de şiddetli rüzgarların etkili olduğu bu bölge için dayanıklı olabilecek mi? Ayrıca kum zemin olduğu için yapının yavaş yavaş kuma batması da söz konusu olabilir. Bundan dolayı zeminim altını beton ve çelik rulo karışımı gibi görünen şeritlerle destekliyorlar.

Rüzgara karşı da dev çapraz kirişler yapılıyor ve bunlar bir beton çekirdeğe bağlanarak dışarıya bir iskelet inşa edilmiş oluyor. Ama dışarıdan görünecek bu iskeletin sadece koruma amaçlı olmaması gerek. Aynı zamanda estetik de görünmeli. Her bir kiriş 165 ton ağırlığında (20 tane çift katlı otobüsten daha ağır) ve 85 m'den daha uzun. Bu dev kirişleri yaptıracak bir fabrika buluyorlar. Şimdi bunların bir de şantiye alanına taşınması gerekecek! 80 tekerlekli dev bir nakliye aracıyla saatte 6 km gibi bir hızla kirişleri şantiyeye taşıyorlar. Şimdi ise başka bir sorun var. 165 tonluk bu dev destek kirişlerinin 200 m yükseğe kaldırılması gerekiyor!! Bu kez Singapur'dan özel bir donanım getiriyorlar. 225 ton ağırlık taşıyabilen dev vinçlerden oluşan bir donanım sayesinde kirişler yerleştirilecek. Ama bir sorun daha var!!! Kirişlerin ana maddesi olan çelik ısı değişimlerine karşı çok hassas olduğundan ve Dubai'deki çöl ikliminden dolayı gün içinde ısı 14 derece kadar fark ettiğinden dolayı kirişlerin boyları gün içinde 5 cm'ye kadar değişebiliyor. Oysa yerleştirme ayarlarının çok hassas olması gerekiyor. Uykusuz geceler geçiren mühendisler bunun için de bir ek parça tasarlayıp kirişleri onlara geçiriyorlar.



Ondan sonra binanın 1'e 50 ölçekli bir modelinde rüzgar tüneli testleri yapıyorlar. Dış iskeletin tamamının rüzgar tehdidi altında olduğu fark ediliyor. Bu yüzden iskelete "sönümleme" adı verilen parçalar ekleniyor. Böylece fırtına olduğunda iskelet sallanıyor, ama binaya bir şey olmuyor.

Şeyh El-Maktum'un istekleri bitmiyor. Otelin en üst katlarından dışarıya çıkan bir kanat gibi görünen ve insanların sanki havada süzülerek yemek yiyorlarmış gibi bir hisse kapılamalarını sağlayacak bir restoran yapılmasını istiyor. Binanın tepesine ilave edilecek restoranın büyüklüğü tek başına bir bina kadar. Ağırlık merkezi ve rüzgara dayanıklılık testlerini yapan mühendislerin şaşırması durumunda insanların yemek yerken 200 m yükseklikten yere çakılmaları mümkün!!

Binanın tepesindeki başka bir çıkıntı ise 330 ton ağırlığındaki helikopter pisti. Burası aynı zamanda tenis kortu olarak da kullanılıyor. Kortlara Andrea Agassi'nin maç yapmadığı zamanlarda zengin müşterilerin helikopterleri iniyor anlayacağınız!












1998 yılı geldiğinde inşaatın 4 yılı bitmiş durumda. Milenyuma iki yıl kala projenin yetişmesi için inşaat devam ederken iç dekorasyona da başlanıyor. Ancak hava koşulları çok elverişsiz (sıcak, nemli, vs) olduğu için ahşap, ipek, vs gibi hassas malzemeler kullanılamıyor. İnşaat alanını soğutmak da kontrol edilemez bir yoğunlaşmanın yaşanmasına neden olabileceğinden ve dekorasyona zarar verebileceğinden dolayı dereceyi çok azar azar düşürerek aylar sonra istenilen sabit serinliği elde ediyorlar.

2002 suit dairesi, 202 kral suiti ve 180 metrelik avlusuyla denizin ortasında yükselen bu dev yelkenin odalarının dekorasyonuna başlanıyor. El-Maktum her suitte her türlü elektronik aletin bulunmasını istiyor. Perdeler, yatakları döndüren mekanizmalar vs gibi şeylerin de elektrik harcadığını düşünürseniz 2002 suitin harcadığı elektrik yaklaşık 6000 kişilik bir kasabanın elektrik ihtiyacına eşdeğer oluyor! Varsın olsun canım, ona da elektrik mühendisleri bir sistem geliştirecekler zaten. Maktum'un derdi mi sanki? :)

İtalya'dan ve Brezilya'dan 24,000 metrekare (yaklaşık 8 futbol sahası) mermer getirtiliyor. Ayrıca 8,000 metrekare de altın levhalar geliyor. İç dekorasyon için Şeyh'in hedefi, tüm dünyaya modern bir Arap Sarayının nasıl olduğunu göstermek. Otelin bitimine altı ay kala iç dekorasyonu görmeye gelen Şeyh elbette (!) minimalist ve tamamen beyaz olarak tasarlanmış avluyu beğenmiyor. Bu yüzden iç mimar altı ay boyunca gece gündüz çalışarak oraya farklı bir ışıklandırma ve fıskiye oyunlarıyla renk katıyor.













Buradaki gösteriş eksiği de tamamlandıktan sonra otel 1999 Aralık ayında ilk zengin müşterilerini ağırlıyor. Yani otel milenyuma bir ay kala açılıyor ve Şeyh El-Maktum da milenyuma otelinin gökyüzünü delen muhteşem restoranında giriyor!! Projede çalışan mimarların ve mühendislerin ise o kadar stres ve yorgunluk sonrasında hem yılbaşında hem de yıl boyunca yatıp uyuduklarını sanıyorum!! :)

Aşkın Yaşı Yoktur... Yeter ki Aşıklar Rahat Bırakılsınlar!

Teşvikiye'deki Hadi Çaman Tiyatrosu'ndayız. Saat 15:30'da oyun başlıyor. Yani bu sezon sahneye koydukları yeni oyunlarını izleyeceğiz - Aşkın Yaşı Yoktur!

Oyun başlamadan önce seyircilerin yaş ortalamasının oldukça yüksek olması dikkatimizi çekti. Oyunu izledikten sonra ise iyi ki de öyleymiş diye düşündük. Aslında oyun her yaşa hitap ediyor, ama orta yaş ve üstünü yaşayan insanların kendilerinden çok şey bulabilecekleri ve hayata bağlanmalarına neden olabilecek güzel duyguları bir kez daha anımsamaları açısından bu oyunun onlar için çok daha önemli olabileceğini düşünüyorum.

Efes Pilsen'in katkılarıyla sahnelenen oyunun başrollerinde Hadi Çaman ve Suna Keskin (bilmeyenleriniz için Avrupa Yakası'ndaki Cem'in annesi) var. Bu keyifli, iki perdelik komediyi izlerken beş oyuncunun hepsini de çok beğendiğimizi söylemek isterim. Ama Suna Keskin'i ve Hadi Çaman'ı biraz daha kayıracağım galiba. Hele selamlama faslından sonra Hadi Çaman'ın söz isteyip bizlerden "bel fıtığı rahatsızlığından dolayı özür dilemesi ve korseyle oyuna çıktığını söylemesi" onun sadece bize rahatsızlığını hiç yansıtmayan oyunculuğunu değil, fedakarlığını da takdir etmemize neden oldu.

Hepimiz yaşlanacağız. Yıllar hiçbirimizi gençleştirmiyor, maalesef. İnsanın o dönemlerde sürekli kendisini dinlemek yerine hayatına anlam katacağı ve hayata bağlanmasını sağlayacak bir şeyler bulmanın önemine değindiler. Kariyer hırsı, iş, güç, anlamsız koşuşturmacalar peşinde hayatı ıskalayan gençleri bize gösterdiler. Komik görünmek, dile düşmek (!), gençler tarafından eleştirilmek pahasına aşık olmanın gücünü hatırlattılar. Kısacası aşkın yaşının olmadığını ve gerçek sevginin en iyi "ilaç" olduğunu anlamamızı sağladılar.

Emeklerini ve performanslarını takdir ediyor ve hepsine teşekkürlerimi sunuyorum.

30 Ekim - Pink Martini Konseri

94’ten beri müzik dünyasında olabilirler, ama benim için kocamın iPod’da bayılarak dinlediği gruplardan biriydi. Yani son 1,5 senedir falan dinlediğim bir gruptu. Piyanoyu kim çalar, kaç kişiden oluşmuşlar, hatta solistinin adı nedir bilmeden ara sıra dinlemeye başladım onları. Tamam, dinlerken keyif alıyordum, ama ben genelde iPod’u spor yaparken dinliyorum, Pink Martini de spor yaparken dinlemek için pek uygun değil gibiydi sanki… O yüzden içmeyi seven bir çift olmamıza rağmen nadiren yaptığımız şarap gecelerinde (içmeyi sevsek de pek şarapsever bir çift değiliz) dinlemek dışında aklıma Pink Martini dinlemek pek gelmiyordu. Neyse, bunu şimdiye kadarki eksikliğim olarak görüyorum artık…

Kocacığımın doğumgününde Türkiye’de konser vereceklerini görür görmez onun 32. yaş günü hediyesinin bir parçası olarak bu konser biletini de almalıyım diye düşündüm. Ve aldım da… Yaklaşık üç hafta öncesinden 30 Ekim günü TİM’de verecekleri konserin biletleri elimdeydi. Doğumgününden önceki haftasonu kayınvalidem de İstanbul’daydı ve Pazar günü kayınvalidemin adeta aşık olduğu Ortaköy’de gezerken Pink Martini konserinin afişlerini gören kocamın içi giderek bana dönüp, “Aaa, bu Salı Pink Martini geliyormuş” dediğini duyduğumda içimden tribünlere dönerek yumruk sallamak gelse de “Öyle mi? Ben de Bienal afişlerine bakıyorsun sanmıştım” diyerek stantlardaki küpelere bakmak için döndüm.

Ve 30 Ekim geldi… Canım kocamın 32. yaş günü de gelmiş oldu böylece. Hediye paketini açtığında tam da tahmin ettiğim gibi hediyenin kendisinden çok Pink Martini konser biletlerine tezahüratlar yapmaya başlamıştı. Ve konser akşamı… Ben saat 19’da Beşiktaş’tan yola çıktım, saat akşam 20.05’te Levent’te olabildim ve oradan da arabamıza atlayarak konsere 10 dakika kala, yani saat 20.50’de TİM’e vardık. Anormal bir trafik vardı o gece. Zaten trafikten dolayı konser yaklaşık yarım saat geç başladı.














Hayatımda gittiğim en keyifli konserlerden biriydi diyebilirdim. Yani daha önce bir kez (umarım son olur!) başıma geldiği gibi İhsan’a “Sen eğlenmene bak, ben iyiyim,” demek zorunda kalmadığım gibi yaklaşık 2 saatlik konseri ağzım açık dinledim. Bir kere her şeyden önce müzik performanslarının dışında son derece sıcakkanlı ve farklı kültürlere saygılı insanlardı. 12 kişilik grubun hepsi ellerinde Türk bayraklarıyla sahneye çıkarak Cumhuriyet Bayramımızı kutladılar. Sahneden salona inanılmaz bir enerji yayıyorlardı. China Forbes’un sesi ve Thomas M. Lauderdale’in piyanonun tuşlarına dokunuşu kulağıma iPod’da dinlediğimden daha mı farklı geliyordu ne? Sanki çok daha mükemmel gibiydi! İnanılmaz bir canlı performans dinledik! Latin, Jazz, Japonca, Yunanca, Fransızca ve daha pek çok dile ve kültüre ait eski şarkıları yorumlayan bu Amerikalı grupla henüz tanışmamış olanların çok şey kaybettiğini düşünüyorum. O dili bilmeseniz bile sizi öylesine alıp götürüyorlar ki… Örneğin, sevgilisin çaldığı gitar olmayı hayal eden birini anlatan Japonca bir şarkı size ne ifade edebilir diye düşünmeyin… O şarkı tüylerinizi diken diken edebilir! Ya da “je ne veux pas travailler” şarkısını söylerlerken, “çalışmak istemiyorum” demek istediklerini anlamanız gerekmiyor havai bir ruh haline geçmeniz için. Ya da “Donde Estas, Yolanda?” şarkısında kıpırdanmaya başlamanız için sözlerin ne anlama geldiğini bilmeniz gerekmiyor. “Amado Mio” ve favorilerimden biri olan “Let’s Never Stop Fallin’ in Love” da tamamen ayrı bir hikayeydi… Tam bir müzik ziyafeti çekmiş olduk kendimize. Neyse, bence Türkiye’ye bir dahaki gelişlerini kaçırmayın derim ya da en azından albümlerini dinleyip kendi kararınızı verin. China Forbes’un sesini duyduğum anda içimden “İşte bu ilk gençlik yıllarımda Sezen Cumhur Önal’dan duyduğum ‘kadife ses’ olmalı diye” düşündüğümü de belirtmek isterim.

Ya bir şey daha söyleyeceğim, ama ayıp olur mu acaba? :) Tam bir sade şıklık örneği olan China Forbes’un kolundaki o pırıl pırıl bileklik var ya? İşte o, tüm konser boyunca oturduğum yerden adeta gözümü aldı! Buradan China’ya sesleniyorum: Bizleri bilekliği konusunda aydınlatabilir mi? Ben bayıldım ona… :)