Annie

Şubat ayının sonlarında 30 yaşıma gireceğim. Bununla ilgili gözlerimde yaşlarla ayrı bir yazı yazarım, çünkü bu yazının konusu tamamen farklıdır. Ama benim yaşlarımda olanların izlemiş olabileceklerini düşündüğüm bir çocuk filminden bahsetmek istedim. Çocukluğumda kardeşim Ongun'la birlikte herhalde yüzlerce kez izlemişizdir bu filmi. Annie'den bahsediyorum. Hani şu yetimhanede yetişen, kıvırcık ve kızıl saçlı küçük kız çocuğunun başrolde olduğu müzikal film.


Bu filmi yıllar sonra amazon.com'dan bulup (daha doğrusu kocam bulmuş benim için) izledik. Üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen bütün karakterler, sahneler ve şarkıların bile hala aklımda olduğunu görünce içim bir tuhaf oldu. 3 saatlik bir çocuk müzikalini gözlerim dolarak ve burnum sızlayarak izlemiş olmam bir yaşlanma belirtisi mi acaba? Ama benim için tam bir nostalji olan bu filmin birkaç sahnesini Ongun'a gösterdiğimde onun da gözlerinin dolmak üzere olduğunu, ama karizmayı çizdirmemek için "Ben bunu Didem'in olmadığı bir zaman tek başıma izleyeyim yahu," dediğini görünce normal olduğumu fark ederek rahatladım.

Bizim yaş grubunda çocukları olanların sayısı giderek artıyor. Bence çocuğunuza (5-6 yaştan itibaren) izletebileceğiniz ve İngilizce altyazısıyla çocuğunuzun yabancı diline de (çocuklar artık anaokulundan başlıyorlar İngilizce öğrenmeye, değil mi?) katkıda bulunabilecek bir film. Hatta size uzman görüşü de vereyim: Dido (Ongun'un eşi) öğrencilerinin üzerinde denedi ve hepsinden çok olumlu tepkiler aldığını söyledi.

Size filmin en meşhur şarkısıyla veda edeyim. Hala hatırlamayanlarınıza bu şarkı bir yerlerden tanıdık gelebilir. Karşınızda Tomorrow! :)) (YouTube'un açık kaldığı günlerden birinde izleyebilirsiniz!! Şarkı tam bitmemiş ama bir fikir verebilecek kadar uzun.)

The Sun will come out tomorrow,
So you gotta hang on till tomorrow
Come what may

Tomorrow, tomorrow, I love ya, tomorrow
You're only a day away!

Haftasonuna Damgasını Vuran İki İsim!

Haftasonu Kabadayı filmini izledik. Güzel bir filmdi, ama beğendiğim Türk filmleri sıralamamı değiştirmeme neden olacak kadar da bayıldığım bir film olmadı. Açıkçası senaryo bana biraz abartılı ve gerçeklikten uzak geldi. Ama “film icabı” mantığıyla bakarak izleyince ve oyunculuklara odaklanınca gayet keyifli zaman geçirebilirsiniz.



Şener Şen her zamanki gibi çok başarılıydı. Ama çok da aynıydı bana göre. Bu görmüş geçirmiş ama artık belaya bulaşmaya, silaha, kavgaya tövbe etmiş eski kabadayı, eski eşkıya, rollerini çok iyi oynadığını kesinkes anlamış bulunuyoruz, ama ben Şener Şen gibi büyük bir oyuncuyu bir sonraki filminde çok farklı –belki de biraz risk alarak üstleneceği- bir rolde görmek istediğimi fark ettim.





Devran rolündeki Kenan İmirzalioğlu’na bayıldım. Birinci itiraf: Daha önce Kenan İmirzalioğlu’nun hiçbir filmini ve dizisini izlememiştim. İkinci itiraf: Çok önyargılıydım. Kenan İmirzalioğlu’nun oyunculukla ne alakası olabilir ki diye düşünüyordum. Eskiden modellik yapmış, yakışıklılığı –ki bana yakışıklı da gelmiyordu- sayesinde dizilerden birinde şu klasik “delikanlı esas çocuk” rollerini kapmış, popülerliği kısa sürecek bir tipti benim için. Ama artık böyle önyargılı düşündüğüm için utandığımı da itiraf ediyorum. Çünkü Kabadayı filmini sevmemin en büyük nedeni Kenan İmirzalioğlu oldu. O psikopat mafya elemanı Devran karakterini oynamamış, adeta yaşamış sanki… O kadar bayıldık ki ertesi gün kaçırdığımız ama uzun zamandır izlemeyi düşündüğümüz Son Osmanlı Yandım Ali’nin DVD’sini alıp, yine Kenan dolu keyifli saatler geçirdik. Ben her iki filmde de Kenan İmirzalioğlu’nu izlemekten çok keyif aldım, oyunculuğuna bayıldım, bir de gözüme acayip yakışıklı gelmeye başladı kerata! :) Şaka bir yana, umarım onu hep böyle güzel projelerde görmeye devam ederiz.













Filmde diğer sevdiğim karakter de Rasim Öztekin’in oynadığı Sürmeli oldu. Gay karakterler filmlerde hep sempatik gösterilir ve görür görmez sanki gülünmesi gerekirmiş gibi algılanırlar. Bence Sürmeli şu ana kadar filmlerde gördüğüm en doğal ve abartısız gay karakteriydi.



Bu haftasonu eve kapanmışken iTunes ile de uzun bir süre cebelleşmem gerekti. Bir senedir elimi sürmediğim mp3 dosyaları ve iPod’un organize edilmesi işine giriştim. Bu arada iPod’uma yüklediğim ilk yeni albüm de Tarkan’ın Metamorfoz’u oldu. Henüz tüm albümü çok fazla dinlemedim, bu yüzden ilk yorumlar ne derece doğru olur bilemem, ama Tarkan’ın albümüne kanım kaynadı diyebilirim. (Ama Tarkan’a karşı da olumlu önyargım vardır. Tarkan yaptıysa iyi bir şey yapmıştır diye bakarım genelde) Hani şimdiden Vay Anam Vay, Çat Kapı, Dedikodu, Dilli Düdük falan gibi şarkılarını duyunca tanıyıp, yarısını atarak yarısını da doğru söyleyerek eşlik bile edebilirim gibi geliyor.

Evde müzik, film ve kitap (Jean Christophe Grange’in Şeytan Yemini’ne başladım, henüz çok başlardayım ama diğerleri gibi harika bir gerilim olacağına eminim) dolu bir haftasonu geçirdim. Ama haftasonuna damgasını vuran iki ismi soracak olursanız: birincisi Kenan İmirzalioğlu, ikincisi ise Tarkan derim. Grange ve İso’cum ikinci planda kaldılar bu hafta ne yazık ki..:)

New York Yazı Dizisinin Sonuna Geldik :)

Önceki yazılarımda gezdiğimiz önemli yerleri anlatmaya çalıştım. Bu yüzden bol resimlilerdi. Artık New York gezisi yazılarının kapanışını yapıyorum. Diğer yazılarda belirtmediğim ama kısaca gördüğümüz, bol bol gördüğümüz veya göremediğimiz yerler de vardı.

Örneğin, bir akşamüzeri Chinatown’u gördük. Farklı bir diyara gitmiş gibi olduk. Bir anda tüm tabelaların Çince olduğu, insanların İngilizce konuşmadan ve bilmeden yaşamlarını sürdürdükleri, semt pazarı gibi meyve sebze pazarlarının olduğu, vitrinlerinde bizim sakatatçılarımızda asılı duran etler gibi ördeklerin ve domuz etlerinin asılı durduğu bir bölgeye girdik. Zamanında kaçak olarak Amerika’ya gelip, sonradan buraya yerleşen Çinli, Tayvanlı ve Vietnamlı gruplar bu bölgeyi oluşturmuşlar. Buranın Çin’e bağlı olması muhtemel özerk bir bölge olabileceğini bile düşündük bir an… :) Chinatown’da Çin yemeği yeriz diyorduk, ama ikimiz de cesaret edemediğimiz için şehre dönmeye karar verdik. :)

Bir akşam Soho’daki barlardan birine gidecektik ama zaman bulamadık. Dolayısıyla Soho’yu göremeden döndük. Pazar günü Greenwich Village’e brunch için gidecektik, ama onun yerine tüm günümüzü alışveriş merkezinde ve ertesi gün için bavul toplamakla geçirdik. Pazartesi dönüş uçağı geç olduğu için sabahtan şehre indik ve Greenwich Village’i gördük. Burası hafta sonları kahvaltı için tercih edilen bir yer. Dolayısıyla Pazartesi sabahın köründe maalesef pek bir özelliği yok. NYU (New York Üniversitesi) binasını ve hemen yanındaki Washington Square Park’ı gördük. Meşhuuuurr Lenny’sde kahvaltımızı yaptık. Bir dolu ünlünün ilk tercihiymiş burası, ama diğer kahvaltı yaptığımız yerlerden hiçbir farkı olmayan bir cafeydi bence. Ama alıştık artık bu Amerikalıların “meşhuuur” şeylerine..:)

Son olarak New York’la ilgili gözlemlediğim birkaç noktayı da belirtmek istiyorum. Hani hep yurtdışındayken “Vay be, adamlar medeniler kardeşim, nerede Türkiye’de/İstanbul’da şu….” gibi cümleler kurulur ya. İşte biz o cümleyi neredeyse hiç kurmadık! O açıdan kendimizi evimizde hissettik diyebiliriz. New York, adeta kocaman bir İstanbul gibi. Sokaklarda her tip insan, yerlere atılmış çöpler, kaldırımlarında köpek pislikleri, sokaklarında tuvalet kokusu, trafik ışıklarını pek de dikkate almadan yürüyen yayalar (İstanbul’dan farklı olan yanı, burası cezaların uygulandığı bir ülke olduğu için sürücüler yayaları ezmemeye daha dikkat ediyorlar!), dakiklikten uzak otobüs saatleri ile pek de yadırgamayacağınız bir yer!!

Bu düzensizliğin içinde dikkat çeken farklı noktalar ise her yerde mutlaka engelliler için de alanların ayrılmış olması ve insanların daha saygılı olmaları. Saygılı olmak derken sıra bekleme adapları ya da yanlışlıkla birbirlerine çarptıklarında hemen özür dilemeleri ya da market arabalarını otoparkın ortasına değil yerine götürüp bırakmaları ya da göz göze geldiğinizde gülümseyip selam vermeleri gibi insanca tavırlarını kastediyorum. Bir haftada gözlemleyebildiğim bu kadardı. Gerçi tanıdık tanımadık herkesin birbirine gülüp, selam verip, en azından bir “nasılsınız?” diye sorduğu bu ülkenin insanlarının son derece bireysel yaşamlar sürmeleri de biraz düşündürücü gelmiyor değil! Bu güleryüz sahte mi değil mi, yoksa o da mı bir pazarlama ürünü bilemiyoruz. Ama onların da ciddi ifadelerle ya da gözünü kimseyle göz göze gelmemek için boş boş uzaklara dikerek sokaklarda yürüyen ya da metroya binen bizler gibi tipleri potansiyel katil veya sorunlu asosyaller olarak gördüklerinden eminim. :)

Herkesin kulağında iPod var. Ayrıca yeni çıkmış olmasına rağmen otobüs ve metroda bekleyen birkaç kişinin elinde Sony Reader da gördüm. Mükemmel bir alet - 160 kitap yükleyebiliyor ve ekrandan okuyorsunuz. Gerçi kitabı elinize alıp okumanın tadını verir mi bilemem ama insanlar çoktan bunu da kullanmaya başlamışlar.

Bunlar İmge’nin turist gözlüğünden New York notlarıydı. Bir dahaki sefere umarım keyif gözlüğümden notlar da sunarım. :) Eleştirilerime rağmen ben New York'u garip bir şekilde sevdim. Neyini sevdiğimi tam olarak kendime bile açıklayamıyorum, ama kanım kaynadı işte bir kere. :)

Bu arada bana göre seyahatin kötüsü yoktur! Bir uçak bileti ya da bir tur programı getirin yeter; bir saat içinde hazırım! :)

Finans Piyasalarının Nabzının Attığı Yerdeyiz...

Şehrin Downtown adı verilen aşağı kısmında dolaşmaya devam ediyoruz. Artık kocamın gözlerini parlatan yerdeyiz. Yani Wall Street'e geldik. Burası onun benden daha çok merak ettiği yerlerden biriydi. Wall Street öncesinde boğa heykelini görüyoruz. Elbette boğa "bull market" simgesi olarak orada duruyor. Tracy'nin dediğine göre bol kazanç ve bereket için boğayı okşamamız gerekiyormuş, ama maalesef sonradan öğrendiğimiz için sadece yanında resim çektiriyoruz.:)

















Artık Wall Street'in girişindeyiz. Burası da Manhattan gibi kocaman binalardan oluşuyor, ama daha kötü bir özelliği var. Yollar çok daha dar olduğu için gökyüzünü neredeyse hiç göremiyorsunuz.






















En özellikli yeri bir köşede New York Stock Exchange (NYSE - New York Borsası), diğerinde JP Morgan'ın tarihi binası ve karşısında ise Federal State Hall'ın (hükümet binası diyebiliriz..:) ) bulunduğu köşesi denebilir. NYSE'in olduğu kaldırımdan bile yürüyemiyorsunuz. Bina geniş bir koruma çemberine alınmış. Yılbaşı süslemeleriyle ve önündeki büyük ve süslü çam ağacıyla Wall Street'in en sevimli binasıydı diyebilirim. :)


























Aşağıdaki resimde de Federal State Hall'ı görüyorsunuz. Önünde ise George Washington'ın heykeli bulunuyor:

















Bu sokağın dışındaki binaların da hemen hepsinin ismi tanıdık. Büyük bankalar ve firmalara ait kocaman gökdelenler var her yerde. Bir de aralara serpiştirilmiş condominium'lar (bizim residence'larımız gibi kalınabilecek yerler) ve şık spor merkezleri var. Orada çalışan ve orada yaşayan biri olduğumu düşündüm bir an ve tıpkı bir kabus gibi geldi. Sıkıcı plazalar, sıkıcı takım elbiseler, belki bol para ama daha bol da stres, bir de üstüne üstlük evim dediğin yerin de o plazaların arasındaki bir gökdelen olması!! Allahım bu bir kabus olmalı! Eminim oldukça kaymak tabakanın çalıştığı ve yaşadığı yerlerdir, ama ben almayayım lütfen!

Trump Building: (ve New York caddelerindeki mazgallardan fışkıran o meşhur dumanın en abartılı hali..:) )

















Bu da BONY (Bank of New York): (bankada çalıştığım dönemlerde dolar transferleri için en sık kullandığımız muhabir bankaydı. Her gün ne çok adını duyardım. Merkezini görmek de varmış!! :) )






















Sonra Federal Reserve Bank'e gidiyoruz. Hani şu sık sık "FED faiz indirimi yaptı" haberlerinden tanıdığımız Amerikan Merkez Bankası FED'den bahsediyorum. Orada da "coin room" gezisi yapıyoruz. Burada dünyanın çeşitli medeniyetlerinin değişik dönemlerde kullandıkları paralar veya para yerine geçen tuz, altın, deniz kabuğu, vs gibi 800'den fazla üründen oluşan bir sergi var. Girerken yine her yerimiz aranıyor, kameralarımızı bırakıyoruz ve resmimiz çekilerek yakamıza takılan özel kimliklerle içeri girebiliyoruz. Bu yüzden buraya ait resim yok. Ama paraları görmek istiyorsanız, bu sayfada bulunan listenin ilgili dönemi üzerine tıklayarak ilgili paraları görebilirsiniz.

Son olarak Brooklyn Köprüsü'nü görerek Downtown gezimizi bitiriyoruz.

Dünya Ticaret Merkezi İnşaat Alanı

Buz gibi Perşembe'yi atlattık. Şimdi 4 Ocak Cuma günündeyiz. Hava düne göre çok iyi, ama biz dünkü gibi sıkı giyinerek yola çıkıyoruz, çünkü şehrin Downtown denilen en aşağı ucunun her zaman çok soğuk olduğunu söylüyorlar. Yalan da değil gerçekten. Hava yine buz gibi.

Güneydeki feribot iskelesinden Özgürlük Anıtı'na vapurlar kalkıyor. Daha önce gidenlerden duyduğumuza göre o kadar saat kuyrukta bekleyip gitmeye değmeyeceği için beklemiyoruz. Zaten az zamanımız kaldı. Sahilden görürsünüz zaten dediler ve gördük! (Bunu da bir dahaki sefere erteledim artık, çünkü buradan zoomlayınca bile bu kadarı görünüyor heykelin. Yani gördük sayılmaz!)

















Detaylı Wall Street turumuzdan önce 11/09 saldırıları sonrasında yerle bir olan Dünya Ticaret Merkezi'nin yerini görmeye gidiyoruz. Birilerine "Dünya Ticaret Merkezinin yeri neresi?" diye sorup yol tarifi almak istiyoruz. Adam tuhaf tuhaf yüzümüze bakıyor ve "Neresiydi mi demek istiyorsunuz?" diyor.:) Adam 11 Eylül'den ya da başka bir deyişle dünyadan haberi olmayan iki turistle karşılaştığını sandı herhalde. Aslında "Nasıl yani? Bir şey mi oldu yoksa?" falan demeliydik belki ama oyalanacak zaman yok. :)) Gülerek yolumuza devam ediyoruz...

Binanın olduğu alanın etrafı çevrilmiş ve yeni Dünya Ticaret Merkezi'nin yapım çalışması çoktan başlamış. 2012 yılında tamamlanması planlanıyor. Yanında da ziyaretçiler için 11 Eylül anısına bir alan ayrılmış. Restorasyon planı, inşaat tamamlandıktan sonra kompleksin nasıl görüleceği, ölenlerin isimleri, vs gibi dev panolara yazılmış bilgiler bulunuyor.























Burası da inşaat alanının tam karşısı. Otelin yanındaki şapel de ya St Paul ya da yine St Patrick'ti ama hatırlayamadım. Bu bölgede hepsi birbirine benzeyen türden kilise ve şapellerin isimleri genelde ikisinden biri oluyor. Bu yüzden yüzde 50 tutturma şansınız var.:)

LÖSEV - Lösemili Çocuklar Evi

Dün LÖSEV’in Lösemili Çocuklar Evi’ndeki gönüllü üyeler için düzenlenen tanıtım toplantısındaydım. Lösemili Çocuklar Evi, Levent’teki Köşebaşı restoranın hemen yanında. Açık adres: Çamlık Cad. No:7 3. Levent - İstanbul. Tel: 0-212-268 59 40

Henüz vakfın yeni gönüllülerindenim. Çok başarılı faaliyetlerini birçok yerde duymuştum ve bu sene kurban bayramı bağışları sırasında da Lösev’i Metrocity’deki broşürlerde ve Internet’te görünce yaklaşık 2 ay önce gönüllü üye oldum. Ancak o zamandan beri teşekkür maili dışında bir şey gelmemişti. 11 Ocak Cuma günü gönüllülerle tanışmak istediklerine dair bir mail geldi. Bir sonraki gün olan Cumartesi günü yeni gönüllülerle tanışmayı bekliyorlardı. Dün oraya gittim. LÖSEV’in binlerce lösemili çocuk ve ailelerinin maddi, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarına yardımcı olma amacıyla çalıştığını biliyordum. Bu amaç bile başlı başına yeterliyken oraya gittiğimde bu kuruluşun aynı zamanda bir kadın derneği de sayılabileceğini öğrendim. O çaresiz annelerin hepsinin yüzleri gülüyor, herkes elinden geldiğince bir şeyler üretiyor (meslek edinme kursları sayesinde pastacılıktan, el işlerine kadar pek çok şey yapıyorlar) ve ekonomik gelişime katkıda bulunuyorken bir yandan da kendi dertlerini unutmaya çalışıyorlar ve bu konuda da son derece başarılı görünüyorlardı.

En çok 2–5 yaşları arasında görünen bu hastalığın tedavisi çok zor ve pahalı. 3 yıl kemoterapi uygulanması ve gerektiğinde kemik iliği nakli yapılması gerekiyor. Ancak ideal tedavi şartlarında hastalığın iyileştirilme oranı %90’lara varıyor.

Bu çocuklar LÖSEV’in 2000 yılında Ankara’da açtığı LÖSANTE Lösemili Çocuklar Hastanesi’nde ücretsiz tedavi ediliyorlar. Maddi durumu iyi olmayan ailelerin konaklamaları, çocuğun eğitimine devam etmesi için eğitim bursu ve tedavi masrafları LÖSEV tarafından karşılanıyor.

Ben henüz Lösemili Çocuklar Evi’ndeki gönüllü faaliyetlerime başlamadım. Sadece onlarla tanışmaya gittim. Ama şu andan itibaren başladım sayabilirsiniz. Çünkü tanıtım yapmak da bir faaliyet sayılıyor. Sizler de gönüllü olarak neler yapabileceğinizi düşünüyorsanız yapabileceğiniz birkaç şey bulunuyor.

Örneğin, kan bağışında bulunabilirsiniz. Şu ana kadar onlarca çocuk uygun kan bulunamadığından dolayı ilik nakli yapılamadığı için maalesef hayatını kaybetmiş. Maddi bağışlarınızın yanı sıra gönüllü faaliyetlerde de bulunabilirsiniz. Çocuklara bilgili olduğunuz alanda eğitim vermekten tutun da onları bir müze gezisine götürürken refakatçi olmaya ya da Lösev broşürlerinin postalanması için zarfların hazırlanmasına yardımcı olmaya kadar pek çok şey yapabilirsiniz. Yeter ki bir şeyler yapmayı isteyin!

Lösemiye yakalananların yüzde 90’ı yoksul çocuklar. Yüzde 11’inin ise hiçbir geliri yok. LÖSANTE’de yüzlerce çocuğun ilaçtan tahlile, yoğun bakımdan pijamaya kadar her türlü masrafı karşılanıyor. Ayrıca bu hastalıkta ilaçlar kadar psikolojinin de önemli olduğunun bilincinde olarak hastalara ve ailelerine psikolojik destek de veriliyor.

Dolayısıyla herkesin yapabileceği bir şeyler var. Gelin çocuklarla ve aileleriyle ilgilenin. Ya da açın Internet şubenizi bağış yapın. Ya da kullanmadığınız ama giyilebilecek durumda olan giysilerinizi veya ev eşyalarınızı bağışlayın. Çocuklara oyuncaklar bağışlayın. Ispanak organik gıdalarından alışveriş yapın. Kan bağışlayın. Ne yaparsanız yapın kanserin önlenebilen bir hastalık olduğunu ve löseminin yüzde 90 tedavi oranlarına ulaştığını unutmayın. Bu yüzden ne yaparsanız yapın çok önemli! Siz çok önemlisiniz!

Bundan sonrasında da burada sık sık Lösev'den bahsetmeyi umuyorum. Neler yapabileceğinizi buradan duyurmaya çalışacağım. "Bir deniz yıldızını denize atmanın ne önemi var ki" diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama yaptığınız şey, o deniz yıldızı için o kadar önemli ki...

Hard Rock Cafe - New York

Times Square'de yer alan Hard Rock Cafe iki girişimci ve müziksever arkadaşın sık sık mekanlarına uğrayan Eric Clapton'ın gitarını aralarında geçen bir şakalaşma sonucunda alıp, işlettikleri kafenin duvarına asmalarıyla başlamış. Akıllarında böyle bir fikir yokmuş aslında, ancak bir hafta sonra The Who'nun gitaristi Pete Townshend de üzerinde "Benim gitarım da en az onunki kadar iyidir. Sevgiler, Pete," yazan bir notla kendi Gibson Les Paul marka gitarını gönderince Hard Rock Cafe fikri oluşmaya başlamış. Onu da duvara asan Isaac Tigrett ve Peter Morton adlı bu iki arkadaş şu an 42 ülkede 138'den fazla noktada hizmet veren bu zincirin kurucuları olmuşlar. İşte onları görüyorsunuz:

















Hard Rock Cafe, Paramount Binası'nın altında yer alıyor. Girişinde tişört, anahtarlık, bardak gibi çeşitli Hard Rock ürünlerini alabileceğiniz mağazası bulunuyor. Bina ve giriş:





















Hard Rock Cafe'nin girişindeki kuyruğu görüp ürkmenize gerek yok. Yemek için yarım saat ya da 45 dakika beklemeniz gerektiğini söylüyorlar, ama bara oturmak için beklemenize gerek yok. Ayrıca barda otururken de aynı yemekleri ısmarlayabiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık.

















Şu an dünya üzerindeki tüm Hard Rock Cafelerin duvarlarında ve içinde 70,000'in üzerinde gitar, piyano, davul, mikrofon, ayakkabı, pantolon, el yazısı ile yazılmış şarkı sözleri, vs gibi rock dünyasına ait pek çok şey bulunuyor. Yani bir nevi dünyanın en büyük Rock Müzesi olmuşlar. İşte Hard Rock Cafe New York'tan birkaç resim:

Beatles'ın giysileri

















Jim Morrison'ın pantolonu:






















John Lennon'un Ölümü ile ilgili Daily Mirror Özel Sayısı:






















Bill Clinton'ın Saksafonu:






















Bu da yemek bölümlerinden birinin görüntüsü. Bizim işimiz bitmiş, karnım tok, yüzüm gülüyor, ısınmışım da daha ne isterim? Ama şey, bir şey daha istiyorum aslında! Bir de şu mağazasına uğrasak da Hard Rock bira bardaklarından alsak diyorum. Ne dersin İso? :)

Metropolitan Sanat Müzesi

New York'a gidecek olan herkese bu şahane müzeyi gezmelerini tavsiye ediyorum. Tüm gününüzü alacak, ama buna kesinlikle değecek bir plan olacaktır. Müzede 1870'den bu yana toplanmış 2 milyondan fazla sanat eseri bulunuyor. Modern Sanat, Japon ve Çin sanatları bölümü, savaş aletleri gibi bölümler ilgimi çekmediği için gezmememe rağmen müzenin toplamını bitirmem 4-5 saatimi aldı.

















İkinci kattan girişi görüyorsunuz. Tam karşımızdaki balkonda da kafelerden biri var.



















İki katlı müzenin giriş katında çok geniş bir Eski Mısır bölümü, yine aynı şekilde geniş bir Yunan ve Eski Roma bölümü, Modern Sanat bölümü, Ortaçağ Sanatı bölümü, Afrika ve Okyanusya kültürüne ait bir bölüm, Silahlar ve Savaş Aletleri bölümü ve çok geniş Avrupa Heykel ve Dekoratif Sanatlar bölümü vardı. (Bu kattaki favorilerim Eski Mısır ve Avrupa-Dekoratif Sanatlar (antika mobilyalar, vazolar, çay takımları, konsollar, süs eşyaları,cam eşyalar, vs) Bunlar dışında heykellerin bulunduğu avlular da görülmeye değerlerdi.

Eski Mısır bölümünde MÖ 5000 yılından MS 400'e kadar olan döneme ait 36,000 eser sergileniyor. Mumyalar, lahitler, tapınak kalıntıları, sfenksler, kraliyet mücevherleri, kullanılan gereçler gibi aklınıza gelen her şeyi görebilirsiniz.

Dendur Tapınağı
:





















İkinci katta ise Avrupa'dan ressamların tabloları en geniş alanı kaplıyordu. Yine bir Modern Sanat bölümü de vardı. Ayrıca daha küçük alanlar haline Kore, Çin, Japon, Güneydoğu Asya, Orta Asya, Kıbrıs ve İslam Eserleri için ayrılmış bölümler bulunuyordu. Ayrıca yine daha küçük bir alanda Müzik Enstrümanları için yer ayrılmıştı. (Bu kattaki favorilerim ise elbette tablolar oldu. Açıkçası diğer yerleri çok kısaca gezdim diyebilirim.)

Buradan da ortaya karışık birkaç resim koyayım:


























Bu arada müzenin giriş katının altındaki katta da her zaman çeşitli sergiler oluyormuş. Girerken müzeyi bitirdikten sonra onları da gezeriz diye düşünmüştük. Ama müzeyi bitirmemiz 5 saate yakın zamanımızı alınca geçici sergileri es geçmek zorunda kaldık.

Central Park'ın sonbahardaki güzel halini de görmek için bir kez daha gitmek gerek zaten. İşte ne zaman olacağı belli olmayan o gidişimizde buraya bir kez daha uğramayı düşünüyorum.. :) Hem hızlı geçtiğim yerleri görmek, hem o dönemki sergilerden ilgimi çeken varsa onları gezmek, üst kattaki tabloları bir kez daha görmek ve çıkışta da koşturmacasız bir şekilde müzenin barında bir iki kadeh bir şeyler içmek için burayı tekrar görmeyi isterim.

Central Park'ın En Çirkin Hali

Orada olduğumuz hafta boyunca hava günlük güneşlikti ve sıcaklık İstanbul ile aynı gibiydi. Ama 3 Ocak Perşembe günü havanın çok soğuk olacağına dair uyarılar yapıldı. Biz acemi olduğumuz için bunun ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Ama Tracy bir gün önce bizi önüne otutturarak montlarımızı, eldivenlerimizi ve şapkalarımızı kontrol etti. Tam not alamayanların yerine kendi soğuk hava giysileri deposundan bir şeyler çıkararak bizi tam teçhizatlı bir hale getirdi. Yani bu resimlerde İhsan'ın üzerindeki mont ve şapka Serdar'ın, benim üstümdeki şapka ise Tracy'nin.:) O kadar sıkı giyinmemize rağmen soğuk adeta içimize işliyordu. fotoğraf çekmek için elimizi eldivenden çıkardığımız anda parmaklarımız uyuşmaya başlıyordu. Kulaklarımı şapka sayesinde kurtardım ama burnumun donmasına engel olamadım. :)

İşte bu soğuk New York gününde planımız Central Park'ı görmek ve hemen ardından kendimizi Metropolitan Sanat Müzesi'ne atmaktı. Central Park'ın ilkbaharda, sonbaharda ve yazın çok güzel olduğuna eminim. Ama bizim gördüğümüz hali korkunçtu. Zaten öyle bir günde etrafta da çok fazla insan yoktu. Ağaçlar kupkuru, etraf bomboş, buz pistinde kayanlar dışında hiçbir aktivite yok, toprak ve kuru ağaç rengi olan kahverengi dışında renk yok... Anlayacağınız pek hoş bir Central Park görmedik. Ama yine de yaklaşık 1 saatimiz parkta geçti.


























Bir an sincapların da kovuklarında donmuş olabileceklerini düşündük. Etrafta sincap bile yok derken ağaç aralarında bazı kıpırtılar fark ettik. İşte oradalar!! Yaşasın! Meşhur Amerikalı sincapları da gördüğümüze göre artık kendimizi müzeye atabiliriz! :) (Sonradan illa Central Park'ta sincap görülecek diye bir şey olmadığını, birçok başka parkta da sincapların koşturduğunu bizzat görerek öğrendim.:) )


















Not: O kadar soğuktu ki müzeye girdikten sonraki 3 saat boyunca üzerimdeki montu ve şalı çıkaramadım. Vücut ısım ancak kendine geldi. Son bir buçuk saatte montsuz dolaşarak kendimi dışarı çıkınca yeniden bizi mahvedecek soğuğa karşı hazırlamaya çalıştım.

Operadaki Hayalet

New York'a gitmeden önce Internet'te araştırma yaparken Broadway'de Majestic Theatre'da Phantom of the Opera (Operadaki Hayalet) adlı müzikalin sergilenmekte olduğunu görmüştüm. Hemen Serdar'dan bize bilet almasını rica ettik. Bu kadar son anda bilet bulabileceğimizi hiç düşünmüyorduk, ama başardık!! Daha doğrusu Serdar başardı ve 2 Ocak Çarşamba günü için biletlerimizi aldı.:)

Majestic, Shubert Theatre'ın arkasında kalmış. Afiş görünüyor ama adı görünmüyor.






















Andrew Lloyd Weber'in bestelediği bu ünlü müzikal eser New York'ta Broadway'de ve Londra'da ise West End'de en uzun süre sergilenen müzikallerden biri olma unvanına sahip. Phantom of the Opera‘nın ilk Broadway prodüksiyonu New York Majestic Tiyatrosu'nda 1988 yılında gösterime çıkmış. O günden bu güne Broadway tarihindeki en uzun soluklu müzikal yapımlardan biri olmuş. Diğeri ise Weber‘in Cats müzikaliymiş. (Bir dahaki sefere de Cats'i izleyebilsek tam süper olacak! :) ) Bu müzikali Broadway‘de seyreden yaklaşık 10.5 milyon izleyiciden biri olduğum için çok mutluyum.






















Hikayeyi anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum. Hem oldukça bilindik bir hikaye olduğu için hem de ilgilenenler Google'dan baktığında karşılarına binlerce detaylı sayfa çıkacağı için. :) Bizim izlediğimiz oyunda Operadaki Hayalet'i Howard McGillin ve Christine'i ise Jennifer Hope Wills oynuyordu. Bu süper müzikali ve oyuncuların süper performanslarını Broadway'de izleme şansını yakaladığım için inanılmaz mutluyum. Oyun sırasında elbette fotoğraf çekimi yasaktı. Bu yüzden sadece oyun başlamadan önce ve perde arasında oturduğumuz yerden sahneyi çektik.



Empire State

Dünyaca ünlü 102 katlı bu binanın da tepesine çıkmak için uzun bir kuyruğa girdik yine... Ama burayı da görmeden olmaz. Muhteşem New York manzarasını göreceğiz birazdan!! (Yani arasından nehir geçen gökdelen ormanını..:) ) Ama yukarının gökdelenlerin çevreleyerek gökyüzünün görünmesine izin vermediği sokaklardan daha ferah (ve daha buz gibi!) olduğu kesin. Binanın 86. katına çıkılmasına izin veriliyor. Kuyruk bittikten sonra da havaalanında olduğundan bile daha sıkı bir şekilde aranıyor ve botlarınıza kadar her şeyi X-Ray'e sokuyorsunuz. Haksız da sayılmazlar aslında. Saldırı hedefi olmaya çok müsait bir bina çünkü.

Empire State Binası ile ilgili bazı çarpıcı bilgiler:

* Binanın yapımı 1 yıl 45 günde tamamlanmış. Tatiller dahil haftanın 7 günü çalışılarak her hafta 4,5 kat çıkılmış.

* Günde 4,000 işçi çalışmış ve 7 milyon iş saati harcanmış.

* Binanın yapısında kullnılan bazı malzemelerin miktarları: 60,000 ton çelik, 10 milyon tuğla, 760 km elektrik kablosu, 195 km boru, 1600 km'nin üzerinde telefon kablosu...

* 1,860 basamak, 6500 pencere ve dakikada 427 metre hızla çalışan 73 asansör bulunuyor.

* Binanın ağırlığı 365,000 ton. 1,076 hektarlık bir alanın üzerine kurulu.

* Girişteki Lobi'de kullanılan mermerler Italya, Fransa, Belçika ve Almanya'dan ithal edilmiş.






















* Başlangıçta tahmini maliyetini 50 milyon $ olması bekleniyormuş. Gerçek maliyeti: 41 milyon $ olmuş.

* Son 10 yıldır yapılan yenilemeler için harcanan para ise binanın yapım maliyetinden 59 milyon dolar daha fazla! Yani son 10 yılda binaya 100 milyon dolar harcanmış.

* 7 Şubat 1930 - Yerin yaklaşık 17 metre altına atılan temel tamamlanmış. Bu temel yapıyı destekleyen 210 sütunu sonsuza kadar üzerinde taşıyacak.

* 10 Kasım 1930 - Binanın üzerindeki o eklenti yerleştirilerek o dönemde dünyanın en uzun binası olması sağlanmış.

* Ve 1 Mayıs 1931'de binanın resmi açılışı yapılmış.


























Empire State Binası ile ilgili daha fazla bilgi almak ve sanal tura katılmak için web sitesini ziyaret edebilirsiniz.