Tarihi Oktay Kurabiye Fırını

"Ailecek hastasıyız, efendim! "

Başta iki annem ve kocam olmak üzere ailemizin her üyesinin bayılarak yediği kurabiyeleri yapan, haftasonu ve Ramazan'da lokma da satan, tatlıları da tuzluları da muhteşem lezzetli Beşiktaş'taki Tarihi Oktay Kurabiye Fırını'ndan bahsediyorum.

1934’te Safranbolu’dan İstanbul’a gelen Oktay Ailesi , ilk fırınını Yeniköy’de açmış. Oktay Ailesi, Safranbolu’dan İstanbul’a beraberlerinde getirdikleri kurabiyecilik geleneklerini, 1955 yılında Yeniköy’den Beşiktaş’a taşıyarak sürdürmeye devam etmişler. Biz de 1999'dan beri müdavimleri olduğumuzu söyleyebiliriz. Oktay Kurabiye Fırını hakkında daha detaylı bilgi almak için burayı tıklayabilirsiniz.

Küçücük fırının içine girdiğinizde zaten bir dolu şeyin cazibesine kapılacak ve eliniz dolu çıkacaksınız. Ama bizlerin favorilerini öğrenmek isterseniz, şöyle sıralayayım:

Kocamın ve annemin listesinde bir numara olan (kakaolusu):

















Kayınvalidemin favorileri:



















Vee benim favorilerim:



















Resimler, Oktay Kurabiye Fırını'nın web sitesinin "ürünler" sayfasından alınmıştır.

Yolunuz Beşiktaş'a düşerse, çay saati için buradan bir şeyler almadan evinize dönmeyin derim.

Afiyet olsun!

TROYA - Doymadım Doyamadım Yazmalara Seni Ben..:)

Önceki yazımda bahsettiğim gibi sizlere Anadolu Ateşi’nin sunduğu Troya’nın hikâyesini sahne sırasına göre yazacağım. 8 Nisan’daki ilk gösterime ait olan bu beş dakikalık Youtube görüntüsünde de aynı sırayı göreceksiniz. Mustafa Erdoğan’ın da açılış konuşmasında belirttiği gibi Troya 3,188 yıl sonra Anadolu’da yurttaşları tarafından sergileniyor.” Anadolu Ateşi ekibi için bundan daha büyük bir gurur olabilir mi?

İşte hikâyenin sahnelenme sırası:

Troya çok önemli bir ticaret merkezidir. Kentte barış ve huzur vardır. Kentin en sağlam birliğini oluşturan saray muhafızlarının halka yaptıkları gösteri, biraz sonra gerçekleşecek görkemli buluşmanın habercisidir.

Paris, İda Dağları’nda çobanlar tarafından büyütülmüştür. Doğduğu sarayda ağabeyi Hektor ile tanışır. Troya halkı bu buluşmayı coşkuyla kutlar. Bir kişi hariç: Kassandra!

İda Dağı’ndaki Tanrıların (işte uçan dansçılar!) bir kısmı Akhalıları, diğerleri ise Troyalıları tutarlar ve savaşın kaderiyle oynarlar.

• Kâhin Kasandra Paris’in uğursuzluk getireceğini bilir. Troya halkını uyarmaya çalışır, ama nafile! Kimse Kasandra’ya kulak asmaz!

Paris ve Helen’in aşkı. (Bu arada Helen’in pelerininin ışıltısı adeta göz alıyordu.)

Akhalılar, gemiyle Anadolu kıyılarına, önceden ticaret için geldikleri Troya’ya bu kez savaşmaya gelirler. Aralarında Tanrıların koruduğu Aşil de vardır. O da kendiyle alakası olmayan bu savaşta ün kazanmak için gelmiştir.














• Birinci Perdenin sonunda Likyalılar, Lidyalılar, Karadeniz’in Amazonları, Hattiler, Kafkaslar gibi çeşitli halkların Anadolu çatısı altında omuz omuza vermeleri ve bir araya gelmeleri anlatılıyor. (Bana göre oyunun en güzel sahnelerinden biriydi.)

Hektor’un Aşil’le teke tek karşılaşmak üzere gitmeden önce karısı ve kundaktaki bebeğiyle vedalaştığı sahne. (Bembeyaz ve büyüleyici yakamoz sahnesi)

• Anadolu orduları, kendilerinden çok daha güçlü Akhalıları bozguna uğratır. (Muhteşem savaş sahneleri) Bu sırada Hektor, Aşil’in kuzenini Aşil sandığı için yanlışlıkla öldürür ve kahrolur. Aşil’in kuzeni ölen Patroklus için yas tutulur.















İskeletlerin dansı - Kasandra Troyalıları bir kez daha uyarıyor. “Tanrılar Akhalıların yanında ve herkes ölecek” diye uyarıyor, ama yine kimse dinlemiyor.

Aşil, kuzeninin öldüğünü duyunca intikam almak üzere savaşmaya başlar. Birçok Troyalıyı öldürür ve en son büyük karşılaşma gerçekleşir. Aşil ve Hektor dövüşürler; Hektor ölür.

Troya Kralı Priamos, oğlu Hektor’un cansız bedenini Aşil’in elinden alır.

Troya’da yas vardır. Herkes Hektor için ağıtlar yakar.

Troyalılar Kral Priamos önderliğinde Hektor’un öcünü almak için savaşmaya başlarlar. Troyalıları ancak bir hile ile yenebileceklerini anlayan Akhalılar geri çekilmişlerdir. Arkalarında o kocaman atı bırakarak…

• Kentlerinin sembolü ve kutsal saydıkları atı gören Troyalılar bunu Tanrı’nın kendilerine sunduğu bir armağan sanarak kentlerine getirirler. Kasandra’ya yine kulak verilmez ve eğlenceler düzenlenir.

• Eğlenceler sona erdikten sonra atın içinden çıkan Aşil ve diğerleri kentin kapılarını Akhalılara açar. Savaş başlar. Elbette son bir hesaplaşma daha yapılacaktır: Hektor’un kardeşi Paris, elindeki okuyla Aşil’i beklemektedir.


Oyunun sonunda otoparka giderken dört bir yandan “Helal olsun” yorumları duyacaksınız. (Önceki yazıda benden de duymuştunuz zaten...) “Helal olsun çocuklara!” “Helal olsun Mustafa Erdoğan’a!” “Kostümleri tasarlayanlara helal olsun!” “Müzikler süperdi, helal olsun!” gibi örnekleri çoğaltabiliriz. O kadar ki ben şahsen Mustafa Erdoğan’la evlendiği için “Gülben Ergen’e helal olsun” diyeni bile duydum. Ciddiyim!! :))

Yeterince ilgi uyandırabildim mi? Tamam, o zaman hemen Biletix’e girip bilet bulmaya bakın.

TROYA - Bir Anadolu Efsanesi

Tarihçiler ve arkeologlar ne derlerse desinler, Mustafa Erdoğan diyeceğini demiş: "Troya, yüzde yüz Anadolu kültürünün ürünüdür."

İlyada Destanı'nda da yer alan ve 3000 yıl öncesine dayanan bu efsaneye Anadolu Ateşi Dans Topluluğu yeniden hayat vermiş. Dört yıllık çalışmanın sonucunda ortaya yine kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir gösteri çıkmış.























Gösteriyle ilgili Google araştırmalarım sonucunda bana enteresan gelen bilgileri sizlerle de paylaşayım dedim:

• Dünyada ilk kez sahnede yedi kişi aynı anda uçuyor. (Bundan önceki rekor dörtmüş.)
Mustafa Erdoğan 120 kişilik dans grubunun içinde daha önce Truva Antik Kenti’ni görmemiş olan 35 dansçısıyla birlikte Truva’yı ziyaret etmiş. Kentin enerjisini almak amacıyla buraya gelen ekip, sahne çalışmalarının bir kısmını da Truva’da gerçekleştirmiş.
• Kostümler Antik Truva kazılarında ortaya çıkarılan eserlere birebir uygun hazırlanmış. Hala Truva’da kazı çalışmalarını sürdüren arkeolog Doç Dr. Rüstem Aslan tarih danışmanlığı yapmış ve 2,500 kostümün hazırlanmasında yol göstermiş.
• Gösteri 3,5 milyon euro’ya mal olmuş.
450 çeşit ve 12,000 metre kumaş kullanılmış.
7,200 saat prova yapılmış.
Müzikler 5,400 saatte yapılmış.(Yücel Arzen müzikleri Prag Filarmoni Orkestrası ve Korosu eşliğinde)
• Fesler için 3,000 adet sarı lira kullanılmış.
• Veee şu meşhur kırılan kemik sayısı: provalar sırasında dansçılar 170 kemik feda etmişler.

Gelelim benim yorumlarıma

Öncelikle 2 perdelik ve yaklaşık 2 saatlik gösterinin gerçekten de muhteşem bir çalışmanın, disiplinin ve şevkin ürünü olduğu çok belliydi. Kostümlere bayıldım, muhteşemlerdi. Etrafa kıvılcımların saçıldığı birebir kılıç mücadelelerini havada uçan dansçılara tercih ederim. (Uçan dansçıların olduğu sahne bana çok da ilginç gelmedi, ama rekor kırıldığı için şanımız yürümüş. O yüzden yine de helal olsun!) Yine Anadolu Ateşi’ni izlediğim her seferinde olduğu gibi gözümü kırptığım anda birkaç figür kaçırıyormuşum gibi bir hisse kapılarak, ağzım bir karış açık izledim dansçıları. Gösterinin kurgulanışı da çok güzel olmuş. Ancak ilk yarıda sahneler daha kesin ve net bir biçimde birbirlerinden ayrılırlarken, ikinci yarıda biraz daha iç içe geçmişlerdi.

Eleştirel gözlerime takılan ufacık iki nokta:
1) İlk perdenin 2. sahnesinde Kasandra’nın kostümünün diğer kadın dansçılardan farklı olması gerektiğini düşünüyorum.
2) Dördüncü sahnede iki parça halinde gelen geminin dağılışı da gözüme batar gibi oldu. Sahnenin sağ ve sol yanından içeri girebilirdi, ama geminin iki parçası da soldan içeri girince görsel bir dumur yaşadım diyebilirim.
(Ama izleyenler bunların gerçekten de ufacık noktalar olduğunu ve oyunun güzelliğini ve bütünlüğünü asla etkilemediğini anlayacaklardır.)

Sonuç olarak yine büyüleyici bir oyun ortaya çıkmış. Sanatsal anlamda estetik güzelliğinin yanı sıra Troya Efsanesinin Anadolu kültürüne ait olduğunu vurgulayarak kültürümüze yaptığı olumlu katkılar da projenin takdire değer en önemli başka bir özelliği diye düşünüyorum. Anadolu ile verilen birlik mesajı ve barış teması çok incelikli bir şekilde seyirciye aktarılmış. Mustafa Erdoğan'ın aklına, fikrine, sanatsal bakışına, kültürel değer anlayışına ve disiplinli çalışmasına bir kez daha helal olsun diyorum. Kendisine ve ekibine tüylerimi yine diken diken ettikleri için sevgilerimi gönderiyor ve tebrik ediyorum.













Not: Bir sonraki yazıda Youtube'da yayınlanan 8 Nisan açılış gösterisi ile birlikte tanıtım broşüründe verilen sahne sıralamasına göre hikayenin özetini yazacağım. Göreceğiniz kısa görüntüler de o sahnelere aittir.
(Resimler için de Facebook sağolsun diyorum..:) )

Tehlikeli Saplantı

Pazar günü harika bir oyun izledik, ama yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım. Çünkü oyun Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun sergilediği bir oyun ve Mayıs ayında oynayıp oynamayacağını bilmiyorum. Siz yine de Devlet Tiyatroları'nın web sitesinden takip edip, yakalarsanız gidin derim.

Oyunun adı Tehlikeli Saplantı. Saplantılı olan kişi Burak Altay'ın canlandırdığı John karakteri. Burak Altay'ın son derece başarılı bir performans gösterdiğini belirtmem gerekiyor. Sally rolündeki Fulya Koçak ve kocası Mark karakterini canlandıran Kuvvet Yurdakul'da oynadıkları role çok gitmişlerdi ve çok başarılılardı. Oyun N. J. Crisp tarafından yazılmış ve ilk kez 1987 yılında sahnelenmiş. Psikolojik gerilim türündeki oyun pek çok dile çevrilmiş ve Türkiye'de birçok farklı tiyatro grubu tarafından sahnelenmiş.















Oyunun konusu kısaca şöyle: Dışarıdan bakıldığında mutlu ve varlıklı bir karı-koca olarak görünen Sally ve Mark çiftinin yaşadığı ilişkinin gerçek yüzü, bir gün ansızın kapılarını çalarak onları zorunlu bir hesaplaşma yapmaya zorlayan John sayesinde ortaya çıkar. Evlilik ilişkisi bağlamında gelen olarak ilişkileri ve iletişimsizliği ele alan oyunda yaşanan bu "ağır ve şiddetli" yüzleşme sizi soluksuz bırakıyor. Oyunun (ve dolayısıyla yüzleşmenin) sonuçlanma şekli çok çarpıcı. Hatta aklınızdan hemen "Ben olsaydım..." ya da "Vay be, adama bak, keşke..." ile başlayan cümleler geçmeye başlıyor. Yüzleşmenin bazı yerlerinde de bir rahatlama hissederek "Oh be!.." dediğiniz durumlar da olmuyor değil.

(Herhangi bir sahnede silah görülüyorsa, başka bir sahnede mutlaka ateş edilir. Bu uyarımı aklınızdan çıkarmayın..:) )















Şifreli konuşmuyorum. Tadınızı kaçırmayayım diye bu kadar yazabiliyorum. Yakalayabilirseniz bu oyuna gidin mutlaka. Daha sonra cümlelerdeki boşlukları birlikte doldururuz...:)

İyi seyirler.

Magnum Artık Daha Bir Keyifli...:)


Favori Algida'mı değiştiriyorum. Çikolata&Kaymaklı Cornetto'yu anında satıyorum ve kızgın kumlardan serin sulara dalar gibi Magnum'a geçiyorum. Sebebi çok açık değil mi? Josh'un elinden çiğ tavuk bile yenir! :)

Şaka bir yana, Türkiye'ye Magnum reklam çekimleri için gelen Josh Holloway'in ne kadar alçakgönüllü ve karakterli bir tip olduğunu hem Beyaz Şov'da hem de yaptığı basın toplantısında hep beraber gördük. Kendisine ahlaksız teklifte bulunan kadına evli olduğunu bir kez daha hatırlatmasıyla (Hürriyet'teki haber doğruysa, bazı kadınlar da ağızlarından salyalar akarak sağa sola saldırabiliyorlarmış demek ki) ve Beyaz Şov'da ıssız adaya götüreceği üç şeyden birinin karısı olup olamayacağını sormasıyla kadınların gönlünde bir kez daha taht kuran yakışıklı Sawyer'ımızı her zaman bekleriz. :)

Bu adam için yakışıklı sıfatı hafif kalıyor sanki... Hatta onu ve geri kalan birkaç milyar insanı aynı Tanrı'nın yarattığına bile inanmak zor geliyor. Hey yavrum bee!! Daş mübarek daşş! Reklam partnerin olayım, seninle ıssız adalarda Lost olayım... (Aaa, gerçekten kadınlar da kendilerini kaybedebiliyorlarmış demek!!! Kimseyi kınamayacaksın şekerim!) Neyse canım, beni yanlış anlamaz kendisi, bizim de evlilik yüzüğümüz var herhalde.

(Ayrıca, bakın şimdi durumu nasıl kurtaracağım?)

-Bir dahaki sefere yengeyi de al gel, Josh Ağabey!

Karatavuk

Yine ağzımız açık, nefesimizi tutmuş, öylece kalakaldık o küçücük karanlık odada… Bu sezonun oyunlarından Karatavuk’u izlemek için DOT’tayız.

Bu sene izleyeceğimiz ilk ve muhtemelen de son DOT oyunu, çünkü Kürklü Merkür’e korkumdan gidemiyorum. ODTÜ yıllarımda bir fütürist tiyatro deneyimim olmuştu ve aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen bünyem bir fütürist oyun daha kaldırır mı bilemiyorum. (Yanımdaki arkadaşım ve ben oyunun ilk yarısında nasıl kaçacağımızı bilememiştik. Şansımıza yanımızda da oyunun posterlerini, broşürlerini falan almış bir “fanatik fütürist” oturuyordu. Ağız tadıyla dalgamızı da geçememiştik yani…)

Neyse, konumuz Karatavuk zaten. Laurence Olivier 2007 En İyi Yeni Oyun Ödülü’nü alan bu muhteşem oyunda iki muhteşem oyuncu oynuyor: Mine Tugay ve Cüneyt Türel. Bence oynaması çok zor bir oyundu ama ikisi de süper oynadılar. Cüneyt Türel usta ve çok daha deneyimli bir oyuncu… Ama bu oyunda Mine Tugay’a özellikle bayıldım diyebilirim. Zaten web sayfasından öğrendiğime göre 2008 VIII. LIONS Tiyatro Ödülleri'nde bu oyundaki rolüyle "En İyi Kadın Oyuncu (Küçük Salon)" ödülünü almış.














Oyunun konusu kısaca şöyle: 60lı yaşlarına yaklaşmış bir adam ve 30lu yaşlarındaki bir kadının neredeyse 20 yıl önce yaşanmış ve yaşamlarını derinden etkilemiş bir olayla ilgili yüzleşmeleri. Yaşanan olayı tahmin edersiniz: çocuk tacizi. Una 12 yaşındayken o zamanlar 40 yaşında olan Ray tarafından tacize uğramıştır. Üstelik bir kez değil. Neredeyse birkaç ay süren bir ilişkileri olmuş ve bu ilişki o dönem Ray’in hapse atılmasına neden olmuştur. Ama bu suçlamalarla başlayan şiddetli yüzleşme sırasında aslında olayı basit bir taciz vakası olarak göremiyorsunuz. Arada iki tarafın da kendilerine göre yaşadıkları o kadar bambaşka duygular var ki yine darmadağın olarak izliyorsunuz. Tacizci suçlu mu? Basit bir pedofili vakası mı? Veya ortada suç ya da taciz var mı? Una mağdur olmuş mu? 20 yıl sonra neyin yüzleşmesi yapılıyor? Amaç yüzleşme mi? Ortada aşk ve tutku var mı?

Anlamadığım tek şey oyunun adı oldu. Karatavuk ne anlama geliyordu, oyunla ve konuyla ilgisi neydi anlayamadım. Mutlaka bir şeylere gönderme yapılmıştır, ama şahsen ben neye olduğunu çözemedim. Yetkililere duyurulur. :)

Yaa, DOT oyunları süper oluyor, acaba cesaretimi toplayıp Kürklü Merkür’e de gitsem mi?

İmge & Cuma – MUTLU SON :)

Cumaaa, şekerim ben biraz denize girmeye gidiyorum. Yarım saat sonra bana şu leziz Hindistan cevizi kokteylinden getirir misin? Bambu yelpazeyi de unutma, biraz sefa yapalım!

-(Başını öne doğru sallıyor.. Demek ki anladı.)


Bikinim, sazlardan yapılmış pareom ve saçlarımda ve boynumda çiçeklerden ve tropik meyvelerden tasarladığım takılarımla bembeyaz kumlarda yürüyerek plaja gidiyorum. Eeee, kolay değil, bir aydır buradayım, insan kendisine uğraşacak bir şeyler bulmak zorunda. Ben de el sanatlarıyla uğraşıyorum. Harika takılar tasarladım. Marangozluk bile yaptım yeri geldiğinde. Sağ olsun, Cuma’nın çok yardımı oldu. Küçücük ve çok sevimli bir kulübem var burada. Plaja gidiyorum dediğime bakmayın siz. Çok değil, kulübemden 15–20 adım attığımda okyanusun serin sularında oluyorum. Tenim bronzlaştı, saçlarımın rengi iyice açıldı güneşten. Cuma sayesinde harika besleniyoruz. Kocaman yengeçler, balıklar, karidesler yakalayıp ateşte pişiriyor onları. Garip otlar çöpler buluyor bir yerlerden ve çok güzel salatalar yapıyor bana. Sonra ananas, Hindistan cevizi, muz, mango gibi bulduğu her meyveden sihirli karışımlar yapıp getiriyor. Birlikte Hindistan cevizlerinin ve ananasların içlerini oyarak değişik bardaklar ve kâseler bile yaptık!















Burası harika bir yer.. Önüm alabildiğine okyanus.. Uçsuz bucaksız bir mavilik, beyazlık ve yeşilliğin ortasındayım. Gözlerim, cildim ve en önemlisi zihnim adeta parlıyor!! Yaaa kimse inanmamıştı “Kaçıp gitmek istiyorum” dediğimde… “Nihohohaayytt!! Yapılabiliyormuş demek ki.." İyi ki kaçmışım ama. Uzun bir süre daha burada kalmak istiyorum. Bir ay asla yetmez!! Bir yıl? Dur bakalım, görürüz elbet yetip yetmeyeceğini. Küçük teknemizle en yakın medeniyet bölgesine varmamız sadece 1 saatimizi alıyor. Oradan özlediğim birkaç yiyecek&içecek ve ihtiyacım olan şeyleri aldırıyorum Cuma’ya her Cuma. :) (Şu çocuğun adını da değiştirsem diyorum bu arada! Cuma hiç orijinal bir isim değil… Şaka yollu Cuma dedikçe alıştı adına garibim… Aklımda bir iki isim -Lancelot, Pertev ya da Frederick mesela- var, ama hayatta kabul etmez onları... Neyse, bu konuyu sonra düşünürüm.)

Geçen hafta bir gün kulübenin arkasındaki ağaçların arasında tuhaf hışırtılar duydum. Ödüm koptu! Karanlıkta tir tir titreyerek Cuma’nın kulübesine gittim ve gidip etrafa bir göz atmasını istedim. Allah muhafaza, ıssız adaya geldik derken Benjamin Linus ve ekibiyle falan karşılaşmayayım da! Yağmurdan kaçarken doluya tutulma böyle olur herhalde! Hani illa ki Lost’tan bir karakterle karşılaşacaksam, Sawyer’ı alabilirim. :) Ya da tamam, Sayid de olur. Jack mi?? Asla!! Hiç işim olmaz o öğreten adamın başımda liderlik taslamasıyla! Ben kaçmışım kafa dinlemeye, Jack’i mi dinleyeceğim! Neyse… Cuma da gitti dönmedi bir türlü! Nerede bu çocuk?

-Cumaaaa… Cumaaaa

Birileri geliyor sanki… O da ne? Cuma doğurmuş! 4 tanesi birden geliyorlar sanki! Karanlıkta da seçemiyorum yahu! Kim onlar acaba? Aaaaa, Cuma yanında 3 tane maymunla birlikte geliyor. (3 maymun da ironik oldu, ama hikayeye lezzet kattı, aynen kalsın!) Meğer hışırtıların sorumlusu onlarmış. (Ay, çok komik görünüyorlar, Daltonlar gibiler.) Neyse, hep bir köpeğim olsun istemiştim. Çekim yasası ile evrene gönderdiğim bu enerji bana 3 Maymun olarak geri döndü! Buna da şükür! Yarın bunları eğiteyim ben biraz. Terlik atıp getirme, jonglörlük, takla atma, vs derken 1-2 ay oyalanırım ben bunlarla.. :) Vay be, keyfim yerine geldi bak şimdi! Bu trioya da isim bulmam gerekecek. Süper görünüyorlar, değil mi?













—Tamam Cuma, sen gidebilirsin artık.
—(El kol işaretleriyle rahatsız olduysam biri sırtımda, biri kucağımda, biri de bacağımda asılı duran maymunları kovabileceğini anlatmaya çalışıyor.)
Ben hallederim, Cuma. Sen yat bakalım. Yarın sabah erkenden tekneyi hazırla. Ben de seninle şehre geleceğim. Şu maymunlara top, oyuncak falan alalım.

(Bir de bir Internet Cafe bulayım da kâğıda yazdıklarımı bloguma aktarayım. Hayranlarım özlemişlerdir beni. Bir iki telefon konuşması da yaparım belki, ama numara çıkar, nerede olduğumuz anlaşılır o zaman… Hımm, mail atsam bulurlar mı yeni yerimi? Neyse, blogdan anlarlar iyi olduğumu artık! Kimseleri düşünmemek için buradayım, öyle değil mi?)

Yerim Senin Özgürlüğünü!!

Belli kalıplar içinde yaşayan kişilerin hayatlarının daha özgür olduklarını düşündünüz mü hiç? Özgür derken, “kim ne der?” diye düşünmek zorunda kalmadan, toplumun yarattığı psikolojik baskıdan uzak yaşamalarından bahsediyorum.

Örneğin, 20’li yaşlarındaki bir genç kız “Ayy, evlenip yuva kurmak istiyorum, sonra da boy boy çocuk yapacağım” diyorsa, çok normal karşılanır. Hatta içten içe takdir de edilir. Tam kocasını mutlu edecek, evini çekip çevirecek, iyi bir anne olacak, “kadınlığı iyi” (ne demekse!) bir kadın diye… Ama Evlilik bana göre değil,” diyen herhangi yaştaki ve konumdaki bir kadın, fikrini diğeri kadar özgürce söyleyebilir (ya da yaşayabilir) mi sizce? Söylediğini düşünelim, gelecek olası yorumlar: “Onla bunla gez gez, nereye kadar!!” ya da “Evde kaldı bu kız!” ya da “Yok hayatım, yazık zayi oldu güzelim kız çalışmaktan, o da evlenseydi de yuvasının yolunu bilseydi keşke! Vah vah!” Aslında evlenmemeyi tercih eden de en az evlenip boy boy çocuk yapan kadar mutlu olabilir, ama anlayan nerde!

Ya da örneğin beni de ilgilendiren bir örnek vereyim. Sabah 9 akşam 6 işlerinde çalışmayı normal kabul ederiz. Öyle freelance, home-office, part-time işlerden anlamayız biz! Eğer iyi bir üniversiteden ve iyi bir bölümünden mezun olduysanız, yandınız!! Yapmanız gereken işler bellidir! Siz freelance çevirmenlik/reklâm satış/editör yardımcılığı, vs yapıyorum,” dediğinizde insanlar anlamaz gözlerle yüzünüze bakıp, içlerinden “Yazık valla, Türkiye’nin durumu bu işte, iyi üniversitelerden mezun pırıl pırıl insanların düştükleri duruma bak!” falan diye geçirirler. Aslında gününüzün en büyük bölümünü geçirdiğiniz işinizden maksimum keyif almak için çok sevdiğiniz bir işi en sevdiğiniz esnek saat sistemiyle yapıyorsunuzdur, ama nafile! “Diğerlerinin (The Others :) )” çizdiği kalıba uyamadınız maalesef! Ve hatta acıklı durumlara düştünüz, haberiniz olsun!

Bu özel hayata rahatsız edici müdahale örneklerinden onlarca ve hatta yüzlerce bulabilirim. Aklıma gelen birkaçı aşağıda:

İlişkiler konusuna bakalım: Uzatmalı sevgililer artık bir söz/nişan falan yapmayacaklar mı? Nişanlılık uzun sürdü, evlilik ne zaman? Kaç yıldır evlisiniz, çocuk ne zaman? Kocan yılın altı ayını yurtdışında mı geçiriyor? (İç ses: Öyle evlilik mi olur, ayol!) İkinci çocuk ne zaman? Sizin çocuklar da 30’una yaklaştılar artık, ne zaman evlendireceksiniz onları?!!! (Yaaa.. Bir süre sonra biter sanmıştınız, değil mi? Star Wars’ın Episode’ları biter ama bu yorumlar bitmez!)

İş güç konularına gelelim: Bankacılık yerine moda editörlüğünü mü tercih ettin? (iç ses: Saaalaak, saalaak!) Ressam mı olacaksın, görmüyor musun Türkiye’de sanatçıların durumunu? Evden mi çalışıyorsun, sigortalı bir iş bulsaydın olmaz mıydı? Üniversitede sanat tarihi mi okudun? Hımm, güzelmiş… (iç ses: mühendislik bölümlerini falan kazanamadı herhalde, yazık…)

Giyim& Kuşam: Fazla mini değil mi? Göğüs ayrımı görünmese daha iyi olacak. Çok mu dar? Makyajın ağır olmuş! Bu ayakkabı bu çantayla oldu mu? Bu elbiseyle oraya gidilmez! Maskeli baloya mı gidiyoruz?!

Hobiler/Eğlence: Afrika’ya mı gidiyorsunuz, ne işiniz var yamyamların arasında?! Rafting/Yamaç Paraşütü, vs mi yapıyorsun, evli barklı adamsın, karını ve çocuklarını düşün! (sanki cenge gidiyor) :) Çok içki içiyorsun? Sigaranın zararlı olduğunu bilmiyor musun? (Hadi ya! Dur, hemen bırakayım o zaman!) Kemer’den ne anlıyorsun bilmem, var mı Bodrum gibisi? Ayy, eve köpek mi alacaksın? Evde köpek bakmak çok zor, kedi al en iyisi! (Sağ olsun, kediye onay geldi en azından, ama bir sorun var: Belki ben kedileri yalnızca uzaktan sevebiliyorum!)

Hepsi de aslında ne kadar kişiye özel alanlar değil mi? Az çok böyle bir çevre içinde yaşadığınızı düşününce İMDAAAATTT diye bağırmak gelmiyor mu içinizden? Aslında bu soruların hepsinin tek bir yanıtı var: SANA NE! Ama arsız bir tip değilseniz ve terbiyeniz müsaade etmiyorsa (yani salon kadını çizginizi bozmak istemiyorsanız :) ), yüzünüze sahte bir gülücük yerleştirip, hepsine “İnşallah, maşallah, hayırlısı olsun bakalım,” falan gibi oyalama ve baygınlık ifadeleriyle cevap veriyorsunuz. Çok sıkıcı değil mi? Ve işin kötüsü belli bir zaman limiti de yok! Hani 40’ında bitecek bu eziyet deseler, “Ha gayret, 10 yıl kaldı” diyeceksiniz, ama ufukta bir umut ışığı da yok.

Kıssadan hisse: Aman ha, normal olmaya çalışın, yoksa yanarsınız!

İki Sıradan Film – Bir ‘Çirkin Kral’

Hafta sonu izlediğim iki filmden kısaca bahsedeyim sizlere. Hep de “kısaca” diye başlarım ya, neyse!

İlki Gabriel Garcia Marquez’in 1985’te yayımlanan “Kolera Günlerinde Aşk” adlı romanının sinema uyarlamasıydı. Filmde 1900lü yılların başlarında yaşanan sıra dışı bir aşk hikayesi anlatılıyor. Bir tür aşk triosu da diyebiliriz aslında. Aşık olduğunuz kişiyle kavuşmak için 51 yıl bekleyebilir misiniz? (Tamam, biliyorum cevabınızı aslında… Hatta bugünlerde 51 gün bekleyene Mecnun muamelesi yaparlar herhalde!) İşte Javier Bardem’in canlandırdığı Florentino Ariza Fermina’sını tam 51 yıl bekliyor. Kitabını üniversite yıllarımda okumuştum. Filme uyarlanmasının çok zor olduğunu düşündüğüm o kitabın filmi olarak baktığımda çok da kötü olmadığını söyleyebilirim. (Ne var ki? Körkütük aşık bir tip, bir güzel kadın, bir de onun soylu kocasını koy, iş bitsin demeyin! Kitapta o aşkı ve ıstıraplarını sayfalarca yaşıyorsunuz, 2 saatte ne kadarını yaşayabilirsiniz?) Bu arada Shakira da film için 3 şarkı hazırlamış. Filmin çekimlerinin büyük kısmı Kolombiya'nın duvarlar arasındaki tarihi kenti Cartegena'da, bir kısmı ise Brezilya'da yapılmış. Ben romanından sonra merakımdan izledim, sıkılmadan ve hatta hoşuma giderek izledim, ama buradan herkese “mutlaka görün” diyebileceğim kategoride bir film de olmadığını düşünüyorum.


İkinci film ise No Country For Old Men.İhtiyarlara Yer Yok” diye çevrilmiş. 2008 Oscar’larının En İyi Film, En İyi Yönetmen (Coen Kardeşler), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Javier Bardem) ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini silip süpürmüş bu filmi sinemaya geldiğinde kaçırmıştık. Hafta sonu DVD keyfimize bunu da ekleyelim dedik. Size anladıklarımı söyleyeyim hemen: Bir uyuşturucu çetesi var, bunun başında bizim LPG’li sapık (:) ), psikopat, katil Anton (Javier Bardem) karakteri var ve bir de tesadüfen bu uyuşturucu pazarlığının ortasına düşüp içinde 2 milyon dolar olan çantayı kapıp sıvışma derdinde olan bir adam var. Anladıklarım bu kadar!! Ama anlayamadığım bir nokta da var: bu filmin neden bu kadar olay olduğu ve Oscar aldığı! (Bir bildikleri vardır ki Oscar almış herhalde, film eleştirmeniyim ya sanki!! Her şeye de maydanozum! Filmi anlamadım de bitsin!) Çok sıkılarak izledim ve hatta canım sapığım Anton’cum çantayı kapıp, son katliamını da yapınca uyuyakalmışım.


Ama bu iki film sonrasında şuna karar verdim: Ben galiba Javier Bardem’e daha bir bayılıyorum artık! :) Benim Çirkin Kral’ım ilan ettim kendisini! (Daha yakışıklı olanını merak edenleriniz için bkz: Ralph Fiennes) İçimdeki Deniz’de ilk kez izlemiştim. Filmi de oyunculuğunu da çok beğenmiştim. Sonra Goya’nın Hayaletleri’ndeki o korkunç tiplemeyi de çok başarılı oynadığını düşünmüştüm. Üstte bahsettiğim filmlerde de en öne çıkan ismin Javier Bardem olduğunu düşünüyorum. Hatta Anton karakteri ile yeni-nesil bir psikopat örneğini zihnimize yerleştirip, içimizi ürperttiği için de sevgilerimi gönderiyorum!! Neyse canım, psikopat msikopat, yeni filmlerini dört gözle bekliyorum artık, haberi olsun! :)

(Çok kısa yazdım, değil mi? :) )

Babam, Romulus

Mükemmel bir filmden geldik az önce... Büyük bütçeli, bol atraksiyonlu, çoksatan malzemelerle dolu Hollywood filmlerin geleceğini haftalar öncesinden duyarız, ama bu filmin geldiğini duymamış bile olabilirsiniz: Babam, Romulus. Harika bir filmdi. Ben de spor yaparken MTV'de reklamını görmüştüm ve fragmanı bile ilgimi çekmeye yettiği için geleceği tarihleri takip ettim. Bugün de filmi izledik.

Ben bazı filmleri kitaba benzetirim. Salondan çıktığınızda film izlememiş, kitap okumuş gibi olursunuz. Daha derin, daha iç dünyalara yönelik ve daha özel filmlerdir onlar benim için ve ayrı bir tat verirler. Karakter analizleri ve psikolojik yönleri ağır basar. Sizi de alır götürürler anlattıkları hikayenin içine... Sonra bir bakarsınız karakterleri sanki bir yakınınız için ağlıyor ya da gülüyormuş kadar benimsemişsinizdir. İşte bu da öyle bir filmdi.

Romulus rolündeki Eric Bana muhteşemdi. O yokluk içindeki çabası, özverisi, son ana kadar direnişiyle harika bir erkek/baba portresi çiziyordu. Elbette bu portre 1960lı yılların kırsal ve yoksul kesimine ait olduğu için günümüz koşullarıyla kıyaslarsanız onu anlayamayabilirsiniz. Raimond rolündeki çocuk oyuncu Kodi Smit-McPhee'nin hem rol yeteneğine hem de güzelliğine bayıldım diyebilirim. İşte küçük yakışıklı:












Gerçek bir yaşam hikayesinden alınmış bu film, yazar ve filozof Raimond Gaita'nın çocukluğunu konu alıyor. Ruhsal dengesizlikler yaşayan annesi ve tek başına sorumluluk üstlenmiş babası arasında küçük yaşlarda sorumluluk sahibi olmayı mecburen öğrenen ve denge kurmaya çalışan küçük Raimond'ın hikayesini mideme adeta oturan bir yumrukla izledim. Bir kez daha "çocuk yapmak için alınması gereken bir ehliyet olmalı" fikrimi kendi kendime onayladım.

Film umut dolu bir sahneyle başlıyor ve aynı umut dolu sahneyle de bitiyor. Zaten Raimond'un da ileride ünlü bir yazar ve filozof olabilmesi, bu umutlardan olumlu yönde yararlanıldığını gösteriyor.

Daha fazlasını benden duymayın, sinema perdesinde görün diyorum. Sinemada kaçırırsanız da DVD'sini almanızı tavsiye ederim.

İyi seyirler.

Laleler...

15 gündür haftanın en az üç günü gözümün önündeler ve onları hayranlıkla izliyorum. Beşiktaş'tan Metrocity'ye giderken Barbaros Bulvarı'nın ortasında cıvıl cıvıl toplanmış olan lalelerden bahsediyorum. Onlar Nisan ortasına kadar birçok yeri renklendirmeye devam edecekler. Özellikle Emirgan Korusu'ndakilerin çok güzel olduklarını duydum. Zaten Louvre İslam Eserleri Sergisini görmek için oraya da gideceğiz yakın zamanda, ama lale zamanı geçmeden bana yakın olanların resimlerini çekip sizinle paylaşmak istedim.

"15 gündür görüyorsun da yeni mi aklına geldi resim çekmek?" diyorsanız, hemen cevap veriyorum: "Kocam iki haftadır Kuveyt'teydi, tabi ki fotoğraf makinemiz de onunla birlikteydi."

"Kocan iki haftadan sonra eve gelmiş, sen oturup blog mu yazıyorsun?" diyorsanız, öncelikle "Size ne?!!" diye cevap veriyorum. Ama yine de daha makul bir cevap da vereyim hadi... "Öğlene kadar tembellik yapmış olabiliriz, ama bugün mesai günü arkadaşlar!" :)

Neyse, uzatmaya gerek yok, sizi resimlerimle baş başa bırakıyorum...







































Ne kadar muhteşemler, değil mi?

Mükemmel İki Kitap

Son zamanlarda (3-4 aydır) okuduğum kitaplar arasında benim açımdan özellikle öne çıkan iki tanesinden bahsetmek istiyorum.

Bunlardan ilki Buket Uzuner'in "İstanbullular" adlı romanı...

İstanbul Atatürk Havaalanı'nda beklemek zorunda 15 kişinin üzerine kurulu bir kitap olduğu söylenebilir. Bu kişilerin iç içe geçmiş hikayelerini keyifli bir dille anlatıyor. Aslında o kişilerden yola çıkarak aidiyet kavramlarına, kalıplaşmış düşüncelere, eleştirdiklerimizle benzeşmelerimize, verilen ortak savaşlara ve (İstanbul çatısı altında) sürülen ortak yaşamlara dokunuyor. Birbirlerinden son derece farklı karakterler, bir mozayiğin parçalarını oluşturuyor. Ara sıra onlara şefkat gösteren, kucak açan ve bağrına basan; bazen de kızan, bazen esip gürleyen ve meydan okuyan İstanbul da kitabın 16. karakteri sayılabilir. Bu roman okurken çok büyük bir keyif aldığım ve bitmesin istediğim kitaplardan biri oldu. O karakterlerin her biri geçmişleriyle, eğitimleriyle, yetiştikleri koşullarla, akıllarından geçenlerle, ve her yönleriyle bu kadar mı güzel anlatılabilir?

İkinci roman tavsiyem ise İnci Aral'dan olacak. Safran Sarı'yı az önce bitirdim. Tadı damağımda kalsın diye bir iki gün elime kitap almamayı düşünüyorum. :)

İnci Aral'ın romanlarına bayılmışımdır. "Ölü Erkek Kuşlar" ve "Mor" çok hoşuma gitmişti. Safran Sarı'yı da çok çarpıcı buldum. Otuzlu yaşlarındaki üç karakterinden yola çıkarak çizdiği tablo o kadar gerçekçi ki! Günümüzdeki manevi anlamda yozlaşmış ve çarpık düzenin ve ilişkilerin apaçık bir fotoğrafı sanki! Çağımızda paranın hakimiyeti ve para uğruna yapılabileceklerin sınırının olmadığı vurgulanırken, manevi değerlerin de yerlerde süründüğü anlatılıyor. Işıltılı ve ışıltısız dünyaların ardında yatanlar ise belli: mutsuzluk, doyumsuzluk, sığlık ve basitlik.

Yine de Volkan'ın hikayesi buruk da olsa biraz umut uyandırdı içimde. Siz ne dersiniz?

Sırada Murathan Mungan ve Yedi Kapılı Kırk Oda var. Sonra yeniden İnci Aral'a dönüş yapacak ve Yeni Yalan Zamanlar'ı okuyacağım. Fırsat olursa, onlarla ilgili görüşlerimi de sizlerle paylaşırım. Kitapsız kalmamanız dileğiyle...