Prado Müzesi

Madrid'de kalacağımız üç gün için yaptığım gezi planına Prado Müzesi, Reina Sofia Müzesi ve Kraliyet Sarayı gezilerini de sıkıştırabilmek istemiştim, ama bu mümkün değildi. Çünkü ilk gün zaten şehri tanımak adına yapılan şehir turu ve akşam yemeği ile bitecekti. Kalan iki gün de şehir dışına çıkacaktık. Yarımşar saatlik tren yolculuklarıyla gidilecek iki tarihi şehir bizi bekliyordu. Dolayısıyla bu müzelerin ve sarayın içini bir dahaki sefere gezilecekler listeme almıştım.

Ama güzel bir süpriz bizi bekliyormuş da haberimiz yokmuş. Çünkü 19 Eylül gecesi La Noche En Blanco (Beyaz Gece) adlı senede bir kez düzenlenen bir festivale denk geldik. Bu beyaz gece aslında tam anlamıyla bir sanat etkinliği. O gece her meydanda ayrı bir etkinlik yapılıyor. Konserler, eğlenceler, çocuk etkinlikleri, yarışmalar, vs... Tüm Madrid sokaklarda. Metrolar sabaha karşı 3'e kadar açık. Ve sıkı durun: Tüm müzeler de geceyarısına kadar açık ve üstelik ücretsiz gezilebiliyor. Ole!

Dolayısıyla Cumartesi günü Toledo gezimizi bitirip Madrid'e döndükten sonraki programımız belli oldu. İkinci günden itibaren tipik bir İspanyol gibi yaşamaya başladığımız için akşam yemeği rezervasyonumuzu da gece 23:00'e yaptırmıştık. Dolayısıyla akşam 20:00'de Prado Müzesi'ni gezmek için kuyruğa girebilirdik. :)

1819 yılında kurulan Prado Müzesi, krallık koleksiyonlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Dünyanın en önemli müzelerinden biri olan bu yapı Avrupa'nın da en zengin koleksiyonlarından birine sahip. Özellikle Goya, El Greco, Velazquez gibi ünlü İspanyol ressamların yapıtlarının görülebileceği bu müzede Bernini heykelleri, Rubens ve Ribera gibi ressamların tabloları da yer alıyor. O zaman vakit kaybetmeden kuyruğa girelim bence. Kuyruktakiler arasında İso'cumu görebiliyor musunuz? Yüzünde mutsuz bir ifade mi var sizce? :)

















Dediğim gibi oldukça zengin bir koleksiyonu olan bu müzenin tamamını elbette gezemedik. Hem zamanımız kısıtlıydı hem de zaten müzenin açık olmayan bazı salonları da vardı (El Greco gibi). O nedenle biz de Goya ve Velazquez tablolarını detaylı, diğerlerini ise zevkimize göre bazen detaylı bazen hızlıca gezerek yaklaşık 1,5 saatimizi bu müzeye ayırdık. Goya'nın Hayaletleri filminden hatırladığımız Maria Luisia'nın atın üzerinde durduğu tabloyu da gördüğümüzde gülmeden edemedik. Kendisini çirkin çizdi diye Goya'ya kızan kadıncağız gerçekten de pek bir çirkin görünüyordu! :) Murillo'nun ve Ribera'nın tabloları aklımızda kalanlar arasında... El Labrador'un üzümleri resmettiği natürmort çalışmalarına hayran kaldık (ki natürmort ilgimi çekmemesine rağmen). Dileyenler daha detaylı bilgi almak ve online galeride gezinmek için buraya tıklayabilirler. Ya da bana kahveye gelebilirsiniz. :) Çünkü müzenin dükkanından aldığımız Prado Guide kitabında hem müzenin tarihçesi hem de tüm tablolarla ilgili açıklamalar bulunuyor.

Saat 22:30'u geçerekten dışarı çıktığımızda ve yemek için Plaza Mayor yakınlarına giderken etrafta genellikle şöyle görüntüler hakimdi:














Sanatla aydınlanmış bembeyaz bir gecenin keyfi tüm Madrid sokaklarını ve meydanlarını sarmıştı. Belki de şehrin tamamı sokaklardaydı o gece... Her yer dolup taşıyordu. Yollar trafiğe kapalı olduğu için araçların yerini de insanlar almıştı. Ve buna rağmen gideceğiniz yere ve her şey bittikten sonra evinize sadece dakikalar içinde gidebiliyordunuz. Bir meydandaki konsere bakıp, beğenmeyip, diğerini görmeye gitmeniz beş dakika demekti! Bir meydandaki müzeden çıkıp, diğer meydandaki konsere ve ondan sonra başka bir meydandaki restorana gitmek bizim ülkemizde olsa olsa bir eziyet olabilir, ama orada keyif kaçıracak hiçbir şey yoktu. Çünkü şehrin altındaki kat kat ve bir dolu hattan oluşan metro sistemi sayesinde üstteki trafik kapalı olduğunda bile tüm şehri taşıyabilecek bir ulaşım çözümü yıllar öncesinden düşünülmüştü. İnsanlar gecenin köründe müzelerin önünde kuyruktaydılar. İso'cumla rezervasyon yaptırdığımız restorana giderken ortamın coşkusu içimizi sarmış olsa bile yine de bir burukluk hissi yaşamadık değil. "Neden?" ile başlayan soruların ardından dönüp dolaşıp en temelde "eğitim" ve "altyapı" kapılarına çıkan cevaplar geldi. Bu cevapları "keşke"ler kovaladı. Sonra umut kırıntıları baş gösterecek gibi olduysa da realist bakış açımız bunların hepsinin üstüne birer balyoz gibi indi! Mutlu insanların ülkesindeki coşku dolu meydanlarda bir an için de olsa mutsuzluğa kapılan iki yabancı yüz bizimki oldu.

Neyse ki uzun uzadıya bunları düşünemeyecek kadar meşguldük! Neyle mi? Sürekli yenilikleri keşfetmek kolay iş mi sanıyorsunuz? Bu kez yeni bir restoranı denemeye gidiyoruz. Hem de Guiness Rekorlar Kitabı'na girmiş bir restoranı.

Ama bu restoranı anlatmadan önce medeniyetin beşiği bu diyarlarda gerçekleştirilen bir vahşetten de bahsetmeden geçemeyeceğim. Evet, sırada boğa güreşi yazısı var!

Turumuza Madrid'de Başlıyoruz

Cuma sabahı THY'nin tarifeli sabah seferiyle uçuyoruz ve öğlen Madrid'e varıyoruz. Bugün birkaç saatimizi turla birlikte yapılan şehir turuna ayıracak ve ondan sonra Barselona yolculuğuna kadar turdan ayrılacağız.

İlk olarak otelimize yürüme mesafesinde olan boğa güreşlerinin yapıldığı arenadayız: Plaza de Toros. İspanya'nın en eski arenalarından biri olan bu yapının içini daha sonra göreceğiz, çünkü Pazar günü de Madrid'de olacağımız için burada haftada bir kez yapılan boğa güreşlerini izlemeyi düşünüyoruz. Elbette henüz izleyeceğimiz şeyin birebir bir mücadeleden çok bir işkence ayini olduğunun farkında değiliz! Neyse... Arenanın önünde ünlü matadorlardan birine ait bir heykel var. Solda bir köşede ise penisilini bulan Dr. Flemming'in heykeli bulunuyor. Neden mi? İcadıyla birlikte matadorların aldıkları yaraları iyileştirmeye katkıda bulunduğu için.














Sonraki durağımız Plaza de Espana'da Cervantes heykelinin bulunduğu park. Burada Cervantes'in heykelinin yanı sıra Don Kişot romanındaki karakterlere ait heykelleri de görüyoruz. Örneğin hemen arkamda at üstünde duran ve yeldeğirmenlerine karşı savaş açmış iki kahramanın bronz heykelleri gibi...














Daha sonra sırasıyla Kraliyet Sarayı (Palacio Real), Kral III. Charles tarafından şehre giriş kapısı olarak tasarlanan Alcala Kapısı, Cibeles (yani bereket tanrıçası Kibele) ve Neptün Çeşmeleri, ünlü alışveriş caddesi Gran Via, Sol Meydanı , Real Madrid'in stadyumu ve Plaza Mayor (Büyük Meydan) gbi şehrin belli başlı yerlerini geziyoruz. Bunların bazılarını otobüsle görüyor, bazılarında ise otobüsten inip kısa süreli fotoğraf molaları veriyoruz. Zaten bu sıralarda İso'cumla bir an önce otelimize bavullarımızı bırakıp şehri kendi başımıza keşfetmeye can atıyoruz. Aşağıdaki resimlerde önünde durduğum heykel ise şehrin simgesi haline gelmiş olan ayı ve çilek ağacı heykelidir. Bunun hikayesi ise şöyle: Madrid’in ilk adının Latince’de ayılar diyarı anlamına gelen Ursaria olduğu söyleniyor. Dolayısıyla o dönemlerde şehrin etrafını saran ormanlarda bu görüntülere sık sık rastlanırmış.














İlk gün için bu kadar şehir turu yeter. Otelimize dönüyoruz. Otelimiz boğa güreşlerinin yapıldığı arenanın da bulunduğu Ventas bölgesine çok yakın. Zaten adı da Rafael Ventas. Rafael otelleri zincirinin Ventas bölgesinde bulunanı. Dört yıldızlı ve harika bir otel. Tertemiz ve kocaman odaları ve banyosu bulunuyor. Önünde metro durağı var. Kahvaltısı muhteşem. Madrid'e gideceklere gözü kapalı öneririm. Daha detaylı incelemek isteyenler buraya bakabilirler.

Şimdilik bu kadar. Sırada Prado Müzesi var. Şans eseri gezmeye zaman bulduğumuz bu muhteşem müzeyle ilgili yazacaklarımla en ksıa zamanda karşınızda olacağım. Benden ayrılmayın! :)

Siestalar ve Fiestalar Ülkesinden Geliyorum!!!

Cuma gecesi mutlu insanların ülkesinden döndüm. O yüzden mutluluğum hâlâ devam ediyor. Yabancı diyarları keşfetmeye bayıldığımı biliyorsunuz, ama genellikle bu keşiflerin son gününde hep keyifle İstanbul'a dönmüşümdür. O yorgunluğun üstüne evime döneceğimi, yatağımda uyuyacağımı düşünmek beni hep mutlu etmiştir. Ancak bu kez tersi oldu. Barselona havaalanında bile adeta ayaklarım geri geri gidiyordu. Hatta teknik arızadan dolayı uçağımız bir saat rötar yaptığında ve insanlar "Eğer rötar iki saate çıkarsa THY otel ayarlar ve bu gece de burada kalırız" demeye başladıklarında gizliden gizliye mutlu bile oldum diyebilirim. Genellikle gittiğim yabancı şehirlerde belki yeni olduğu için, belki değişik olduğu için, belki alışmış olduğumuz medeniyet ve altyapı seviyesinin üstünde olduğu için, belki özgürlüğü için, belki eğlencesi için, onun için bunun için hep "Vay be, buralarda yaşanır gerçekten de!" diyecek bir sebep bulmuşumdur. Ama döner dönmez "İstanbul'un tadı da ayrı!" derim ve anında bu şehrin büyüsüne kapılırım. Bu kez bu olmadı. Aklım Barselona'da kaldı! Aklım herkesin "Çok sıkıcı! Aynı Ankara gibi!" dediği Madrid'de bile kaldı! Aklım mutlu insanların ülkesi İspanya'da kaldı! Aklım, ruhum, kalbim, bedenim, beden saatim, midemde çalan ziller, gecelerim, gündüzlerim, güneşim oralarda kaldı. Bu yazıyı yazarken aslında size oralardan sesleniyorum! İlk kez yere göğe sığdıramadığım İstanbul'u bir kalemde silip attım. Dünyanın belki de çok az yerini gördüm ama en güzel şehrini görmüş olabilirim. En güzel şehrini görmemiş olsam da ömür boyunca yaşayabileceğimi hissettiğim bir şehri görüp geldiğimi taaa içlerden bir ses fısıldıyor kulağıma.














Neyse, anlayacağınız üzere bir gezi yazısı dizisine başlamak üzereyim. 18 Eylül Cuma'dan 25 Eylül Cuma'ya kadar 3 gün Madrid ve 4 gün Barselona'yı kapsayan bir ETS turuna katıldık. İtalya turunda kaldığımız şehir merkezine çok uzak otellerden sonra açıkçası oldukça tedirgin bir şekilde bu turu ayarladım. Ama bu kez şikayetini bildiren sorunlu (ve sorumlu) müşterileriyle nasıl ilgilenmesi gerektiğini çok iyi bilen ETS'nin bu turda bir kez daha farkını ortaya koyduğuna şahit oldum. Ne olursa olsun ETS'ye güvenmeye devam edeceğime de kesinlikle karar verdim. İlk andan itibaren müşteri ilişkileri biriminden Sena Hanım bizi merkezlerindeki deneyimli bir satış temsilcisi olan Bengühan Hanım'a yönlendirdi. Vize işlerimizi Meltem Hanım halletti. Otellerimiz dört yıldızlı ve şehir merkezinde yer alan, önünde metro durağı olan yerlerden seçilmişti. Biz her zamanki gibi tur gurubunu sadece gidişte, dönüşte ve iki şehir arası transfer sırasında gördüğümüz için tur rehberimiz Örge Bey ile en az iletişim kuran çift olduk. Ama ona rağmen şimdiye kadar gördüğüm en ilgili, en iyi niyetli, en yardımsever, en iyi tur rehberlerinden biri olduğunu da söylemem gerekir. Kısacası süper bir geziydi. Tadı damağımda kaldı. Zaten resimlerle, adreslerle, küçük tüyolar eşliğinde uzun uzun anlatacağım. Şimdilik sadece gidip döndüğümü söylemek istedim.














Dediğim gibi en keyif aldığım gezilerden biri olmasına rağmen gitmeden önce İspanya'ya gıcık olmuştum. Neden mi? Çünkü bana sadece tek girişlik ve 15 günlük vize verdiler. Genelde Schengen başvurularımda üç ya da altı aylık almaya alıştığım için 15 günlük vizeyi görünce az kalsın İspanya'ya küsecektim! İyi ki küsmemişim! Zaten İso'cum da sinirim biraz yatıştıktan sonra, "Adamlar bence haklılar! Ben olsam sana yalnızca tur süresi boyunca vize verirdim!" dedi. Nedenini sorduğumda ise vize fotoğrafımın "Amerikalı çocuk tacizcisi anaokulu öğretmeni" ya da "iç çamaşırında 3 kilo eroinle sınırda yakalanan Hırvat kurye" başlığıyla yayınlanan haberlerdeki kadın resimlerine benzediğini ve konsolosluğu ve dolayısıyla İspanyolları korkutmuş olabileceğimi söyledi. Vize fotoğrafıma bakınca kocacığımın haklı olabileceğini düşünmedim değil. Ama ne yazık ki yapabileceğim bir şey yok. Bu konuda insan yedisinde neyse yetmişinde de odur sözünü kanıtlar gibiyim! Çocukluğumdan beri vesikalık fotoğraflarımda Garez filminin başrol oyuncusu olabilecek kadar korkutucu çıkarım. Çünkü otuz iki dişimi göstererek gülmeden poz vermeyi beceremiyorum nedense! :)

Onu bunu boş verin. Siz sakın ola ki İspanya'ya küsmeyin. Yaşamın tadını çıkaran insanların ülkesinden iki şehrin hikayesini anlatmaya başlıyorum. Madrid ve Barselona yazı dizisi başlıyooor!! Bence önümüzdeki günlerde bir gözünüz bende olsun derim! Ama bu yazı dizisinin ne kadar süreceğini hiç bilmiyorum doğrusu, çünkü bu kez gerçekten kendimi kaybedebilirim.

Que Viva Espana! :)

Harvey'nin Son Şansı

Yönetmen Joel Hopkins'in "Aşka Son Şans" adlı filmi aslında konu itibariyle klasik sayılabilir. Romantik komedi filmlerinin komedi kısmı daha az olan ve başrollerinde orta yaşlı oyuncuların oynadığı bir film olduğunu söyleyebiliriz. Orta yaşlardaki iki yalnızın, iki iletişim özürlüsünün, iki asosyalin birbirleriyle buluşma öyküsü. Komedi kısmının az olma nedeni de bu zaten, çünkü bu iki karakterin de durumları ancak dokunaklı sayılabilir.

(Bu paragraf filmle ilgilidir.) Bu karakterlerden biri Amerikalı bir müzisyen olan Harvey (Dustin Hoffman). Boşanmış bir adam. Eşini başka bir erkeğe kaptırmış olmasının üstüne bir de kızını da üvey babaya kaptırmış. Evlenmek üzere olan kızından öğrendiğine göre kızı kilisede kolunda üvey babasının yürümesini tercih ediyor. Bir de bu arada birlikte iş yaptığı kişileri arayıp da kızının düğünü için Londra'ya gideceğini söylediğinde geri dönmese de olabileceği söyleniyor. Yani Harvey, tam tamına bir kaybedenler kulübü üyesi! Kate (Emma Thompson) ise annesinin aramaları dışında telefonu çalmayan, annesinin de "evlen artık!" demek için aradığı, havaalanı curcunası içinde çalışmasına rağmen son derece yalnız bir kadın. İşte bu ikili tencere kapak misali birbirlerini bulurlar ve onlar erer muradına biz de çıkarız kerevetine...













Bu filmi izlerken keyif almamızın en önemli nedeni elbette Emma Thompson ve Dustin Hoffman'ın muhteşem oyunculuklarıydı. Onlar olmasaydı filmden aynı tat alınabilir miydi emin değilim. Bir de filmin ilk 15-20 dakikası içinde bu iki karakter de ayrı ayrı o kadar güzel anlatılmıştı ki sanki kırk yıldır tanıdığımız Harvey ve Kate vardı karşımızda. Birtakım klişelerine rağmen keyifle izlenen bir filmdi. Zaten dediğim gibi bu muhteşem ikilinin muhteşem oyunculukları yetiyordu. Son olarak film boyunca gözüme batan bir şeyi de eklemeden geçmeyeyim: Dustin Hoffman'ın Emma Thompson 'ın yanında olduğundan daha minik görünmesi!! Kim bilir belki bu da karakterlerin yaşamdaki uyumsuzluklarını daha fazla vurgulamak için yapılmış bilinçli bir seçimdir.

İyi seyirler!

(Resmi buradan aldım.)

Gıcık Olduklarım #4

Bu ayın gıcığını açıklıyorum: IKEA!

Neden mi? Genelde senede bir IKEA krizim tutar ve banyoya, mutfağa raflar, küçük dekoratif dolaplar, kitaplıklar almak hevesiyle mağazalarına giderim. Genellikle eve IKEA katalogunun ulaşmasından sonraki birkaç gün içinde kendini gösteren bu krizin sonrasındaki bir hafta içinde IKEA'ya gitmek dışında bir çaresi yoktur. Bu sene de katalog geldi, ben kıpırdanmaya başladım ve İso da başına gelecekleri anladı! İki hafta önce Bayrampaşa mağazasının yolunu tuttuk.

Buraya kadar iyi hoş değil mi? Şimdi gıcık olduğum bölümlere geliyorum. Birincisi genellikle koca mağazada benim (ve çevremdeki birkaç kişiden daha duydum, ama kendi adıma konuşmaya devam edeyim) beğendiğim ürün sayısı her kategoriden iki ya da üç tane falan oluyor. Büyük bir hevesle girişten aldığımız not defterine yine girişten aldığımız minik IKEA kurşunkalemleriyle ürün kodlarını, ebatlarını, fiyat ve miktarını yazıyorum. Mağazadan çıkana kadar alışveriş arabasına o ana kadar aklımızda olmayan ama promosyonlu diye gördüğümüz tuvalet fırçası, mumluk, elma dilimleme aleti, masa lambası, çerçeve, ayna, ıvır zıvırı atmış oluyoruz. Kasaya gitmeden önce asıl ihtiyacımız olan ürünleri almak için demonte haldeki ürünlerin reyonuna gittiğimizde seçtiğimiz ürünlerin hiçbiri kalmamış oluyor! Ve o kadar yolu gidip o kadar saat harcamamızın karşılığında alakasız ürünlere bir dolu para verip, üstüne bir de İsveç köftesi yiyip dönmüş oluyoruz. Sonra da "Neyse canım, değişiklik oldu işte!" diye kendimizi avutuyoruz. :)














Bu sefer kendimizi avutma faslından sonra azimle eylemlerime devam ettim ve IKEA'nın web sitesinden şansımı deneyeyim dedim. Bir baktım "Bir Tıkla Sizdeyiz!" diye bir yer var. Aman Tanrım, şanslı günümdeyim. Türkçe bilen her insan gibi burada anlatılan hizmeti "siparişimi veririm, ürünler de belli bir ücret karşılığında kapıma gelir" olarak algıladım. İstediğim raf ünitesini buldum. İçine depolama sepetlerinden seçtim. Birkaç ilave çerçeve ve duvar şaraplığı da ekledim. Hepsinin ürün kodunu ve diğer detaylarını ilgili forma yazarak siparişimi gönderdim. Orada yazdığı gibi en kısa zamanda bir IKEA yetkilisinin aramasını beklerken dört gün sonra gelen bir mailde şöyle yazıyordu:

"Ikea mağazasının bulunduğu şehirlere online satışımız bulunmamaktadır. İlginize teşekkür ederiz."

O gün bu gündür sinirden diken diken olmuş saçlarımın yatışmadığını gören İso'cum durumun vehametini anlayarak bu hafta sonu Ümraniye mağazasına gitmeyi bile önerdi! Ama sonradan küçük bir raf ünitesi için iki hafta sonunu da IKEA yollarında geçirmenin anlamsız olduğuna karara verdik. Artık aldığımız IKEA çerçevelerinin önünden geçerken, asabi gülüşler eşliğinde birbirimize "IKEA evinizin her şeyi..." melodisini söylüyoruz. :)

Neyse, bizim sinirimiz elbette geçer gider, evimize raf da dolap da buluruz bir şekilde, ama IKEA gibi kurumsal ve sevdiğim bir firmanın beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemem gerekiyor. Ürün stokları konusunda önerilerde bulunacak kadar bilgili bir ağız değilim, ama en azından web sayfalarındaki o "Bir Tıkla Sizdeyiz" kandırmacasını oradan kaldırmalarını önerebilirim.

(Resmi buradan aldım.)

Süprizli ve Eğlenceli Tasarım Harikaları

Bilenler bilir: Shop&Miles &Club'ın andmag adlı çok keyifli bir aylık dergisi bulunuyor. Ağırlıklı olarak gezi rotaları ve oteller hakkında bilgiler içeren bu dergide moda, tasarım, etkinlikler gibi çeşitli konulara da yer veriliyor. İşte ben de Nisan sayısında görüp de beğendiğim birkaç tasarım örneğini sizinle de paylaşmak istedim.

Birincisi uçan elbise askıları!! Elbiselerinizi kargaların kanatlarına asmak ister misiniz? :) Aslında kocam için birkaç tane sipariş versem iyi olabilir. Böylelikle üşendiği için dolabı yerine koridordan geçen kalorifer borularına astığı takım elbiseleri de insanlara dekorasyon diye yutturabilirim belki!

Hollandalı tasarımcı Ingibjörg Hanna Bjarnadottir tarafından tasarlanan bu askılar boşken de estetik durabiliyorlar. Hem eğlenceli hem de fonksiyonel olan bu elbise askılarını tavandan da sarkıtabiliyorsunuz. Hem bu askılar hem de diğer ürünler için buraya bakabilirsiniz.















Dergide gördüğüm ikinci tasarım hoşluğu ise haute couture su şişeleri. Fransızların ünlü su markası Evian ile moda tasarımcısı Jean Paul Gaultier'in güçlerini birleştirmeleri sonrasında ortaya bu hoş tasarımlar çıkmış. Evian son birkaç yıldır ünlü moda tasarımcılarıyla bir araya gelerek su şişelerinden haute couture koleksiyonlar hazırlıyormuş. Geçen yıllarda Christian Lacroix imzası taşıyan şişeler bu yıl Gaultier imzalı. Gaultier'in bu haute couture şişe koleksiyonunda 5 farklı şişe varmış. Yalnızca birer adet üretilen bu şişelerde Fransız kristal cam firması Baccarat imzası da bulunuyor. Bir sanat eseri sayılabilecek bu su şişeleri Tokyo, Londra, New York, Melbourne ve Moskova gibi metropollerdeki ünlü restoran, otel veya barlarda görücüye çıkıyorlarmış. Detaylar için buraya buyrun.














Son olarak sırada peruk kaseler var! Nasıl mı? İşte böyle! Danimarka merkezli tasarım stüdyosu Claydies'in tasarladığı seramik kaselerde saç modellerinden esinlenilmiş. Özellikle 60'lı yılların modellerini yansıtan retro kaseleri ters çevirdiğinizde tıpkı bir peruk gibi görünüyorlar.














Yaratıcılığın sınırı yok. Yaratıcılık kadar keyifli ve takdir edilesi bir şey de yok galiba. Beğenmenizi umuyorum.

İyi hafta sonları...

Bizim Gizli Bahçemizden

Nermin Bezmen'in romanlarını okumayı severim. Beni alıp farklı dünyalara, farklı hikayelerin içine sürükleyen, kolay okunabilir, keyifli bir romantik dönem filmi tadında kitaplardı şimdiye kadarkiler. Hatta en son büyük bir merakla Sırça Tuzak'ın devamını bekliyordum ki Nermin Bezmen sevgili eşi Pamir Bezmen'i kaybetti ve ortaya bu kitap çıktı.

Bezmenlerin aşkına inanıyorum, Nermin Bezmen'in büyük bir acı çektiğine inanıyorum, bu kitabı yazarken son derece içten olduğuna inanıyorum ve böyle büyük bir kayba ve onun acısına saygı göstermek durumunda olduğumuzu düşünüyorum. Ama yine de bu kitapta Nermin Bezmen'in diğer romanlarındaki o lezzetli tadın zerresini bulamadığımı söylemeliyim. Evet, bu bir roman değil.. Kaybedilen sevgiliye yazılan notlar, onun ardından tutulan bir günlük, iç dökmeler ya da buna benzer bir şeyler.. Dolayısıyla bu kitaba büyük bir aşk hikayesinin anlatıldığı bir roman gözüyle bakmamalıydım, kabul ediyorum... Ama Nermin Bezmen'in kaleminden o büyük aşk hikayesinin anlatımı da kesinlikle daha etkileyici olabilirdi diye düşünüyorum.

Neden mi?

1) Nermin Bezmen, rahmetli eşi ile konuşurmuş gibi yazdığı her cümlesine "aşkım, canım, birtanem..." diye başladığı için kitap boyunca yaklaşık yüz bin defa bu sözcüklerle başlayan bir cümle okuyorsunuz. Bu cümlelerin yaklaşık yirmi beş bin tanesi "çenendeki gamzeden ne de güzel tuz tadı alırdım" ile devam ederken geri kalan yirmi beş bin tanesi ise "seni o kadar çok özlüyorum ki, dün gece yatmadan önce elimde kadehimle balkonda boğazı izlerken yanımda yine sen vardın, sonra da yastığımın yanındaki kırmızı kazağına sarılıp uyudum..." tadında devam ediyor.

2) Gelelim diğer yirmi beş binlere... Yaklaşık yirmi beş bin tane şuna benzer cümle okuyorsunuz: "Hayatım benim, hatırlar mısın senden on yaş büyük karın sürekli hayatında sorun yaratırdı.." "Aşkım benim, karşımda elli yaşında karın ve otuz yedi yaşında sen vardınız, bense sadece on yedilik bir tıfıl idim.." "Canım sevgilim, sorumsuz ve cadı karın seni üzerken bense hamileliğimin sorumluluğunu bile tek başıma üstlendim, sana hiç dert yaratmadım, yanında ağlamamaya çalıştım, bıdı bıdı bıdı"... Öncelikle "sıkıntı yaratmayan, maddiyatta gözü olmayan, aşık sevgili" ve "duygu sömürüsüne başvuran, cadı ve maddiyat düşkünü karısı" tanımlamalarından hiç hoşlanmadım! Ayrıca işin duygu sömürüsü kısmına gelecek olursak, iki kadının da birbirlerinden altta kalmadığı anlaşılıyor. Biri aleni, biri gizli olmuş ne fark eder. Elbette, mücadele bu kadar zorlu olunca, otuz dört senelik güzel bir beraberliğin ardından bile birtakım ifadelerde açığa çıkabiliyor demek ki! Belki de normaldir, ama ben yine de eğitimli, kendine güvenen, kaliteli ve başarılı bir kadın yazara ve onun büyük aşkına yakıştıramadım bu cümleleri!

3) Bir de bunların üstüne bu hikayenin bir aşk hikayesi olmasının yanı sıra aslında fazlasıyla klişe (patron ve sekreteri) ve yaklaşık bir yılı aşkın bir süre devam eden bir aldatma hikayesi olduğu gerçeği de kitabın üzerimde bıraktığı etkiyi azaltmış olabilir. Bir arkadaşımla yakın bir zaman önce aşk meşk konularından konuşurken söz dönüp dolaşıp bu konuya da geldi. Arkadaşım Nermin Bezmen'in katıldığı bir televizyon programında şuna benzer bir şeyler söylediğini duyup, programa takılmış: "Ben on yedilik tıfıl bir genç kızım, Pamir ise otuz yedi yaşında evli patronum. Ve biz aşık olduk. İnanabiliyor musunuz? Hem de sene 74!" Arkadaşım biraz da sinirli bir şekilde "'Hem de sene 74!' diye gururla üstüne basarak bahsettiği şey, klasik bir aldatma hikayesi! Senesi mi olurmuş bu işin?!" diyordu. Gerçekten de kim bilir, belki de aldatmak da şarap gibi bir şeydir. Kalitesi yılına göre belli oluyordur! :)

Neyse efendim, sonuç olarak İso'nun "Nasıl gidiyor?" diye her soruşunda "Oooff, Nermin Bezmen beni canımdan bezdirdi!" diyerek okuduğum bu kitap on sayfa daha uzun olsaydı Bezmen defterini tamamen kapatırdım diye düşünüyorum. Okuduğum roman büyük bir aşk hikayesinden çok magazin dergilerinin dedikodu sayfalarından fırlamış bir haberin hikayesi gibiydi. (Daha önce de dediğim gibi Bezmenlerin arasındaki aşka inanıyorum ve ayrıca onların özel ilişkilerini sorgulamak ya da eleştirmek de bana düşmez. Benim eleştirdiğim nokta tamamen anlatım ile ilgili.. Ve galiba bir beklenti uyuşmazlığı ve ciddi bir hayal kırıklığı söz konusu!) Ama yine de Sırça Tuzak'ın devamına da bir şans vereceğim. Sonrasına bakarız artık!

Not: Tuhaf bir şekilde kitabı sevmememe rağmen Pamir Bezmen'e kanım kaynadı diyebilirim. Çok eğlenceli, iyi niyetli, sevgi dolu ve pozitif bir karakter olduğunu düşündüm. Sonrasında webde biraz araştırma yapınca da hakkında hemen hemen hiç olumsuz yorum yapılmamış olduğunu gördüm. Ebedi uykusunda huzurlu olması dileğiyle...

Num Num

Pazartesi günü spordan iki arkadaşımla birlikte bu kez Kanyon Num Num'daydık. Num Num zaten İso'cumla benim bayıldığımız bir yer, çünkü genellikle Kanyon ya da G-Mall'daki Cinebonus'larda sinemamızı izlemeden önce bir şeyler atıştırıp, duruma göre de birer ya da ikişer biramızı içtiğimiz mekanımız. Ama yaz dönemi nedeniyle sinemaya birkaç aydır ara verdiğimiz için Num Num'a da doğal olarak ara vermiştik. Dolayısıyla Betül orayı önerdiğinde Ayşe'yi bilemem ama ben gayet keyiflendim. Çıkışta zaten hepimiz keyifliydik.

Genellikle "yediğin içtiğin sana kalsın, gördüklerini anlat asıl" denir ya... Çok üzgünüm, ama bu blogda hem yenilen içilen hem de görülenler anlatılıyor. Zira bir keyif blogundan da ancak bu beklenir değil mi. Yazımın bu noktasında yiyeceklere geçiş yapacağıma dair bir uyarı koymak istedim, çünkü geçen hafta hamilelerden bir şikayet aldım! "Koyuyorsun öyle bir metrelik kebap resmini, canımızı çektiriyorsun! Kendimi nasıl Adana'ya atacağımı bilemedim!" diyordu söz konusu anne adayımız..:)

Num Num'ın yiyeceklerine gelecek olursak: biz genellikle sinema öncesi gittiğimizde atıştırmalık tabaklarından (peynirli nachos, kajun basket,) almayı tercih ediyorduk. Biranın yanına en çok yakışanlar da bence onlar zaten. Onun dışında burgerlerinin çok güzel olduğunu söylemeliyim. Pazartesi akşamı ise küçük boy salata ile yetinmek zorunda kaldım, çünkü akşama kadar bir şeyler yememeye çalıştıkça buzdolabında duran Real'den alınmış çiğ köfte de hiç aklımdan çıkmamaya başladı. En sonunda irademe yenik düştüğümde saat 16:00 civarıydı. Ve o saatte çiğ köfte yiyen bendenizin bir daha kurt gibi acıkması mümkün değildi. Dolayısıyla Ayşe'yle birlikte salatacı kızlardan olduk o akşam! :) Betül ise nefis sınavından yeni çıktığı için durumu biraz daha farklıydı. Önden çorbasını ve ardından da muhteşem pizzasını söyledi. Ve yarısını bitiremedi! Zaten bizim küçük boy salatalar da yeterince büyüktü!

Güleryüzlü servis elemanları sayesinde keyifle girdiğimiz restorandan çıkarken daha da keyifliydik. Müşteri değerlendirme formunu yanımıza getiren servis elemanından üç adet kalem alarak beğenimizi orada da dile getirdik. Öneriler kısmında ise ana yemek tabaklarının da orta ya da küçük boy alternatiflerinin olabileceğini belirttik. Gerçekten de eğer öyle olsaydı, şahsen salata yerine küçük porsiyon bir ana yemek söylemeyi tercih ederdim.

İki gün geçtikten sonra Num Num'dan gelen e-postaya da bayıldım:


Bizimle paylaşmış olduğunuz değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederiz.

Num Num ailesi olarak, müşterilerimizin Num Num’a geldiklerinde keyifli bir tecrübe yaşamaları ve mutlu olarak ayrılmaları bizim tek hedefimiz.

Yemeklerimizin porsiyonu ile ilgili yorumunuz dikkate alınmış, gerekli yöneticiler ve tüm restaurant ekipleri ile paylaşılmıştır.

Sizin gibi bilinçli müşterilerimizin yorumları, kendimizi sürekli olarak geliştirmemizde çok önemli bir rol oynamaktadır.

Bizimle konuştuğunuz için çok teşekkürler!


"Ee, ne var ki bunda?" diyebilirsiniz. Ama ben bu yaklaşımın gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle o formları laf olsun diye doldurmadığımızı anlıyoruz. (Örneğin, dört yıldır üye olduğum spor salonum Essporto'da yazdığım hiçbir şikayet ya da öneriye yanıt verilmedi. Ve ben süs olarak konulan öneri kutularından nefret ederim!) İkinci olarak, gönderilen mesajın standart bir mesaj olmaması çok önemli. Yazdığınız önerinin ne olduğunu içeren ve değerlendirmeye alacaklarını bildiren bir mesaj olduğunu görüyorsunuz. Yani önerilerinize önem verdiklerini anlıyorsunuz. Üçüncüsü de ilgili kişinin adı, soyadı ve iletişim bilgilerinin olduğu bir e-posta göndererek ulaşılabilirliklerini ortaya koyuyorlar. Elbette giden formlar arasında kendi politikalarına göre gerçekleştirebilecekleri ya da asla yapamayacakları öneriler bulunuyordur. Ama sunulan önerinin gerçekleşip gerçekleşmemesi kadar önemli olan bir noktanın da ona karşı gösterilen yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yani kısacası ana yemeklerin küçük veya orta boyları olmasa da ben Num Num'a gitmeye devam ederim, çünkü müşterilerini önemseyen bir kurum olduğunu bilirim.

Ve bu olumlu yaklaşımı görebildiğim yerler arasında yaşadığım birebir örneklerden yola çıkarak söyleyebileceğim ilk aklıma gelen kurumlar Nivea, Wagamama, Tepe Home ve (biraz zorlayarak da olsa :) ) ETS oluyor.

En ilgisiz ve berbat yaklaşım ödülümü Tüten Tur (adı faul zaten, ama 2000 yılında kendilerinden güzel bir milenyum kazığı yemiştik!) ve Bershka'ya veriyorum. Bershka'nın da genel müdürü dahil tüm yöneticilerinin telefonlarına ve e-postalarına ulaşmamıza rağmen yaklaşımı bırakın, yalnızca tın tın seslerini duyabilmiştik. Hâlâ Beyoğlu Bershka'ya adımımı atmam!

Essporto'ya en güzel yaklaşımı Ayşe gösterdiği için kendisini tebrik ediyorum. :) Bizim için lokasyon, mekan ferahlığı ve havuz avantajından dolayı hâlâ diğer tesislerden önde olduğundan gitmeye devam! Ama eleştirilere, önerilere ve yeniliklere kapalı bir yönetim anlayışına sahip olmaları ve bilgilendirme konusundaki eksikliklerinden dolayı kendilerini defalarca olduğu gibi bir kez daha kınıyorum!

Son olarak da "Bizimle konuştuğunuz için çok teşekkürler!" diyebilecek zihniyette ve nezakette olan işletmelerin çoğalmasını diliyorum. Siz de hayatımıza asıl keyif katanların onlar olduklarını düşünmüyor musunuz?

Minnesota Pizza & Grill

Yaz bitti, artık herkes buralarda, dolayısıyla sosyalleşme mevsimi açıldı. Ben de geçen hafta kendi sosyalleşme sezonumu açtım. Uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımla birer birer buluşma programı ayarlıyorum.

İşte o buluşmalardan birini de geçen hafta Cuma günü İş Kuleleri'nde gerçekleştirdik. Yine bir öğle yemeği buluşmasında Beyza'nın önerisine uyarak Minnesota'ya oturduk. Pizzalarının ve salatalarının çok güzel olduğunu duyduğum Minnesota'da et ve tavuk ağırlıklı tabaklar da bulabiliyorsunuz. Ayrıca menülerinde Taps birası olduğunu da belirteyim. İkimiz de çok açtık ve bölüşmek üzere bir Minnesota pizza ve bir de ızgara hellimli ve közlenmiş biberli salata söyledik.

Porsiyonlar inanılmaz doyurucuydu. O kadar aç olmamıza rağmen iki kişi bu iki tabağı bitiremedik. Fiyatlar da o porsiyonlara ve lezzete göre son derece normaldi. Webde görsel araştırması yaparken bu güzel restoranın sahiplerinin Elif Dağdeviren ve kocası olduğunu öğrendim. Ama galiba uğraştıkları onca iş arasında bu restoranın tanıtımını yapmak yok! Çünkü restoranın resimlerini ya da bir web sayfasını bulmak mümkün değil. Bilsem kendi işimi kendim halleder, gittiğimde bir kartlarını alır, fotoğraflarını da çekerdim, ama ne yazık ki karşınızda elim boş kalakaldım. Resimsiz yemek yazısı yayınlamak da içimden gelmediği için sizi aşağıda pizza hakkında söylenmiş özlü söz ile baş başa bırakıyorum. :)











Minnesota'ya gitmek isteyenler için adres ve telefon bilgileri aşağıdadır:

Adres : İş Kuleleri Kule Çarşı No:17
Telefon : 0-212-284 45 27

Size afiyet olsun!

Bense buradan çıkıp Ezgi'yle buluşma noktamıza gidiyorum. Barbaros Bulvarı'ndaki Starbucks'ın üst katındaki klimalı salondaki koltuklarımıza gömülüp, görüşemediğimiz birkaç ay boyunca hayatımızda olup biten değişiklikler hakkında konuşacağız. Bu kez Ezgi'nin anlatacaklarının çok daha fazla olacağını hissediyorum nedense... :)