Türkiye'yi Sarsan Otuz Gün - Gezi Direnişi

Gerçi otuz günü falan kalmadı bu işin. Gezi Direnişi ile başlayan bir aydınlanma, akıllanma, başkaldırma, "ben de varım" deme, şehrinin (ve ülkenin) meselelerine sahip çıkma, birlik olma, sağduyulu bakabilme, ötekileştirmeden uzaklaşma, hep birlikte daha yaşanılabilir bir atmosfer için barışçıl, kardeşçe, gülerek direnme süreci yaklaşık on aydır devam ediyor bana göre. Neredeyse senesini devireceğimiz Gezi Direnişi'nin ilk otuz gününü çok değerli iki isim Emre Kongar ve Aykut Küçükkaya kitaplaştırmış, ben de çıkar çıkmaz kendisini kütüphaneme eklemiştim. 


Berkin Elvan kardeşimizin aramızdan ayrıldığı sabaha karşı uykum kaçınca ve geri gelmesi mümkün olmayınca elim bu kitaba bitti. Ve sabaha karşı üç gibi başlayıp yaklaşık 2 saat okudum o gece. Sabahına uyanınca da acı haberi duydum ve o çok acı haftayı yaşadık hep birlikte. Vicdanlılar ile vicdansızlar ayrımının çok net görüldüğü bir haftaydı bana göre. Ve ben vicdansızların ellerindeki kendilerini istedikleri gibi gösterebilme imkanlarına rağmen Gezi'de ortaya çıkan o birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışma duygusunun gizlenemeyecek kadar büyük olduğunu, artarak devam ettiğini, bir zihniyet değişiminin yaşanmakta olduğu bir dönemin en sancılı aşamalarından geçmekte olduğumuzu Haziran'dan bu yana ilk kez bu kadar kesin bir biçimde algıladım. Kitabı bitirdiğim sıralarda ise Twitter engelleme çalışmaları, Google DNS engeli, vs gibi 2014 yılının modern dünyasına hiç yakışmayacak türden sansür girişimleri yaşanıyordu. Aklı olan insan bu dönemde bilgiye ulaşmanın engellenemeyeceğini biliyor ve bunun yerine başka şeyler için uğraş veriyor olmalı ama aklı, fikri tamamen yitirdiğimiz bir dönemde olduğumuz için ne yazık ki bir şey diyemiyorum. Yalnız Gezi'yle başlayan ve devam ettiği aşikar olan sürecin bizlere gösterdiği şu ki: Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak!

Belgesel İnceleme türünde olan bu arşiv niteliğindeki kitabı mutlaka almanızı öneririm. Hemen şu an okumasanız bile yıllar sonrasında dönüp bakabileceğiniz çok güzel bir derleme olmuş. Emre Kongar'ın direnişle ilgili değerlendirmeleri ve çıkarımları olaylardan ders almak isteyen siyasiler için de çok güzel bir kaynak olabilir. Aykut Küçükkaya'nın hazırlamış olduğu ikinci kısım olan Gezi Güncesi ise kitabın 27 Mayıs'tan 25 Haziran'a kadar olan bitenleri, yurt içinden ve dünyadan yorumları kronolojik sırayla hatırlatan bölümü. Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan bu güzel kitabın çok değerli ve kitaplığınızda bulunması gereken bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Haydi, ilk kitap alışverişinizde kendinize bu kitabı hediye edin! :)

Aydınlık günler, keyifli okumalar dileğiyle...

Eski Dostlar, Eski Dostlar

Geçen hafta eski dostlar buluşması yaptık yengemle. Üniversite yıllarımda dostluğumuzun en pekiştiği dönem sonrasında genellikle çok kısa, kaçamak buluşmalar, bir sürü aile koşuşturmacası arasında kısa ve ayak üstü zaman ayırmalar, telefon güncellemeleri falan derken uzun zamandır eskiden olduğu gibi pijama muhabbeti tadında saatlerce sohbet edemediğimizin farkına vardık. Varır varmaz da aksiyona geçip İso'cumun Chelsea-GS maçı için Londra'da olacağı bu üç günlük molayı değerlendirelim ve evi kız kıza yaşadığımız bir üniversiteli evine çevirelim dedik. Gerçi evde de pek durmadık ama olsun, maksat kafalar o moda girsin. ;)

16 Mart Pazar akşamüstüne doğru ağır misafirim geldi. Ve sanırım geldiği andan itibaren ilk iki buçuk gün TV açmadan, hatta tapeler dışında neredeyse Internet'e bakmadan, uyanık olduğumuz her dakikayı sohbet ederek geçirdik. Gerçekten dilimiz şişmiş ve telefonlar falan hiç kâr etmemiş! :)Üçüncü gün performansımız ilk günler kadar başarılı değildi, onun da sebebi konuşacak konumuzun bitmesi değil, akşamdan kalma olmamızdı sanırım. Çünkü Alka'lardan sonra günün ikinci yarısında yine yavaş yavaş açıldık. Sonra akşamına İso'cum geldi ve sabahına yengoşum gitti. Her güzel şey gibi bu da pek çabuk geçti.

Neler yaptık derseniz? Pazartesi öğlen kendimizi Beyoğlu'na attık. Alışveriş, dükkan didiklemece, Mano Burger'de bir hamburger molası, Galata sokakları turu, Litera'da güneşi batırma kadehi, evde pijamalar eşliğinde içip sohbete devam...  


Salı günü kahvaltı faslı sonrası kendimizi Rumelihisarı'na atıp nefis havada yürüyüş, Bebek'te Caffe Nero'da #gununkahvesi molası, Girandola'da dondurma molası, Galeri Selvin'deki sergiyi gezme, Ortaköy'de stantları turlayıp birkaç tane midye dolma atma, Beşiktaş'ta Ongun'la buluşup geceye devam etme...  


Galeri Selvin'de daha önce basın bültenini paylaştığım Akıntıya Karşı heykel sergisi 30 Mart'a kadar devam ediyor. Ve çok enteresan çalışmalar var. Keratalardan, kapı kollarından, anahtarlardan, çatal-bıçak-kepçelerden ve aklınıza gelebilecek bir sürü malzemeden yapılmış Akın Yıldırım heykelleri birbirinden ilginç isimlerle sizleri bekliyor. Biz çok sevdik. Uğrayıp görün derim. 


Kapanışı da Beşiktaş'ta Ongun'un da aramıza katılmasıyla yaptık demiştim. Kızlar burada olmadığı için bekar haftasında olan Ongun, iş çıkışı Hasbi'ye yanımıza geldi. Rakı her zamanki gibi sohbete yetmedi, eklemeler yapıldı yine kesmedi, gözümüzden yaşlar gelerek güldüğümüz Eğirdir-Barla çocukluk anılarımızı cila birası eşliğinde devam ettirelim diyerek The United Pub'a geçtik, tek cila olmayınca ikinci tura geçildi, en son Ongun'un da bizi eve bırakıp devam ederken yaptığı "sakın evde devam etmeyin" uyarısını da dinlemeyince geceyi üçe doğru bitirdik. Sabah da çoğu zaman olduğu gibi ergen uyanışı ile "Alkaaa!" çığlıkları ya da "O son birayı içmeyecektik" cümlesini onaylamak için kafa sallarken bile hafif baş dönmeleri ile ancak öğleden sonraya gelebildik. 


Biraz kıpırdanabilmeye başlayınca da hazırlanıp attık kendimizi Nişantaşı'na. Alacağımız birkaç makyaj malzemesi, ev için ıvır zıvır vardı. Onları hallettik. Sonra da benim bu aralar bitmek tükenmek bilmeyen tatlı krizimi dindirmek için Cookshop'a oturup ortaya karışık bir Magnolia söyledik. Sonunda denedim ve muzlu ve çilekliyi çok sevdim. Ve artık yavaş yavaş eve dönüp İso'cumu bekleme zamanımız geldi. Perşembe sabahı da yengemi mutlu mesut bir halde diğer yeğenine  teslim etmenin haklı gururuyla bloguma, çevirime, sosyal medyaya, gezi planları yapmaya, kısacası normal hayatıma geri döndüm. Dönerken de "bu buluşmaları çoook daha sık yapmalıyız" ana fikrini yanımda getirdim. :)

Hepimize keyifli bir hafta diliyorum.   

İngiliz Ustalar ve İki Sinema Molası

Bu Zorlu Center'ın AVM'sini değil ama PSM'sini ve sinemasının yakınlığını çok sevdiğimizi söylemiştim daha önce. 9 Mart Pazar günü sinemanın açılışını yapalım dedik ve attık kendimizi Zorlu'ya. Ama önce  1 Mayıs akşamı için Notre Dame de Paris'nin biletlerini aldık ve British Masters' Edition sergisine bir göz attık. Damien Hirst, Gary Hume, Marc Quinn, ve Paul Morrison’un limitli sayıda üretilmiş başyapıtlarının sergilendiği bu mini sergi 4 Mayıs'a kadar devam edecek. Yolunuz düşerse mutlaka görün derim. Damien Hirst denince aklıma ilk olarak Swarovski taşlarla süslediği kuru kafası ve şu sergisi geliyor. Burada da sanatçının yine The Soul serisinde yer alan kelebeklerinden bazıları bulunuyor. Marc Quinn'le Arter'deki sergisi sayesinde çok yeni tanıştığımı ve eserlerinden çok etkilendiğimi biliyorsunuz. Bu kez kendini çiçeğe böceğe vermiş Marc'cım. Dijital baskı tekniğiyle yaptığı, canlı renklerdeki orkidelerden oluşan kompozisyonları bir harika dostum! Gary Hume'un ne yaptığını pek anlayabilmiş değilim, aramızda kalsın. :P Ama Paul Morrison'ın siyah-beyaz, çizgisel çiçek motiflerini de çok sevdim. İşte az çok aşağıdaki gibi çalışmalar sizleri bekliyor Zorlu'nun sergi alanında. 



Sinema için de tercihimiz haftalardır vizyonda olan Eyvah Eyvah 3 oldu. Bu içten ve sıcacık serinin üçüncüsünü de kaçırmayacaktık elbette. Yine Geyikli'ye gidiyoruz, Hüseyin Badem ile Müjgan'ın evlerine konuk oluyoruz, bebişleriyle tanışıyoruz. Şöhret basamaklarını tırmanmakta olan Firuzan da aşk hayatıyla ilgili tepesi atınca kendini bu şirin evde misafir olarak buluyor. O sırada kasaba da yerel bir festivale hazırlanıyor. Belediye, organizatörler, "faiz lobisi" falan derken enikonu bir maceranın içinde buluyoruz kendimizi. Ben seviyorum bu ekibi. Bu seriyi çekerlerken keyif aldıkları çok belli, çok samimi ve uyumlu bir ekip. Yine içimizi ısıttılar sağ olsunlar. İzlemediyseniz, tavsiye ederim. 


Bu Cumartesi de yine filmlerini çok sevdiğim ve doğal ve gerçek karakterlerinin yarattığı ortamları sıcacık bulduğum bir ismin filmine gittik. Tahmin ettiniz sanırım: Ferzan Özpetek'in Kemerlerinizi Bağlayın filminden söz ediyorum. Minik bir seks kaçamağı olarak başlayıp 13 yıllık bir evliliğe dönüşen bir aşk hikayesi var bu kez karşımızda. Karakterlerini birbirine yakıştıramasanız da onlar gerçekten de birbirlerinin "hayatının aşkı". Tam da görüntüde aşkın ateşinin sönmüş gibi göründüğü iki çocuklu bir evlilik içinde aşkları bambaşka bir sınavdan geçiyor: kanser. Ağlak bir hastalık filmi değil bu, ama güldüğünüz kadar da duygulanacağınız pek çok sahne var. 

Ferzan Özpetek'in karakterlerin yaşadığı yoğun duyguları seyirciye inanılmaz başarılı aktardığını düşünüyorum. Kadının adamın peşinden garajına gittiği sahne, ilk kez birlikte oldukları kumsala yıllar sonraki gidişleri, hastane odasındaki sevişmeleri beni çok etkileyen sahnelerden bazılarıydı. Kızın (Kasia Smutniakgüzelliği, erkeğin de (Francesco Arca) vücudunun taşlığından etkilenmedim desem yalan olur. Erkeğin 13 yıl sonraki göbekli halinin dublaj, montaj, şantaj olabileceğini düşünmüştüm :P, ama Ayşe Arman röportajından okuduğuma göre çekimlere bir ay ara verilmiş ve kadın o sürede 10 kilo verirken, adam ise 15 kilo almış! Şaka gibi! 

Yanımızda evinin salonunda gibi yüksek sesle konuşan ve sordukları sorulardan anladığım kadarıyla filmin sonuna kadar karakterleri hâlâ anlayamamış olan yaşlı çift gibi bir şanssızlığımız oldu bu seansta. Bu kabus duruma rağmen ben bu filmini de sevdim Ferzan Özpetek'in (lütfen bir daha filmlerine elma yiyen bir karakter koymasın ama, o kadın bir kere daha ısırsaydı elmayı çıkardım salondan!). Ve İstanbul filmini de merakla bekleyeceğim. Kitabını da aldım tabi ki, Okunacaklar rafımdaki yerini aldı çoktan.     

Hepinize iyi haftalar..


Güle Güle Berkin Elvan


Uyanamadın... Affet bizi... Yeni dünyana gider gitmez Ali İsmail, Ethem, Abdullah, Medeni, Ahmet ve Mehmet ağabeylerini bul. Onların yanından ayrılma, seni koruyup kollar, oraya alışmanı sağlarlar. Bizler de bu dünyada yaşadığımız sürece hiçbirinizi unutmayacağız, dualarımız aracılığıyla sizlere mesajlarımızı göndereceğiz. Berkincim hiç merak etme, anneciğinin "Benim kuzumu Allah almadı, Tayyip Erdoğan aldı!" feryadını da hiç unutmayacağız. Huzur içinde, nur içinde uyuyun.

Ve Birsen Tezer'in tweetinde sorduğu soruyu ben de buradan sorayım: 

"Siz de benzetir miydiniz kaşlarını, kanatları açılmış, uçmaya hazır bir kırlangıca?"

İki Film Bir Kitap

12 Years a Slave ile başlayayım. Yani 12 Yıllık Esaret. Hani bizim ülke olarak bizzat yaşayarak ödülü hak ettiğimiz durumdan bahsediyorum.:P Steve McQueen'in yönetmenliğini yaptığı ve bu seneki En İyi Fim Oskarı'nı alan film gerçekten insanın içine işleyen türden bir esareti anlatıyor. 1841 yılında özgür bir siyahi adam olarak ailesiyle birlikte yaşamını sürdüren müzisyen Solomon Northup, geçici bir iş teklifi alarak New York'tan Washington'a gider ve ne olduğunu anlamadan Güney'de bir çiftliğe köle olarak satılır. "Ne olduğunu anlamadan" derken gerçekten de bu işlerin nasıl bu kadar kolaylıkla yapılabildiğine, bazı siyahilerin özgür ve varlıklı bireyler, bazılarının ise birer "property (eşya/mal)" olmalarınınnasıl mümkün olabildiğine, özgür bir bireyin hiçbir hak iddia edemeden nasıl olup da köle yapılabildiğine akıl sır erdiremedim doğrusu! Ama gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan bir film olduğuna göre o dönem şimdiki hayvan haklarından bile daha az hakka sahip olan kölelerin sonuna kadar kullanıldığı bu sömürü sisteminde her şeyin mübah olduğunu anlayabiliyoruz. Hak, hukuk, özgürlük belgeleri, evraklar, vs hak getire. Yakalandın mı bittin! Ve Solomon da ne yazık ki yakalanıyor ve her türlü çabayı  göstererek kendini kurtarıp ailesine kavuşması tam 12 yılını alıyor. O yıllar boyunca gördükleri, yaşadıkları ise insanı insanlığından soğutuyor. Solomon rolünde Chiwetel Ejiofor, zalim çiftlik sahibi rolünde Michael Fassbender ve kadın kölelerden biri rolünde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oskarı'nı da alan Lupita Nyong'o çok başarılılar. Ve film de tahmin edebileceğiniz üzere sizi eğlendirecek değil içinizi acıtacak türden, ama kesinlikle izlemeye değer, çok başarılı bir yapım. Tavsiye ediyorum. 


Sıradaki film önerim It's A Disaster. Aslında bir trajedi filmi olması gerekirken bizi çok güldüren, çok eğlendiren, harika diyaloglarla süslenmiş, çok şeker bir film oldu bu. Çiftler brunch'ı için çiftlerden birinin evinde bir araya gelen dostlar telefon, elektrik, internet, TV yayını, vs gibi bir sürü kesinti bir arada yaşanınca bir terslik olduğunu fark ederler. Karşı komşularının gaz maskesi ve özel koruyucu kıyafetlerle kapılarına dayanmaları sonucunda da şehirdeki felaketi öğrenirler. Artık eve kapanmaları ve birlikte son birkaç saatlerini geçirmeleri gerekmektedir. Ama dediğim gibi bu asla bir felaket filmi değildir. İşin bu kısmı teferruattır.  :) Karakterler ve ilişkilerin çözüleceği, keyifli sohbetlerin döneceği bu ev hapsini keyifle izleyeceksiniz. Kesinlikle öneririm. 


Son okuduğum kitabı ise pek önerdiğimi söyleyemem. Hatta sadece 132 sayfalık bir roman olmasaydı zaman bile ayırıp okumazdım sanırım. Ama hazır başlamışken bitireyim mantığıyla bitirdim. Hızlandıkça Azalıyorum, ödüllü bir ilk kitap. Çok olumlu eleştiriler de gördüm hakkında. Norveçli yazar Kjersti Annesdatter Skomsvold’un bu ilk romanının baş kadın karakteri Mathea. Yaşlı ve iletişim özürlü olduğu için de yalnız bir kadın olan Mathea'nın iç dünyasını ve belki de hayatı boyunca tek iletişim kurduğu insan olan ölmüş kocası Epsilon'la paylaştığı birkaç an ve konuşmayı okuyacağınız bu romanın duygu yönünün biraz eksik olduğunu düşünüyorum. Konu itibariyle çok daha fazla etkilenmeyi beklerken kendimi yeterince kötü hissedemeyince "bir terslik var sanki" dedim. Kadının yürek burkan yalnızlığı ve toplumsal bağlarının zayıflığı, kendini görünür kılmak için gösterdiği marazi çabalar, iletişim özrü ya yeterince dokunaklı ve karşıya geçecek şekilde yazılmamış ya o şekilde çevrilmemiş ya da ben aynı yerden bakamadım duruma. Sonuç olarak pek de etkilenemedim bu öyküden ama yorumlar genellikle iyi, haberiniz olsun. Seçim sizin.

İyi haftalar hepinize..     
  

Aklın Uykusu Arter'de

Perşembe günü çeviriye mola ve gezme günüydü bu hafta. Attım kendimi Beyoğlu'na. Önce öğle yemeği için Ezgi'yle buluştuk. Onun işine yakın Sıraselviler'deki Pizzeria Trio'ya gittik. Arayı fazlasıyla açmış olunca kendimizi sohbete ve yemeğe verip fotoğraf falan çekmeyi unuttuk tabi.:) Ama işinize yarayacak bilgiler burada. Pizzası hiç fena değildi, başlangıç olarak söylediğimiz domates ve sarımsak soslu karides ve kalamar harikaydı, menüde bir sürü İtalyan şarabı çeşidi olması artı bir özellik, ayrıca kırmızı-beyaz pötikare örtüleri, duvar resimleri, taş fırını ve şarap mantarlarından dalları olan ağacı ile çok da sevimli bir ortamı vardı. Yolunuz düşerse, aklınızda olsun derim.

Yemek sonrası ayrıldıktan sonra hava harika olduğu için İstiklal Caddesi boyunca yürüdüm. Bir iki kitapçı, bir H&M, bir de Türk kahvemin yanına lokum almak için Koska duraklarına uğradıktan sonra asıl hedefe ulaştım: Arter.Uzun zamandır aklımda olan Marc Quinn'in Aklın Uykusu sergisini görmek için geldim buraya. İyi ki de gelmişim, çünkü gördüklerimden gerçekten çok etkilendim. 


Aklın Uykusu, Marc Quinn'in 1999 yılından bu yana ürettiği 30'dan fazla yapıtı bir araya getirmiş. Aralarında yağlı boya tablolar, heykeller, hatta sanatçının canıyla "kanıyla" ürettiği -gerçekten- çalışmalar var. Arter'den içeri girmeden de girişte görebileceğiniz altın renkli, 3 boyutlu tarama teknolojisiyle büyütülerek üretilmiş, dev, bronz deniz kabuğunun adı Dünyanın Kökeni. Zaten onun güzelliğini görür görmez içeride neler olduğu ilginizi çekecektir.   

Afişteki figürden de anladığınız üzere içeride bir sürü beden de sizleri bekliyor. Ama bunlar insan bedeni ile ilgili adeta bir standart haline gelen estetik nitelikleri barındırmayan beden figürleri. Bir eksik, kusur, alışılmışın tersi bir durum, doğallıktan uzaklaşma, sıra dışı bir şey göreceğiniz kesin. O gözle bakın bu heykellere. Sağ üstteki trans çift Buck & Allanah ile sol alttaki bir dizi göğüs büyütme ameliyatı geçirmiş Amerikalı model Chelsea Charms ile de ben tanıştırmış olayım sizi. Toplumun bedene, bedenin kusurlarına ve kusursuzluğuna dair takıntısına ve bu takıntının bazı kişilerde kendi bedenlerini giderek artan biçimde dönüştürmeye sevk edişine gönderme yapmış Quinn. İyi de yapmış! Bir sonraki çalışmalarında esin kaynağı olarak yararlanabileceği birkaç isim önerebilirim kendisine bizim "sanatçı"lardan da..;)


Aşağıdaki ikili de favorilerim arasında. Yıldızların Görünmediği Yerlerin Haritası (gece ve gündüz görüşü olarak iki farklı versiyonuyla), sanatçının insan gözünü büyütülmüş bir ölçekte gösteren serisinin parçalarından. Bu kez dev gözbebeğinin üstüne dünya haritaları yerleştirilmiş. Quinn, insanla dünya arasındaki etkileşime değinmekle birlikte beyaz noktalarla işaretlenmiş insanların yıldızları göremedikleri bölgeler aracılığıyla nüfus ve enerji tüketimi konusuna da el atmış.


Aşağıda yine çok sevdiğim birkaç eser bulunuyor. Bronz heykellerin güzelliği karşısında diliniz tutulabilir. Sol alt köşede duran ise sanatçının kendi başının, kendi kanının kalıbı alınarak dondurulmuş hali olan Self. İnsan hayatının geçiciliğini anlamak ve bu gerçekle başa çıkmak çabasından yola çıkarak ilkini 1991'de yaptığı ve beş senede bir yapmaya devam ettiği sürekliliği olan bir proje. Aslında biz Instagram #selfie'cilerinin yaptığı şeye benziyor bir bakıma, ne dersiniz? :P 

Kanadalı oyuncu Rick Genest'in bronz heykeli olan Zombie Boy çalışmasının önünde duran dünya haritası ise Yeni Bir Coğrafya İçin Etüt. Üzerine siyah yağlı boya sıçrayan ülkelerin vay haline! Türkiye'nin üstünü komple simsiyah görmeyi bekliyordum ama gayet tertemiz duruyorduk. Bizdeki durumu henüz etüt edememiş Marc'cım bence.;) 


Ve son olarak, bana artık her gördüğüm ağaç direnişi hatırlatıyor olabilir, ama Quinn'in bu ağacının direnişle ilgisi yok. Zaten bir ağaç bile sayılmaz. Yine 3 boyutlu tarayıcı teknolojisiyle büyütülmüş, kendi bitki koleksiyonunda yer alan 250 yaşında bir bonsai bitkisi bu. Adı Arzuya Tutsak (Karekök). Tefekkür sembolü olan bonsai ağacı, sanatçı için doğayla ilişkimizin bir mikrokozmosu da aynı zamanda. 


Tatlı su sanatçısı olmayan Marc Quinn, direnişi de halılara aktarmayı tercih etmiş. Yerdeki halılarda Brezilya, Yunanistan, Mısır, Hindistan ve İngiltere'de çıkan isyanlar sırasında muhabirler tarafından yakalanmış kareler var. Direnişin, devrimi ve isyanın resimleri. Çok etkileyici. Ve 2012-14 arasında oluşturduğu bu serinin adı da Tarihin Yaratılışı.

27 Nisan'a kadar devam edecek olan bu muhteşem sergiyi sakın kaçırmayın. Hatta bence Arter'in hiçbir etkinliğini kaçırmayın. Tiyatroda DOT neyse, son yıllarda sanatta da Arter o oldu benim için. Anladınız siz beni bence. ;) 

Makas Oyunları-2

Cuma akşamı Makas Oyunları-1'in ardından Makas Oyunları-2'yi de seyretme fırsatını  bulduk. Ve galiba oyunu son gününde yakaladık. O da bu kez Dido&Ongun sayesinde oldu diyebilirim aslında. Durucuk'u evde bırakabilecekleri bir Cuma akşamını DOT ile değerlendirmek isteyip bize de haber verince ve biz de her zamanki gibi DOT'a hayır diyemeyince 28 Şubat akşamı saat 21.00'de G-Mall'da buluştuk.


Makas Oyunları, bir "Theatre Uncut" projesi. 2011 yılında Britanya'da başlayan bu projede oyun yazarlarından kısa ve vurucu oyunlar yazarak güncel politik durumları da ele almaları istenmiş. Oyundan çok skeç tadında kısa oyunlardan oluşan bir derleme gibi. İlkinde dört adet kısa oyun vardı. Bu kez üç oyun var karşımızda.

İlki Ev Ekonomisi. Lucy Kirkwood'un yazdığı, Murat Daltaban'ın yönettiği oyunda kapitalizmin acımasız yüzü anlatılıyor. Her şeyin bir fiyatı olduğu, her şeyin satılabileceği vurgusu yapılıyor. Ama aklınıza bile gelmeyen şeylere bile bir fiyat biçilebilir. Örneğin her gün yüzdüğünüz denizin bir kısmı, yaşlı anneanneniz, vs...

İkinci oyun Bedel'in temelinde de aynı mantık yatıyor aslında. Her şeyi satın alabileceğiniz bir süper marketteyiz bu kez. Hani anne-baba olmak istiyorsanız parasını verip istediğiniz yaşta çocuk bile alabiliyorsunuz. Bütçeniz yetmezse, bazı lükslerinizden vazgeçmek istemezseniz -örneğin rokfor yemezsem olmaz diyorsanız- fiyatları daha uygun olan defolu çocuklardan da alabilirsiniz. Pınar Töre ve Mert Öner'in  böyle bir markette alışveriş yapan bir çifti canlandırdıkları bu ikinci oyunda çok güldük doğrusu.:)

Ama aralarından en favorimiz kesinlikle son oyun olan Köy'dü. İbrahim Selim ve Gizem Erdem ikilisini ayrı düşünemez oldum zaten artık DOT sahnesinde. Çok iyi anlaşıyor ve partner olarak birbirlerini tercih ediyor olmalılar. Gerçekten aralarındaki uyum ve yakınlık seyirciye de yansıyor. Köy'de doğadan ve gerçek doğasından koparak çok daha yabancı ve kısıtlayıcı bir konuma evrilen insanoğlunun hali anlatılıyor. İzledikçe durumumuzun gerçekten pek de içler acısı olduğunun farkına varıyoruz. David Creig'in yazdığı oyunu yine Murat Daltaban yönetmiş. 


Ekip olarak DOT'tan her zamanki gibi pek memnun ayrılsak da ben açıkçası bu serinin bitmiş -ya da ara vermiş- olmasına çok da üzülmüyorum. Gerçek bir DOT oyunu özlemi içindeyim. Ve sanırım 14 Mart'ta sahnelenmeye başlayacak Fight Night ile de bu özlem bitecek! Biz Twitter hesabından gelişmeleri yakınen takip ediyoruz, size de tavsiye ederiz. ;)

İyi seyirler...

Kedi Mektupları

Oya Baydar'ın okunmayı bekleyen 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü almış eski bir romanını daha gururla bitirmiş bulunmaktayım. Kedi Mektupları, yazarın yine büyük bir keyifle okuduğum bir romanı oldu. Sahipleri aracılığıyla birbirlerini tanıyan birkaç kedinin kokularını sahiplerinin üstlerine ya da eşyalarıyla bırakarak birbirlerine gönderdikleri mektupları okurken kedileri -ve insanlar onların neler düşündüğünü sanırken aslında ne düşündüklerini- daha iyi anlayabileceksiniz. Gerçi kedi gözüyle bakınca bu kitap kedileri falan değil, düpedüz insanları anlatıyor. Haksız da değil hani. Ama ne olursa olsun kendinizi kedilerin dünyasında bulacağınız kesin. Bu arada bu kediler kendi aralarında bir Sahiplerin Sırlarını Araştırma Grubu kurarak yanlarında yaşadıkları insanların şu güzel hayatta neleri dert ettiklerini de öğrenmeye çalışıyorlar. Yani her ne kadar birbirlerinden çok farklı olsalar da insanlar kedileri, kediler de insanları anlamaya çalışıyor bu öyküde. 

Bir de aralarında "kedi kimliğini kaybetmemek" üzerinde hararetli fikir alışverişleri oluyor. İnsanların acıma duygusuyla, kendi üstünlüklerini hissetmenin hazzını duyabilmek, birine yardım ederek onu bağımlılaştırmak için kedi/köpek beslediklerine inanıyorlar. Aralarında bu düzene uyarak, rahatları bozulmasın diye sahiplerine fazla yüz veren ve kişiliğinden ödün veren kediler ciddi şekilde kınanıyor. Bağımsız ve özgür kişiliklerini korumak adına neler yapabileceklerine kafa yoruyorlar.  

Hoşuma giden bazı alıntılar:

... Kedi, gerçekten sevilmekle işlevsel olmak arasındaki farkı hemen sezer. Kendinden bir şey beklendiğini, sahibinin bir eksikliğini tatmin için beslendiğini sezdiği anda uzaklaşır...

... İnsanların hayatta olabilecek en doğal, en sıradan şeyleri bile nasıl büyütüp trajikleştirdiklerine bir kez daha şaştı. "Kedilerle insanlar arasındaki en büyük fark bu işte: Biz yaşıyoruz, onlar hayatlarıyla dövüşüyor."

... Bir insan dişisi hep aynı insan erkeğiyle birlikte olmak zorunda. Sanki onun malıymış gibi. Kendilerini çok akıllı sanan bu yaratıkların, hazların ve bedenlerin, onların deyişiyle 'sevişmekle' tükenmeyeceğini, sevginin paylaşmakla azalmadığını, hatta zenginleşip büyüdüğünü kavrayamamaları gerçekten şaşırtıcı...

...Hanımımın kedileri anlattığını sanırken aslında kendini ve kendi gibileri anlatması, edebi açıdan büyük bir eksiklik. Bu belki de onun kötü bir yazar olmasından, yeteneksizliğinden değil de, insan denen yaratığın kendine dönüklüğünden, benmerkezciliğinden, doğayı ve hayatı bütünlüğü içinde kavrayamamasından kaynaklanıyor. Kitap kedi diline ve koku harflerine çevrilebilirse, insanları tanımak için çok yararlı bir metin olabilir...

Şu çokbilmişlere bakar mısınız? Gözlerini dikip kulaklarını radar misali çevirerek bizleri izlerken akıllarından neler geçiriyorlarmış meğer! :)

Okumak için çok geç kaldığım bir romandı. Siz de henüz okumadıysanız mutlaka okuyun, çok seveceksiniz. Hem kedisever hem kitapseverseniz iki kat daha fazla seveceğinizi garanti ederim. ;)




Sergi Haberi: Akıntıya Karşı

Yine, insanlar ve hayvanlar...

Kritik ruh halleri, imgeler onların düşünceyi, aslında planlanan fonksiyonlarının çok uzağında bir yere taşımaları...

Özgürlük herzaman kafa yoran birşey olagelmesi ve bunun sorgulanması uğruna alışılagelmiş estetik anlayışlarının kasten yıkılması...

Bazen; enerjik bir doğaçlama isteğiyle, akışkan birşey iddia etmeden söylenen sözler...

Ve herşeyin, başka herşeye dönüşebileceği ihtimalinin çok mümkün olduğunu hatırlatan, yaşamsal bir gerçekliğin ispatı olan işler...

Bir eserin, kendinden başka neler olabildiğidir asıl olan kendi yapan.



Heykeltıraş Akın Yıldırım, 1963 yılında Ordu’da doğdu. 1984’te Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Sanatlar ve Bilimler  Bölümü’nü bitirdi. İstanbul'daki kişisel ve karma sergilerinin yanı sıra New York, Boston ve Paris'te de birçok kez sergiye katıldı. Dünyaca ünlü Louvre Müzesi’ndeki uluslararası sergide ülkemizi temsil eden sanatçılar arasında da yer alan Akın Yıldırım, 2008 yılında ise Türkiye Delegasyonumuzda “Jüri Özel Ödülü"nü almıştır. Bakır, ahşap ve kemikle çalışan Yıldırım’ın heykellerinde, malzemeye göre oluşmuş belli karakterler olduğu söylenebilir. 


Akın Yıldırım’ın “Akıntıya Karşı” isimli heykel sergisini 6-30 Mart tarihleri arasında Galeri Selvin’de görebilirsiniz.


Galeri Selvin: Arnavutköy Dere Sok. No:3, Arnavutköy, Beşiktaş/İstanbul Tel: 212.263 74 81

İyi haftalar...