Samimiyetin Adresleri: Çağan Irmak ve Ferzan Özpetek

Çok ya da az seveyim, fark etmez. Yaptıkları her işte doğallıklarını ve içtenliklerini hissettiğim iki isim onlar. O yüzden illa ki seviyorum yaptıklarını. Birbirlerinden farklı yaşam tarzları, filmleri, bakışları olabilir; her ikisi de bana hep kendimi iyi hissettiriyor, içime sıcaklık yayıyorlar (güldürseler de ağlatsalar da). 

Geçtiğimiz hafta ikisinden de birer doz aşıladım bünyeye ve iyi geldi. Size de aynısını yapmanızı öneriyorum. İlk olarak Nadide Hayat'tan bahsedeyim. Geçen Cumartesi akşamı izledik filmi. Çağan Irmak yönetiyor, Demet Akbağ ve Yetkin Dikinciler ve caretta caretta'lar (neden iki defa söyleniyor ki? ;) ) baş rollerde, izlemememiz mümkün mü? Tabi ki değil! Konuyu biliyorsunuzdur: kısaca eşini ani bir şekilde kaybeden orta yaşlarda bir ev hanımının hayata tutunma arayışı diyebiliriz. Ya etraf ne der diye düşünerek toplumun kendine biçtiği evinde oturup torun bakma rolünü üstlenecek, ya da...? İşte o "ya da" bölümü o kadar önemli ki yepyeni bir hayata yelken açmak için. Umut aşılayan, insanın keyfini yerine getiren, imkansızın olmadığını gösteren, motive eden, nefis bir film Nadide Hayat. Umutsuzluğun ve karamsarlığın dibine vurduğumuz bu son dönemlerde ilaç niyetine bile izlenebilir. 

Her rolün altından kalkabilen, müthiş kadın Demet Akbağ almış götürmüş filmi. Zaten tam da ona uygun bir karakter aslında Nadide Hanım; güçlü, girişken, ayakları üstünde durabilen, anaç yanını "domestik Türk anası" seviyesini getirmemeyi başarmış nadide tiplerden.  Yetkin Dikinciler de gizemli deli kaptan rolüne harika gitmiş. Selda Bağcan'ın O Günler'i de yeni takıntımız olacak gibi, demedi demeyin. ;) Özetle ortaya sıcacık bir film ve nefis bir ana mesaj çıkmış. 
..."Ne derler?" diyenler sadece konuşanlardır. Yaşamak isteyip yaşayamadıkları için, korkak oldukları için başkalarını ayıplayıp intikam alırlar." 

Sen Benim Hayatımsın

Gelelim kitaba... Ferzan Özpetek'in İstanbul Kırmızısı'ndan sonra yazdığı ikinci kitabı Sen Benim Hayatımsın'ı da çıkar çıkmaz aldım ve bir solukta okudum. İlkinden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Ama iki kitabını da roman olarak göremediğimi de itiraf etmem gerek. Sanki filmlerinden birinin senaryosunda yer alacak karakterleri ya da olayları anlattığı öykülerden bir derleme gibi geliyor bana yazdıkları. Çok sıcak, çok samimi, çok doğal. Hatta bu kitabında bazı filmlerinden hatırladığım kareler bile var.  O meşhur terasında birlikte eğlenceli, bol sohbetli yemekler yenen apartmanı ve içinde yaşayanları net bir şekilde zihnimde canlandırabiliyorum. Harika dostluklar, çok renkli karakterler, Buco plajı gibi çılgın ve enerji yayan ortamlar, insanın kendisi olmasına izin veren müthiş bir özgürlük ortamı yine açıkça görülüyor bu kitapta da.

Ama aslında bu kitabın baş rolünde aşk var. Çılgınca bir aşk. Hayatını, varlığını karşındakine adayacak kadar büyük bir aşk. Okurken hüzünlendirse de yaşarken ne kadar iç ısıttığını, mutlu ettiğini, ruhen ve bedenen beslediğini anlamanın hiç de güç olmadığı bir aşk. Belki de bu korkunç dünyada ve çoğu zaman anlamsızlığını hissettiğimiz yaşamlarımızda tutunacak dal, sarılacak anlam olabilecek kadar büyük bir aşk. Okumalısınız...

Alıntılar
...Hafıza dijital değildir, eski bir film şeridi gibi döner ve yıpranır. Ve çok sevilen görüntüler yanar...
...Sık sık büyük korkularımızı düşünmemek için küçük korkularımızı beslediğimizi düşünürüm...
...Babalık içgüdüsü kuşkusuz annelik içgüdüsünden daha zayıftır ama yine de böyle bir şeyi hissetmen gerekir. Dünyaya bir çocuk getirmek büyük bir sorumluluktur. Böyle bir sorumluluğu almak için gerçekten çok genç ya da bilinçsiz olmak gerekir...
...Kendi hayatını yaşama cesaretine sahip olmamayı bir çılgınlık olarak görüyorum...
...Bir karınca yuvasına, merak ile yuvayı yok etmek arzusu arasında gidip gelecek kadar tepeden bakan birinin küstah kibri de yoktur bende. Bakarsam büyülenerek, onu korumaya, esirgemeye kararlı biri olarak bakarım. Ben de milyarlarca karınca arasında bir karıncayım ama kendime hayali, küçük bir tepe yarattım; oradan çevreme bakıp gördüklerimi anlatıyorum. Kendimi böyle hissediyorum işte: Uçsuz bucaksız bir gezegende, bir ekmek kırıntısını fethetmek için kilometrelerce yürümeyi başaran küçücük bir karınca gibi. Gözucuyla sana bakıyorum. Ekmek kırıntımın sen olduğunu biliyorsun...
Kısaca izleyin, okuyun, iyi hissedin!

Martin Eden

Jack London defterini gençlik yıllarımda okuduğum Beyaz Diş ile açmış ve kapatmış olduğumu fark ederek duruma el atma kararıyla Martin Eden'ı bir okuyayım deyip İş Bankası Kültür Yayınları'nın modern klasikler serisinden Levent Cinemre çevirisiyle çıkanı aldım. İyi ki de almışım. Levent Cinemre sadece çeviri değil adeta bir Jack London araştırması da yapmış. Kitabın arkasına eklediği onlarca dipnot sayesinde Jack London'ın yaşamı, yaşamının Martin Eden ile benzerlikleri, ilham aldığı isimler, fikirleri, okudukları ve daha pek çok şey konusunda fikir sahibi olabildim. Eğer bu kitap sizin de okumadığınız klasikler arasındaysa ve okumak gibi bir niyetiniz varsa, kesinlikle bu baskısını almanızı öneririm. 

Martin Eden yarı otobiyografik bir kitap niteliğinde. Eğitimsiz, iki lafı bir araya getiremeyen, kaba saba bir bir işçi iken kültürlü, bilgili, rafine bir aydın ve yazara dönüşen ve bunu da aşık olduğu kadın uğruna, içinde bulunduğu yokluk içinde, takdir edilesi bir tutku ve mücadele ile gerçekleştirmeyi başaran Martin Eden'ın yaşam hikayesinin pek çok yanı yazarın kendisiyle de benzerlik gösteriyormuş. O azim ve hedefe kilitlenmiş şekilde tutkulu çalışmadan etkilenmemek mümkün değil. Ayrıca böylesi bir hikaye ancak gerçekten de gerçekleşebilirlik özelliği olan Amerikan rüyası sayesinde mümkün olabilir diye düşünüyor insan. Ancak Amerikan rüyasının gerçekleşebilir olduğu gibi sahte pırıltılar barındıran, yaldızlı bir balon olduğunu da unutmamak gerek. Sosyetede gözlerin parlamasına neden olan şey bilgi, kültür, entelektüel donanımdan çok servet, statü ve şöhret. Yani içerik değil format, susuzluk değil imaj her şey! Ve bu durum o rüyayı gerçekleştiren herkesi mutlu etmeyeceği gibi tam tersine büyük bir boşluğa, hayal kırıklığına ve anlamsızlık duygusuna da sürükleyebiliyor. Martin Eden'ın son dönemleri de bu tarz bir buhran ile geçiyor ve çok da etkili bir şekilde anlatılmış. O buhran süreci sırasında da fakir ama onurlu bir yazar adayıyken kendisini hor gören, umut vaat etmediğini düşünen, aşağılayan, akıl veren herkesle hesaplaşma sürecine de bayıldım. Tüm zamanların en sevdiğim roman karakterlerinden biri oldu bu haliyle Martin Eden. Ve Jack London'ın da kalemi kadar hayattaki duruşuna, felsefesine ve azmine de bu sayede hayran oldum diyebilirim. 

Kitaptan birkaç alıntı...

* -Ruth: Neden aileden bir geliriniz yok sanki? 
   -M.E.: Sağlığımı ve hayal gücümü buna tercih ederim. 

* ...Ruth'un sınıfının mensuplarını (varlıklı ve sosyal statüsü yüksek); yani kendi küçük hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten yaşamayı ve birey olmayı beceremeyenleri düşününce acı kahkahalara boğuldu...  

* ...Benim doğamın emredici gücü gerçekçiliktir, ama burjuva ruhu bundan nefret eder. Burjuvazi korkaktır. Hayattan korkar... Bayağılık; esaslı bir bayağılık. İtiraf ederim ki burjuva inceliğinin ve kültürünün temeli budur. Beni şekillendirmek, senin sınıfından biri haline dönüştürmek, senin sınıfının ideallerini, değerlerini ve önyargılarını bana yüklemek istedin... (Ruth ile konuşuyor)" 

Kesinlikle tavsiye ediyorum bu güzel kitabı okumanızı.
İyi haftalar. 

#çocuklariçinörüyoruz

Harika bir etkinlik! Kış aylarının sevilen aktivitelerinden örgü örmeyi çocuklarla ilgili bir sosyal sorumluluk projesine çevirenleri kutluyorum. Örgü severlere "şişlerinize kuvvet!" diyorum. ;) Örmeyen ördürebilir. Detaylar burada => #çocuklariçinörüyoruz


Üryan, Çıplak, Nü

Cuma günü Müge'yle birlikte Üryan, Çıplak, Nü - Türk Sanatında Bir Modernleşme Öyküsü sergisine gittiğimizden geçen yazımda söz etmiştim. Şimdi daha detaylı bir şekilde sergiyi anlatma zamanı. Nü resimlerin Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan zihniyet dönüşümünün etkisiyle birlikte artmasıyla ortaya nefis işler çıkmış. O yüzden 7 Şubat'a kadar ne yapıp edip bu sergiyi gezmelisiniz diyerek başlıyorum. 

Girer girmez sizi modern bir video çalışması karşılıyor. Özlem Şimşek'in Halil Paşa'nın Uzanan Kadın'ını Osmanlı döneminde değil, günümüzde bildiğimiz anlamda nüye çevirmesini görüyoruz. Aslolan "çıplaklık" değil "seyirlik" olmaktır fikri daha güzel aktarılamazdı herhalde. Daha sonra bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok ressamın kara kalem nü çizimleriyle dolu bir duvar karşılıyor bizi. 1906-1910 yıllarında ancak çıplak modellerle çalışma olanağı bulan Türk sanatçıların modelleri elbette erkekmiş. Kadın modellerle çalışma fırsatı ise yurtdışında eğitim görenlerin ayrıcalığı olmuş.   


Yurtdışı şansı elde etmiş sanatçılar arasında en önemli isimlerden biri de elbette İbrahim Çallı. Aşağıda Çallı'nın kadınlarından bazılarını görüyorsunuz. Hepsi de 1900lü yılların ilk yarısından kalma. Sağdaki Manolyalı Kadın tablosunu henüz daha görmeden, aynı isimli ve manolyasız olanını görüp de ne alaka diye düşündüğümüzde, "hımm, ben hatırlıyorum, Çallı'nın ayna önünde arkasında manolyalarla duran bir kadın tablosu vardı, kesin bu da onun çıplak hali" diye bilmişlik yapmam ve yaptığım bilmişliğin tam da bahsettiğim tablonun önümüze çıkmasıyla -Google'a bakmaya bile gerek olmadan- doğrulanması paha biçilemezdi doğrusu. Boşa gezmiyorum demek, yaşasın! ;)


Çeşitli dönemler Nuri İyem'den Nazmi Ziya Güran'a, Bedri Rahmi'den Fahrünissa Zeid'e kadar her ekolden sanatçıların nü çalışması duvarlarda. Onun dışında 1900lerin başında Konstantinopolis'ten nü kartpostalların olduğu çok ilgi çekici bir köşe de sizi bekliyor. Hepsi birbirinden güzel! Altta ortada Mihri Müşfik'in Aynalı Gözde'si ve sağda ise Namık İsmail'in isimsiz bir nü çalışması yer alıyor.   


Aşağıda ise Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu çalışmaları var. Soldaki Eren Eyüboğlu'nun 1946 yapımı nü portre resmi. Diğerleri ise Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun çalışmaları. En sağdaki kadar modern işlere çoğu zaman pek bayılmasam da 1952'den kalma Hamam adlı bu çalışmayı çok sevdim. 


Aşağıda yine daha çağdaş sanatçıların işleri var. Sol üstte Fikret Mualla'nın Sarışın Yosma'sı (1955) bulunuyor. Hemen yanında kendine has morun yaratıcısı İhsan Cemal Karaburçak'tan bir nü var. Sol altta ben varım! Aman Tanrım, işte yaz sonundaki halim karşımda duruyor! ;) Avni Arbaş'ın 1967 yılından kalma nü çalışması bu. Ve yanında da yine çok iyi bildiğimiz bir isim olan Fahrünissa Zeid'in Oturan Çıplak (1944) tablosu var. 


Bunlar sadece onlarca eser arasından benim bu yazı için seçtiklerimdi. Daha neler var neler. Bu sergiyi kesinlikle kaçırmamalısınız. Gitmişken 4. ve 5. kata yayılan ve çok daha modern bir sergi olan Bu Bir Aşk Şarkısı Değil'i de gezeceğinizi biliyorum. Daha çok video çalışmalarının yer aldığı o sergide video sanatı ile pop müzik ilişkisi ele alınıyor. Benim ilgi alanıma çok girdiğini söyleyemem, ama buna rağmen içeride ilgi çekici çalışmalar bulacaksınız. Favorim ise Iraklı sanatçı Adel Abidin'in Üç Aşk Şarkısı adlı video çalışması oldu. E bu kadar katı gezmek belli bir enerji harcatıyor insana. Kısacası acıktık! ;) Ve fazla uzaklaşmadan, sergi gezmeye başladığımızdan beri burnumuzda tüten Çok Çok Thai'ye attık kendimizi. 


Burası yıllardır yemek ve servis kalitesini değiştirmeyen az sayıdaki Uzakdoğu restoranından biri bana göre. Dolayısıyla pamuklara sarılıp sarmalanmalı. Ben mungbean noodle salatası üzerinde servis edilen ballı ızgara somon söyledim. Müge ise ananas içinde servis edilen karidesli ve kaju fıstıklı nefis bir pilav sipariş etti. Yanına sadece bir kadehcik beyaz şarap almayı becerdik en azından. Gerçi porsiyonları yarılayıp, kadehleri iki katına çıkarmak da daha mantıklı olabilirmiş. ;) Çoook keyifli bir müze gezisi sonrası her zamanki gibi çoook keyifli bir sohbet eşliğinde çoook lezzetli yemeklerimizi yiyerek oradan ayrıldık. Günü tamamlamak istemediğimiz için çoook keyifli bir kahve durağı olan Noir Pit'e uğrayıp havayı da orada kararttık. Sanat, dost sohbeti, güzel yemek, güzel kahve... e, şahsen ben daha keyifli bir Cuma düşünemiyorum, ya siz? ;)

Muhteşem Üçlü: Film & Kahve & Kitap

Haftaya harika iki film önerisiyle başlayacağım. İkisi de birbirinden etkileyici, iç açıcı olamayacak kadar gerçekçi, dünyanın bambaşka yerlerinden hikayeler olsa da tanıdık, nefis filmler.

İlki bir Rus yapımı. Aslında İngilizce adı The Fool olduğu için Türkçe adının Enayi olması Durak olmasından daha normal, ancak çoğu yerde Durak olarak geçiyor. Yönetmen Yuri Bystrov'un elinden çıkan film ciddi bir öz eleştiri niteliğinde. Kendi yozlaşmışlıklarına, sistemin bozukluğuna, çıkarlar söz konusu olduğunda göz ardı edilen insan yaşamına ve değerlere dair bir eleştiri. Küpünü dolduran inşaatçıdan rüşvet alan belediyeciye, gösteriş meraklısı görgüsüz zenginlerden dürüst memurlara, yoksul ve cahil halka kadar pek çok tanıdık figür sizi bekliyor. Ve Ruslarla ortak pek çok berbat yönümüz olduğunu biliyorduk, ama bu filmde onlarda da hiçbir iyiliğin, başarının cezasız kalmayacağını öğrenmiş oluyoruz! Lanet olası bozuk düzenlerde maalesef dürüstlük, iyilik, erdemli olmak gibi özellikler enayilikle eşdeğer sayılıyor. Ve buna da yine ancak cesur insanlar dikkat çekebiliyorlar. 

   
İkinci film  ise Beasts of No Nation. Uzodinma Iweala'nın romanından uyarlanan bu Cary Fugunaga filmi sizi Afrika'ya götürecek. İç savaş yaşanan bir Afrika ülkesinde mutlu bir ailesi ve yaşamı olan Agu'nun savaşın dinamikleri ile birlikte değişen, kabusa dönen, insanlıktan çıkan yaşamını izlemek gerçekten insanın içini acıtıyor. Mutlu, küçük bir çocukken canavar bir çocuk savaşçıya dönüşen Agu'nun hikayesi ve yaşadığı travma savaşın yıkıcılığının en önemli göstergesi. Agu'yu canlandıran Abraham Attah o kadar başarılı oynamış ki, ağzımız açık izledik. Agu'nun şu sözleri çığrından çıkmış günümüz dünyasının yıkıcı etkisini en derinden hisseden çocukların, kadınların, içinde insanlık olanların ortak isyanı gibi değil mi sizce de?

"Güneş, neden bu dünyanın üstünde parlıyorsun? Seni daha fazla parlayamayacağın ana dek ellerimin arasında sıkıştırmak istiyorum. Böylelikle her şey her zaman karanlık olur ve kimse burada yaşanan korkunç şeyleri görmek zorunda kalmaz."

İçinizi yeterince sıktıysam sizi bir kahve molasına alabilirim. Şişhane metro durağına yakın, Meşrutiyet Caddesi üzerindeki Noir Pit, geçen Cuma günü Müge'yle müze gezisi ve yemek (başka bir yazıda anlatacağım) sonrası sığınma durağımız oldu. Yağmurda sokağa bakan bar taburelerine yerleşip, kahve kokuları eşliğinde sohbet etmek çok keyifliydi. Kahveleri zaten güzel ama dekorasyonuyla ve sunumlarıyla da çok şirin bir kahve dükkanı burası; yolunuz düşerse mutlaka deneyin. 


Kitap derken de asıl amaç İdefix Sanal Kitap Fuarı'nın bir kez daha hatırlatmaktı elbette. Şu an elimde Jack London'ın Martin Eden'ı var, çok severek ama biraz yavaş okumaktayım. Yine de ilk İdefix siparişlerim elime ulaştı bile. Böylece okunacaklar rafım da dolup taştı - ki bu hiç gözümü korkutmadığı gibi beni çok mutlu ediyor. Sanırım Aralık sonuna kadar ikinci bir liste daha yapacağım bu gidişle, şimdiden aklımda bir sürü ilave var çünkü. 


İlk paketten bunlar çıktı işte. İkinci pakette mutlaka olsun dediğiniz neler var? Önerilerinizi dört gözle bekliyorum. Ve size film, kitap ve kahve dolu muhteşem bir hafta diliyorum. ;)

Özel Kadınlar Listesi

Pazartesi sendromuyla savaşta da tiyatrodan yararlandık bu hafta. Diyorum size, tiyatronun yararları saymakla bitmez. ;) Mam'Art Tiyatro'nun bu sezon sahnelediği ve oyunculuğuna bayıldığımız Tuğrul Tülek'in bu kez yönettiği Özel Kadınlar Listesi'ni izledik İKSV Salon'da 7 Aralık akşamı. Daha önce Zorla Güzellik oyununu izlediğimiz Neil Labute'un yazdığı ve çevirisini pek çok DOT oyununu da çeviren ve yine DOT oyuncularından Pınar Töre'nin yaptığı bu oyunu mutlaka izleyin derim. Çok seveceksiniz. 

  
Oyunda birbirinden özel kadınlarla tanışacağınız kesin. Ama erkek konusunda garanti veremem; hatta temiz bir dayağı hak eden cinsten olduğunu düşünmedim değil. ;) Konusu kısaca şöyle: evlenmek üzere olan genç ve popüler bir erkek yazar, hayatına daha önceden girmiş "özel kadınlarla" tek tek buluşma ayarlıyor. Onları bir otel odasına çağırarak bir nevi "aramızda onca yaşanmışlık var, hatalarım da olmuştur tabi, hakkını helal et şekerim" tadında bir yüzleşme, bir özür, bir günah çıkarma yaşanacağını sanıyorsanız henüz bu kalp kırma uzmanı adamla tanışmamışsınız demektir. Bu yeni nesil adamlarda duygu ne arar?! Peh! Çağırdıysa odaya, vardır ardında bir bit yeniği, aman dikkat! 

Daha fazla anlatamam, oyunun tadını kaçıramam. Gidin ve kendinize harika bir tiyatro akşamı hediye edin derim. Oyuncuların hepsi çok başarılı; Tuğrul Tülek zaten tiyatroyla ilgili ne iş olsa müthiş yapıyor, durduramıyoruz..;) Kısacası çok seveceksiniz. 

Oyun sadece İKSV Salon'da oynamıyor bu arada. Bo Sahne, Oyun Atölyesi gibi çeşitli yerlerde de oynuyor. En iyisi Mam'Art Tiyatro'nın Facebook ve Twitter hesaplarını takip ederek güncel bilgilere ulaşmanız. Hadi bilet kapmaya! 

İyi seyirler!

Yılbaşı Yaklaşırken Birkaç Hediye Fikri

Son dönemlerde yaptığım Karaköy gezileri sırasında gördüklerimi ve diğer keşiflerimi yılbaşı yaklaşırken buradan da paylaşayım dedim. Hediye alma telaşına düşenlere yardımım dokunsun. Ama unutmayınız ki her zaman en güzel hediye kitaptır ve Aralık sonuna kadar İdefix'te Sanal Kitap Fuarı devam etmektedir. Kaçırmayınız.

Gelelim önerilere... Yeni yılda kullanılmak üzere bir not defteri ya da ajandaya illa ki gerek duyulacaktır. O zaman el yapımı deri kabı olan bir tanesini almaya ne dersiniz? Atölye Kici'nin özel kağıt ve deri ile yapılan bu defterleri iyi bir alternatif gibi duruyor. İster buradan, ister Karaköy'deki Zet.com tasarımcılarının buluşma noktasından satın alabilirsiniz.  


Bap Bap Atölye'nin kanaviçe duvar ve yılbaşı süsleri ilginizi çekebilir. Yine zet.com'da çok güzel kanaviçe kolye ucu çeşitleri de bulabilirsiniz. 


Çocuklar için Celile Design'ın tişört, bebek tulumu, ipad kılıfı, yastık gibi tasarımları çok hoş görünüyordu. Tüm ürünler için bu linke tıklayabilirsiniz. 


Sevdiceğinize güzel bir takı almak isterseniz Batya Kebudi'nin Nişantaşı'ndaki mağazasına uğrayabilirsiniz. Sadece kadınlara özel takılar değil, özel tasarım kol düğmeleri gibi erkeklerin de hoşuna gidebilecek hediye alternatifleri bulabilirsiniz. Ben hâlâ eski bir seri olsa da şu hayvan figürlü takıların hastasıyım! 


Kozmetik ürünlerinden hediye denince akla ilk parfüm gelir ama bence cilt bakım ürünleri de harika bir fikir olabilir. Geçen sene doğum günümde beni Kiehl's ürünleriyle tanıştıran Dido sayesinde yaklaşık bir yıldır kullandığım Midnight Recovery Concentrate'e bayıldığımı söyleyebilirim. Gece yatmadan önce mutlaka birkaç damla sürdüğüm bu bakım yağının onarıcı, nemlendirici ve yatıştırıcı etkisi o kadar başarılı ki kesinlikle tavsiye ederim. Ayrıca haftada bir yaptığım gözenek küçültücü kil maskesi, 50 SPF güneş kremi ve yüz temizleme jelinden de çok memnunum. Sevdiklerinize Kiehl's hediye etmek de güzel bir alternatif olabilir, aklınızda olsun. 




Rifle Paper Co.'nin vintage seyahat takvimlerinden bana almak isteyen olursa hayır demem. ;) Ya da Karaköy'deki Çiçek İşleri'ndeki doğal kütüğe yerleştirilmiş kaktüsler, kilim puf, doğal ahşap servisler harika birer hediye alternatifi bana göre. Sevdiğiniz birine deneyim hediye etmek süper fikir: ilgisini çeken bir kursa ya da workshop'a katılım, masaj ve SPA hediyeleri, vs. Elbette en güzeli sevdiğinizle birlikte olmak. Ona dokunabilmek, sarılabilmek, ona sıcaklığınızı ve öpücüklerinizi hediye edebilmek ;), kadeh tokuşturabilmek, yeni yılla(rla) ilgili hayaller kurabilmek, yılın ilk kahvaltısına birlikte uyanabilmek... Gerisi laf-ı güzaf azizim. ;)

Kış Dönümü

En son DOT'un İki Kişilik Yaz'ını bayılarak izledikten sonra yazdığım yazıyı nasıl bir kişisel not düşerken bitirdiğimi hatırlayalım: "içimizi ısıtmayan, yüzümüzü güldürmeyen, ağzımızı burnumuzu tekmelerken düşündüren (!), küfrederken sorgulatan, tırsıtırken nefes kesen o eskinin sert içerikli DOT oyunlarını da özledim ben yahu." Hah işte, Kış Dönümü'nden çıktıktan sonra daha ne düşüneceğimi bile bilemeden aklımdan geçen "başka bir şey dileseymişim!" oldu. ;) Şiddet sahneleri olmasa da "sert içerik" ibaresi kesinlikle yakışır bu oyuna! 

DOT, Kanyon'daki yeni yerinde sezonun çok etkileyici yeni oyununu sahnelemeye başladı geçtiğimiz Cuma gününden itibaren. Biz de 4 Aralık Cumartesi günü hazır ve nazır oradaydık. Üstelik gecenin bonusu olarak ilgiyle takip ettiğim, sıkı bir tiyatro izleyicisi olan Bir de Benden Okuyun blogunun yazarı sevgili İzzet Şahap ve eşiyle de tanıştık o akşam. Yolu tiyatrodan -ve seyahatten ;)- geçen insanlarla tanışmak ayrı bir keyif doğrusu. ;)


Oyuna dönecek olursam. İçinizi karartacağı kesin, çünkü on yıl sürmüş bir savaşın sonrasına götürüyor bizi. Ve savaşın yeniden başlama olasılığı da hâlâ var. Aç iki kadın, bir çocuk ve savaştan dönmüş ruhen ve bedenen yaralı bir askerin kesişen hayatları. Sert koşulların insanı insanlığından çıkardığı dönemlerde bile bir umut ışığı görmek mümkün müdür? Sanki her şeye rağmen mümkün gibi... :/ Ya da değil mi? Bilemedim ya, ben daha karamsar bakan tarafım her zaman, o yüzden o umut ışığını da ısrarla göremedim sanırım. Ama yine de ne olursa olsun mercanköşkler ve fesleğenler yetiştirmeye, balık kızartıp limonotu ile birlikte yemeye, çocuklara mis gibi taze inek sütü içirmeye inanmak lazım şu hayatta. 

Murat Daltaban'ın yönettiği oyunda Pınar Töre nefis bir oyunculuk sergilemiş. Gözümü alamadım kendisinden desem yeridir! Diğer oyuncular ise Deniz Türkali, Cem Sürgit, Can Şıkyıldız ve her oyunda değişen, dönüşümlü oynayan dört çocuk oyuncudan biri. DOT bünyesine çocukluktan dahil olmak ne güzel bir şeydir diye düşündüm. Ne mutlu o çocuklara ve onları oraya yönlendiren ailelerine.

Oyun hakkında daha fazla bilgi, tarihler ve bilet almak için DOT'un web sayfasına uğrayın derim. Aralık ayına Kış Dönümü yakışır. ;)

Not: Suvla'nın oraya bir şarap barı ve restoran açacağını düşünmeli miyim, yoksa sadece o geceye özel bir durum muydu bilmiyorum. Ama açsa oyun öncesi ve sonrası uğrak yeri olarak süper ötesi bir durak olur bence! Suvla aaç aç aç! ;)

İyi seyirler!

Bir Türk Ailesinin Öyküsü

1. Dünya Savaşı yılları... Osmanlı'nın son dönemleri... Varlıklı bir ailenin savaşla birlikte kaybettiği maddi ve manevi zenginliğinin öyküsü...



İrfan Orga'nın yazdığı Bir Türk Ailesinin Öyküsü adlı romanı bu şekilde özetlemek mümkün. Yazarın çocukluğundan orduda pilot olarak görev yaptığı yıllara kadar yaşadıklarını, ailesinin başına gelenleri anlattığı yaklaşık 25 yıllık bir sürecin öyküsü bu. Çocukların babalarını, evlerin erkeklerini kaybettikleri, dönem kadınlarının ruhsal ve bedensel narinliklerinden vazgeçip ayakta kalma mücadelesi vererek sertleştikleri, yıprandıkları yıllar. Zengini yoksulu fark etmeksizin bir kuru ekmek alabilme ihtimali için bile saatlerce kuyruklarda beklenen yıllar. Feri sönen gözler, solan tenler, hastalanan ruhlar. Savaşın genç yaşlı demeden herkeste yarattığı derin travmalar. Çocuk olmanın her koşuldaki dayanılmaz hafifliği, yetişkinliğin omuzları çöktüren taş gibi ağır sorumlulukları, kaygısı, gamı.  

Bir yandan da zihninizde canlanan eski İstanbul görüntüleri. Yapılaşma olmamış, tarihi yarımadadaki ahşap evlerde yaşanan hayatlar. Sık sık çıkan yangınlarla yanıp kül olan konaklar. Her türlü yokluğa, yoksulluğa karşın, üstelik erkeksiz kalmış evlerde yastık altında saklanan paralar, altınlar, değerli eşyalar. En sıkıntılı dönemlerde dahi bunları yağmalamayı aklına getirmeyecek bir terbiye, saygı (bu dönem aynı şeyi hayal bile edemiyorum!). Sarıyer'deki köşkün bahçesinin kokusu. Mahalle dedikoduları, dayanışması. Her şey o kadar güzel anlatılmış ki adeta onlarla birlikte o dönemde yaşamış gibi oldum desem yeridir. 

İrfan Orga tüm bunları yurdundan uzakta, İngiltere'de kurduğu yaşamını sürdürürken yazmış. Annesi Şevkiye Hanım'ın hüzünlü ölümünden sonrasını da oğlu Ateş Orga'nın ilave yazdıklarından öğreniyoruz. Kesinlikle okunması gerektiğini düşündüğüm bir dönem hikayesi. 

İyi haftalar!

Haftanın Filmleri

Öncelikle 2014 yapımı olan bu üç filmi de izleseniz de olur izlemeseniz de. Yani izlemezseniz çok da büyük kayıp sayılmaz, ama sıkılmadan da izlersiniz hepsini. Şu andan itibaren okurların dörtte üçü dağılmıştır diye düşünüyorum, ama ne yapayım zaman en değerli şey hayatımızda. E ben de saygılı bir blogger'ım, uyarmam lazımdı. ;)

İlk olarak Kate Winslet ve memelerinin baş rolde olduğu A Little Chaos'tan (Küçük Karmaşa) bahsedeyim kısaca. Memelerde gözüm kalmış olabilir biraz, evet. Ama n'apalım, olan var olmayan var, hatun bahçıvan haliyle bile Hürrem (Meryem Uzerli olanı ;)) misali dolaşınca tüm filmde eli mahkum gözünüz takılıyor. Ama benden duymuş olmayın da meme dışında da hiç bayılmadım kendisine. O ateş gibi kadının bakışları, halleri, tavırları pek bir apatik geldi gözüme (ki çok severim hem oyunculuğunu hem tipini). Belki de ondan filmden de yeterince etkilenemedim, kim bilir. Dedikoduyu bırakıp filme dönecek olursam...

Efendim, hikaye 1682 yılının Fransa'sında geçiyor. Kral 14. Louis Versailles Sarayı'nda açık hava bir balo bahçesi alanı yaratmak istediği için peyzaj mimarlarıyla görüşülmesini istiyor. Saray görevlisi ünlü mimar Andre le Notre (Matthias Schoenaerts) işi kimin alacağına karar verecek.  Ve değişik bir tarzı olan, genç ve güzel dul Sabine de Barra'ya  (Kate Winslet) görevi veriyor. O dönemlerde bir kadın olarak bu işin altından başarıyla kalkan Madame Barra, bonus olarak bir de Andre'yle aşk yaşamaya başlıyor. Evet, konu güzel, dönem güzel, oyuncular güzel, ama filmin çok da akıcı bir temposu yok. Andre'nin karısı, kralın karısı ve Sabine'in kocası gibi arka planı anlamamızı sağlamaktan çok akışı bozan detaylar var. O unsurlar daha güzel dahil edilebilirmiş filme. Ama yine de izlenir.

Not: Matthiascığımı nereden tanıyorum diye düşünüp bulamadım film boyunca. Şimdi yazarken IMDB sağ olsun hatırladım. Rust and Bone'dan aklımda kalmış. O da ne filmdi ama!


Sırada Hayatımın Şarkısı olarak çevrilmiş, ama aslında Belier Ailesi olan bir Fransız filmi var. Fransa'nın kırsalında bir çiftlikte köy hayatı yaşayan, peynircilik ve hayvancılıkla geçimlerini kazanan dört kişilik bir aile Belierler. Ancak bu ailenin şöyle bir özelliği var: 16 yaşında bir genç kız olan Paula dışında ailenin tüm üyeleri işitme engelli. Dolayısıyla ailenin duyabilen ve konuşabilen tek kişisi olan Paula, onlar için adeta bir iletişim tanrıçası! Ama düzeni değiştirebilecek bir problemimiz var Houston: Paula kendi hayatını yaşamak için ölüp bittiği yaşlarda ve okul korosunun en yeteneklilerinden biri. Öğretmeni (Whiplash'takinin çakması :P) Paris'te yapılacak bir ses yarışmasına katılması için onu motive etmekte. Bir yanda ses sanatçısı olarak Paris'te devam edeceği hayatın cazibesi, diğer yanda ömür boyu çiftlik yaşamı. İçinde ailenin tek engelli olmayan üyesi olarak onları bırakacak olması ihtimalinin yarattığı suçluluk duygusu. Bakalım olaylar nasıl gelişecek? Klişeleri ve yer yer abartılı oyunculukları (özellikle anne karakteri, pöf! bir sakin dur be kadın!) olmasına rağmen izlenebilir filmlerden.


Son olarak Yves Saint Laurent filmi var izlediklerim arasında. Ünlü modacının yükseliş öyküsü, iş ve özel yaşamında partneri olan Pierre Berge ile ilişkisi, ruhsal zayıflıkları, buhranları, çekingen, yalnız ve zayıf tarafı anlatılmış filmde. Ayrıca 60'lı yılların özgür ruhu içindeki yaşamlarına ve sık sık gizli cennet olarak kaçtıkları Marakeş'teki günlerine de göz atılıyor. Sanatçının küllerinin serpilmiş olduğu Majorelle Bahçeleri'nin alındığı dönemlere de dönüyoruz - ki aklımda hemen bahçenin o nefis mavisi içinde gezdiğimiz gün geliyor capcanlı. Ah o her köşesinden aşk fışkıran bahçe, nefisti! Ve aşkla yaratan her sanatçının kendine çektirdiği ıstırabı izlemek de yine üzücüydü. Tam da bu noktada Yves Saint Laurent'i canlandıran Gaspard Ulliel'in çok başarılı bir seçim olduğunu söylemem gerek. Bu üçü arasında en sevdiğim film oldu diyebilirim. İzleyin. 

Bu arada akşam İsocum maçta olacağı için ben de kendime hayaller kurarak dinleyeceğim şöyle bir etkilik buldum. İlgilenenleri beklerim. ;)



Hepimize iyi hafta sonları!

Broadway'in Yeşil Devi sömestirde İstanbul'da! Shrek The Musical Zorlu PSM’de!

Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek'in beyaz perdeden Broadway'e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'ne taşınıyor.



Shrek'le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig'in 1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek'in bu başarısı, yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk olmasını sağladı.

Shrek'in güçlü kolları sonunda Broadway'e kadar uzandı. Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin Tesari'nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire'nin yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli Tony Ödülleri'nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley'nin tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali'ne En İyi Kostüm dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi.







Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde deneyimleme şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali'ni orijinal dilinde, Türkçe üst yazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın.

Müzikali beklerken Shrek'le ilgili önemli satırbaşlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var.
-William Steig'in 1990 tarihli Shrek! isimli kitabının hakları, ilk olarak Steven Spielberg tarafından 1991'de satın alındı.
-1995 yılında Shrek'in beyaz perde uyarlaması için çalışmalar başladı.
-Shrek'i selendirmesi için seçilen ilk kişi, ünlü komedyen Chris Farley'di.
-Farley, 1997'de hayatını kaybedince Shrek'in seslendirilmesi görevi Mike Myers'a verildi.
-Serinin ilk filmi, toplam 484.4 milyon dolarlık gişe hasılatıyla kendi arenasında bir rekor kırdı.
-Shrek, Akademi Ödülleri tarihinin ilk En İyi Animasyon Film Oscar'ını 2001 yılında kazandı. En İyi Uyarlama Senaryo dalında ise aday oldu.
-Shrek, Mayıs 2010'da Hollywood Bulvarı'ndaki Şöhret Yolu'nda kendine ait bir yıldıza kavuştu.

Shrek The Musical, Türkiye'de ilk kez 22 Ocak - 7 Şubat 2016 tarihleri arasında orijinal dili ve Türkçe üst yazı ile Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde!

Detaylı bilgi almak için tıklayabilir, ön satış fiyatlarını kaçırmamak için hemen satın alabilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

70'lik Meyhane & Pandeli & Coffetopia

Son dönem lezzet deneyimlerimden bahsedeyim mi sizlere kısacık? ;) İlk olarak Küçük Armutlu'daki 70'lik Meyhane gelsin. Dilara'nın doğum günü kutlaması için iki hafta önceki Cumartesi büyük bir grup halinde oradaydık. Meyhane için ilk akla gelen semtlerden biri değil burası, bundan sonra da aklıma gelir mi bilmem. Küçük ve ortamıyla, müzikleriyle falan sakin bir meyhane havası olan bir yer, ancak aklımda kalan herhangi bir lezzet olduğunu söyleyemeyeceğim. Özellikli bir meze, ara sıcak ya da ana yemek yemedim doğrusu. Belki de grup olduğumuz için "bunların zaten keyfi yerinde, ne versek gider" diye düşünmüş olabilirler. ;P Ama benim için meyhane demek meze demek. O açıdan da 70'lik Meyhane'ye özellikle gideceğimi sanmıyorum. O gece çok çok çok keyifliydi orası ayrı. Ama mevcut durumda Küçük Armutlu'ya sadece Lokanta Armut için giderim sanki. 


Sırada yine Dilara'yla yaptığımız Eminönü turundan iki durak var. Geçen hafta havanın nefis olduğu bir gün buluştuk ve önce bir iki alışveriş işini hallettikten sonra acıktık ve ikimiz de Pandeli'yi hiç denememiş olduğumuzu fark edince de Mısır Çarşısı'nın girişindeki bu meşhur lokantayı deneyelim dedik. Hafta arası saat 14:00 gibi gittiğimizde bizden başka kimsecikler yoktu. Bizden sonra ise iki masa daha geldi. Bizimle ilgilenen kıdemli bir garsonla yaptığımız sohbette yaz aylarından beri durumun böyle olduğunu, çarşı-pazar-restoranların kan ağladığını, turistin yok denecek kadar azaldığını öğreniyoruz. Eminim sorsak "istikrar"a oy vermişlerdir, ama sorup da sinirimizi bozmaya gerek yok. "Hiç de umutlu bakamıyoruz geleceğe ama hayırlısı bakalım" tarzı karşılıklı ılımlı hoşnutsuzluk ifadeleriyle sohbeti bitirip yemeklere geliyoruz. 


Dilara'yla birlikteyken normal miktarlarda ve sağlıklı beslenmek hiç de zor olmuyor. İsocum'la gitmiş olsaydık kesin sebze yiyelim diye oturup bir küçük eşliğinde kebaplarımızı söylemiş olurduk. ;) (İsocuuum, okuyorsan kızma canım, muccxx! ;) ) Biz ise Dilara'yla bir karışık zeytinyağlı, bir de karışık sıcak sebze yemeği tabağı söyleyip bölüştük. Böylece her şeyin de tadına bakmış olduk. Elbette et, balık, tatlı, çorba çeşitleri de var ama bizim öğle yemeği tercihimiz böyleydi ve hemen her şey çok lezzetliydi. Geleneksel ortamı, servisi de oldukça iyi olan bu lokantanın aslında biraz turistik olduğunu da söylemeliyim. Ama yılların Pandeli'si elbette görmeye ve tatmaya değer. Ay kime diyorum, bir biz kalmışızdır zaten bunca yıldır denemeyen! ;P


Yemekten sonra günün kahvesi için de Coffeetopia'ya gittik. Üçüncü dalga Eminönü'ne bile yayıldıysa bence artık dördüncü dalgaya geçme zamanıdır arkadaşlar. ;) Şaka bir yana, uzun zamandır Eminönü'ne gitmemiştim ve bir süredir iki adet üçüncü dalga kahve dükkanının burada var olduğunu öğrenerek şaşırdım: Brew Coffee Works ve Coffeetopia. Bu kez "en iyi kahve eğitmeni" ödülü olan ve hâlâ barista eğitimleri vermeye devam eden Şerif Başaran'ın Coffeetopia'sını tercih ettik. Ben flat white'ımdan, Dilara da cortado'sundan gayet memnun kaldı. Kahve yanına en iyi dedikodu, pardon sohbet ;), gider dedik ve tatlı tabi ki yemedik. Aferin bize! 


Hava güzel olduğu için köprünün üstünden yürüyerek Karaköy'e geçtik ve tabi ki dayanamayıp belki de milyonuncu Galata Kulesi fotoğrafımızı çektik. Ama her seferinde etkilenmekte haksız değiliz bence. Nefis! 


Sonra sırasıyla Karaköy balık pazarı, Tünel ve Şişhane metroya kendimizi atarak evlere dönüş. Hem iş hallettiğim hem de keyif yaptığım harika bir gün, daha ne olsun, şükür! (Yani iş hallettim sanıyorum, ama perdelerim gelmezse bu hafta bir de dükkan basma turu yapabilirim Eminönü'ne tabi. :P)

Sırada haftanın filmleri olacak, görüşürüz!