3 Güzel Film

İlki 1967 yapımı. Catherine Deneuve'un 24 yaşındayken çekmiş olduğu Belle de Jour, yani Gündüz Güzeli. Film genç, güzel ve saygın bir evliliği olan bir kadının mazoşist fantezilerini doyurmanın yolu olarak gündüzleri bir randevu evinde çalışmaya başlamasını konu alıyor. Biraz hayal ile gerçeğin de birbirine karıştığı filmde sizin de kafanızın karıştığı olabiliyor. Ama o hayallere de dikkat, çünkü onlar da kadının ruhsal dünyası  ile ilgili önemli bir içgörü sağlıyor. Klasiklerden sayılan bu filmi izlemenizi öneririm. Bu arada Catherine Deneuve'un doğal güzelliğine de hayran olmamak mümkün değil. Ayrıca günümüzdeki gibi her şeyi kusursuz gösterme çılgınlığının olmadığı bir dönemde çekilmiş olması da vücutlardaki kusurluluğun güzelliğini hatırlatıyor bizlere. Unuttuğumuz, ama bence önemli bir nokta. 

İkinci film 2012 yapımı Uçuş (Flight). Denzel Washington'ın başarılı ama alkol problemi olan bir pilotu (Whip) canlandırdığı filmde nur topu gibi bir uçuş fobisi geliştirmenize neden olabilecek bir uçak kazası yaşanıyor. Son derece etkileyici ve gerçekçi sahnelerle çekilmiş kaza son derece ciddi olmasına rağmen çok az sayıda can kaybı ile atlatılabiliyor. Bunun da tek nedeni Whip'in ustalığı. Ama uçuş sırasında kanında fazla miktarda alkol ve hatta uyuşturucu (ayılmak için kokain kullandı, ben şahidim!) olduğu için ne yazık ki olaydan bir kahraman olarak çıkması gerekirken, hava yolu şirketinin açtığı dava ile uğraşmak durumunda kalıyor. Neyse ki bu problem de güçlü dostlar ve avukatlar ile çözülebilir çünkü yapılan simülasyonlarda aynı durumla karşılaşan hiçbir pilotun uçağı başarıyla indiremediği, Whip'in gerçekten durumu çok iyi kotardığı gibi bir gerçek var ortada. Ama ciddi bir alkolizm sorunu olduğu da gerçek. Avukatının mı alkol bağımlılığının mı etkili olacağını öğrenmek için filmi izleyin derim. Oyunculuklar ve anlatım son derece gerçekçi ve doğal. Beğeneceksiniz. Yönetmen Robert Zemeckis'i, de Forrest Gump'tan da hatırlayacaksınız.     

Ve son olarak 1996 yapımı  Secrets and Lies (Sırlar ve Yalanlar) filmi var. Yönetmen Mike Leigh. Söz konusu psikolojisi iyi incelenmiş aile dramları olduğunda kendisinin hastasıyız. Bkz. Another Year. Afrika kökenli bir İngiliz olan Hortense'in bebekken kendisini evlatlık alarak yetiştiren anne-babası öldükten sonra biyolojik annesini aramak üzere araştırmaya başlaması ve beyaz bir fabrika işçisi olan orta yaşlı Cynthia'ya ulaşmasıyla film başlıyor diyebiliriz. Cynthia'nın birlikte yaşadığı bir kızı daha var. İlişkileri çok harika sayılmaz. Bir de onlardan uzak ve ayrı bir hayat sürdüren, fotoğrafçı erkek kardeşi Maurice ve karısı var. Onlara da biraz sinir oluyorlar laf aramızda, çünkü maddi durumları daha iyi, çoluksuz çocuksuz dertsiz tasasız mis gibi hayat sürüyorlar, biz de burada sürünüyoruz diye. Maurice, Cynthia'nın kızının 21. yaş günü için kendi evlerinde toplanmayı teklif ediyor. Cynthia da fabrikadan arkadaşım diye tanıttığı Hortense'i de bu partiye çağırıyor. Filmin zaten neredeyse son bir saati evdeki bu doğum günü partisinde geçiyor ve bütün sırların ve yalanların da ortaya döküldüğü büyük buluşma bu oluyor.

Oyunculuklar ve ortamlar o kadar etkileyici ve doğaldı ki sanki İngiltere'deki bu yaşamlara gizlice tanıklık ediyormuşuz hissinde izledik filmi. Cynthia ile Hortense'in ilk buluştukları gün ve gizlinin saklının kalmadığı o doğum günü partisi. Aklımda uzun süre yer edecek doğallıkta sahnelerdendi. En sonunda Maurice'in şu sözleri de harika bir özetti bana göre: "Sırlar ve yalanlar! Aslında hepimiz acı çekiyoruz! Neden acımızı paylaşamıyoruz? Hayatım boyunca insanları mutlu etmeye çalıştım ve hayatımda en sevdiğim üç insan birbirinden nefret ediyor. Ve ben de arada kalıyorum. Artık buna dayanamıyorum!" Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, minik bir miktar empatiyle çözülebilecek şeylerin aile içi dramlara, soğukluk ve uzaklığa neden olabileceğini,  aile ilişkilerinde sevgi ve karşılıklı anlayışın da çözemeyeceği bir sorun olmadığını gösteren güzel bir film. Çok sevdim.

Hepinize iyi seyirler..

  

















Balığa Saygısızlık Olmasın...

...dedik ve Kaş'tan döndüğümüz hafta iki tane rakı-balık gecesi yaptık. İlki İso'cumla baş başa, dokuzuncu evlilik yıl dönümümüzü kutlamak için 14 Ağustos Çarşamba gecesi Bebek Balıkçısı'ndaydı. Bebek Balıkçısı, bazı mekânların neden yıllardır "en iyiler" listesinde olduğunun göstergesi olabilecek örneklerden biri bana göre. Hiç değişmeyen lezzet, hizmet ve sunum kalitesiyle, rahatlığın ön planda olduğu dozunda, kasıntısız şıklığıyla hayal kırıklığına uğramayacağınız yerlerden. Eh, yer olarak da Bebek'te denizin dibinde olunca, size sadece tadını çıkarmak kalıyor. Peki pahalı mı? Soruya soruyla karşılık vereyim: Boğaz'ın her iki yakasında da denizin dibinde rakı-balık yaptığınız uygun fiyatlı bir yer var mı? Belki burada bir miktar da Bebek primi vardır ama belki de kullandığınız kredi kartına yapılan indirim ile o primi ortadan kaldırabilirsiniz.;) Bana göre fiyat-kalite değerlendirmesi açısından oldukça başarılı bir yer. Geceye arabada makyaj tazeleyerek başlayıp, tatlı ve meyve ile bitirişimizi fotoroman olarak ekte bulabilirsiniz. Bu arada seneye 10. yıl kutlamaları için şimdiden bir şeyler düşünmeye başlamak gerek, hiii çok heyecanlı..:)) 


İkinci rakı-balık gecesini o hafta sonu İstanbul'a gelen Zeynep-Burak ikilisiyle birlikte Arnavutköy'deki Lipari'nin terasında yaptık. Öncesinde akşam üstü yine yıllardır aynı kalitesini koruyan mekanlardan biri olan Aşşk Kahve'de birer (peki, tamam, ikişer) içki molası verdik. Ve yürüyerek Arnavutköy'e geldik.


Terasa çıkan merdivenleri de tırmandıktan sonra artık güzel bir rakı-balık gecesini de hak ettiğimizi düşünüyorduk ki üzülerek söyleyeyim Lipari'den pek memnun kalmadık. Gelen hiçbir mezenin çok özellikli olduğunu söyleyemeyeceğim. Sunum da özensizdi. Örneğin, ara sıcaklar sıcak güveç kaplarda değil aynı minik porselen meze tabaklarında geldi. Bizim uyarımızla götürüp güveç kaba alıp getirdiler. O güveç kabı da baya  masanın kullanımından çıkarıp kendi tabağıma almışım ben sanki! :) Ekmekler taze değildi, mısır ekmeği çok başarılı değildi. Ayrıca servis de yavaştı, herhalde Cumartesi kalabalığıyla ilgili bir durumdu. Sadece en son bölüşmek için söylediğimiz bir porsiyon minekop gerçekten başarılıydı. Ama bir daha gider miyim? Sanmam. Yine de keyfimizin ve sohbetin bol olduğu güzel gecelerden biriydi. Önemli olan da bu zaten, değil mi?


Ama çıkışta bir daha Aşşk'a gelip de kapanış içkisi içseydik daha iyiydi tabi.Çekmeyin der gibi halimizden belli sanırım kapanışta kafalarımızın ne durumda olduğu.:) Sonra ertesi gün kötü olmayayım diye eve gelip 2 tane Alka, sabah kalkar kalkmaz 2 tane Alka ve kahvaltıdan sonra da bir Metpamid alıp gerçekten Pazar gününü kötü geçirmemeyi başardım ama Pazartesi günü bacaklarımın iç kısımları boydan boya kırmızı noktacıklarla kaplandı! Babam Alka dozunu abarttığım için olduğunu, cilt doktorum travma, sıcak banyo, güneşte yürümeden dolayı olmuş olabilecek minik, önemsiz cilt altı kanamalar olduğunu söylese de aslında ne olduğunu ben çok iyi biliyordum: Nazar! Kıh kıh, nazara inanmam ama nazar düşüncesinin bazen gerçeklerden daha çekici geldiği olmuyor değil..:) 

Hepinize harika bir hafta diliyorum. Zaten bu hafta içi sadece dört gün, bu bile harika olması için başlı başına yeterli neden değil mi? Sonrasında İstanbul'dan uzaklaşacaklar el kaldırsın bakayım? :)






Kardeşimin Hikayesi ve Güz Şarkısı

Gelelim Kaş'ta okunan (gerçi biri sürünerek ancak İstanbul'da bitirilebilen) iki kitaba. Birincisi Kardeşimin Hikayesi. Zülfü Livaneli'nin Sevdalım Hayat dışındaki tüm kitaplarını okumuş ve hepsini çok sevmiş bir okuru olarak bu kitabının en sevdiklerim arasında olmadığını en baştan söyleyeyim. O kadar kolay okunan bir kitap ki elinize aldığınız anda bitiriyorsunuz. Ama hikaye (büyük aşkı çok büyüklüğünü, cinayetin faili ile mağduru arasındaki ilişkiyi pek anlamlandıramadım) ve kitabın yarısını geçtikten sonra az çok kestirebildiğim sürpriz (!) son beni çok etkilemedi, ne yazık ki. Ayrıca Ahmet karakteri bana biraz yapay geldi. Yani hem elini eteğini çekmiş, kitap kurdu, izole bir adam olarak cool bir hali var, hem de tanışır tanışmaz etkilenip, bilgeliğini satmaya çalıştığı, çömez bir gazeteci kız için dağılır gibi olduğu komik bir hali var. Yahu o kız zaten kitap falan okumuyordur, ne gerek var bu kitapta şu denmiş, şu karakter bunu yapmış gibi sözlerle etkileme çabalarına Ahmetcim. Yakıştı mı senin gibi kasabanın soğuk nevalesine? Gerçi o katıksız özgürleşme olarak tanımladığı kayıtsızlık durumunu da kıskanmadım değil hani. Ha bir de şu Olga aşkını da pek benimseyemedim. Mevlana'nın dizeleriyle "Bu aşka ilahi diyemem korkarım/İnsani diyemem utanırım" diye tanımlanan ve tercüman aracılığıyla devam etmesine, araya mesafeler ve pek çok acı olaylar girmesine rağmen yılarca bu kadar yakan bir aşk ile aşık adamı çok bağdaştıramadım. Ama yine de Zülfü Livaneli'nin kitabı için sadece alın ve okuyun derim. Asla zaman kaybı olmayacağı gibi böyle bir değerin yazdıklarını okumak her zaman bir artıdır, diye düşünürüm. Ayrıca kitabın sonuna eklenen yazarla röportajda Zülfü Livaneli'nin edebiyat ile ilgili söylediklerine de tamamen katılıyorum.


Diğer kitabı ise sanırım önermeyeceğim. Peride Celal'in Deli Aşk adlı kitabını çok severek okumuştum ama bu Güz Şarkısı bitmek bilmedi elimde. Kontrol manyağı, menopoz teyze Nuriye Hanım'ın bir vapur yolculuğuna çıkması (daha doğrusu çocukları tarafından postalanması) ile başlıyor roman. Sonrasında ise çocuklarıyla, yıllar sonra karşılaştığı ilk ve tek aşkı yazarla, göstermelik evlilik sürdürdüğü diplomat kocasıyla ilgili "ama ben onlar için her şeyi yaptım," "ama elalem ne der," "ama tüm dünya da bana karşı yahu," "gençlik gitti mi elden ne," "çocuklar kendi hayatları için diretiyorlar, vah ben yavrularımı kaybettim," diye diye diye kendini yiyip bitirmesi benim de enerjimi tüketti sevgili okur. Yahu kadın bırak artık herkesi kendi haline, kendini de bir serbest bırak, karışanın edenin yok işte, yaşa dilediğince, bir havalarda bir pozlarda takılma, doğal ol, esnek ol, kasılma! Sıktın içimi, boğdun beni kalıplarında. Bir de ne şanslı hatunsun aslında bir yandan da, hayat sürekli güzel yaşama fırsatları çıkarmış da karşına sen böyle baymayı seçmişsin kendini de beni de! Şu kitap biter bitmez acilen önce jinekoloğuna gidip bir hormon tedavisine başla, sonra da bir psikolog bul kendine rica ediyorum. Bu işleri halletmeden de ne kocanın ne çocuklarının ne de aşığının yanına bile yaklaşma, ömürlerini tüketme, yazıktır, günahtır. Özetimi beğenmişsinizdir umarım.:)

Bir Cumhuriyet kadını olan ve kısa bir süre önce kaybettiğimiz Peride Celal ile ilgili bu kitapın da en sevdiğim tarafı dönemle ve dönemin düşünüş tarzıyla ilgili yansıttıkları. Hikaye 1960'larda geçiyor. O dönemin ilerici görüşlerini temsil eden aydın gençler, toplumsal değil insana dair tiyatro oyunları yazan ve dönemin idealist gençleri tarafından eleştirilen Salih Kırtay ve hep tuzu kuru ve geleneksel bir aile yapısında yetişmiş, aynısını da sürdürmekte diretmiş, statükocu Nuriye Hanım o dönem Türkiye'sinin farklı kesimlerine de biraz olsun ışık tutuyor. Yine de çok fazla tekrar, aynı diyalogları defalarca okumuşum gibi bir his yaratıp ara sıra fenalık geçirip "Yeteeeer!!" diye bağırmama neden olmadı değil. Hatta okurken bir yandan da kafamdan sürekli şu tokatçıya replikler yazdım diyebilirim.:)


Yine de sizi soğutmuş olmayayım tabi. Ben de Peride Celal'den soğumak niyetinde değilim ama uzun bir molaya ihtiyacım olduğu kesin. Yıllar sonra belki yeniden buluşuruz bir ağaç altında, bir şezlong üstünde kendisiyle.

Neyse, ben sıradaki tatil için kitaplarımı seçtim bile. Ya siz?








KAŞ = AŞK (2013)

Blogu boşladım değil mi? Farkındayım, ama bir süre daha böyle gideceğini üzülerek haber vermek isterim çünkü gerçekten çoook çalışmam lazım çoook. Ve çoook gezmem lazım çoook! :) Yani kısaca, tatil planlarım henüz bitmiş değil ve Kasım 15'e yetiştirmem gereken pek şükela bir kitap aldım. O yüzden gezi aralarında bilgisayar başına konuşlanmış halde geçireceğim önümüzdeki iki üç ayı. Ha bir de bol zamanım varmış gibi çalışma masamı yenilemek ve evdeki desktop'ı "artık desktop mı kaldı yahu, kurtul şundan, adam gibi mobil bir sisteme geç" diyen başta İso'cum olmak üzere tüm yakın çevremin önerilerine kulak vermek gibi bir işe giriştim. Önümüzdeki hafta içinde Nesin Vakfı'ndan bilgisayarımı, bilgisayar masamı, printer'ımı, ıvırımı zıvırımı almaya gelecekler ve ben salon ve balkon masalarında göçebe hayata başlayacağım! Sonra yeni bilgisayar, yeni çalışma masası, yıllar öncesinden kalma Windows XP'mi bırakıp yeni bir işletim sistemi falan derken allak bullak olacağım. Bakalım söz dinlemek iyi miymiş kötü müymüş göreceğiz. Sorunlar çıkarsa, ilk başının etini yiyeceğim kişi tabi ki İso'cum olacak: "Hep senin yüzünden!" :) 

Neyse, ben minik bir mola bulmuşken size hemen bu seneki ikinci yaz tatilimizden bahsedeyim. Biz yine aşkımız Kaş'a uğramadan edemedik. Hem de geçen sene gittiğimiz Club Çapa'ya gittik 3-11 Ağustos arası. Club Çapa ile ilgili detaylı notlarım burada. Bu seneki değişiklikler ise bence harika! Çünkü odaların tamamı yenilenmiş, mini barlar eklenmiş, eski yataklar ve yastıklardan bazıları beyaz deri ile kaplanıp plaja atılmış, böylelikle güneşlenme alanları daha rahat olmuş, plaj havluları yenilenmiş ve tesisin her yerine wi-fi gelmiş. Daha ne olsun değil mi? Yine de fazla bir lüks beklemeyin, demeyi unutmayayım. Eski müşteri olarak teraslı, harika bir odayı kapmış olabiliriz, ama odaların bazıları yine çok küçük aklınızda olsun. Kahvaltıda da çeşit beklentinizi yüksek tutmayın. Bir de bizim ısrarlarımızla birkaç kasa (gerçekten kasa! ve ona rağmen son gün yine Efes'e kaldık) Bomonti getirttik bardaki çocuklara ama normalde Efes ve Miller var bira olarak, haberiniz olsun. Servisteki birkaç eksik, odadaki birkaç kusur falan bize batmaz tatilde. Temiz olsun, denizi güzel olsun yeter. O yüzden biz yine hayran ayrıldık buradan. Ama geçen seneki yazımda sözünü ettiğim asansör sistemi hâlâ yapılmamış. Ve yapılmayana kadar da çocuklu ailelere ve orta yaş ve üstüne önermiyorum, haberiniz olsun. O merdivenler canımıza okudu yine çünkü! İşin olumlu tarafından bakalım: yaptığımız tek spor da buydu o hafta! :) Galiba gelecek sene asansör işi yapılacakmış bu arada. İlgilenenlere duyurulur. 


Gelelim yiyip içtiklerimize.. Ayıp olmaz değil mi, biraz bahsetsem? ;) Geçen seneki notlar burada. Biliyorsunuz, artık Üzüm Kızı yok Kaş'ta, Gümüşlük'te açtılar bu sene. Onun yerine Ruhi Bey Meyhanesi açılmış ve aynı Üzüm Kızı'nın devamı diyorlar. Ama biz denemedik, çünkü sıcakta canımız hiç bol meze, ara sıcak ve rakılı bir sofra istemedi. Rakıyı bile sayılı içtik sayılır. Sadece iki akşam (o da çupra-levrek ızgara olan akşamlar) Çapa'da rakı balık yapmayı tercih ettik. Orası daha esiyor diye rakıya (sofrasına değil ama) daha uygun geldi. Bir akşam yemek sonrasında biraz zaman geçtikten sonra deniz kenarındaki bara inip gece denizi yapıp, içkilerimiz eşliğinde RedHack'in beş saatlik konuşmasının bir buçuk saatini izledik. Bildiğiniz ev ortamı işte, daha ne olsun. 
  

Bi Lokma'ya bu gidişimizde de gittik ve yine bir porsiyon mantı ve bir porsiyon yaprak sarmasını bölüştük ve yine aynı lezzet, aynı doluluk, aynı ev ortamı bizi bekliyordu. Çok sevindik. Bazı şeylerin değişmemiş olduğunu görmenin bizi çok mutlu ettiğini söylemiş miydim? Tıpkı Mavi Bar ve önündeki mide dolmacı çocuk gibi. Onlar da uğrak noktalarımızdandı. Ayrıca geçen sene yazmayı unuttuğum ama kokteylleriyle gönlümüzü fetheden Hideaway'de Kaş'ın vazgeçilmezleri arasındaydı. Hideaway'e birkaç defa uğradık. O harika mojito, daiquiri, frozen margarita ve meyveli şaraplarından içmek için. Kapanış mekanımızdı o gizli bahçe bizim için. Otelden önceki son durak da diyebiliriz. 


Frozen margarita demişken, Derya Beach'in karpuzlusunun ve diğer pek çok çeşidinin ününü duymuştuk. Ayrıca pizzalarının da ünü almış başını gidiyordu. Bir de Limanağzı'nı çok duyuyorduk. Harika bir koy, çok güzel plajlar var (isimleri karizmasız olsa da; biri Nuri's Beach, diğeri Bilal'in Yeri keza) diyorlardı. O yüzden bir sabah attık kendimizi Limanağzı'nda Nuri's Beach'e. Ama ne yalan söyleyeyim kendimi en Kaş'ta gibi hissetmediğim yer orasıydı diyebilirim. Evet, fotoğraf görüntüleri çok güzel falan ama ben Kaş'ın o derin mavi, serin denizini daha çok seviyorum. Burası ıpılık ve sığ bir koy. Cık, dedik bir tur yüzdükten sonra. Kuruyup gidelim Derya Beach'e yayılalım bari diye karar verdik. Ama görüntü bu ve seveni bol bir yer. O yüzden nasıl deniz sevdiğinize bağlı olarak Limanağzı'na bir gününüzü ayırabilirsiniz derim. 


Öğleden sonra 3'e doğru Derya Beach'e geldik. Çok özlemişim Kaş merkezin denizini. Son zamanlarda Yarımada'da kaldığımız için burada girmiyorduk, ama bence Kaş tam da bu aslında! Daha soğuk, daha hareketli, daha vahşi... Ama şu da var: bence doğru karar verip iyi ki Yarımada'da kalmışız, çünkü bayram yoğunluğu merkezde biraz daha fazla hissediliyordu. Her gün Derya'nın kalabalığı, sessiz sakin bir yer bulma çabası bizi zorlar mıydı bilmem, ama Club Çapa'daki yataklarımızda güneşlenmek (daha doğrusu gölgelenmek) paha biçilmezdi.:) Bu arada pizzalar ve frozen margaritalar da gerçekten olaymış, haberiniz ola! 


Bunların dışında kısa kısa yeme içme notlarına gelecek olursak; Tripadvisor'ın bir numarasıydı (ikiye düşmüş) Ratatouille bu kez denendi. Steak'leri ve balık köftesinin güzel olduğunu öğrendiğimiz mekanda tercihimiz ortaya kalamar ızgara, sonra da birer porsiyon balık köfte oldu. Bir de organik şaraplarından bir roze seçtik kendimize. Her şey dört dörtlüktü. Servis ve şefiyle yaptığımız sohbet de öyle. Şeften chutney tarifi de aldım ama ne zahmetli işmiş o öyle, tabağa bir kaşık konduracağım diye hayatta uğraşamam valla.:) Ama burayı gönül rahatlığıyla deneyebilirsiniz. İletişim bilgileri burada (zaten hemen merkezde).


İkinci mutlaka deneyin önerim bir cafe olacak. Manzara falan yok. Canınız cafe yemekleri isterse hani. Çok şeker işletmecileri ve harika burger ve makarnaları var. Bence tatlıları da muhteşem görünüyordu ama sıra gelmedi. Hatta menüde patlıcanlı creme brule gördüm ve her Kaş'a inişte o kadar aklımda kalmasına rağmen yiyememenin üzüntüsü içinde döndüm a dostlar. Siz siz olun, Retro Bistro'nun her şeyini gözü kapalı deneyin. Pişman olmayacağınıza eminim. Çıkışta da Hideaway, al sana bir akşam programı daha işte.:)


Sırada Sumanu Wine Garden var. Mezeleri şahane diyemem. Kuru et de başarılı değildi. Ama fenerlerle aydınlatılmış bahçe ortamı çok hoş. Sahipleri şeker ötesi. Ve meyve şarapları harika! Bence ne yapın biliyor musunuz; önden bir peynir tabağı ile birkaç ıvır zıvır söyleyip bir şişe şarabı devirin akşam yemeği  olarak; sonra da tatlı niyetine toprak kaplarda gelen meyve şaraplarından için. Ne kadar tatlıseversiniz görelim bakalım.:) Narlı ve karadutlu benim favorilerim, öneririm.


Son olarak bayram kalabalığında merkeze inmeyi tercih etmediğimiz için adını çok duyduğumuz Marina'daki Vati'ye gidelim dedik. Yemekleri güzel olsa da servis anlamında kat edecekleri çoook yol var bence! Ara sıcaklar çok özellikli değil, sadece sunumları hoş. Sufle olarak getirilen tatlı çok lezzetli ama sufle değil, çikolata şelalesi. Ayrıca hem yanlış hem gecikmeli sipariş getirerek ana yemek için bizi bir saat beklettiklerinden yemek ve tatlı üstüne bize kokteyl, vs tarzı içecek bir şeyler ikram etmeyi önerip hem ikramları hem de yanlış siparişleri falan toptan hesaba yazdıklarını görünce ikinci kez tepemi attırdılar ama olsun, avuntumuz şu oldu: "ama bayram kalabalığına girmedik!" Bir de nazarlık koymuşlar tatlımıza, affettik gitti.:)


Yani bir Kaş daha böyle tadı damağımızda bitti işte sevgili dostlar. Seneye görüşünceye dek hoşça kalması için bıraktık onu kendi haline. Dinlensin, toparlansın, güzelliğine güzellik katıp yeniden bize kucak açsın en güzel haliyle diye. 

Sıradaki yazı ne zaman olur bilmem, minik molalar bulursam buraya kaçmaya çalışacağım yine. Özledim mekânımı ayol! :)

İki Muhteşem Film, Bir Olmaz Olsun Kitap!

Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan The Sessions (Aşk Seansları olarak dilimize çevrilmiş) filmini mutlaka izlemeli ve John Hawkes ile Helen Hunt'ın performanslarına (ek olarak Helen Hunt'ın yaşına göre muhteşem fiziğine) hayran kalmalısınız. Altı yaşında geçirdiği çocuk felci nedeniyle boyundan aşağısı felçli ve  günün büyük bir kısmını kocaman bir solunum cihazına bağlı olarak sedyede bakıcılarına muhtaç bir halde geçiren Mark 38 yaşına gelmiştir. Mizah duygusu yüksek, şiirler yazan, ince bir adamdır. Bugüne kadar yine iyi idare edebildiğini ve artık az zamanı kaldığını düşünen Mark, en önemli eksiğini gidermek üzere harekete geçer. Yaşamı boyunca hiç seks tecrübesi olmamıştır. Dindar biri olduğu için bu konuda bir şeyler yapmadan önce kilisenin rahibinin de onayını almak ister. Bu arada rahip karakteri de William H. Macy tarafından başarıyla canlandırılarak gönüllerimize taht kurmuştur. Rahip onayı da gelince işi uzmanına bırakmak kalır. Yani bir "seks vekili (sex surrogate)" bulmak. Sonrasında adım adım ergen bir çocuğun cinselliği öğrenmesini, yaşamasını izliyoruz. Harika diyaloglar, duygular eşliğinde. Çok sevdim bu filmi. Mutlaka izlemelisiniz. 

Bu kadar yumuşak, duygu yüklü bir filmden sonra son derece sert bir geçiş yaparak 2003 yapımı Oldboy filmine gidiyorum. Twitter arkadaşı önerisi olarak izlemeye karar verdiğim ve yine başka bir Twitter arkadaşından da Hollywood versiyonunun yolda olduğunu öğrendiğim (ama bu Uzakdoğulu orijinalinin tadını vermeyeceğini düşündüğüm) bu filme bayıldım. 

İnanılmaz bir intikam hikayesi, yüksek dozda şiddet unsurlarıyla desteklenince ortaya tadından yenmez bir dram-gerilim çıkmış. Bir gün kaçırılıp, hiçbir açıklama yapılmadan 15 yıl boyunca bir odada hapis tutulduğunuzu düşünün. 15 gün, 15 hafta, 15 ay değil... 15 koca yıl. Nedenini bilmeden. Sonra bir anda dışarı çıkarılıyorsunuz. Gözleriniz kapalı, bilmediğiniz bir yerde uyanarak. Üzerinizde pahalı giysiler var, para ve cep telefonu da temin ediliyor bir şekilde. Yeni başlayan bu hayatınızın ilk hedefi ne olurdu? Elbette sizi yıllardır yaşatılan bu korkunç hapsin intikamını almak, değil mi? Oh Dae-Soo da bunun için harekete geçiyor ama çok önemli bir yerde tıkanıyor:  intikam mı, yoksa gerçek mi? İstediği intikamsa bunu kolaylıkla alabilir, ama karşısındaki insanların kendisine neden bunları yaşattığını öğrenmek istiyorsa bunun için beş günü var. Bakalım soluk soluğa izleyeceğiniz bu sürecin sonunda ortaya çıkan "asıl mesele"ye ne diyeceksiniz? Tüm zamanların en etkili filmleri listesine girebilecek cinsten. Kesinlikle öneriyorum. 

Sırada bir kitap var ama önerdiğimi falan sanmayın. Yıllardır kütüphanemin okunacaklar rafında duran ve bir türlü elimin gitmediği Zar Adam'ı sonunda okudum. Elimin gitmemesinin bir nedeni varmış! Bedeninize kulak verin, onu zorlamayın, dedikleri bu olsa gerek! Şu ana kadar kitabı okumayan şanslılardansanız, aynen öyle kalın ve bu durumunuzun tadını çıkarın. Hatta biz okuyanlara bakıp, harcadığımız ona saatler için istediğiniz yerinizle gülebilirsiniz.   

Ama kitabı okuduktan sonra da zarlara 1 gelirse Boğaz Köprüsü'nden atlayacağım, 2 gelirse eşimi aldatacağım, 3 gelirse istifa edeceğim, 4 gelirse bir aylığına dindar olacağım, 5 gelirse çocuğumu bir daha hiç görmeyeceğim, 6 gelirse iş arkadaşıma tekme tokat dalacağım gibi seçenekler verip de bunları uygulayacak kadar -en kibar ve hafif tabiriyle- rutinden sıkılmış olmadığınıza şükredebilirsiniz. Yani yine de okumak yararlıdır!

Sakın bana "ama kitapta bir felsefe var aslında, çoklu kişiliğimizin bastırılmış yönlerine bir fırsat vermek, programlanmış psikolojimizin ayarlarını bozarak sorgulamaya yöneltmek, değişiklik, bıdı bıdı bıdı..." gibi yorumlarla gelmeyin. Hamdolsun, biiiiz psikolojiyi de iyi biliriz! Ve bu Luke Rhinehart denen densizin ne  yapmaya çalıştığı da gayet açıktır. Psikolojik bütünlüğümüzü bozmak suretiyle bizi içten çökertmeye çalışmaktadır ki buna izin vermeyiz.   

Gördüğünüz üzere ben bir miktar zarar gördüm.:) Ama Zülfü Livaneli ile toparlanmaya çalışıyorum şu an. Hayatımın en zorla ve sıkılarak bitirdiğim kitabına karşı da okurlarımı uyarmayı elbette bir borç bildim. 




Borusan Contemporary ve Takanik

Geçen hafta sonu değil, ondan önceki hafta sonunun Cumartesi gününü Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk binasında yer alan Borusan Contemporary'yi gezmeye ayırdık. Biliyorsunuz, burası bir ofis müze, o yüzden sadece hafta sonları saat 10.00-20.00 saatleri arasında gezilebiliyor. Önünden her geçişimde bayılarak baktığım binanın içini keşfetme zamanı! 

Önce asansörle en üst kata çıkalım (ve kolay kolay da o manzarayı bırakıp aşağı katlara inemeyelim). Bu nasıl bir Boğaz'a bakma noktasıdır yahu? Muhteşem! Hani "Teras Sorumlusu" falan gibi bir açık pozisyon varsa haberim olsun isterim, Sayın Borusan Holding İK Müdürü. :) 


Kendimizi zorlayarak içeri girebildiğimizde karşımıza ilk olarak sol üst köşedeki gibi bir toplantı salonu çıkıyor. En üst katta. Her penceresinden o doyumsuz manzaraya ve düşünmek için gözlerini tavana diktiklerinde şu rengarenk harika aydınlatmaya (Keith Sonnier çalışması) bakarak toplantı yapıyor buradaki çalışanlar hafta arası. Bir başkasının masasının arkasında aynalı bir ETC (Brigitte Kowanz) bulunuyor. Birileri küçük bir toplantı odasındaki panonun kağıtlarına bir şeyler yazıp çizerken, önlerinde ve arkalarındaki duvarları Erol Akyavaş resimleri renklendiriyor. Beklemek için oturduğunuz koltuğun önündeki sehpada birbirinden güzel fotoğraf kitaplarını inceleyebiliyorsunuz. Ya da başka bir katta birkaç kişinin çalışma alanı olan kocaman bir salonun ortasında, denize bakan bir oturma grubunun üzerinde rengarenk bir tavan freski  (Beat Zoderer) görüyorsunuz. 


Her odasında, her köşesinde, hatta merdivenlerden inerken bile sürprizler sizleri bekliyor. Aşağıdaki kolajın sağ alt köşesinde gördüğünüz, sizi izlemekte olan uçan göz küreleri (Alan Rath) gibi. Ya da sol üst köşedeki LED aydınlatmalı kitapların (Airan Kang) sıralandığı raflar gibi. Bir odanın duvarlarında Nuri Bilge Ceylan'ın İstanbul fotoğrafları varken koridorlardan birinde iki sineğin duman ve ağ arası bir şeylerin üzerinde durduğu tuval üzerine akrilik tabloyu (Herve Heuze) görüyorsunuz. Ya da yine LED lambalarla yapılmış Freefall adlı çalışmayı (altta ortada, James Clar) Ve elbette buradaki sanat eserleri kadar duvardaki dilek ağacını da görmeden, birbirinden eğlenceli dilekleri okumadan -ve isterseniz dileğinizi yazıp asmadan- geçmeyiniz. 


Bunlar ortam hakkında bir fikir vermesi için koyduğu fotoğraflar ve sürekli koleksiyondan örnek olarak sizler için seçtiklerimdi. Bir de 1 Eylül'e kadar devam eden Datascape sergisi kapsamında pek çok enstalasyon, video, fotoğraf, vs sergilenen iki kat bulunuyor. O da size sürpriz olsun ve gidip görün derim. Favorimi soracak olursanız: Thomas Ruff'ın internetten indirdiği sayısız imgeden ürettiği Jpeg peyzajı.


Günlük hareket istihkakımızı da nefis Boğaz havasında ve boş İstanbul'da Arnavutköy'e kadar yürüyerek kullanıyoruz. Karanlık çökerken mehtabın da etkisiyle zaten güzel olan Boğaz daha da bir güzel görünüyor gözümüze. Detoksu falan boş verip bir rakı-balık mı yapsak diye birbirimizin sınırlarını zorluyor ama hemen vazgeçiyoruz. Sağlıklı beslenelim, balık ve salata (ve biraz ızgara kalamar ve biraz da mısır ekmeği kaçamağı yapabiliriz tabi hafta sonu hatırına) yiyelim diyerek Takanik'e atıyoruz kendimizi.  


Mehtap ve yediklerimiz yukarıdaki gibi, Takanik zaten bildiğiniz gibi. Her şey son derece lezzetli ve taze, porsiyonlar harika, mısır ekmekleri cezbedici, fiyatlar gayet makul. Bizler de önce ruhumuzu sonra karnımızı doyurduğumuz için pek mesuduz.:)

Haftaya sesim çıkmazsa panik olmayın. Instagram'dan ve Twitter'dan kendimi unutturmamaya çalışırım nasılsa.:)

Hepinize iyi hafta sonları...