San Diego: Safari Park

Gitmeden önce San Diego ile ilgili duyduklarımızı söyleyeyim mi size? "San Diego harika bir şehir, bayılacaksınız. Mutlaka Seaworld'e gidin, zamanınız varsa Zoo'ya ya da Safari Park'a gidin, çocuklu olsanız Legoland'e gidin derdim, vs vs " Bunların hepsi de çok özellikli olabilir ama bana şehirden haber verin. Şehirde nerelere gideceğim, sokakları, sahilleri, restoranları nasıl? İşte tam da bu yüzden San Diego'ya bayıldığımı söyleyemiyorum. Sadece ilk yazımda bahsettiğim yerleri, bir de ikinci akşam (Christmas gecesi) yemek için uğradığımız ve en cansız haliyle bile sevdiğimiz Old Town'ı sevdim. Geri kalanı bence olsa da olur olmasa da. Çocuklu aileler için ideal bir yer olabilir. Atla arabana o park senin bu park benim dolaş. Ama bizler gibi şehri sokaklarından tanımak ve  keşfetmek isteyenler için San Diego beklentinin altında kalabilir. Ha şöyle bir kombinasyon harika olabilirdi ama: "San Diego'nun havasını al, San Francisco'ya getir, bir saat araba mesafesine de Las Vegas'ı koy. Al sana ömür boyu gıkını çıkarmadan yaşayabileceğin ideal ortam! :)" 

Neyse, gelelim şehirdeki ikinci günümüze. Bu kez iki kişi değil altı kişilik bir ekip olarak karar vereceğiz (ekibin dün akşam büyüdüğünden bahsetmiştim). Seaworld'den en baştan vazgeçtik. Havuzlara hapsedilen yunuslar, balinalar, vs. görmesek de olur dedik. Sonra whale watching turlarına mı katılsak dedik, ama gidip de hiçbir şey görmeden dönen bir sürü örnek aklımıza geldi. Sonra dün sabah uğradığımız Irish Pub'daki kadının ve birçok arkadaşımızın önerdiği Zoo'yu düşündük. Kadıncağız o kadar heyecanla "mutlaka gidin, hem Pandamız da doğum yaptı bu sene" falan dedi ki, tebrik için bir çeyrek altın getirmediğime pişman olmuştum doğrusu! :) En sonunda ondan da "Amaaan, n'olacak ki, hayvanat bahçesi işte" kafasıyla vazgeçip daha özellikli olabileceğini düşünerek Safari Park'a gidelim dedik. (Bu arada not: aslında hiçbirine gitmeyip şehirde zaman geçirmek için yola çıkmıştım, ama o gün 25 Aralık olduğundan alışveriş merkezleri, dükkanlar, cafeler, vs hepsi kapalıydı. Kahvaltı için bile çok uyduruk bir yer bulabildik. Baktım durum bu, en azından açık olması bile bir artı diyerek ben de Safari Park'tan yana kullandım oyumu.:) )


Gününüz belliyse biletleri önceden almanızı öneririm. Fazla sıra olmasa da cart safari için yer bulamayabilirsiniz. Nitekim biz de bulamadık. O yüzden yukarıda gördüğünüz, tıngır mıngır kendi yolunda giden African Tram ile gördük hayvanları. Ama cart safaride daha az sayıda insan taşıyan araçlar hayvanların yakınına kadar giderek gerçek bir safari deneyimine olabildiğince yaklaşmanızı sağlıyor. Bu arada hava şartları uygun olduğunda balonla safari de yapabiliyorsunuz. Ya da ağaçların arasından iplerle ve gerekli ekipmanla yapabileceğiniz jungle ropes safari de mümkün. Gerçekten inanılmaz bir ortam yaratmışlar. Hayvanları doğala en yakın ortamlarında görebileceğiniz dev bir vahşi yaşam alanı oluşturmuşlar.  


Parkın daha hayvanat bahçesine benzeyen kısımları da mevcut. Burada da hayvanları bir kafesin ardından görmüyorsunuz. Lemurların arasından yürüyerek geçebiliyor, kuşların omzunuza konup elinizden yem almalarını izleyebiliyorsunuz, keçilerle inatlaşabiliyorsunuz. Lake Nakuru'ya kadar da yorulmayın, flamingoları ayağınıza getirdik! (AKP Global reklamları gibi oldu bu değil mi? :) ) Bu arada Zoo'da da hayvanlarla etkileşime açık bir ortam olduğunu sonradan öğrendim. Herhalde o da "amaan hayvanat bahçesi işte"den daha farklı bir ortamdır diye düşünüyorum. 

Neyse, bu bölümlerde fazla zaman harcamayıp safariye çıkma zamanı. Uçsuz bucaksız savanalar bizi bekliyor! Gelirken gönülsüz olabilirim, ama anında havaya girerim.:)


Yaklaşık bir saatlik gezi boyunca gördüklerimizden bazıları aşağıda. Gergedan ve iki aylık yavrusunun birlikte su içmeleri ve zürafalar favorilerim. Bunların dışında da bir sürü vahşi hayvan gördük (akbabalar dahil!) ama sürekli hareket halinde ve yeterince yakın mesafede olmadığımızdan, ayrıca hayvanlar görüş mesafemizden çıkmadan bir anını bile kaçırmayalım diye gözümüzü kırpmadan baktığımız için az fotoğraf var. Ama az sonraki fotoğrafla telafi edeceğim durumu, merak etmeyin.;) 


Ormanlar kralını bastım ayol, daha ne olsun?! Kıh kıh, pek uygunsuz bir zamanda gelmişim maalesef. Ama dişi aslan hiç oralı olmayıp, 'başım ağrıyor' havasında olduğu için görüp görebileceğimiz aksiyon bu kadar oldu. Bizim ormanlar kralı da kuyruğunu kıstırıp diğerinin yanına dönüp yayıldı efendi efendi. Aferin ona. İnanmazsınız ama modern şehirlerimizde bu vahşi aslanın yaptığını yapamayan erkeğimsilerimiz var bizim! 


Safari dışında yaklaşık 10 saniyelik çita koşusunu izlemek için güzel bir nokta bulup yarım saat ayakta dikilmek, kaplan alanının 2014'te açılacağını öğrenmek, gorillerin yerine gidip o bölgede çalışma olduğundan dolayı hayvanların şimdilik başka yerlere taşındığını öğrenmek, filin uzaktan hortumunu görmek gibi hayal kırıklıkları da yaşıyoruz. Yine de değişik bir gün oldu mu, oldu. Ama bundan sonra vahşi hayvanları ancak Afrika'da ya da NatGeo belgesellerinde görürüm, bunu da söylemiş olayım.

Amerika'nın Batı'sını gezdiğimiz iki hafta boyunca gördüklerimizi aktardığım bir yazı dizisinin daha sonuna geldik. Döneli bir ayı geçti ama yazdıkça hâlâ oralardaydım, ne güzel. Bundan sonraki gezi rotamız neresi olur bilinmez, ama artık kürkçü dükkanından, yani İstanbul'dan daha fazla ses vermeye başlama zamanı. Mesela akşam Cats'e gidiyoruz. Yazmamak olur mu? :)

San Diego: La Jolla ve Coronado Island

Sabahın köründe San Francisco'yu ardımızda bırakıp, uçtuk geldik San Diego'ya. İlk önce arabamızı alıyoruz. Bu şehirde de arabaya ihtiyacınız olacağını söylemiş olayım böylelikle. İkinci olarak da üstümüzdeki montları, hırkaları, şalları falan fırlatıp atıyoruz. Burası Kaliforniya güneşinin daha da bir etkili parladığı bir yer! Hava gündüz neredeyse 25 derecelerde. Otelimize erken gitmiş olsak da odamızın hazır olduğunu görerek çok mutlu oluyoruz. Böylece bavulları bırakıp daha ince giysiler giyerek dışarı çıkabiliriz. Downtown'da yer alan dört yıldızlı Bristol Hotel'de iki gece kaldık. Odalarda hafif bir rutubet kokusu ve biraz eski banyo ve dekorasyonu dışında merkezi konumu ve oda büyüklüğünden gayet memnun kaldık. Öneririz. 

Kendimizi şehir sokaklarına atarak önce yürüme mesafemizde olan ve şehrin canlı merkezi sayılan Gaslamp Quarter'a gidip bir bakıyoruz. Saat 10.30 olduğu için henüz etraf yeterince canlı değil. Ayrıca Christmas'tan bir gün öncesi olduğu için de şehrin en harika zamanı değil ne yazık ki! Olsun, akşam neler yapılabilir diye bir fikir edinmek için bir tur atıyor ve yol yorgunluğunu atmak için bir Irish Pub'da Guinness molası veriyoruz. Bu da kişisel tarihim boyunca en erken saatte içtiğim bira olarak kayıtlara geçsin lütfen! Ama o sıcakta ilaç gibi geliyor doğrusu. Hem de bar sahibesinden şehirle ilgili biraz fikir alıyor, ertesi gün için henüz netleşmemiş planımızla ilgili sorular soruyoruz. Sonra ayrılıp otelde bizi bekleyen Arizonalı, önde plakası olmayan, siyah gangster arabası kılıklı arabamıza dönüyoruz. :)



İstikamet La Jolla. Burası şehrin bir sürü beach'e, güzel evlere ve kafe&restoranlara sahip olduğu bir bölgesi. Varlıklı kesimin semti olduğu her halinden belli. Burada görmek istediğimiz asıl yer La Jolla Children's Pool, yani fokların olduğu sahil. Buraya Casa Beach de deniyormuş. Ve işte karşınızda bir sürü fok! Buradan da izleyebilirsiniz. 


Doğal haliyle bırakılan doğal ortamları ve hayvanları bu kendi doğal ortamlarında izlerken aldığım keyfi anlatamam. Burası da nefis manzaralar eşliğinde fokları, martıları ve pelikanları gözlemleyebileceğiniz harika bir yer. Peki, sizce foklardan biri olsaydım hangisi olurdum? Tabi ki üstteki kolajın sağ üstündeki fotoğrafta en arkada kumsalda uzanan ve güneşin altında yatmaktan kuruyarak teni kumla aynı renge dönüşmüş olan iki foktan biri! :) Şaka bir yana, izlemeye doyamadığımız görüntüler oldu bunlar. Okyanusun biraz daha vahşi olduğu bir günü de görmeyi isterdim bu doyumsuz sahilde. 



Uzunca bir süre burada kaldıktan sonra ikinci durağımıza doğru yola koyuluyoruz: Coronado Island. Burası 60 metre yüksekliğindeki ayakları üzerinde yükselen 3,5 km'lik bir köprü ile şehre bağlanmış bir ada. Güvenlik nedeniyle köprünün her iki yanında da duvarlar yükseldiği için manzara biraz kısıtlanıyor ama gördüğünüz kadarı bile yetiyor şehrin güzelliğini anlamanıza. Buranın ayrıca feribotla da şehre bağlantısı var. Feribotların kalktığı yerden karşıya baktığınızda San Diego sahil şeridinde yükselen binaları, otel ve kongre merkezlerini görebiliyorsunuz (aşağıda tam benim arkamda duruyorlar :)). 


Burayı da daha çok arabayla turluyoruz. Dolayısıyla 1888 yılından beri hizmet veren lüks ve şirin otel Hotel del Coronado'yu da arabadan görüyor ve fotoğrafını çekemiyoruz. Ama hem adaya bağlandığımız köprünün hem de otelin görselleri için bu linke tıklayabilirsiniz. Biz de o sırada minik bir atıştırma molası verelim. Elbette San Diego'da geçirdiğimiz her anı Meksika yemekleri yiyerek geçirmeye kararlı olduğumuzdan (ama Christmas yüzünden istediğimiz bir sürü yer kapalı olduğu için avucumuzu yaladığımız) sahilde Candela's On The Bay'e oturup bir şeyler yiyip içiyoruz. 


Akşamüstüne doğru otele dönüp biraz dinlendikten sonra iki kişilik ekibimizi biraz daha büyütüyoruz. Birçok yerde rehberliğinden yararlandığımız Bambi ve ailesi (yani İso'cumun dayısı ailecek) de o geceyi ve ertesi günü San Diego'da bizimle birlikte geçirmek için geldiler. Ne yani, onlar Christmas'ta aileleriyle birlikte olacaklar da biz öyle boynu bükük mü kalacağız, değil mi? ;) Çok keyifli bir gece geçiriyoruz birlikte (ve İtalyan restoranında! Ee, büyük lokma ye büyük konuşma demişler: neymiş efendim Meksika mutfağı dışında bir şey yememmiş, oldu! Açık restoran bulduğuna şükredip İtalyan şaraplarını hüpletirken bir daha hatırlatırım bunu. :) ).


Sohbet, muhabbet eşliğinde yarınki plan da yavaş yavaş netleşiyor gibi. Ama size sürpriz olsun. Bakalım San Diego'daki ikinci günümüzü nerede geçireceğiz? :) 

Napa & Sonoma & Sausalito & Yaşasın Yemek Yemek! :)

Muir Woods gezisinden sonra Napa'ya varıyoruz. Napa ve Sonoma bölgesi Kaliforniya şaraplarının üretim bölgesi. Bir sürü şarap fabrikası bulunuyor burada. Ama fabrika derken yanlış anlaşılmasın, aslında şarap atölyesi ya da şarap üreticisi aile işletmeleri demek daha doğru olabilir, çünkü çoğu belli kapasitede üretim yapan küçücük işletmeler. Biz de bu şarap üreticilerinden üçüne uğrayacağız. Bunların ikisi Sonoma'da, biri de Napa'da yer alıyor (bu arada laf aramızda Napa ile Sonoma arasında "en güzel şarap bizim şarabımız" rekabeti varmış). 


Grubumuz ve tur rehberimiz çok keyifliydi ama gönül isterdi ki oradaki birkaç şarap fabrikasına kendi arkadaş grubumuzla gidip, oradan istediğimiz peynir, şarküteri, meyve ve ekmeklerimizi alıp, şarapları tatsaydık. O zaman çok daha keyifli olabilirdi, çünkü bu şekilde gidince olay keyifli bir tadım turundan çok tanıtım ve pazarlama turuna dönüşüyor. Her işletme kendi üretim faaliyetlerini anlatıyor, tarihini anlatıyor, "hadi şaraplarımızı da tadın bakalım, sonra da buyurun mağazamıza" tarzında bir kapanışla 45-60 dakika içinde bize ayrılan sürenin sonuna geliyorlar. Ama ilk gidişte bu bölge ile ilgili bir fikir edinmek ve alkollü araç kullanma derdini düşünmeden dilediğince şarap tadabilmek isteyenler için yine de çok mantıklı bir alternatifti bu tur. Sefa unsuru bir tık daha az ama pratiklik anlamında on numara beş yıldız anlayacağınız. 


Bölge şaraplarından favorimiz Zinfandel cinsi üzümden yapılan beyaz şaraplar oldu. Kırmızılardan da bir iki çeşit hoşumuza gitmedi değil ama kalbim Napa'da kaldı diyebileceğim bir lezzetle tanışmadım doğrusu (ama bir şarap gurmesi de değilim doğrusu :)). Şarap fabrikası gezileri arasında öğle yemeği molamızı da Sonoma'da verdik. Yemek için seçtiğimiz yer The Girl & The Fig oldu. Yemek derken yine temayı bozmamaya çalıştık. Şarap yanına birkaç atıştırmalıkla devam ettik. Yine de buranın çok başarılı bir Fransız restoranı olduğunu aklınızda bulundurun derim.


Gün boyunca şarap denemekten hafif çakırkeyf olmuş halde turumuzu bitirdikten sonra minibüsümüze atladık. Açık hava, bol güneş ve oksijenin etkisiyle yolda mahmurlaşıp uyuklamaya başladık. Sadece rehberimiz Jessie'nin yol kenarında gördüğümüz şu turuncu çanlı yeşil direklerin ne anlama geldiğini anlatmasını dinledik, sonra yine uyuklayarak gitmeye devam ettik. Bu çanları gördüğünüzde Kaliforniya bölgesinin en eski ve en uzun (966 km.'lik )yolu üzerinde olduğunu anlamamız gerekiyormuş. An itibariyle San Diego'ya kadar uzanan El Camino Real yani The Royal Road üzerindeyiz, sevgili okur. (Fotoğraf Wikipedia'dan)


Dönüşte otele dönmeyip Sausalito'da inmeye karar veriyoruz. Son feribot saat 18:30 civarında, o yüzden burayı da görmek için yaklaşık 1,5-2 saatimiz var. Pazar akşamının bu saatleri dükkanları, galerileri ve diğer pek çok yeri kapanmak üzere bu şirin semtin. Biz de sokaklarında kısa bir tur atıp Bacchus Venus isimli wine bar'da şaraba devam ediyoruz. Alışkanlık mı yaptı ne? :) Son feribotla şehre dönerken çoğunluk bisikletli yolculardan oluşuyor. Hafta sonu açık havada uzun bir bisiklet turu yapanların rotalarında burasının da olduğu belli. 


Evet, tüm gün şarap içip, ıvır zıvırlarla geçiştiren bünye acıkmış olabilir. Acıkanlar el kaldırsın, onlara akşam yemeği alternatifi olarak iki önerim olacak. Biri Ryoko's adlı Japon restoranı. Nefis sushiler yemek için kesinlikle doğru adres. Ama volcano roll yerken dikkat edin, acıdan ruhunuzu teslim edebilirsiniz!


Diğeri ise Türk usulü içki sonrası dürüm gibi düşünebileceğiniz bir alternatif olarak Super Duper hamburger. Biz o akşam bunu tercih ettik ve o kadar iyi geldi ki anlatamam.:) Zaten buranın hamburgerinin lezzetini de sanırım anlatamam. İstanbul'da Shake Shack yerine Super Duper açılsaydı ne harika olurdu diye düşündürten nefis bir lezzet. Sarımsaklı ve peynirli patatesleri de bir harika. Bir öğlen mutlaka deneyin. 


Artık bu güzeller güzeli şehirden ayrılma zamanı. Bavulları toplayın bakalım, yarın sabahın köründe ayrılıyoruz buradan. Sıradaki durak, aynı zamanda son durağımız olan San Diego. 24-25 Aralık'ı da orada geçirdikten sonra 26 Aralık akşamı Los Angeles Havaalanı'ndan İstanbul uçağına atlayıp kürkçü dükkanına döneceğiz mecburen. Sonra da gördüğünüz gibi bir ay boyunca yazarak yeniden yaşayacağız o güzellikleri. ;)
  

Taksim Meydanı Müzikali

Cuma akşamı Şişli Blackout AVM içinde yer alan Talimhane Tiyatrosu'nda oynanan Taksim Meydanı müzikalini izledik. Sezonun başından beri aklımda olan bir oyundu zaten bu ve Gezi Direnişi ile ilgili müzikli bir oyun yapılmış olması fikrine bayılmıştım. Keşke bu kadar da gecikmeseymişim izlemek için, böylelikle daha çok kişiye daha uzun süre duyurabilirim oyunu. 


Mehmet Ergen'in metin ve şarkı sözlerini yazdığı bu oyunu çok sevdik. Her anının bir parçası olduğumuz Gezi Parkı olaylarını ve faşizan yönetim şeklimizi o kadar net ve öz ama hiçbir önemli detayı da atlamadan aktarmış ki adeta yaklaşık altı ay önce yaşanan o süreci başından sonuna tekrar yaşadık. Destan yazan polis vardı, penguen medyası vardı, el etek öpen sanatçı tayfası oradaydı, geniş sendikacısı, hastane raporu imzalarıyla halk kahramanı (!) polisi kurtaran doktor, seçilmiş rektör, sonradan görme, parası bol kültürü kıt müsteşar karısı, ağlak hoca, vs tam kadro oradaydılar. Karşılarında da baret, deniz gözlüğü, gaz maskesi ve basketbol şortu gibi müthiş suç aletleriyle çapulcular!

Boğaziçi Caz Korosu'nun Çapulcu musun? vay vay şarkısıyla coştuk, Çarşı'nın cengaverliğini bir daha hatırladık, o günlere ait esprili tweet'ler ve duvar yazıları yüzümüzü gülümsetti, direniş sırasında kaybettiğimiz gencecik canları anarken gözlerimiz doldu. Tespitler akıllıca, eleştiriler dozunda, ekip genç ve dinamik, müzikler güzel, daha ne olsun? Çok başarılı bir iş çıkarmış Talimhane Tiyatrosu. Ellerine sağlık! Ve mutlaka izleyin bu oyunu. 

Önemli not:

Elbette ülkemizde alışılageldiği üzere her başarı gibi bu da cezasız kalmamış! Şimdiye kadar devlet desteği alan Talimhane Tiyatrosu, bu sene böyle sistemi ve yönetimi eleştiren bir oyun sahneledikleri için devlet desteğinden mahrum kalmış. O zaman benim istediğim oyunları oyna, izin verdiğim kitabı oku, benim sınırlarını çizdiğim hayatı yaşa, fazla düşünme, itaat et diyen bu sisteme karşı ne yapıyoruz? Elbette bu tür oluşumları bizler destekliyoruz. Bilet alıp oyunlarını izleyerek, beğenirsek çevremize önererek, insanları onların projelerinden haberdar ederek bu grupların yaşamasını sağlamak zorundayız. Farkında olmayabiliriz ama sanat özellikle bizimki gibi baskıcı rejimlerde bence oksijen kadar gerekli. Sanatın ve sanatçının bu kadar susturulmak istenmesinin nedeni de bu zaten. O yüzden nefes alma, düşünme, kafa yorma, çözüm üretme, farklı bir bakış açısıyla tanışarak zenginleşme ve birlik duygusunu hissetme molalarımıza sahip çıkmalıyız. Kesin bilgi!

Biletleri Biletix'ten ya da gişeyi arayarak ayırtıp, oyundan önce alabilirsiniz. Gişe tel: 0-212-233 12 05 Dahili: 2.  Ya da 0-212-238 85 09. Twitter kullanıcıları @Talimhane hesabını takibe alarak Talimhane Tiyatrosu'nu buradan da takip edebilirler. 
   
Şimdiden iyi seyirler.

Golden Gate Köprüsü ve Muir Woods

Az zamanda çok işler başarmak için Viator.com'a başvurduk ve San Francisco'daki bir günümüzü şu tura ayırdık. Böylelikle bir taşla birkaç kuş vurmuş olacaktık. Sizi otelinizden alıp otele ya da dilerseniz feribotla şehre dönebileceğiniz Sausalito'ya bırakan bu turda yaklaşık 15 kişiydik ve tam da birleşmiş milletler barış örgütü kıvamındaydık. Türkiye'den biz, Arjantin'den bir çift, Japonya'dan tek başına katılan bir kız, Amerika'nın çeşitli uçlarından iki kişi, Fransız üçlü, Hintli orta yaşlı çift, vs derken doluştuk minibüsümüze ve bıraktık kendimizi şoförümüz ve rehberimiz Jessie'ye. Sabah erken saatlerde yola çıkmamıza rağmen (32 diş gülmeye mecalim olmayan #selfie'den anlayınız.;) ) hepimizin keyfi çoook yerindeydi. Ne de olsa önce ormanda açık havada zaman geçirip, sonra üç şarap fabrikasına uğrayıp nefis Kaliforniya şaraplarının tadına bakacaktık. Ve bonus olarak da Golden Gate'i harika bir noktadan görmüş olduk. 

Gitmeden üzerinde yürüyebilir ya da bisiklet kiralayarak karşıya geçebilirsiniz diye öneriler de duymuştuk, ama enerjimizi ona harcamamaya da yine gitmeden karar vermiştik. İyi ki de öyle yapmışız. Karşıya geçtikten sonraki bisiklet rotasının yokuşunu görünce herhalde dilim dışarıda, bisiklet sırtımda gidiyor olurdum buralarda diye düşündüm içimden. O yüzden turistik gezilerde girişmeyin o işe, paşa paşa şehrin sokaklarında dolaşarak sporunuzu yapın, hareket edin derim.   


İlk durağımız Muir Woods. Burası şehre yaklaşık 20 km uzaklıkta, devlet tarafından (imara açılmamış) koruma altına alınmış, florasına ve fauna zarar vermeden (mangal ya da sigara yok, ciyak ciyak insan ya da müzik sesi de yok mesela) içinde yürüyüş yapabileceğiniz huzur dolu bir orman. Haritaya göre yolunuzda ilerlerken yer yer önünüze çıkan tabelalardan da çeşitli bilgiler edinebiliyorsunuz.

Örneğin, "şu an Cathedral Grove bölgesindesiniz, burası burada yaşayan şu hayvanların sessizlik ihtiyacı için oluşturulmuştur, siz de yürürken bile sessiz olun ve tadını çıkarın" mealinde bir açıklama görüyorsunuz. Burada kendi nefesiniz dışında duyduğunuz tek ses ormanın sessizliği oluyor. Çıt yok. Bazen bir yaprak hışırtısı ya da bir kuşun kanat çırpma sesi. Ama cıvıltısı değil, dikkatinizi çekerim. Onların bile sesi çıkmıyor ormanın bu bölümünde. Öyle bir huzur. Ya da 21 Aralık 2012'de devrilmiş bir ağacın yanından geçerken onun hikayesini okuyabiliyorsunuz. O sabah fırtına olduğu için öğle saatlerinde de ormanda çok az insan varmış ve orada olanların ifadesine göre bu 500 yıllık dev ağacın devrilmesi ormanda gök gürültüsü benzeri bir ses çıkarmış. 


"Peki, sonuçta orman işte, ne gerek var yani görmeye?" diyenler için buranın boyları 115 metreye çıkabilen sekoya (kızılçam da deniyormuş bu ağaçlara)  ağaçlarıyla dolu, çok masalsı görüntülere sahip bir orman olduğunu belirtmeliyim. Dünyanın en uzun ağaçları burada ve aslında içinde yaşayan hayvan cinsleriyle de korunmuş nefis bir doğal yaşam alanı burası. Ağaçların çoğu 800-1000 yıllık ağaçlar, en yaşlısı ise 1200 yaşında! Yani önlerinde saygıyla eğilmek ve onları huşu içinde izlemekten başka yapacağınız bir şey yok.  


Burada 1 saatlik harika bir oksijen molasından sonra tur minibüsümüze dönüyoruz. Araba tutanlar için önerim: ormanda gezerken Dramamine ya da benzeri bir ilaç alabilirsiniz, çünkü inanılmaz virajlı ve sarsıcı 45 dakikalık bir yol sizi bekliyor. Ondan sonra düzeliyor ama ilk bölüm gerçekten feci! Beni dinleyin, mideniz rahat etsin, benden söylemesi. 

Artık Napa ve Sonoma bölgesindeki şarap fabrikalarına uğrayıp gece otele dönene kadar kendimizi şaraba vereceğiz.  "Harika!" diyenler benimle gelsin.:)

İyi hafta sonları!

North Beach - Chinatown - Ferry Building Marketplace

Günün ilk yarısında Fisherman's Wharf'a gidip, deniz aslanlarını görüp, afiyetle yengecinizi yediyseniz, şimdi biraz yürüyerek bunları eritme zamanı. Pier 39'un girişinden karşıya geçip Stockton Street boyunca dümdüz yürüyorsunuz. Ta ki Columbus Avenue'ya gelinceye kadar. Burası San Francisco'nun Little Italy'si sayılan North Beach bölgesinin merkezi. Trafik ışıklarının ya da sokak lambalarının asılı olduğu direklerdeki İtalyan bayrağı renklerindeki şeritlerden de bunu anlayacaksınız. 


Burada uğramanızı önereceğim birkaç durak da aşağıda. Kitapçı gezmeyi sevenlere öneri: City Lights Bookstore. Hem yayınevi hem de kitapçı olan, üç katlı, klasik kitapçılardan. 1953'ten beri var olan City Lights Bookstore gece geç saatlere kadar da açık. Kitap almak dışında da içinde dolaşmaktan hoşlanacağınız, duvardaki yazılarını okuyup, taburelere oturarak kitap karıştırabileceğiniz, kitap kokusu alabileceğiniz yerlerden. Hemen karşı köşesindeki Vesuvio adlı cafe-bar da bir içki molası için ideal. Bambi'nin önerilerinden Calzone's Pizza'nın pizzalarını deneyemesek de kaldırımdaki masalarına oturup birer kadeh İtalyan şarabı içmişliğimiz vardır.:)  


Şehirdeki İtalyanlardan bir diğer favorimiz ise otelimizin hemen yakınındaki Puccini & Pinetti oldu. Dilara'nın önerisini dinleyip şampanya, martini ya da kokteylleri uygun fiyatlara içebileceğimiz happy hour saatinde uğradığımız mekandan adeta ayrılamadık. Gittiğimiz gün happy hour'ın neredeyse happy day'e çevrilmiş olmasının da, o harika içkileri ve nefis atıştırmalık tabaklarının da etkisi olabilir bunda. Yeri de Union Square'de. Biz çok keyif aldık. Siz de oralarda gezindikten sonra bir akşamüstü içkisi için mutlaka uğrayın derim.  


Bu kadar İtalyan yeter. Biraz kültür şokuna ne dersiniz? O zaman yola devam. Zira Chinatown'a çok yakınız. Ve San Francisco'daki de Asya dışındaki en büyük Chinatown'mış. İlk kez New York'ta bir Chinatown görmüş ve ilk şoku orada atlatmış olduğum için burada normal şartlarda etkilenebileceğimden daha az etkilenmiş olabilirim. Tahmin edebileceğiniz üzere her şey Çince, tabelalar, menüler, panolar, vs. Çin malı satan dükkanlar ve Çin fenerleriyle dolu sokaklar. Üzerinde yine onlara özgü yapılar, süslemeler. Banka binaları bile öyle! Ve elbette etrafınızdaki herkes Çinli. 


Ve biz burayı gezip görmek dışında nefis dumplingler de yeme hayalleriyle gelmiş bulunuyoruz. Ama sanki biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Hani eski Uğur Dündar'ın Arena'sının baskın yapabileceği türden imalathanelere benzeyen (!),  minik ve pek iç açıcı görünmeyen dumpling dükkanları var. Oturup yiyebileceğiniz yerler değiller. Paket olarak alıp, tıkış tıkış dükkan tezgahının üstünde ayak üstü yiyip gideceğiniz türden yerler. Yelp notu en yüksek olanlardan birini seçip dalıyoruz içeri. Delicious Dim Sum. Lezzetli ama açıkçası aman aman da harika bulmuyoruz yediklerimizi. Akşama kadar da ölmeyince "Neyse, en azından midelerimiz sağlam bir testten geçti," diyoruz. ;) Bir de New York'takinin vitrinleri çok daha vahşi görüntülerle doluydu, burası o kadar korkunç görünmüyor, diye düşünüyoruz. Buraya gitmişken görmenizi önereceğim bir yer de Golden Gate Fortune Cookies. Fortune cookie yapan eski tip bir imalathane. Tadına bakıp istediğiniz boyda bir fortune cookie paketini çok cüzi fiyatlara alabiliyorsunuz. Oradan çıkan iki tane altılı rakam serisine Sayısal Loto oynuyorum aklıma geldikçe. İkramiye çıkarsa oraya da bir bağış yapacağım artık.:)


Gelelim San Francisco'da çok sevdiğim bir yere daha (sanki sevmediğim bir yeri olmuş gibi, lafa bak! :)): Ferry Building Marketplace. Otelden çıkıp Market Street boyunca yürüyerek buraya ulaşmamız 15-20 dakika falan sürüyor. İki gidişimiz de akşam saatlerinde olduğu için şehrin en ışıltılı hali var karşımızda. Evet, o ışıl ışıl gökdelenlerin arasından yürüyerek sahile kadar geldik ve karşımıza Ferry Building çıktı. Binanın hemen arka tarafında köprü, vapurlar, buzz gibi bir rüzgar, falan filan... :)


Buradan birçok yere vapur ve feribot kalkıyor. Ve içindeki dükkanlar ve restoranlar (daha ziyade wine bar, oyster bar, vs tarzı yerler) kesinlikle görülmeye ve denenmeye değer. Canlı deniz ürünlerinden peynir ve şarküteriye, şaraptan zeytinyağına,  etten ekmek çeşitlerine, sofra ürünlerine kadar pek çok şey alabileceğiniz  bir kapalı çarşı burası. Salı-Perşembe-Cumartesi günleri ise sabahtan taze meyve-sebze alabileceğiniz gıda pazarı (Farmers Market) kuruluyormuş.


Burayı gezindikten sonra mola yeri olarak Ferry Plaza Wine Merchant'ı seçiyoruz. Bu da çok keyifli akşamlardan biri oluyor bizim için. Peynir ve aperatif tabakları eşliğinde bir sürü şarap tadıyoruz (ki Napa Valley turu öncesinde güzel bir ön alıştırma oluyor bizim için.;) ). Burada çeşit çeşit Kaliforniya şarabının yanı sıra Avrupa şarapları, hatta Avustralya-Yeni Zelanda şarapları da tatmanız, tadarken de garsondan bilgi almanız mümkün.


Bence bugünlük bu kadar yeter. Bir sürü yer gördük. Biraz da yarına anlatacak bir şeyler kalsın, değil mi? :)

The Mission & The Castro & Haight-Ashbury

Bu kez kahvaltıyı La Boulange'da yapıyoruz. Bu zincirin de pek çok yerde şubesi var. Biz, bizim otele yakın olan iki tanesinden daha yakın ama daha küçük ve büfemsi olanına gidiyoruz. Pratik ve hızlı bir kahvaltı için yeter diye düşünüyoruz. Büyüklerinin ortamı daha keyifli ama aklınızda olsun. Kahveler yine bir harika, sandviçler pek sağlıklı, benim gibi kahvaltıda daha zararlı şeyleri tercih edenler için de kek, poğaça, vs tarzı alternatifleri çok lezzetli. Önerilir. 
   

Şimdi şehrin renkli bölgelerinden birkaçına uğrayacağız. İlk durak şehrin bohem semtlerinden Mission District. Sanat galerileri, dükkanlari, şirin pizzeriaları, tapas barları ve çeşitli restoranlarıyla capcanlı bir yer burası. Şehrin en eski binası olan Mission Dolores Kilisesi ve parkı da burada yer alıyor (ki gördüğünüz üzere kilise merakım had safhada olsa gerek, fotoğrafını bile çekmemişim :) )! Benim burada en merak ettiğim yer sokak sanatı örnekleriyle dolu minik bir ara sokak niteliğindeki Clairon Alley'di. İşte sokağın her iki yanındaki duvarlardan sizler için seçtiğim örnekler ve İso'cumdan aldığım intikam! Nasıl? Sen benim fotoğraflarımı  titrek çekersen ben de böyle yaparım işte. Hem de blog benim, yayınladım gitti..:) "Evet canım evet, şimdi oldu, fili seviyor gibi görünüyorsun, harika, çekiyoruuum!" :)


Burada merak ettiğim diğer iki durak ise Dilara'nın önerilerinden Delfina adlı İtalyan ve Bi-Rite Creamery'ydi. Orada olduğumuz saat itibariyle pizza yiyecek durumda olmadığımız için sadece Bi-Rite'ı deneyebildik. Diğeri içimde kalmadı değil. Ama dondurmaları görür görmez hemen bu içimdeki ukdeyi bir kenara bırakıp bu birbirinden değişik seçenekler arasından hangilerini seçsem diye düşünmeye başladım. Şöyle çeşitler var sevgili okur: roasted banana, salted caramel, balsamic strawberry, brown sugar with ginger caramel swirl... Ya niye hayatımızı zorlaştırıyorsunuz ki? Biz hem meraklı hem de kararsız alıcılarız! :) Neyse, seçtiğimiz her şeyden çok memnun kalarak yolumuza devam ediyoruz. Ama bence siz Delfina çıkışında yiyin dondurmanızı.


Sırada Castro bölgesi var. Burası için gay semti de diyebiliriz. Amerika'da en çok eşcinselin yaşadığı bölge burası. Hiç bilmeden gitseniz bile her yerdeki gök kuşağı bayraklarından ve sokaklarda meraklı gözlerle dolaşan tek tük hetero çiftlerden biri olarak asıl size tuhaf tuhaf bakan gözlerden de durumu anlıyorsunuz. :) Kadın ya da erkek gay çiftlerin el ele sokaklarda yürüdükleri, barlarda takıldıkları, HIV aşılarınızı ve düzenli kontrollerinizi unutmayın uyarılarının göze çarptığı, kendine has ve hoş bir stili olan güzel evlerin ve mekanların yer aldığı bir semt. Yaşam tarzına saygıda, özgür ve hoşgörülü bakışta son nokta! Milk filminden de hatırlarsınız: San Francisco 1970lerde gay hakları hareketinin merkezi oluyor. İşte o zamanlardan itibaren de The Castro bir gay belediyesi oluyor. Ama fazla kalamıyoruz burada. İso'cum tam da beğendiği bir ayakkabı modeline bakarken yanımıza gelen gay satış elemanının kaşkoluna dokunup, "Oh, I have a similar one, I like your style, you have such a good taste!" demesi bizim burada suyumuzun ısındığını gösteriyor. Ve o andan itibaren İso'cum elime sımsıkı yapışıyor ve artık sıradaki durağa gitsek mi, demeye başlıyor. ;) 


Sıradaki durak şehirdeki en sevdiğim semtlerden biri oldu diyebilirim. Haight-Ashbury'deyiz bu kez. 60 kuşağı çiçek çocuklarının,  hippi ruhunun merkezi olmuş, hatta 1967'de Summer of Love hareketi ile tavan yapmış bir semt burası. (Golden Gate Park turundan sonra doğrudan buraya devam edebilirsiniz. Sonra da Buena Vista Park yanından The Castro'ya ve The Mission'a. Yazıdaki sıralama tam tersi olsa da aslında gezme sıralamamız böyle olmuştu diye hatırladım şimdi). Birbirinden renkli dükkanlar ve cafeler var yine sokakları boyunca sıralanmış. Buradaki ikinci el ve vintage dükkanlarını didiklemenizi kesinlikle öneriyorum. XGenereation, Ambiance ve Wasteland favorilerim oldu. Sokaklarda dükkanlar dışında da dikkatinizi çekecek bir sürü güzellik bulacağınızı garanti ediyorum. Çok keyifli bir semt.  


Sanki bu şehirde yaşasaydım bu bölgede yaşamayı isteyebilirdim diye de düşündüm gezerken. Ana caddelere çıkan sokaklardaki sıra sıra dizilmiş evler aşağıda gördüğünüz şirinlikte. Bayıldım! Şu sol üst köşedeki fotoğrafta gördüğünüz evlerin güneş alan çatı katı dublekslerinden birinde yaşasam mesela. Aah ah!


Neyse, hayaller karın doyurmuyor, ama karnımızın da doyması lazım değil mi? ;) O zaman Bambi'nin önerilerinden biri olan Cha Cha Cha'ya oturabiliriz. Oturur oturmaz ilk iş telefonlardan Yelp'e ve Foursquare'e bakıp midemizi yorumların götürdüğü yere götürmek oluyor. O sırada buz gibi biralar söylenmiş, buz dolu bardaklarda ikram edilen (ve gezi boyunca her yerde sizden önce hazır olacak ve sizi sudan soğutacak!) sularınız masaya gelmiş oluyor. 


Biz dört adet tapas seçip bölüşmeye karar verdik ve bir kısmı kaldı. Üçle başlayın, doymazsanız ilave edin derim. Kızarmış Kalamar ve Cheese Quesadilla çok başarılıydı. Cajun Shrimp herkesten çok övgü toplamıştı ama ben pek bayılmadım açıkçası. Fried Platanos Madurosu da beklentisiz denedik ve pek sevdik.:) Kızartılmış tatlı muz, siyah fasulye ve ekşi sos ile servis ediliyor. Latin esintileri içinde öğle yemeği ya da atıştırması için önereceğim bir yer burası. 

Sırada üç semt daha var. Sonrasında günübirlik bir turumuz var. Sonra ise bu harika şehre veda etme zamanı gelecek. Neyse, aklımıza veda zamanını getirmeyelim şimdi, gezmeye devam! 

Golden Gate Park: De Young Museum ve Japanese Tea Garden

Bugün kahvaltımızı kahvelerinin methini çok duyduğumuz Blue Bottle'da yapıyoruz. Gerçekten de anlatıldığı kadar varmış. Kahve uzmanı değilim ama orada içtiklerimizin tadı gerçekten çok lezzetliydi. Kaliteli kahve çekirdeklerini bulmak, kavurarak ve öğüterek en uygun şekilde hazırlamak, demleme yöntemi, vs için önemli bir zaman harcayan -ve adeta bir laboratuvar ortamında kahveleri hazırlayan- bu markaya kocaman bir alkış. Yani canınız kahve çektiğinde mavi şişeli logo görmek için etrafınıza bakınınız. 


Kahvaltıdan sonra Market Street üzerinden 5 numaralı otobüse binerek (deniz yönüne değil diğer yöne gidene biniyorsunuz) Fulton Street 8th Avenue durağında iniyoruz. Devasa Golden Gate Parkı'nda görmek istediğimiz iki yer var ve bu ikisine de en yakın nokta burası. İner inmez aşağıdaki haritadan da hedeflerimize ne kadar yakın olduğumuzu görüyor ve ilk hedefimize giriyoruz: De Young Museum. Müze gezmeye bayıldığımı bilirsiniz, o yüzden Ed Ruscha'nın A Particular Kind of Heaven'ı önünde bir fotoğraf çektireyim de bloga hislerimi ifade eden bir fotoğraf koyayım diye düşündüm. Tabi İso'cumun bu fotoğrafı yüzüncü denemede çekeceğini ve yüzümde "Ee hadi artık, bitir şu işi de gidelim," ifadesinin oluşacağını hesaba katmamıştım. (Zaten müzede bir eserle birlikte fotoğraf çektirmeyi genel olarak anlamsız bulurum ve gezen insanları engellerim falan diye de feci utanırım. Neyse bir sonraki geziye bir de fotoğrafçı bütçesi ayırmak farz oldu. Bu gezideki fotoğraflarımdan da hiç memnun kalmadım zira. Ama neyse Mission'da öcümü almışım İso'dan.:) Bir sonraki yazıda göreceksiniz.) 


De Young Müzesi küçük, derli toplu bir müze. Küçük dediysem içinde 25,000 eser var! Belki de atlayabileceğimizi düşündüğümüz bölümler olduğu için bize çok kocaman gelmemiştir. İçinde Meksikalılar ve Mayaların duvar freskleri ve dikilitaşlarından, cam ve seramik çalışmalarına, Eskimolar'dan Afrikalılara kadar pek çok farklı kültürün geleneksel tasarımlarına, Okyanusya masklarından dans kostümlerine, Türkmen halıları dahil çeşitli dönemlere ve kültürlere ait tekstil ürünlerine kadar pek çok eser bulunuyor. 

Biz daha çok Amerika'nın 20. yy'a kadarki ve 20.yy ve sonrasındaki Çağdaş Sanat eserlerini gezmeyi tercih ettik ve ziyaretimizi iki saatle sınırlamaya çalışsak da süreyi biraz aştık. Aşağıdaki kolajlarda favorilerimizden bazılarını görebilirsiniz. Sağ üst köşedeki Diego Rivera'nın  kadın figürlerini hemen tanımışsınızdır. Hemen altında Nicolai Fechin'in Flower Girl'ü (1925) duruyor. Alt sıra komple favorim oldu diyebilirim. Ortasında A Dinner Table At Night (1884) var. Soldaki isimsiz ve masalsı manzaraya bayıldım. Chiura Obata'nınmış (1930). Üstte soldan ikinci Edward Walter Dickinson'ın The Cello Player tablosu da İso'cumun favorisi oldu.  


Aşağıda da çeşitli salonlardan gözüme çarpan çalışmalar var. Cam eserler gerçekten çok güzellerdi. Vazolar, kaseler, dekoratif objeler bir yana, rengarenk cam merdivene ne demeli? :) Ayrıca natürmort ilgim pek yoktur ama şu üzüm suyu ve sandviç ekmeklerinin olduğu yağlı boya tablo çok başarılı değil mi? 


Biraz da doğadan görüntülerle baş başa bırakayım sizi. Sağ üst köşede gördüğümüzde ne kadar etkilendiğimizden şu yazımda bahsettiğim Grand Canyon var. Hem de gökkuşağıyla süslenmiş. Thomas Moran 1912'de yapmış bu tabloyu. Altında ise günbatımında o hafif hafif kıyıya vuran mini dalgaların şıkırtısını duyuyor gibiyim dedikten sonra adının Singing Beach olduğunu okuduğum nefis bir Martin Johnson Heade (1863) tablosu duruyor. Daha güzel bir isim seçilemezdi. Sol üst köşede Joseph Rafael'in Spring Winds'i var. İlkbahar rüzgarlarını bu kez teninizde değil gözünüzde hissedeceksiniz. :) Altındaki Indian Rock, Rhode Island'daki kayaların görüntüsü de favorilerimden.  


Evet, elbette dükkanını da gezdikten sonra müze gezimizi tamamlayıp artık öğlen olduğu için ılınmış, mis gibi güneşli, açık havaya kendimizi atıyoruz. İkinci durağımız müzenin hemen yanındaki Japanese Tea Garden. Giriş kişi başı 7$. Harika bir sanat turunun üstüne bu huzurlu ve yemyeşil ortam bize adeta terapi gibi geliyor. Japon stili bahçe peyzajını gezip içindeki çay bahçesini bir mola durağı yapabilirsiniz. Mart ve Nisan aylarında o muhteşem kiraz çiçekleriyle dolu ağaçları da görmek mümkünmüş.  


İçinde Japon bahçelerine özgü minik kemerli köprüyü, pagoda adını verdikleri katlı, kırmızı yapıyı, minik göletleri, zen bahçelerini ve taş fenerleri görmeniz mümkün. Örneğin, üstte ortadaki fenerin adı Peace Lantern. Japon çocukların katkılarıyla alınarak bir dostluk sembolü olarak 1953'te ABD'ye hediye edilmiş. 

Burada da yaklaşık 1 saat geçirdikten sonra bir yemek molası veriyoruz. Ve öğleden sonrasının planını çizeceğiz elbette. Akşam için bir şey diyemem ama gündüz verilen yemek molalarının hepsinin tek bir nedeni var: enerji toplayıp, yola devam etmek! :)


Fisherman's Wharf, Pier 39, Deniz Aslanları, Crab House

Lombard Street'ten kıvrılarak indikten sonra daha da inmeye devam ediyoruz. Burnumuz iyot kokusuyla dolana kadar da inmeye devam edeceğiz. Yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüş sonrasında Fisherman's Wharf'a varıyoruz. Burası şehrin en turistik ve canlı yerlerinden biri. Aynı zamanda şehrin balıkçıları için de bir merkez. Cable Car ile de gelebiliyorsunuz, aklınızda olsun. Fisherman's Wharf tabelasını gördükten sonra sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, cafeler, dondurmacılar, vs arasından yol boyunca yürümeye devam ediyorsunuz. Ta ki daha da canlı ve şirin Pier 39'a gelene kadar.


Pier 39 ahşap platformlar üzerine kurulmuş. Asıl birbirinden güzel dükkanlar ve cafeler & restoranlar burada. Okyanusa dalıp gidebileceğiniz iskeleler de burada. Ayrıca o çok merak ettiğimiz deniz aslanları da burada. :) Daha ne olsun? Ama oklardan gördüğünüz üzere onları görmek için sola dönmeden önce dümdüz devam ederek uzaktan da olsa Golden Gate Köprüsü'ne ve Alcatraz Hapishanesi'ne bir selam çakmaya gidiyoruz. Alcatraz'ı gezmek isterseniz buradan kalkan vapurlar olduğunu unutmayın. Biz gitmedik. Görmediğimiz bir yerler kalsın ki bir dahaki sefer için gelme bahanemiz olsun dedik.;)


Sırada deniz aslanları var. Açıkçası onları görmeyi merakla bekliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum. Hatta itiraf edeyim: ben sanki yüzen ve arada bir kıyıya çıkan ve turistlerin bunu kaçırmayıp bir iki balık attığı ya da yanında durup fotoğraf çektirdiği manzaralar görmeyi bekliyordum (sanırım Ayhan Sicimoğlu'nun nerede olduğunu hatırlamadığım programlarından birinden kalma bir görüntü yer etmiş zihnime). Ama bırakın okları seslerini ve kokularını takip ederek bile bulabileceğiniz kadar çok sayıda deniz aslanıyla karşılaşacaksınız! İnanılmaz bir manzara. Çok etkileyici, çok güzel, orada doğal ortamlarındaki hallerine tanık olmak insanı çok mutlu ediyor. Kocaman bir şehrin içinde onların doğal ortamlarına böylesi bir saygı gösterilmiş olması gelişmişliğin işareti. Bizde olsa ne olurdu diye düşünemedim bile. O kadar aklım almadı. Muhtemelen abuk subuk yiyecekler (pet şişeler ve izmaritleri saymıyorum bile!) atarak düzenlerini bozar, balıkçı teknelerine zorluk yaratıyor diye toplu halde zehirler, bilmem nesi para ediyor diye öldürür ve bir şekilde köklerini kurutmuş olurduk! Buradakiler ise şehrin sakinleri olarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Dünyanın bu bölgesinde oldukları için ne kadar şanslı olduklarının farkında bile değiller (ki 2009'da tamamen ortadan kaybolarak şehir sakinlerini de biraz tırsıtmışlar; ama neyse ki sonra yeniden yerlerine dönmüşler.)  


Hareketlerini izlemek o kadar keyifli ki. Burada da kısa bir video var, seslerini duyabilmeniz için. Aralarından kendimize benzeyenler bulmak da çok keyifliydi: 

- "İmge bak bu sensin, tüm gün güneşin altında yatmaktan kurumuşsun, ama rahatsız falan da olmuyorsun.."
- "Evet, şu suya dalıp çıktıktan sonra yanıma uzanıp, beni ıslatan da sensin. O yüzden itiyorum seni, kuru da gel diye." 

ya da 

- "Bak şurada kavga ediyoruz, ben sağdakiyim, bakalım kim kimi suya itip kazanan olacak..  :)


Deniz aslanlarını izlemeye doyduysak, karnımız acıktıysa ve denizden çıkan her şeyi itinayla yemeyi seviyorsak sırada Crab House var. Denize bakan masalarından birine oturup bütün yengecimizin pişmesini beklerken karideslerimizle ve buz gibi biralarımızla aşk yaşıyoruz. Sonra önümüze naylon önlüklerimizi takıp yengeç pensi ve kokteyl çatalı kadar olmasa da minnak çatallarımızı getirdiklerinde artık beni tutabilene aşk olsun havasındayım. :)


Özet olarak Bambi sayesinde keşfettiğimiz Crab House'a bayıldık. Gerçekten çok başarılı bir yemek ve yerdi burası. Hatta son gün karnımız acıksa da bir kez daha yesek diye bekledik, ama Chinatown'un dumpling'lerinden sonra karnımız acıkamadı ne yazık ki. Bir dahaki gidişte yine buluşmak istediğim yerlerden. 

Sırada Golden Gate Park var. Bakalım bu kocaman parkın içinde neler varmış?  

Hafta Sonu Geldi! Yapsak Yapsak Ne Yapsak? ;)

Hafta sonu yaklaşırken neler yapabileceğinize dair kısa kısa notlardan oluşan bir post hazırladım size. Umarım beğenirsiniz. 

* Öncelikle 21 Ocak-9 Şubat arasında Zorlu PSM'de sahnelenecek olan Cats müzikali için daha fazla sallanmayın lütfen! Özellikle iyi kategorilerdeki biletlerin çok çabuk tükendiğini unutmayın. 

* Zorlu PSM'ye bilet almaya gitmişken hemen sağındaki İlker Canikli'nin More is Less adlı mini sergisine de göz atın derim. 10 dakikanızı alacak en fazla, ama ilginç çalışmalar var. Ve bu hafta sonu sona eriyor. 

* Eataly'de yemek yemedik henüz ama gezdik ve adeta çılgına  döndük içinde. Sanırım yemeğe gitmeyi tercih etmem ama eve şarap, peynir, ev yapımı makarna, sos, vs alışverişi için on numara beş yıldız bir yer olmuş. Bayıldım! Mutlaka görün. 

* İstanbul Modern'de yeni Komşular sergisi başladı. Gidip bilahare yazacağım. Orayı tercih ederseniz çıkışta Karaköy Mums Cafe'yi deneyebilirsiniz. Karaköy'de açılan yerlere yetişmek mümkün değil biliyorsunuz. O yüzden bir süredir adını duyduğumuz bu cafeye ben de bu hafta başı Dilara ile birlikte ilk kez gittim ve çok sevdim. Minik ve leziz menüsü, sıcacık ve şirin ortamı, duvarlarda gözümüze çarpan özlü sözleriyle (:P) kendisine tam not verdik. Deneyin. 

* Doğum günü yaklaşanlar çıkışta Selda Okutan'a uğrayın. Kimden ne gibi hediyeler isteyebileceğinizi düşünün. İsooo, bir ara birlikte de gideriz değil mi? ;)    

* Sahilde yürüyüş yapmak isteyenler parmağını kaldırsın. Eveet, sizi kahvaltı sonrasında Boğaz kıyısına alıyor ve turunuzu Rumelihisarı'ndan başlatıyoruz. Kahve molanız için de Bebek'teki Cup of Joy'a bekleniyorsunuz. Ne şeker yermiş orası öyle, bayıldım. Şimdiye kadar adını bile duymamıştım ki Çarşamba günü Deniz ve Güneş Bebek ile uzun bir sahil yürüyüşü sırasında Deniz'in önerisiyle kahve molası olarak burayı tercih ettik. Kahvelerinin tadını San Francisco'da mutlaka deneyin diye önerdikleri o nefis Blue Bottle'ınkilere benzettim. Pasajın içinde minik ve şirin bir yer. Adı üstünde, kahvelerinden neşe yayılıyor.:) Mekanın fotoğrafını Facebook sayfalarından aşırdım, ama diğerleri bizim fotoğraflarımız elbette.

                                     
* Nişantaşı Cookshop'ta arkadaşınızla buluşabilir, sağlıklı bir yemek yiyebilir, sonra biraz vitrinlere bakarak sokaklarda yürüyebilir veya alışveriş yapabilir, olmazsa olmaz Mudo Concept'e uğrayabilir (yeni haline ısınamadım ama eski kitap şeklinde kutular gelmiş bir sürü, onlarda gözüm kaldı. Bir de neden benim vizon rengi çorabım parlak ten rengi gibi çıkmış? Aynalarına da gıcık oldum bak şimdi!), sonra Sofa Otel'in Spa'sında kendinizi şımartabilirsiniz. (Bkz. dün Nazire ile buluşma.) Daha önce uzun uzun yazdığım için tekrar yazmıyorum. Şimdiye kadar en uzun soluklu kullandığım yer oldu burası. Hem güler yüzlü hizmetlerinden hem masaj terapistlerinden hem de yerinin bana uygunluğu ve temizliğinden çok memnunum (çıkınca dağılmış ve mayışmış halimden belli oluyor mu? :) ) Daha önce de yazmıştım, çok güzel çoklu paketleri  de var. Arayıp bilgi alabilirsiniz.  0-212-368 18 18.


* Evde film izlemek isteyenleri de unutmadım elbette. Bu hafta izlediklerimiz arasından önereceklerim şunlar. Digitürk film paketi olanlar Audrey Hepburn klasiklerinden Breakfast at Tiffany's sürekli gözüme takılıyor. İzlemediyseniz ya da tekrar izlemek isterseniz kaçırmayın derim. O filmdeki karakterini sinir bozucu bulsam da güzelliğini hayran hayran izlemeden edemiyorum her gördüğümde.

Adore harika bir film. Belki de bizi Avustralya'da okyanus kıyısında harika bir yaşama dahil ettiği içindir. Orta yaşlarda birbirlerine dost ve komşu iki anne (Naomi Watts ve Robin Wright) ve aynı şekilde iyi anlaşan yakışıklı oğullarının yaşamlarına konuk oluyoruz. Daha ilk sahnelerde tam da İso'nun "Birbirine bu kadar niyetli bir dörtlü daha görmedim" demesiyle birlikte niyetler açığa çıkıyor. :) Yaş farkı, topluma uygunluk, etik anlamda doğruluk, vs gibi kaygıların mı yoksa aşkın mı ağır basacağını izleyip görün derim. Ben çok sevdim.


Üçüncü film önerim de Ashes olacak. 2012 yapımı bu filmde ilerlemiş Alzheimer hastalığından dolayı hastaneye yatırılmış olan bir baba ve onu çıkarıp eve götürmenin bir yolunu bulmak üzere yıllar sonra ortaya çıkan oğlu ile tanışıyoruz. Babanın hastalığı tehlikeli boyutlarda, o yüzden çıkmasına izin yok. Ama oğlu babasının kendisine ve çevresine verdiği her türlü zarara rağmen, ne pahasına olursa olsun onu çıkarıyor ve uzun bir eve dönüş yolculuğu başlıyor. Bu dönüş macerası sırasında başlarına o kadar çok şey geliyor ki "deli mi bu çocuk? niye bu kadar hasta bir adamı dışarı çıkardı ki?" diyor, zaman zaman filmin inandırıcılıktan uzaklaştığını bile düşünüyorsunuz. Ama sabredin, her şeyin bir nedeni olduğunu en sonlara doğru anlayacaksınız. Ve o zaman aklınızdaki soru işaretleri de havada asılı kalmayıp, yerlerine cuk oturacaklar. Hasta baba rolündeki Ray Winstone çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Etkileyici bir film. Öneririm.

Ee, öneriler fena değil, daha ne olsun değil mi, sevgili okur?
İtinayla hafta sonumuzun tadını çıkarmak kalıyor bizlere.
Yapalım öyleyse! ;)