"Bu ülke ancak sanatla çekilir, sanata boğulmak lazım!" derken ciddiydim sevgili okur. Kendimi sanatın her türlüsüne boğmuş durumdayım. Sergiler, müzikaller, tiyatro, sinema, kitaplar, müzik, vs... Haberler ve sosyal medya ile ilişkimi de minimuma indirdim. Benden mutlusu yok artık. Önemli bir gelişme olursa beni de haberdar edin, zira çaresizce memleket meselelerine boğularak muhtemelen bir kez yaşayacağım çok değerli ömrümü heba edecek değilim.
Gelelim bu aralar izlediklerime. Asif Kapadia'nın belgesel film niteliğinde çektiği ve Amy Winehouse'un arşiv görüntüleri ve şarkılarıyla oluşturduğu Amy'yi çok beğendik. Galiba 27 yaşında göz göre göre ölüme giden Amy Winehouse'un müziğini çok sevmemizin de bunda büyük etkisi oldu. Belgesel 15 yaşlarındaki Amy ile başlayıp, sanatçının son zamanlarına kadar devam ediyor. Amy'nin gözlerindeki ışığın yıllar içinde -özellikle de son birkaç senede- sönüşü o kadar bariz görülüyor ki insanın içi acıyor. Bu naif, utangaç ve duygularını çok yoğun yaşayan genç kadının aslında en büyük düşmanlarının ailesi -özellikle babası- ve büyük bir tutkuyla bağlandığı sevgilisi -sonradan kocası- Blake olduğunu da görüyoruz. En çok etinden, sütünden faydalananlar da onlar olmuşlar tabi! İlk başlarda birlikte çalıştığı Nick ise gidişatın farkına varan gerçek bir dost olsa da akışı değiştirmek konusunda etkili olamamış ne yazık ki. 27 yıllık ömrüyle dünyada iz bırakanlardan Amy Winehouse. Şartlar farklı olup da hayatta olsaydı da aynı şekilde etkili olur muydu müzik severlerin kalbinde bilmem. Ama ne olursa olsun, böyle bir kadının 27 yaşında hayata veda etmemiş olmasını ve o gözlerindeki ışığın sönmemesini dilerdim.
İkinci önerim Mommy adlı film. 2014 yapımı bir Xavier Dolan filmi. Daha önce çok severek izlediğimiz Laurence Anyways ve Annemi Öldürdüm filmlerinin de yönetmeni Xavier Dolan. Mommy'de de yine sorunlu bir anne-oğul ilişkisi var. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite sorunu yaşayan Steve, rehabilitasyondan yeni çıkıp, zor şartlar altında hayatını tek başına sürdürmeye çalışan orta yaşlardaki annesinin yanında kalmaya başlar. Zaman zaman şiddet gösterdiği için her an ıslah evine gönderilme durumu vardır ancak annesi ne kadar zor olursa olsun onu yanında tutmaya kararlıdır. Geçirdiği bir travma sonrasında kekemelik yaşamaya başladığı için öğretmenlik yapmaya devam edemeyen karşı komşularının da yaşamlarına katılmasıyla birlikte üçlü olarak iyileşmeye, iyileştirmeye ve direnerek hayat mücadelelerine devam ederler. Sert ve etkileyici bir film. Sert ve etkileyici de bir son sizi bekler. Kesinlikle izlemeye değer.
Sırada Jon Stewart'ın gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak çektiği Rose Water (Gül Suyu) adlı film var. Londra'da yaşayan İran asıllı BBC muhabiri Maziar Bahari'nin İran'da gerçekleşecek seçimleri izlemek için bir haftalığına gidip, iktidarın hoşuna gitmeyen görüntüler çektiğinden dolayı hiçbir gerekçe gösterilmeden 100 gün hücre hapsinde tutulmasının sinir bozucu öyküsü. Hani günümüzde "Aman film icabı canııım" ya da "ay ne ülkeler var, iyi ki oralarda yaşamıyoruz" diyemediğimiz için daha da sinir bozucu bir öykü. Hapse atılan gazeteci Bahari rolünde Gael Garcia Bernal var. Şili'de Pinochet'nin gönderilişini anlatan No filminde de "Hayır" kampasını yöneten kişiydi kendisi. Bir nevi müzmin muhalif diyebiliriz yani. ;) Bir sürpriz de filmde Bahari'nin ölmüş babasını canlandıran Haluk Bilginer. Onu da izlemekten keyif alacaksınız, eminim. En sevdiğim sahnelerden biri de Bahari'nin kafasında çalan Leonard Cohen eşliğinde hücresinde dans ettiği sahne oldu. Umudu ve içimizdeki müziği kaybetmemenin müthiş bir direnme gücü kazandırdığına dair güzel bir görüntü olarak kazındı adeta zihnime. İzleyin.
İsocum'un kaydettiği kısa filmlerden biri var sırada. Bu kadar duygu dolu, bu kadar güzel bir film olacağını hiç düşünmeden geçmiştim başına. Bittiğinde gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Adı Helyum. Ölümcül bir hastalığı olduğu için hastanede sonunu bekleyen küçük Alfred ve onun uçaklar, zeplinler ve uzay araçlarına ilgi duyduğunu fark ederek Helyum adında başka bir dünya hakkında hikayeler anlatmaya başlayan temizlik görevlisi Enzo var başrollerde. Ayrıca umudun ve hayal gücünün kurtarıcı etkisi de başrollerde. Ölmekten korkan ve bu dünyada annesi, babası ve Enzo ile kalmak isteyen Alfred, bu ikisinin iyileştirici etkisi sayesinde uzun bir uykuya daldıktan sonra dev bir araca binerek, bambaşka bir hayatın yaşandığı harika bir gezegene gideceğine inanıyor. Bana kalırsa hastanede gördüğü tedaviden çok daha yararlısını, anlattığı hikayelerle Enzo kendisine sağlamış oluyor. 40 dakikalık çok etkileyici bir film. Mutlaka bir yerlerden bulup izlemenizi öneririm. Bulamazsanız bize gelin, hâlâ kaydı silmedim, saklıyorum. ;)
Bu minik aradan sonra artık Bienal'in Büyükada'daki bölümünü yazsam iyi olacak sanki. Daha bir sürü lezzet keşfi de var sırada. Çok çalışmam lazım, çok! ;)
İyi seyirler!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder