Serenad

Zülfü Livaneli beni yine şaşırtmadı. Tüm kitaplarında olduğu gibi yine bittikten sonra üzüldüğüm ve tadı damağımda kalan muhteşem bir öyküyü o güzel üslubuyla anlatmış. Bir an bile sıkılmadan okunan harika bir ana hikaye var ve bir sürü tarihi yan hikayeler. Aslında yakın tarihimizle ilgili çok önemli bilgiler, üstü örtülen sırlarla ilgili çok önemli açıklamalar da var kitapta. Bu anlamda okurun farkındalık ve bilinç seviyesine katkılarının da büyük olduğunu düşünüyorum. Büyük bir araştırma ürünü olduğu belli olan Serenad da diğer tüm Zülfü Livaneli kitapları gibi "tüm zamanların en iyileri" listeme girdi bile.

Elinde keman kutusuyla yaklaşık altmış yıl sonra Türkiye'ye gelen 87 yaşındaki Prof. Max Wagner'i, üniversitede rektörlüğün organizasyon ve etkinlik sorumlusu olarak çalışan 38 yaşındaki, eğitimli, modern bir bekar anne olan Maya, Maya'nın ailesindeki tarihi sırlar ve Wagner'in sırları ortaya çıktıkça anılan Nadia'nın, Mari'nin ve Ayşe'nin geçmişte kalan hazin öyküleri uzun süre aklınızdan çıkmayacak.

Kitaptan alıntıların çoğunu yazacağım bu kez çünkü kitabı kayınvalidemden aldığım için iade edilecekler arasına koyuyorum. Hatırlamak istediğim bazı şeyleri de hem kendime hem de bu blog aracılığıyla sizlere saklamış olayım.

* Kitapta birçok yerde insanoğlunun devlet/iktidar yapılanması aracılığıyla ortaya çıkan zalimliğine değiniliyor. Carl Sagan insanların hâlâ sürüngen atalarının saldırganlığını söylerken haksız değil. Hepimiz içimizde gizli, nazik davranışlarla üstü örtülen ama bir tehdit algıladığımızda keskin dişleriyle ortaya çıkan bir timsah taşıyoruz.

* Zülfü Livaneli'nin toplum ve diğer pek çok konuyla ilgili o yerinde tespitlerini kitaplarındaki hikayenin içine sıkıştırılmış halde bulmanız mümkün. Maya'nın festival filmleri ile ilgili düşüncelerini anlattığı bir bölümde şöyle yazıyor: karşıma son dönemde moda olan festival filmlerinden biri çıkacak, bir adam eve gelip "Merhaba," diyecekti, kadın dört dakika sonra "Hoş geldin," diye cevap verecekti, böylece bir kez daha kalabalıktan nefes alınmayan bu ülkedeki yalnızlık ve iletişimsizlik mesajlarını almış olacaktım.

* Bir başka tespit: Türk erkeklerinin bir numaralı özelliğinin sinirlenince hız yapmaları. Bu yüzden hiçbiriyle direksiyon başında tartışmamak gerektiği! Kadın söylenir, adam gaza basar, kadın biraz daha söylenir, adam biraz daha gaza basar ve olan arka koltukta oturan ve trafikteki diğer araçlara el sallayan her şeyden habersiz masum çocuklara olur.

* Internet başından kalkmayan çocuklar ile ilgili bir psikologun teşhisi: Hayat korkusu! "Dünya çok hoyrat ve sert bir yer artık. Hele büyük şehirler. Okullar şiddet yuvası. Bazı hassas ve zeki çocuklar kişiliklerinin yaralanacağı korkusuyla kendilerini tamamen kapatıp, online iletişim kuruyorlar," diyor Maya'nın oğlu Kerem için psikolog.

* ...Birçok Türk evinde böyle bir suskunluk vardı, geçmiş konuşulmazdı. Türkiye'de hemen her konuda, her kurumda sorunların çözülmesinden çok üstünün örtülmesi, acaba bu alışkanlığın sonucu ortaya çıkan bir durum muydu? Bu memlekette Kürt sorunundan yoksulluğa kadar hemen her meselede bir görmezden gelme, yok sayma alışkanlığı vardı. Bir muhalif ortaya çıkıp da bunlardan söz etse, sorunları o yaratmış gibi ona öfke duyulurdu. Farklı düşünmek, çoğu zaman düşman kabul edilmenin nedeni olurdu...

* Toplum olarak sessiz bir sözleşme ile susma kararı alınmış, yaşananlar genç kuşaklara aktarılmamıştı. Bu iyi miydi, kötü müydü bilemiyorum. Hiç kimseye düşman olmadan yetiştirilmemiştik. Bu işin iyi tarafıydı, ama bir de geçmişimiz konusundaki korkunç cehaletimiz vardı.

Cehalet konusuna kesinlikle katılıyorum. Örneğin, Einstein'ın Atatürk'e mektup yazdığını biliyor muydunuz? Ya da Nazi Almanya'sından kaçıp Türkiye'ye gelen çok değerli bilim adamlarının ülkemizdeki eğitim sisteminin temellerini attıklarını? Bizler hem kendi yakın tarihimiz hem de yakın dönemde dünyada olup bitenler hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz diye düşünüyorum. Ermeni tehciri dışında bu kitap sayesinde öğrendiğim Struma gemisi ve Mavi Alay faciaları başlı başına birer tarihi trajedi aslında. Ve kim bilir bu trajik örneklerden kaç tane yaşandı zamanında. Kitapta Hitler dönemiyle ilgili de kısa ve öz bir genel bilgi veriliyor. Bir doların 4,2 trilyon marka çıktığı savaş ve enflasyon döneminde halkın bel bağladığı Nazi Partisi'nin nasıl yükseldiğinden, söz konusu Alman halkı olsa bile örgütlü olmadıkça halkın asla etkili olamayacağından, iktidarın zulüm demek olduğundan bahsediliyor. Gerçekten de İbn-i Haldun'un dediği gibi: "Coğrafya kaderdir!"

Zülfü Livaneli tespitlerinden ikisi daha geliyor: (bu ikisine çok güldüm, ikincisi beni de anlatıyor bu arada! :) )

* Max Wagner'in hastane bahçesinde çömelerek bekleyen Anadolu köylülerini görüp aynısını denemeye çalışması ama birkaç dakika içinde bacağına sancılar girmesi üzerine kalkması üzerine: Nasıl o durumda saatlerce, hatta günlerce oturabildiklerini bir türlü anlamıyordu. Galiba Türk köylüsünü dünyanın diğer halklarından ayıran en önemli özellik buydu.

* Uçakta rahat eden insanlar, yeryüzünden sekiz bin metre yukarıda, boşlukta, metal bir kutunun içinde olduklarını unutup kafalarını şarabın kalitesine, yemeğin lezzetine, koltukların genişliğine takanlardır ki ben de onlardan biriyim.
Kapanışı da iyimserle kötümserin hikayesi ile yapayım. Kötümser, "İşler daha kötü olamaz," diye feryat ederken, iyimser, "Olabilir, daha kötü de olabilir," dermiş. Şimdi söyleyin bakalım: siz iyimser misiniz, kötümser mi? (Şahsen ben bu aralar feci iyimserim!! Bir süre de öyle kalırım gibi görünüyor.)

İç içe geçmiş kişisel ve tarihsel hikayelerin sihirli bütünlüğü olan Serenad'a bayılacaksınız. Henüz okumadıysanız, bir an önce alın ve okuyun derim. Ellerine ve beynine sağlık Zülfü Livaneli! İyi ki varsın.

Nusr'et ve Rigel

İlk durağımız Nusr'et Steakhouse. Benim için et deyince ilk aklıma gelen isim Günaydın olmuştur. Ama 14 yıl Günaydın'da çalıştıktan sonra kendi yerini açmaya karar veren Nusret Gökçe'nin Etiler'deki restoranı da artık aklıma gelecek isimler arasında yer alıyor. Burası ambiyans farkıyla kesinlikle daha önde ama et bakımından acaba Günaydın mı daha iyi diye düşünüyorum (belki de alışkanlıktan bana öyle gelmiştir, ön yargılı olmadan deneyin derim). Ya da belki de kocaman bir steak yemek isterken seçimi İso'cuma bıraktığımız için olabilecek en riskli  ve alengirli tabakla karşı karşıya kaldığımız için de öyle düşünmüş olabilirim. Ben her türlü eti sevdiğim için sorun yok ama içi pespembe ruloyu gören kayınvalidem ve kayınpederim için durum daha vahimdi! :) Siz siz olun önce o kocaman vitrinin içinde yatan harika et çeşitlerine bir göz atın. Masanıza gelen canlı menünün, yani garsonunuzun, önerilerini de can kulağıyla dinleyin ve ona göre seçiminizi yapın. Ne gelirse gelsin hayal kırıklığına uğramayacağınızı garanti ederim ama en tercih ettiğiniz lezzetle buluşmanın keyfi de apayrıdır elbette. O yüzden şu sıcaklar bitsin, İso'cumu bir kez daha götüreceğim oraya steak yemeye. :) Nusr'et rezervasyon numarası: 0-212-265 30 37. Adres: Çamlık İhsan Aksoy Sokak No: 6.


İkinci durağımız ise denizden çıkan her şeyi yiyebilecek benim için olabilecek en güzel adreslerden biri: bir balık lokantası. Çengelköy Kuleli Caddesi'nde tam deniz kıyısında yer alan Rigel Restaurant, yaz akşamlarında güneşi batırmak için muhteşem bir yer. Akşam saat 19:00 sularında iki köprünün tam ortasında yer alan mekanın deniz kenarındaki masalarından birine yerleştikten sonra Boğaz'ın ve gökyüzünün her dakika değişen tonları karşısında adeta büyüleneceksiniz. Önden gelen soğukların tazeliği ve lezzeti (levrek marine, ahtapot ve deniz börülcesi özellikle tavsiye edilir), ara sıcak olarak söylediğimiz dilim ızgara kalamar, roka-domates salatası ve deniz çuprası, deniz levreği ve barbunya balıklarından oluşan ana yemeklerimizden de ayrıca büyülendiğimizi söyleyebilirim. Boğaz'ın ve yemeklerin güzelliğinin yanı sıra elbette en kocamanından bir Yeni Rakı yeni serisi de devirdik uzun zamandır görmediğimiz dostlarımızla. Sonuç: mutluluk hanesine +1. Kesinlikle öneriyorum. Rigel'i yaz bitmeden mutlaka deneyin. Tel: 0-216- 321 03 62. Bu arada Rigel'in teknesi, telefon ettikten beş dakika sonra karşıdan gelenler için Kuruçeşme'deki Suada İskelesi'nde hazır oluyor. Bizim gibi Anadolu Yakası'na geçmeye üşenenler için süper hizmet.


Rigel ne anlama geliyor, diye sorarsanız unutmadan onu da söyleyeyim: Güneş'ten 85,000 kat daha ışınım yayan Samanyolu'nun en parlak yıldızlarından birinin adıymış. Hani şu denizci dostu olanlardan. İsmini de kendisini de sevdim buranın. Yaz bitmeden bir kere daha güneşi batırmalı Boğaz'ın üzerinde...

Sağlığınıza..

Bebek Mangerie ve Santral İstanbul

İki hafta önceki Perşembe akşamı kısa süreli ama uzun saat farklarının olduğu uzak diyarlara yaptığı bir iş seyahatinden dönen İso'cum, Cuma'yı izin alarak fazlasıyla hak ettiği üç günlük hafta sonuna kavuştu. O yüzden Cuma günü hafta sonu kalabalığı olmayan bir hafta sonu günü yaşamış olduk. Ve hemen hafta sonu trafik ve kalabalıktan dolayı yapmaya en çok üşendiğimiz şeyi yaparak sahile kahvaltıya gittik.

Kahvaltı mekanı İso'cumun seçimiydi. Uzun zamandır beni götürmek istediği Bebek Mangerie'yi sonunda görmüş oldum. Haftanın yedi günü gece 24:00'e kadar açık olan bu sıcak ve şirin mekanda kendinizi adeta evinizde hissediyorsunuz. Yok yok, alışılageldik bir kalıp olarak kullanmadım bu "kendini evinde hissetme" ifadesini, gerçekten öyle. Merdivenlerden çıkıp bir apartman dairesine girerken de, balkona atılmış rahat ikili koltuklara yayılırken de, harika demli çaylarını içerken ve mutfağından yükselen kokuları koklarken de kendinizi evinizde hissediyorsunuz. Zaten ortamda da restorandan çok ev havası var. Zaten görür görmez ilk aklıma gelen şey buranın harika bir parti ortamı olabileceği oldu. Bebek manzarasına karşı kocaman balkonu olan evinizde dostlarınızla birlikte içkilerinizi yudumlamak harika olabilir. Aklınızda olsun. Biz ise çaylarımızla birlikte aşağıda gördüğünüz tabakları afiyetle silip süpürdük: patates, kurutulmuş domates ve parmesanlı omlet ile Eggs Benedict. Mangerie hakkında detaylı bilgi almak ve yerini öğrenmek için buraya bakabilirsiniz.


Kahvaltı sonrasında kendimizi Santral İstanbul'a attık. Kahvemizi Otto Santral'de içtikten ve kampüsün ve Otto'nun bomboş halini de gördükten sonra XX. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı sergisini gezdik. Serginin 19 Haziran'da bitmiş olması gerekiyordu ama süresinin 31 Temmuz'a kadar uzatıldığını görünce kaçırmayalım dedik. O yüzden modern sanat severlere buradan duyurmuş olayım: bu hafta serginin son haftası, kaçırmayın! Üç kata yayılmış sergide 20 sanatçıya ait toplam 400 eser göreceksiniz. İçeride fotoğraf çekilemiyor ama sanatçıların listesi aşağıda:


Ben en çok üçüncü katta yer alan "İki Kuşak Figüratifler" bölümündeki eserleri sevdim. Burada büyük alkolik, büyük anarşist Fikret Mualla, Abidin Dino, Ömer Uluç ve Mehmet Güleryüz tabloları favorim oldu. Paris Okulu Soyut Türk Ressamlarının bulunduğu ikinci katın bana pek hitap etmediğini söyleyebilirim. Birinci katta ise Geometri, Işık, Müzik ve Duvarlar kategorisindeki çalışmalar yer alıyordu. Bunlar arasından en favorilerim Ferruh Başağa ve Burhan Doğançay oldu.  Bu sergiyi modern sanat ile ilgili herkesin ve benim gibi modern sanata bayılmasa da elinden geldiğince takip etmeye ve anlamaya çalışan herkesin görmesini tavsiye ediyorum. Santral İstanbul ulaşım ve ziyaret bilgileri için de buraya buyrun. 

Sabah geç kahvaltı, öğleden sonra sergiden çıkış, akşama kadar spor ya da evde dinlenme ve sıra akşam yemeğine geldi.  Şimdi iki adet restoran önerim olacak: biri et diğeri balık severler için. Anlayacağınız her şey siz sevgili okurlarım için.. :) Takipte kalın.

Ömer Hayyam (6)

Uzun bir aradan sonra Hayyam'dan alıntılarla devam.. Bu kez Fazıl Say'ın bu yazısı da seçtiğim dörtlüklere eşlik edecek. Başlayalım...

Dostunu erkekçe seven kişi.
Pervane gibi özler ateşi:
Sevip de yanmaktan kaçanların
Masal anlatmaktır bütün işi.

***

Meyhanede kendini bilenler bulunur;
Bilmeyeni ayırmak da kolay olur.
Yıkılsın bilgisizlik yuvası medrese:
Oradan kendini bilip de çıkan hiç yoktur.

***

Sen içmiyorsan, içenleri kınama bari;
Bırak aldatmacayı, iki yüzlülükleri;
Şarap içmem diye övünüyorsun, ama,
Yediğin haltlar yanında şarap nedir ki?

***

Benim yasam artık şarap, çalgı, eğlenti;
Dinim dinsizlik, bıraktım her ibadeti;
Nişanlım dünyaya: Ne çeyiz istersin, dedim:
Çeyizim,senin gamsız yüreğindir, dedi.

***

Benden Hayyam'a selam söyleyin demiş peygamber;
Sözlerimi yanlış anlamışsa çiğlik eder:
Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki
Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer.

İyi haftalar hepinize...

2. Londra Çıkartması'nın Planı

Planlı programlı bir insan olarak 1. Londra Çıkartması biter bitmez önümüzdeki iki sene içinde gerçekleştirmem muhtemel 2. Londra Çıkartması'nda yapmak istediklerimin listesini çıkarayım dedim. Gördüğünüz gibi ilk tur için hiç de az yer görmedim. Hem kültür-sanat hem yeme-içme ve alışverişe olabildiğince zaman ayırabildim. Ama aklımda kalan pek çok şey oldu, çünkü dediğim gibi burası bir alternatifler cenneti. O yüzden bir dahaki gidişte yapmak istediklerimi de unutmamak için yazmak istedim.

1) Burada sözü edilen karttan alarak Tower of London ve saraylardan gezebildiğim bir ya da birkaçını (Hampton Court ve Kensington öncelikli) gezmek.

2) Tower of London'ı gezdiğim gün hemen karşı kıyısında yer alan Design Museum'u gezmek.

3) St James's Park
ve Green Park'ı gördüm ve iki pazar gezdiğimiz günün sonunda Hyde Park'ta Dido'yla çimlere yayılarak biraz dinlenmiştik, ama bir dahaki gidişte parklar için daha fazla zaman ayırmak. Özellikle Hyde Park'ın görmediğim kocaman bir bölümü var, oraları görmek.


4) British Museum'u görmedim. İlave olarak belki bir de Tate Britain'ı gezebilirim.

5) Pub'lardan zaman bulabilirsem İngilizlerin meşhur "ikindi çayı" deneyimini de yaşamak isterim.

6) Önünde çok kuyruk olmazsa London Eye'a binmek olabilir. İlla ki yapılması gereken bir madde değil ama.


7) Aynı şekilde önünde çok kuyruk yoksa ve yapacak daha iyi bir işim yoksa London Dungeon gibi turistik attraksiyonlar denenebilir (ama onun yerine şehrin sokaklarında dolaşmayı tercih ederim gibi geliyor).

8) Shakespeare's Globe Theatre'da bir oyun izlemek.

9) Gitmeden önce biletlerimizi alıp bir müzikal daha izlemek. Tercihen Queen müzikali olan We Will Rock You'yu.

10) Bu sefer sıra gelmediği için gidemediğimiz o Thai restoranına gitmek (adını sanını bilmiyorum, Dido&Ongun biliyorlar).

11) "Havaalanından alırım nasılsa," demeden şehirdeki Twinings ve Fortnum & Mason dükkanlarından çay almak! :) Sizin de aklınızda olsun: hem çeşit çok daha fazla hem de fiyat çok daha uygun.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Zaten bunlar da sanırım bir hafta alır, değil mi? Eminim o ikinci seferden sonra da aklımda bir sürü maddeden oluşan bir "üçüncü seferde yapılacaklar" listesi olacaktır. Akşamlar için ise muhteşem dörtlüyü oluşturabilmek yeterli.

 Ama şimdi bu fotoğrafı görünce belki bir madde daha ekleyebilirim diye düşünüyorum:

12) Muhteşem dörtlüyle pub crawl turu? :)

Son olarak teşekkürler İsocuuuum.. İyi ki beni gaza getirip, senin de orada olacağın döneme denk getirecek şekilde vize başvurusu yapmamı sağladığın için.. Ve tabi ki çoook teşekkürler Didocuuum ve Onguncuuum! Harika bir hafta geçirdim sayenizde...Tekrarlamak dileğiyle..

Londra'da Yeme-İçme

Londra'da yemek alternatifleri oldukça çeşitli ama asıl önemli olan içmek! İngilizlerin pub kültürünü etraflıca öğrenmek istiyorsanız işiniz hiç de zor değil, çünkü hemen hemen her köşe başında bir pub bulabilirsiniz. Genellikle ahşap maşalar ve duvar panelleri ile sıcacık ortama sahip bu pub'larda envai çeşit biranın tadına bakabilirsiniz. Bana bir pint fazla gelir diyorsanız, half-pint (yaklaşık 250 cl.) da alabilirsiniz. Pub'larda İngilizlerin meşhur fish&chips yemeğinden ya da sosis, hamburger, patates kızartması, fishcake ya da atıştırmalık başka alternatifler söylemeniz mümkün. Fish&chips, bildiğimiz kızarmış balık ve patatesten oluşuyor. Her yerde o kadar lezzetli olmayabilir. Eğer gerçekten yağ çekmemiş, güzel bir fish&chips yemek isterseniz size test edip onayladığım Boathouse'u öneririm. (Adres: Brewhouse Lane Putney London SW15 2JX)


Bunun dışında gündüz ve gece uğradığımız bir sürü pub'dan bazılarından görüntüler aşağıdadır. Yazın pub'larda sadece bira değil serinletici ve meyveli bir içecek olan Pimm's de içebileceğinizi unutmayın. Ama bir sürahi asla yetmez! :) Bu arada İngiliz pub'larında İngiliz biralarına ihanet ederek bol bol İrlanda birası içtiğimizi söylemeliyim. Erkeklerin favorisi her zamanki gibi Guinness olurken biz kadınların favorisi ise Caffrey'sdi. Erkekler de arada bir bizim Caffrey'se takıldılar tabi. Bir de asıl ihanetin büyüğü olarak son geceyi bir Irish Pub olan O'Neills'te kapattık. Bu arada bir pint bira fiyatı 3,5-4,5£ arasında değişiyor.


Londra'da yemek alternatiflerinin de içki alternatifleri kadar çeşitli ve renkli olduğunu söyleyebilirim. Etnik mutfakların hem uygun fiyatlı hem de çok lezzetli örnekleriyle dolu olan bu şehirde nefis yemekler yiyebilirsiniz. Özellikle bizim gibi Çin, Hint, Thai ve Japon mutfağından hoşlananlar için bir cennet burası. Çok çeşitli alternatifler bulabilirsiniz elbette ama bizim denediklerimizden öneriler isterseniz başlıyorum. Çin yemeği için Chinatown'daki birçok yer arasından Golden Pagoda'yı öneriyorum. Bunları Dido&Ongun'un orada yaşadığını hesaba katarak yerel ağızların önerisi olarak kabul edebilirsiniz. Burada crispy duck (çıtır ördek) ve seçeceğiniz bir çeşit pilav ile midenize bir hoşluk yapabilirsiniz. Ya da leziz dim sum ve diğer alternatifler arasından seçim yapabilirsiniz.


Çin yemeği değil de "Japon mutfağı istiyorum, sushi tabakları önümde dönüp dursun" diyorsanız o zaman yine uygun fiyatlara çok lezzetli sushiler yiyebileceğiniz Yo!Sushi'ye uğramanızı öneririm. Ama dikkat edin, burada doyduğunuzu anlamadan önünüzden geçen çekici tabaklara atlamaya devam edebilirsiniz. Mutfak gözünüzün önünde, dolayısıyla yediklerinizin hem temizliğinden hem tazeliğinden emin olabilirsiniz. Kesinlikle öneriyorum.


Sırada bir Hint mutfağı önerisi var: The Lily. Turistik ve çok merkezi bir semtte olmamasına rağmen metro sayesinde ulaşımın çok kolay olduğu bu gerçek Hint restoranını mutlaka deneyin. Yemeklerin lezzeti  ve baharatların dozunda kullanımı sayesinde parmaklarınızı yiyebilirsiniz. Bu yoğun tatlara eşlik etmesi için yanına kocaman bir şişe Hint birası Bangla da söylemeyi unutmayın. Fiyatlar çok makul ve burası Londra'da yaşayan Hintlilerin en çok tercih ettiği yerlerden biri, unutmayın.


Restoran önerilerim bu seferlik bu kadar olacak. Sıra gelmediği için bir dahaki sefere bıraktığımız bir Thai restoranı ile bu turu kapattık. Bu arada gündüz saatlerinde pazarlardaki stantlardan ya da Borough Market'ten alabileceğiniz sokak gıdalarını da göz ardı etmeyin derim. Leziz ve sağlıklı sandviç alternatifleri (ve mangolu smoothie) için hemen her sokakta bulunan Pret a Manger'e uğrayabilirsiniz. Bir de Dido'cumun önerdiği ama yanında benim gibi bir birakolik olduğu için bir türlü sıra gelmeyen güzel bir kurabiyeci, dondurmacı ve ikindi çayı mekanları vardı ki onlar da bir sonraki sefer denenecekler arasında yer alıyorlar. Çünkü genelde Dido ne zaman "şuradaki dondurmacı da çok güzel" falan gibi bir şey dese benden "öyle mi, deneriz bir ara, şimdi şöyle soğuk bir bira mı içsek?" gibi bir yanıtla karşılaştığı için ve ben de "misafir olma avantajımı" kullandığımdan genellikle molalarımızı hep pub'larda verdik. :) 

Londra'da yeme içme önerileri ile ilgili olarak sizler için çevirdiğim Londra Cep Rehberine de göz atmayı unutmayın. Her semtte uğrayabileceğiniz pek çok restoran, pub ve alışveriş noktasından bahsedilen yararlı bir eser olduğunu bir kez daha hatırlatırım. Kendim çevirdim diye değil, gerçekten yararlı olduğunu düşündüğüm için böyle söylediğimi ve olabildiğince objektif yorumlar yapmaya çalıştığımı biliyorsunuz değil mi sevgili okurlarım? Güzel. O zaman Londra'ya gitmeden önce burada bahsettiğim bu rehberden de bir adet edinmenizi öneriyorum.

Sırada bir daha ki sefere kalanlar listem var. Ve böylece Londra yazılarımı nihayet sonlandıracağım.

Londra Alışveriş Turu (3)

Alışverişle ilgili ana durakları anlattığım ilk iki yazının ardından bir de bunu yazmazsam eksik kalacak diye düşündüm. Örneğin, Leicester Square'de yer alan M&M mağazasını gezmenizi kesinlikle öneririm. Dört katlı bu rengarenk mağazanın içinde kendinizi kaybedebilir ve kendinize ya da hediyelik olarak pek çok şey bulabilirsiniz. Hiçbir şey bulamazsanız bile rengarenk M&M karakterleriyle takılabilir ve bir poşete renkli M&M toplarından doldurarak gün içinde ağzınızı tatlandırmak üzere çantanıza atabilirsiniz. Daha fazla detay ve resim için Kolyekolik'in bloguna da buyrun.


Kitap ve müzik marketler açısından da bir cennet burası. Örneğin, İso'cum Oxford Circus'taki çok katlı HMV'de saatlerce  gezebilecek bir potansiyele sahiptir. Ama gezilmeyecek gibi de değil doğrusu. Müzik, film, oyun ne ararsanız var. Pek çok yerde karşınıza çıkacak Waterstones adlı kitapçı da ayrı bir dünya. Sırf gezi kitaplarından oluşan kocaman bir bölümü var. Bu kadar çeşidi kolay kolay hiçbir yerde bulamazsınız. O yüzden almak istediğiniz CD, DVD ve kitapların listesini yaparak gidin derim Londra'ya. (Görseller Goggle'dan)


Müzelerin dükkanlarına girmeyi sakın unutmayın. Müzelere girmiyorsanız bile dükkanlarını gezebilirsiniz. İnanılmaz zengin kitap çeşitleri, çok zevkli kişisel ve ev aksesuarları, kırtasiye ürünleri, magnetler, çocuklar için oyunlar ve benzeri birçok ürünle dolu olan bu dükkanlardan pek çok şey alabilirsiniz. Almasanız bile sadece gezmek için de uğrayabilirsiniz, çünkü içerisi çok keyifli.

Yetişkin okurlarıma not: Oxford Street üzerindeki Harmony mağazası ilginizi çekebilir. Vitrinindeki yazıdan da anlayacağınız üzere burası yetişkinlere yönelik oyuncakların (!) bulunabileceği ilginç bir mağaza. Sevgilinizle birlikte gezebilir ya da ona sürpriz olarak bir şeyler alabilirsiniz. Vitrinde ne yazdığına gelince: "Eğer aşkın gözü körse, neden iç çamaşırları bu kadar popüler?" Pek de haksız sayılmazlar sanki, ne dersiniz? :)


Bir de alışveriş turuna çıktığınızda indirim tabelalarına dikkat edin. Aralarında aşağıdaki gibi ilginizi çekenler olabilir. Ne kadar düşünceli bir mağaza görüyor musunuz? Yüzde 15 öğrenci indirimi ile öğrencilerin harçlıklarıyla daha fazla bira alabilmelerine olanak tanıyor. Nerede bizde böyle düşünceli mağazalar değil mi? :)


Oradan buradan alışveriş notlarıyla birlikte Londra'da alışveriş yazılarının sonuna geldim. Sırada gezi yazılarının en çok ilgi çeken yazılardan biri var. Yarın saat tam 10:00'da yeme içme notları ile karşınızda olacağım. Sizleri de bekliyorum, ona göre. :)

Greenwich ve Başlangıç Meridyeni

3 Temmuz Cumartesi günü öğlen 13.00 gibi Dido&Ongun ikilisiyle buluşarak Cutty Sark'a giden DLR trenlerine biniyoruz. Bank ya da Tower Gateway istasyonlarından kalkan DLR trenleri makinistsiz gidiyorlar, panik olmayın! :)

Greenwich çok şirin bir yer. Denizcilikte ünlü. Nehir kıyısında Old Royal Naval College (Kraliyet Deniz Harp Okulu) ve National Maritime Museum (Ulusal Denizcilik Müzesi) bulunuyor. Bir de tadilatta olduğu için göremediğimiz ve dünyanın çay taşımacılığında kullanılmış son hızlı yelkenlisi olan Cutty Sark gemisi.

Kıyıdaki görülecek yerleri bitirdikten sonra kocaman ve içinde geyiklerin ve gül bahçelerinin bulunduğu yemyeşil Greenwich Park'ın içinden geçerek Royal Observatory'ye, yani Kraliyet Rasathanesi'ne doğru çıkıyorsunuz.


1675 yılında II.Charles tarafından krallığın ilk astronomu John Flamsteed'in evi olarak yaptırılan Kraliyet Rasathanesi, Greenwich Park'ın en yüksek noktasında yer alıyor. İçeride Flamsteed'in çalışmalarını sürdürdüğü odaları, St. Paul Katedrali'nin mimarı Christopher Wren imzalı Octagon Room'u (Sekizgen Oda), Thames'e bakan odalardan birinde Flamsteed'in güneşi güvenle gözlemlemek için oluşturduğu bir Karanlık Oda'yı, muhteşem denizci saatlerini ve buna benzer pek çok şeyi görebilirsiniz. Ama buranın asıl ilgi çekici noktası Greenwich Saatine (GMT) ve Başlangıç Meridyeni'ne ev sahipliği yapıyor olması. 1884'ten bu yana Greenwich'in sıfır meridyeninde yer aldığı kabul ediliyor ve tüm dünya saatini GMT'ye göre ayarlıyor. İşte sıfır meridyeninde duruyoruz:


Biz sadece Rasathane'nin içini gezdik ve Sıfır'ı gördük ama unutmayın: binanın arka tarafında bir Astronomi Merkezi ve Planetaryum da bulunuyor. Dileyenler orayı da gezebilirler. Bizim için artık parkın içinden geçerek merkeze inme ve orada hafta sonları kurulan pazardan yükselen harika kokuları değerlendirme zamanı. Tabi yemek ve bira molasından sonra bu cıvıl cıvıl pazarı da geziyoruz. Bayıldım ben burada her yerde karşıma çıkan bu rengarenk pazarlara!


Akşama doğru yine makinistsiz trenimiz DLR'ye atlayıp geldiğimiz gibi  geri dönüyoruz. Bu arada o gün Soho'da gay festivali gibi bir etkinlik (Pride London) olduğunu öğreniyor, öğrenmişken de bir göz atalım diyoruz. Saat daha akşam yedi bile olmamışken trafiğe kapatılan ve her tarafı gökkuşağı bayraklarıyla süslü Soho sokaklarını dolduran gay'ler çoktan dağıtmışlar bile. Çılgın bir sokak partisi var, herkesin kafası iyi, herkes dağılmış ama aynı şekilde herkes deliler gibi eğleniyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde buradaki görüntünün nasıl olabileceği  hakkında tahminlerde bulunup kendimizi kalabalıktan kurtardığımız gibi en yakın pub'a atıyoruz.


Otururken Dido'nun Camden'da yaptırdığı gök kuşağı renklerinden oluşan saç sargısı ve turkuaz çoraplarını düşününce kendisini kalabalığa kaptırmadan pub'a getirebildiğimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyoruz! Ve bu enerjik ve sürprizli şehrin şerefine buz gibi biralarımızı kaldırıyoruz. Bizim gecemiz yeni başlıyor nasılsa. Cheers! :)

Londra Alışveriş Turu (2): Pazarlar

Londra'nın pazarlarını zaten çok duymuştum. Bir de çevirdiğim rehberde bile gezilmesi gereken yerler olarak belirtildiğini görünce bunların bizim bildiğimiz Beşiktaş Pazarı'ndan kesinlikle farklı olması gerektiğini anladım! Gerçekten de öyleymiş. Buralarda kurulan tezgahların hepsinde birbirinden renkli ve farklı tasarım ürünleri bulunuyor. Çoğunun belli ürünlere ayrılan belli günleri var: örneğin, pazartesi antika pazarı, salı giysi pazarı, çarşamba gıda pazarı, vs gibi. Bazıları ise sadece hafta sonu kuruluyor. Ne olursa olsun Londra gezinize mutlaka pazarları da eklemelisiniz. Not: Burada plaklar, cd'ler, aksesuarlar gibi erkeklerin de ilgisini çekebilecek pek çok şey var. O yüzden sevgiliniz de sizinle gelebilir. Sıkılırsa da korkmayın: onu bir pub'a bırakıp, alışverişe devam edebilirsiniz.

Önce Camden Market ile başlayalım. Burası Dido'nun, nam-ı diğer Kolyekolik'in de mekanı. Yani aradığınız kolye belki de Kolyekolik'in Camden'daki tezgahında duruyor olabilir, haberiniz olsun.:) Buraya pazar demek, Camden Market'i küçümsemek olur gibi geliyor bana. Burası bir Pazar Kasabası bence. İrili ufaklı bir sürü butik ve tezgahtan oluşan pazarın çeşitli bölümleri bulunuyor. Hafta sonları 100,000'in üzerinde insanın geldiği bir alışveriş durağı burası. Kasetlerden, mobilyaya, takıdan giysiye, deri eşyalardan mum ve tütsülere, dekoratif eşyalardan vintage giysilere kadar pek çok şey bulabileceğiniz bu pazar yerinde kocaman bir gıda pazarı bölümü de bulunuyor. Burada da paella'dan noodle'a, falafel'den lahmacuna, sangria'dan cupcake'e kadar aradığınız her türlü yiyeceği bulmanız mümkün. Camden Town metro durağında indikten sonra pazara doğru yürürken göreceğiniz binalar da çok renkli ve birbirinden ilginç. Söylesenize içine Converse kaçmış bir binayı başka nerede görebilirsiniz? :)


Görmenizi önerdiğim ikinci pazar, Liverpool Street metro durağında inerek ulaşabileceğiniz Old Spitalfields Pazarı olacak. Burası daha küçük ama çok hoş giyim ürünleri bulabileceğiniz bir yer.  Pazartesi'den Çarşamba'ya kadar ve Cumartesi günleri sadece butiklerin açık olduğu, tezgahların kurulmadığı bu pazarın en yoğun günü tüm butiklerin ve tezgahların açık olduğu Pazar günü. Perşembe antika&vintage ve Cuma ise giyim&sanat günü. Biz Cuma günü Camden öncesi ilk durak olarak gezebildik ve giyim bölümünden birkaç ganimet yakaladık.

  
Gelelim en favorilerimden biri olan Portobello Pazarı'na. Buraya en yoğun günü olan ve antika pazarının da kurulduğu Cumartesi günü gittik. Notting Hill Gate metro durağında inip okları takip ederek pazara ulaşıyorsunuz.  Arkamdaki kalabalığı görüyor musunuz? Hepsi pazara giden azimli insanlardan oluşuyor! Üstteki resimde önünde durduğum mavi ev ise George Orwell'in bir dönem yaşadığı eviymiş. Ancak meşhur Big Brother'ın bu şirin semtteki bu şirin evde yazılmadığını tahmin edersiniz herhalde.


Pazardaki stantların her biri ayrı bir butik gibi. Ama hani Galata'daki ya da Nişantaşı'nın ara sokaklarındaki küçük ve özellikli giyim ve dekorasyon butiklerine benziyorlar. Antika şamdanlar, çay takımları, vintage çantalar, süs eşyaları, gümüş tepsiler, giysiler, plaklar, eski kameralar,  retro giysiler, ıvır zıvırlar, ne ararsanız burada. Satılan ürünler diğer pazarlardan farklı olduğu için doğal olarak biraz daha pahalı bir pazar burası ama çok uygun fiyatlı güzel parçalar bulmanız da mümkün. Hiçbir şey almasanız bile görmeniz gereken yerlerden biri olduğu kesin. 


Üç pazar (bir sonraki yazımda bahsedeceğim Greenwich Pazarı ile dört) ile kapattığım ilk Londra turumda beni bir sonraki sefer için heyecanlandıran şeylerin başında yine bu pazarlar geliyor diyebilirim. Alışveriş meraklısı olmayan bendeniz, pazarları gezmeye bayılırım. İster yiyecek, ister giyecek, ister antika pazarı olsun ama yeter ki pazar olsun. Bir sürü ıvır zıvır olsun, kocaman bir insan kalabalığı olsun, vitrinlerde görmeye alıştıklarımızın dışında şeyler olsun, bir yerden Thai kokuları yükselirken başka bir stantta çikolatalı waffle'lar yapılıyor olsun, curcuna olsun, pazarlık olsun, ama ille de pazar olsun...:) 

Sırada Greenwich var. Başlangıç Meridyeni'ne giden blog sahibesi İmge'nin bu eylemi sonucunda boyunun uzayıp uzamadığını göreceksiniz. Benden ayrılmayın..

Tate Modern

Nehir kıyısında gezindiğim gün Tate Modern'e de girdiğimi söylemiştim. Modern sanat ile pek aram olmadığı için çok uzun zaman harcamam diyordum ama sadece iki katını bile iki saatte gezebildim. Bu arada bu müze de ücretsiz ama içeride ücretli ve süreli bir Miro sergisi vardı. Barselona'da gördüğüm Miro bana bir ömür yeteceği için o bölümü es geçtim. Miro Müzesi'ni hatırlamak isteyenler buraya.


Tate Modern'in binası da modern sanat müzesi binalarının genel özelliği olan soğuk ve sert bir görünüme sahip. Öncesinde bir güç istasyonu olan bu bina İsviçreli Herzog ve Mouron ikilisi tarafından modern sanat müzesine dönüştürülmüş. Dünyanın en büyük modern sanat müzesi olan Tate Modern'in sürekli sergisinin bulunduğu katlar 3. ve 5. katları. 4. katta geçici sergiler oluyor. En üst katta ise muhteşem nehir manzaralı bir kafe bulunuyor. 

Akımlara göre bölümlere ayrılmış olan müzeden seçtiklerimi sizlerle paylaşayım. Aşağıdaki resimlerden üstte solda Paul Delvaux'nun Uyuyan Venüs'ünü görüyorsunuz. Ortada ise Dali var: Forgotten Horizon (Unutulmuş Ufuk) ile. Altta solda ve yanında duran iki resim kolayca anlaşılacağı üzere Picasso'ya ait. Soldaki Nü, Yeşil Yapraklar ve Büst, yanındaki ise Kolyeli Nü. En sağda boylu boyunca duran resim ise Max Beckmann'ın Karnaval'ı. 


Aşağıdaki çekirdek yığınına ne dersiniz peki? Ai Weiwei'nin hepsi birbirinin aynı görünen ama aslında tek başına benzersiz olan milyonlarca ay çekirdeğinden oluşan bu çalışmasının en etkileyici yanı o çekirdeklerin her birinin el yapımı olması ve Çin'in en önemli ihraç ürünü olan porselenden yapılmış olmasıydı. O kadar gerçekçi ve fabrikadan çıkmış kadar aynı görüntüye sahiplerdi ki tam bir "Made in China" durumu söz konusuydu. :)


Her bölümde değişik sürprizlerle sizi karşılayan ve kat aralarında Bloomberg sponsorluğunda düzenlenmiş interaktif bölümleri bulunan müzede gördüklerimin tamamını, belli bir sırayla aktarabilmem mümkün değil. O yüzden yine çeşitli bölümlerden seçtiklerimden oluşan bir kolaj var aşağıda. Üstte solda Cezanne'ın Bahçıvan Vallier'i bulunuyor. Üstte en solda ise Pop sanatçılardan Lichtenstein'ın karikatür çalışmalarından birini görebilirsiniz. Adı üstünde: Whaam! Altta sağda Rodin'in ünlü The Kiss'inin Rodin zamanında yapılmış üç adet orijinal boyutlu versiyonundan biri bulunuyor. Altta solda ise Guerilla Girls adlı feminist oluşumun kadın ayrımcılığıyla ilgili afişlerini bulabilirsiniz.


Tate Modern, çok geniş ve bambaşka bir dünyaya götürüyor sizi. Modern sanat severlere burayı gezmek için çok daha uzun zaman ayırmalarını öneririm. Benim gibi "sevmem, anlamam, bayılmam.." diyenlerin bile ilgisini kaybetmeden iki saat gezebileceği kadar ilginç ve görülesi bir müze burası.

Yine bir alışveriş molası verelim mi, ne dersiniz?

Thames Nehri Kıyısında

30 Haziran Perşembe gününe otelimizin karşısındaki Green Park'ta Pret-a-Manger'den aldığımız harika, sağlıklı sandviçlerimiz ve mangolu smoothie ile başlıyoruz. Sandviç olayına pek bayılmayan ben, hemen her gün Pret'e uğrayıp bir şeyler alıyordum diyebilirim. Bugün evlilik yıldönümleri olduğu için Dido&Ongun'un off günü, gençleri rahatsız etmeyelim. :) İso'cum da akşam beşe kadar falan toplantıda olacak. Dolayısıyla benim kendime dolu dolu bir gün planlamam gerekiyor. Ben de güne London Bridge'den başlamaya karar veriyorum.


Öncelikle çeşitli nedenlerle defalarca yıkılıp yeniden yapılan London Bridge'in hiçbir özelliği olmadığını söyleyeyim. Asıl olay Queen's Walk boyunca yürüyerek ulaşacağınız Tower Bridge'dedir. Fotoğraflarda adeta Londra'nın simgesi gibi boy gösteren köprü Tower Bridge'in ta kendisidir ve görüntüsü de pek estetiktir.  Bu kule 1894'te yapılmış ve Neo-Gotik Kuleleri çelik iskeletini gizleyecek şekilde inşa edilmiş. Fuhuş ve intiharların yaygınlaşmasından dolayı yükseltilmiş yürüyüş yoluna girmek isterseniz belli bir ücret ödemeniz gerekiyormuş. Ancak alttaki yoldan karşıya yürüyerek geçiş serbest. Köprünün üzerinden çektiğim fotoğrafta görünen şu uçan daire gibi bina da City Hall (Belediye Binası). Arkasında bir sürü modern ve gökdelenimsi binalar bulunuyor, çünkü burası Londra'nın yeni iş merkezi olmuş durumda. İşte Ongun da o binalardan birinde çalışıyor, hatta ayarlayabilseydik o gün birlikte öğle yemeği yiyecektik ama tabii ki şehirdeki herkes benim gibi gamsız tasasız bir turist değil. :)


Neyse, Ongun'un işleri yoğun olunca ben de aynı yoldan geri dönerek yine London Bridge metro durağının yakınlarında kurulan Borough Market'i gezdim biraz. Aslında toptan meyve-sebze hali olan bu pazar yerinde Perşembe ve Cumartesi günleri gurme market kurulduğunu unutmayın. İşten çıkan herkesin öğle yemeği için orada olup nefis etnik mutfak örneklerinden yediği o saatlerde ben henüz acıkmamış olduğum için o harika kokuları koklamakla yetindim.


Sonra sahil kenarından tamamen ters yöne doğru yürüyerek önce Shakespeare's Globe Theatre'ı gördükten sonra Tate Modern'i gezdim (diğer yazımda anlatacağım). Shakespeare's Globe Theatre, sadece doğal ışık ve çok az sahne dekoru kullanılan ve ayakta izleme salonu biletleri gibi uygun bir rakama satılan Elizabeth stili tiyatroların bir kopyası. Bir dahaki sefere burada bir performans izlemeyi istiyorum, kesinlikle ilginç olmalı.


Tate Modern'i gezdikten sonra hemen önündeki sadece yayalara açık ve paslanmaz çelikten yapılmış Milenyum Körüsü'nden yürüyerek karşı kıyıya geçtim. Buradan geçer geçmez önünüze bütün heybetiyle St Paul's Katedrali çıkıyor. Roma'daki St Peter Katedrali'nden sonra en büyük ikinci kubbeye sahip bu katedral, Christopher Wren tarafından 1710 yılında inşa edilmiş. Mimarı da şu an  içindeki yeraltı mezarlarında yatıyormuş.


Evet, neredeyse İso'cumla Covent Garden'da buluşma zamanı geliyor. Ben yavaş yavaş oraya doğru kaçıyorum. Birlikte buluşup fish&chips ve bira molası verdikten sonra akşam Londra'ya gitmeden önce lastminute.com'dan aldığımız biletlerimizle Cambridge Theatre'da Chicago müzikalini izleyeceğiz.


Dopdolu bir günü daha geride bırakırken yorgun, uykusuz, ama çok mutlu bir halde otele dönüyorum. Her gün bacağımın başka bir köşesi meme yapıyor, ama olsun, bence buna değer..:) Sırada Tate Modern var. Yarın yeniden buluşmak üzere hoşça kalın..

National Gallery

Buckingham Sarayı'nı gördükten sonra kendime bir müze hakkı daha tanıdım. British Museum ile National Gallery arasında biraz gidip geldikten sonra rehberimden okuduğum kadarıyla içerik açısından bana daha çekici geldiği için National Gallery'yi tercih ettim. British Museum da bir sonraki gidişime kalsın dedim. Zaten en son bir de "bir dahaki sefere yapılacaklar" listesi hazırlasam iyi olacak çünkü Londra gezmekle, yaşamakla bitmeyecek bir şehir. 

National Gallery'nin Trafalgar Meydanı'nda olduğunu hatırlıyorsunuzdur. Yani Charing Cross metro istasyonunda inerek buraya ulaşabilirsiniz. Giriş her zamanki gibi ücretsiz. Ancak içinde fotoğraf çekmek yasak, aklınızda olsun. 


Burada 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan bir döneme ait muhteşem tablolar bulunuyor. Müze planında belli yüzyıl aralıkları belli renklerle belirlenmiş. Dolayısıyla istediğiniz dönemin rengindeki odalarda gezebilirsiniz. Ben 17.-20. yüzyıl dönem aralığındaki tabloları görmeyi tercih ederek turuncu ve yeşil odalarının her karışını gezdim. Diğer bölümleri çok daha hızlı gezmişimdir, hatta bazı odalara kapıdan kafamı uzatıp kaçmış bile olabilirim (şu İncil hikayelerinin anlatıldığı rengarenk minyatürler ve resimlere pek bayılmıyorum da!) 

Buradan aklımda kalanların başında İngiliz ve Dutch sanatçıların eserleri geliyor. Dutch sanatçıların 1600lü yıllar ile 1800ler arasında İtalya'da eğitim alıp döndükten sonra ortaya çıkardıkları çalışmalar ve gündelik yaşam resimleri harikaydı. Gainsborough, Hogart ve Stubbs gibi İngiliz sanatçıların tablolarına da bayıldım. Louvre'da gördüğümüz Raft Of The Medusa'nın (Medusa'nın Salı) devamı niteliğindeki Gericault tablosunu görür görmez aradaki bağlantıyı kurabildiğime inanılmaz sevindim. Medusa'nın paramparça ettiği saldan kurtularak kıyıya çıkan adamlardan birinin resmedildiği tabloya bakarken aklıma direkt serinin ilk tablosu geldi ve sonradan açıklamayı okuyarak kendimi teyit etmiş oldum (Google sağ olsun buldum ikisini de).  


Sonra Renoir'ın Umbrellas (Şemsiyeler) ve glayörlerle dolu bir vazoyu resmettiği natürmortu hâlâ aklımda.  Sonra Van Gogh sarısını doya doya görebileceğiniz meşhur Sunflowers (Ayçiçekleri) ve çalışma odasındaki o tahta sandalyenin resmini gördüm. Flaman ressam Beuckelaer'in pazar yerlerini resmettiği tablolarla dolu odaya bayıldım (özellikle de tablolardaki somon dilimleri, lahanalar, böğürtlenler, yolunan tavuklar, tezgahtaki balıklar ve dilimlenen etlere! ancak bu kadar canlı bir tablo olabilirdi herhalde). Sonuç: Resim sanatıyla ilgiliyseniz ve tabloları seyretmek hoşunuza gidiyorsa burayı görmenizi kesinlikle tavsiye ediyorum.

Buradan çıktıktan sonra bir önceki yazımda bahsettiğim gibi Dido'yla Oxford Street, Regent Street ve Carnaby Street'i dolaşıp akşam yemeği saatlerinde eve döndük. Evet bu işte bir terslik var değil mi? Akşam yemeğinde eve dönüş falan.. Ama bugün Çarşamba ve benim bavulumu toplayıp Green Park metro durağına çok yakın olan Park Lane Otel'e geçmem gerekiyor. Bir an önce gidip yerleşeyim de gece on bir gibi otelde olacak kocacığımı karşılayayım değil mi? Hadi bakalım, ben kaçtım. Yarın güne London Bridge'de başlayacağım, haberiniz olsun. :)

Londra Alışveriş Turu (1): Sokaklar & Mağazalar

Bence Londra alışveriş konusunda bir cennet. Ama bana göre bunun nedeni mağazalarından çok pazarları ve bazı semtlerindeki küçük butikleri. Pazarları ayrı bir yazıda anlatacağım, şimdi Londra'nın ünlü alışveriş caddelerinden ve mağazalarından bahsedeceğim.

Londra'da alışveriş denildiğinde akla gelen ilk iki cadde genellikle Oxford Street ve Regent Street oluyor. Buralarda aradığınız her mağazayı bulmanız mümkün. Bu caddeler üzerinde artık birçoğu Türkiye'de de olan mağazalar dışında 1909'dan beri varlığını sürdüren Selfridges gibi ünlü çok katlı mağazalar da bulunuyor. Çok ucuz alışverişin adresi Primark da burada, ama o kuyrukta bekleyip de alışveriş yapabilene ayrı bir plaket verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben kuyruğu görür görmez aldıklarımı bırakıp kaçtım; üstelik hafta arası gitmiştik! O yüzden oraya gidecekseniz Pazartesi ya da Salı gibi en sönük günlerde, sabahın en erken saatlerinde gidin derim. Oxford Street biraz daha bilinen ve sıradan mağazaların yer aldığı bir cadde olmakla birlikte Regent Street ve Bond Street'te daha kaliteli bir hava hakim. Aradaki minik ve şirin Carnaby Sokağını da gezmeyi unutmayın. Bu bölgeyi gezmek için Piccadilly Circus, Oxford Circus, Bond Street, Tottenham Court Road ve Marble Arch metro duraklarında inebilirsiniz. Haritanıza bakın ve gezi rotanızı çıkararak size en uygun durağı seçin derim. New York'taki Times Square gibi pek çok ışıklı panoyla kaplı binalarıyla buluşma noktası olan Piccadilly Circus'ta inmeyi tercih ederseniz meydanın tam ortasındaki Eros' heykelini de görmeyi unutmayın.


Londra'ya gitmişken en ünlü ve lüks mağazalarından biri olan Harrods'u görmemek olmaz. Beş katlı bu dev mağazanın giyim, oyuncak, ev tekstili, dekorasyon, mobilya, spor, yemek gibi pek çok bölümü bulunuyor. Harrods lüks alışverişin merkezi sayılıyor. Örneğin, evle ilgili dekoratif ürünlere bakmaya bayılan bendeniz 8,000£'luk bir çay servis setini gördükten sonra bu ilgi ve merakımı Mudo Concept'e ve Tepe Home'a falan saklamaya karar verdim! :) Ya da indirim dönemi olduğu için giyim bölümüne de bir göz atalım dediğimizde 450£'luk bir askılı trikonun 250$'a düşmüş olduğunu gördük. Yani adamlar gerçekten indirim yapmışlar, sağ olsunlar da onların müşteri kitlesi olmadığım açıkça görünüyordur herhalde. Elbette içerideki her şey tasarım ve en iyi markaların ürünlerinden oluşuyor. Yani para biriktirip gitmek isteyenlere duyurulur. Harrods'un benim için en ilgi çekici bölümü yiyecek ve restoranlar reyonuydu. Daha önce hiç bu kadar gösterişli ve çeşitli bir yeme-içme reyonu gördüğümü hatırlamıyorum. İçinde istiridye barlarından, havyar evlerine, pizza corner'larından, İtalyan dondurmacılarına, pastanelerden, balıkçılara, çay-kahveden şaraba kadar her çeşit yiyecek ve içeceği çok albenili bir şekilde sergilenmiş halde bulmanız mümkün. Mağazanın en alt katında yer alan ve Lady Diana & Dodi El Fayed anısına yapılmış çeşmeyi de görmeyi unutmayın. Çeşmenin önündeki cam muhafazanın içinde Diana'nın nişan yüzüğü duruyor.


Harrods'tan çıktıktan sonra kendinizi Chelsea sokaklarına atıp kırmızı tuğladan yapılmış, siyah ferforje balkonlu ve sivri çatılı klasik İngiliz evlerini görebilirsiniz. Ayrıca evlerin önünde göreceğiniz tüm arabaların da lüks modeller olduğunu fark edeceksiniz. Çünkü Chelsea ve Kensington Londra'nın en varlıklı semtleri olarak biliniyor. Sokaklar arasında gezerken gözüme çarptı: yazar Jane Austen da kardeşi Henry ile birlikte bir dönem buralarda yaşamış.


Sırada Covent Garden var. Covent Garden'ı şirin bir kapalı çarşı ve pazar yeri gibi düşünebilirsiniz. Restoranları, pubları ve bazı günler kurulan yiyecek pazarıyla birlikte hem yeme-içme hem de alışverişin kalbi sayılan yerlerden. Çarşının içinde çok şeker butikler var. Butiklerin dışında stantlar da mevcut. Çeşitli dekoratif ürünler, irili ufaklı resimler ve posterler, çantalar, takılar, süs eşyaları, antikalar, aklınıza gelebilecek her türlü şeyi bulabileceğiniz eğlenceli alışveriş semtlerinden biri. Alışveriş yaparken yorulduğunuzda yiyecek stantlarından Thai yemeği alarak ya da susadığınızda publardan birinde bir bira molası vererek alışverişe devam edebilirsiniz. Süper değil mi? :)


Bu kadar alışveriş molası yeter bence. Sırada National Gallery var. Hadi bakalım, yine Trafalgar Meydanı'na gidiyoruz...

Buckingham Sarayı ve St James's Park

29 Haziran Çarşamba sabahı güne yalnız başlayıp Buckingham Sarayı ve çevresini görerek Trafalgar Meydanı'ndaki National Gallery'ye gitmeye ve öğleden sonra da Dido'yla buluşarak alışveriş turu yapmaya karar verdik. Metroda o gün bindiğim District hattında problem yaşandığı için yaklaşık 40 dakikada St James's Park'a varabildim (o da bir durak önce inip yürümeyi tercih ederek!). Dolayısıyla saat de 11.00'e yaklaşıyordu. Peki, 11.30'da ne var? Muhafızların Nöbet Değişim Töreni. O yüzden sarayın ve önünde yer alan ve İngilizlerin gülünç ölçüde abartılı bulduğu Victoria Anıtı'nın önünde müthiş bir kalabalık birikmişti. Bu kalabalığı gören ve henüz yeni muhafızların gelmesine 50 dakika olduğunu öğrenen blog sahibesi İmge ise parmaklıkların arasından eski muhafızların, sarayın ve anıtın birkaç fotoğrafını çekerek oradan ayrılmaya karar verdi. Saray zaten sadece yazın Kraliçe izindeyken gezilebiliyor, o yüzden şu an ziyarete kapalı.


Buckingham Sarayı'ndan Trafalgar Meydanı'na kadar uzanan geniş ve ağaçlıklı caddenin adı The Mall. Burası Pazar günü trafiğe kapalıymış. Nöbet değişimi sırasında muhafızlar bu yoldan ve Guards Museum (Muhafızlar Müzesi) tarafından yürüyerek Buckingham Sarayı'nın önüne geliyorlarmış. Yani ilginizi çekiyorsa bu bölgede görülebilecek diğer yerler arasında ise Wellington Kışlaları'nın hemen yanında yer alan Guards Museum da bulunuyor. The Mall üzerindeki ara yollardan birinden girince karşınıza Charles ve Camilla'nın yaşadıkları Clarence House çıkacak. Burası da saray gibi sadece kraliyet ailesinin izinde olduğu yaz aylarında gezilebiliyor. Aynı şekilde ilginizi çekiyorsa Royal Mews (Kraliyet Ahırları) gezilebilir. Burada da lüks bölmelerinde bekleyen Kraliçe'nin atlarını ve cam güneşliğin altında sıralanmış at arabalarını görebilirsiniz.


Açıkçası benim burada görmek istediğim tek yer genel olarak sarayın kendisi ve önündeki Victoria Anıtı ve Diana ve Kate'in kraliyet düğünü sonrasında el salladıkları o meşhur balkondu! Bir de kırmızı ve siyahlar içindeki İngiliz askerlerinden bol bol gördüm ya bana yetti ve arttı diyebilirim. O yüzden Trafalgar'a yürürken de The Mall üzerinden değil St James's Parkı'nın içinden yürümeye karar verdim. Kraliyet parklarının en eskisi olan St James's Park, eskiden VIII. Henry'nin avlanma yeriyken II. Charles zamanında halka açılmış. O gün nefis bir hava vardı ve parkta karşıma çıkan görüntüler huzur vericiydi. Sizi onlarla baş başa bırakayım biraz:


Ben buradan çıkıp National Gallery'yi gezdim ama biraz alışveriş molası verelim de canınız sıkılmasın diyerek önce şehirdeki birkaç alışveriş durağından bahsetmeyi planlıyorum. Bu fikir hoşunuza gittiyse beklerim..:)

Efsanem Geliyor: Bon Jovi İstanbul'da!!!

Ortaokul ve lise yıllarım boyunca onun müziğiyle yatıp kalktım. Ortaokul yıllarında konser vermek için odama kapanır, Bon Jovi'yi sonuna kadar açar, kafama da uzun saç niyetine bir bandanayla gömlek tutturur ve gitar çalıyormuş gibi yaparak şarkılarına kendi sahnemde eşlik ederdim. O zamanlar saçlarım kısacık Amerikan tıraşlıydı! Bunun nedenini bizimkilere defalarca sormama rağmen tatmin edici bir yanıt alamadım ama çocukluk travmalarımdan birinin de o futbolcu saçlarım olduğunu düşünüyorum. :) Neyse, dediğim gibi ben de saç olmayınca gömlek sallayarak idare ederdim. Jon Bon Jovi'de de o zaman ne saç vardı ama! Runaway, Slippery When Wet ve New Jersey albümlerinin tüm şarkılarıyla herhalde binlerce kez konser vermiştim. (Bu ilk albümlerden bir tek 7800 Fahrenheit'ı pek bilmediğimi yeni fark ettim.) Lay Your Hands On Me'deki sahne koreografim bile hâlâ aklımda..Ne günlerdi! 

Sonra bir solo albüm macerası oldu Jon Bon Jovi'nin: Blaze of Glory! Bayılmıştım o albümüne de, özellikle albümle aynı adı taşıyan şarkısına ve Santa Fe'ye.  Keep the Faith albümüyle saçları gitti Jon Bon Jovi'nin. Zaten benim de gömlek takıp konser verme yaşım geçti. Crossroads karma albümünde çıkan yeni şarkılardan Always'e bayılmıştım. Hatta düğünümüzde pastadan sonraki ilk dans müziği olarak çalmıştık onu. Sonra These Days çıktı ve o albüm de baştan sona hatmettiğim Bon Jovi albümlerinin sonuncusu oldu. Sonrakileri daha öylesine dinledim, birkaç hit olan şarkısı dışındakileri bilemedim, sonra da koptum işte bir şekilde..

Müziği dışında aşk meşk konularına gelince "ee tabii ki Jon Bon Jovi'ye aşıktım!" Öyle beyaz atlı prens hayali falan hiç kurmadım ben, ama o yıllarda Jon Bon Jovi ile ilgili hayallerimi bir yerlere kaydetmiş olsaydım ne Harlequin romanları çıkardı şimdi. :) Onun Süperman işaretli kolyesinden yaptırmıştım kendime de.   Hatırlarsanız sirenler eşliğinde sığınağa giderken bile yanıma sadece Bon Jovi defterimi almıştım. Dergilerden kestiklerimle oluşturduğum Bon Jovi defterlerimde karısıyla birlikte çekilmiş resimlerinde karısının yüzüne kocaman çarpılar çizerdim. O Dorothea sinir ederdi beni. Bi çekilse aradan neler neler yapacaktık, ama adam liseden beri Dorothea diyor da başka bir şey demiyordu işte! Hâlâ da öyle ve 33 yaşımda bu kez sinir olmak yerine bir kez de bu özelliği için "helal olsun" diyorum ona.. Diğer "helal olsun"larım ise hâlâ müzik yaptığı için, grup olarak hâlâ bir arada oldukları için, hâlâ o düzgün fiziğini koruduğu için, adını hiçbir zaman abuk subuk olayların içinde duymadığımız erdemli bir adam olduğu için gelsin. (Yine de bu "helal olsun"lar daha teknolojik yöntemlerle psikopat sapıklar gibi davranmama engel olamaz değil mi? Nasıl görünüyoruz Jon Bon'la hı? Korkmayın, sadece nostalji yaptım.. :)) Bizim dönemimizde Internet olsaydı ne İmge&Jon albümleri oluştururdum ben ya.


18 yıl önce Türkiye'ye geldiğinde annem ve babama "arkadaşıyla birlikte İstanbul'a gönderilemeyecek kadar küçük" geldiğim için konsere gidememiştim. Kaç gün ağlayıp, surat yaptığımı hatırlamıyorum ama halen o günü hatırladığımda üzüntüsünü içimde hissederim. Tamam, şimdi de heyecanla bekliyorum onu izlemeyi ama o zamanki heyecanımla bir olur mu hiç? Şu an eskilerden kalma bir sesi, bir simayı izlemek için gidiyorum konsere. Daha çok o yılların hatırına, gençliğimin büyük bir bölümünde severek dinlediğim bir ismi şu hayatta görme fırsatını kaçırmamak için.. Ama o zaman gecemi-gündüzümü kaplayan bir aşk için gitmiş olacaktım. Ya işte böyle, bazı şeylerin gerçekten doğru zamanı var. O kaçan fırsatı hatırlayınca içimin hâlâ sızladığını bildiğim için bu kez kendimi bir stadyum konserini çekecek bir yaşta hissetmememe rağmen bugün orada olacağım. Tabi o zaman gitsem saha içinden bilet alırdım ama şu an ancak tribünleri kaldırabilirim. O yüzden 113 no'lu bloktayız ve hepinizi bekleriz efenim! :)

(İmge'nin duası: "eskilerden bir isim işte, hiç de stadyum konseri çekemem, öylesine dinliyorum artık" diye feci cool takıldıktan sonra bana özgü o duygu yoğunluklarından birini yaşayıp da adam In These Arms'ı söylerken gözyaşlarına falan boğulup da dağılmasam bari!! Öyle soğuk nevale durduğuma bakmayın, pek heyecanlıyım ayol!)

"İstanbul Falcısı" ve "İyi Patron Kötü Patron"

Londra yazılarımı yazarken sizlere söz etmem gereken iki kitabı da sıcağı sıcağına bloga koymak istedim. Bunlardan ilki bir arkadaşım aracılığıyla haberdar olduğum Ali Dilber'in İstanbul Falcısı adlı romanı. Sekiz yaşındaki kambur bir gecekondu çocuğu olan Bekir'in ağzından yazılmış bu öykü yaklaşık otuz beş yıl öncesinin Türkiye'sinde geçiyor. Bekir'in etrafındaki büyüklerin sohbetlerinde "Karaoğlan" diye birinin başta olduğundan, anarşiciler, Kurtçular, bayrakçılar arasındaki kavgalardan, bir de dini bütün gençlere yepyeni sarıklar, mintanlar alıp onları Kuran öğrenmek için Suriye'ye eğitime gönderen gıcır "Mersedes taksili" iyilik meleği bir "patron efendi"den bahsediliyor. Çocuk aklıyla bu duyduklarını çok da anlamlandıramayan Bekir'i asıl ilgilendiren ise o yaz üzerine "buçuk kat" çıkabildikleri gecekondularının dört duvarı arasında yaşayan ailesi. Bekir, anasına, babasına, ablalarına,en küçük erkek kardeşine ama en çok da Sevdiye Abla'sına düşkün. Onun gözlerinde gördüklerine göre endişeleniyor, korkuyor, seviniyor ya da üzülüyor. Sevdiye'nin gözleri de gerçekten her şeyi görüyor!

70'lı yılların İstanbul'unda bir gecekondu mahallesinde sürdürülen yokluk içindeki hayatı, akrabalar arasındaki ilişkileri, sağ-sol çatışmalarını, cemaat oluşumlarını, eğitimsiz ve yoksul insan güruhlarının din adına kullanılmak üzere nasıl öyle bırakıldıklarını ve farkında olmadan kendilerini sömüren bu düzenin savunucusu haline geldiklerini sekiz yaşında masum bir çocuğun ifadelerinden okumak bence kitabı en ilginç ve etkileyici kılan yönlerindendi. Ne siyasi ne de polisiye bir roman olan İstanbul Falcısı, belli bir dönemden belli bir yaşam kesiti sunuyor okurlara. Elbette saf ve temiz gözlerin süzgecinden çıkan iyi-kötü ve gerçek-sahte algısıyla birlikte... Ben çok severek ve bir solukta okudum. Sizlere de kesinlikle öneriyorum.

İkinci önerim ise herkese değil. Kendi çevirdiğim kitaplardan biri olan Robert Sutton'ın İyi Patron Kötü Patron adlı kitabı iş dünyasıyla ilgili bir kişisel gelişim kitabı olduğu için herkese tavsiye edemiyorum. Ancak ilgilenenler için gerçekten iyi bir kaynak olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Stanford Üniversitesi profesörlerinden Robert Sutton'ın diğer bir kitabı olan "İşyerinde Pisliklere Hayır Kuralı," 2007'nin yönetim dalındaki en iyi kitabı olarak Quill Ödülü'nü alarak 19 dile çevrilmiş ve tüm dünyada 350,000'den fazla satmış. Dolayısıyla iş dünyasında olup da iyi bir yönetici olmak ile ilgilenen herkesin bu kitaptan yararlanabileceğini söyleyebilirim. Bu kitapta en iyi patron olmak için neler yapılabileceği ve en kötü patronlardan neler öğrenilebileceği anlatılıyor. Gerçek hayattan kopuk olmayan, uygulanabilir fikir ve önerilerle dolu bu kitabı yöneticilere ve yönetici adaylarına öneriyorum.

Kitapsız kalmamanız dileğiyle...

Natural History Museum

Hem içeriği hem de binasıyla şehrin en ilgi çekici müzelerinden birindeyiz bu sefer: Natural History Museum, yani Doğa Tarihi Müzesi. İçeri girer girmez alçıdan yapılmış 25 metrelik dev bir dinozor iskeletiyle karşılaşacaksınız. Zaten içeride çocukların en çok ilgisini çeken bölümlerden biri olan kocaman bir dinozor galerisi bulunuyor (ama bu aralar gidenler için üzgünüm çünkü her yerde "Dinozorlar Tatilde" tabelaları görecekler).


İçeride hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgiyle gezebileceği pek çok oda bulunuyor, çünkü burası devasa bir National Geographic ortamı gibi. Birbirinden ürkütücü canlıların olduğu Creepy-Crawlies odasında  çeşitli böcek ve sürüngen türlerini görebilirsiniz. Elbette uygulamalı cam bölmelerin içinden (örn. x böceğinin üzerine ışık tutulduğunda ne tepki verir? sorusunun yanıtını öğrenmek için o böceğin bulunduğu bölmenin düğmesine basıyorsunuz ve gerçekten ışık yandığında böceğin nasıl davrandığını görerek altında bunun açıklamasını da okuyorsunuz). Memeliler, Kuşlar ya da Deniz Canlıları galerisindeki hayvanlar için de aynı şey geçerli. Darwin Merkezi adıyla müzenin en yeni bölümlerinden olan dev kozanın içi ise ayrı bir dünya: burası 28 milyon haşere ve 6 milyon bitki türüne ev sahipliği yapıyor!  İnsan Biyolojisi bölümü apayrı bir yolculuk. Hücreden başlayarak yaşlılığa kadar anlatılan bir yaşam sürecini geziyorsunuz odalar arasında dolaşırken. Renklere göre bölümlere ayrılan müzenin Kırmızı Bölgesi'nde ise dev bir dünyanın içine giriyoruz. Burada doğal taşlar, volkanik patlamalar, depremler, vs gibi yeryüzünün yapısını değiştiren olaylar inceleniyor. Japonya'da yaşanan Kobe depreminin simülasyonu da bu katta. Süpermarkette gezinirken depremi yaşıyorsunuz birden! Diyorum ya müzenin her yeri uygulamalı öğrenmeye dayalı olarak düzenlenmiş. Çocuklar için kesinlikle bir cennet, o yüzden bu müzeyi başta çocuklu aileler olmak üzere herkese öneriyorum. 


Çıkışta Dido'yla birlikte kendimizi yine yollara atarak Harrods'ı ve kırmızı tuğla yapıların sıralandığı o muhteşem Chelsea sokaklarını gezmek üzere dışarı atıyoruz. Sonra Ongun'la ve okuldan onun döneminden arkadaşı ve eşiyle buluşup İngiliz mutfağının en önemli yemeği olan fish&chips (bildiğimiz kızarmış balık ve patates kızartması aslında) yemeye gidiyoruz. Bunların detayları başka yazılarda ayrıca anlatılacaktır.

Şimdi sırada Buckingham Sarayı ve St. James's Parkı var. Bence benden ayrılmayın. :)


Victoria & Albert Müzesi

Londra'daki ikinci gün havanın tüm gün bulutlu olduğu, aralarda yağış olacağı belirtilen ve diğer günlere göre nispeten serin olan tek gündü. Bu yüzden o günü iki müze ziyaretine ayırdım. Yan yana olan Victoria&Albert ve Natural History müzelerinden ilkini gezmek üzere sabah evden çıktım.

Burası hem çeşit hem ölçek bakımından dünyanın en büyük uygulamalı sanat müzelerinden biri. Giriş ücretsiz. Zaten Londra müzelerinin birçoğunun genel özelliklerinden biri ücretsiz gezilebilmesi, diğeri ise uygulamalı bölümlerle dolu olması. Bu yüzden her müzede akın akın çocuk ziyaretçiye rastlamak mümkün.   Büyük bir müze derken neyi kastettiğimi soracak olursanız yedi katlı ve tüm koridor ve salonlarını gezmenin on bir kilometre yürümek anlamına geldiği bir yerden bahsediyorum! 

Girişte müzenin planını alarak gezmenizi öneririm. Böylelikle sadece ilginizi çeken bölümleri görebilirsiniz. Bir de hangi merdivenlerden hangi katlara geçiş olduğunu görebilir ve aynı yolları yeniden yürüyerek zaman kaybetmemiş olursunuz.

300lü yıllardan 20. yüzyıla kadar olan geniş bir döneme ait Çin, İslam, Uzakdoğu, Asya, Kore, Avrupa ve Amerika eserlerine ev sahipliği yapan müzenin odaları arasında kendinizi kaybedeceğiniz kesin. Heykellerle dolu en etkileyici bölüm ise Roma Forumu'ndaki Trajan Sütunu'nun (sığabilsin diye normal boyutunun yarısı büyüklüğünde yapılmış olanı) ve David heykelinin kopyalarının bulunduğu dev salondu. Bellini'nin yaptığı ünlü Fatih Sultan Mehmet tablosu da buradaki görülmesi gereken eserlerden biri. Onun dışında benim bayılarak gezdiğim bölümlerden biri fotoğraf çekmenin yasak olduğu Mücevherler salonuydu. Değişik dönemlere ait mutfak ve süs eşyaları, altın, gümüş, cam ve seramikten yapılmış objeleri de görmeye bayılan bendeniz o salonlarda kendimi kaybetmiş olabilirim. 


Müzenin en ilgi çekici bölümlerinden biri de Tiyatro&Performans odalarıydı. Burada binlerce afiş, kostüm, senaryo taslakları, dekor parçaları, vs bulunuyor. Pink Floyd konser afişinden tutun da bir Shakespeare oyununda kullanılan bir ayakkabıya, aşağıda gördüğünüz gibi Mick Jagger'ın konser kostümünden  ünlü bir müzikalde kullanılan bir müzik aletine kadar bir sürü ilgi çekici şey karşınızda. Ve elbette çocuklar için senaryo oluşturma, kostüm deneme, bir karakteri canlandırma gibi uygulama bölümleri. Buradaki çocuklar bu uygulamalı müzeler sayesinde düşünmeyi, sorgulamayı, yaratıcılığı, ezberden uzak öğrenmeyi, sanatı ve kendilerini keşfetmeyi öğreniyorlar. Cıvıl cıvıl kendilerine kostüm seçen çocukları izlerken bunun hayata adım atarken ne kadar büyük bir artı olduğunu düşündüm. Ve bizimki gibi "sağım, solum, önüm, arkam baskı" toplumlarında yetişen çocuklara göre ne kadar avantajlı olduklarını.


Bu devasa müzeden sizler için seçtiklerim bu kadar. Herkesin kendi ilgi alanına göre bir şeyler bularak keyifle gezebileceği Victoria&Albert Müzesi'ni görmenizi öneririm. Müzeye gitmek için South Kensington metro durağında inmeniz gerekiyor. Bu arada müzenin restoran&kafe bölümü de süper çekici! Nereden mi biliyorum? Yağmur yağdığı için Dido evde, ben de içeride yarım saat kadar mahsur kalınca Caffe Nero yerine burada bir kahve ve muffin molası verdim de ondan. :) Ee, enerji toplamamız gerek, çünkü sırada Natural History Museum var.