Londra'da İlk Gün

Şansımı deneyeyim diyerek 6 Haziran'da Worldbridge sayfasından İngiltere vizesi için başvurumu yaptım. 15 Haziran'a randevu alabildim. 5-15 iş günü içinde vizenin çıkacağını bilmeme rağmen İso'cumun ısrarıyla 27 Haziran Pazartesi için uçak biletimi de aldım. Ve tedirgin bir bekleyişe başladım! Sağ olsun İngiliz Konsolosluğu beni kırmadı ve altı iş günü içinde vizemi hazır etti. 23 Haziran Perşembe günü mesai bitim saatine on beş dakika kala vizemin çıktığı haberini aldım. Cuma günü Worldbridge'den pasaportumu almaya gittim. (Worldbridge'in de çok profesyonel ve düzgün iş yapan bir aracı kurum olduğunu düşündüm bu süreç içinde) Cumartesi günü birlikte İso'cumun bavulunu toplayıp Pazar günü onu Cenevre'ye yolladıktan sonra Pazar günü de kendi bavulumu topladım ve Pazartesi sabahı Londra'ya, Dido&Ongun'un West Kensington'daki mini malikanelerine :) doğru yola çıktım.

Ulaşım için Heathrow'dan bir haftalık sınırsız Oyster Card'ımı aldıktan sonra Dido'yla buluşmak üzere metroya bindim. Oyster Card'ın 1. ve 2. Zone'da geçerli olan haftalık fiyatı 27£. Ama Heathrow 6. Zone'da olduğu için oradan merkeze ulaşabilmek için ayrıca minimum gibi bir kontör yükletmeniz gerekiyor. da kart depozitosu var. Dolayısıyla havaalanına adım attığınız anda 37£ veriyorsunuz, ama sonra bir hafta boyunca bir daha hangi ulaşım aracına bineceğim diye düşünmeden istediğiniz şeyi kullanabiliyorsunuz. Kartınızı iade ederken depozitonuzu da geri alıyorsunuz.

Neyse, Pazartesi günü öğlen Dido'yla evlerine yakın metro istasyonunda buluştuk. Eve girer girmez hemen en ince elbisemi ve sandaletlerimi giydim çünkü Londra'da termometreler 33 dereceyi gösteriyordu o gün! Evde yaklaşık bir saat dinlenme molası verdikten sonra attık kendimizi Londra sokaklarına. Yanımda ellerimle çevirdiğim Londra Rehberim vardı ama yerel rehberlerim Dido & Ongun sayesinde onu sadece tek başıma gezdiğim zamanlarda kullandım.

İlk olarak metronun Westminster durağında inerek Westminster Sarayı olarak da bilinen Parlamento Binası'nı,


ve on üç tonluk ana çanından dolayı Big Ben olarak anılan altın varaklı saat kulesini gördük.


Daha sonra Kral William zamanından beri her taç giyme törenine ev sahipliği yapan ve pek çok kral ve kraliçenin mezarının bulunduğu Westminster Manastırı'nı gördük. İçini gezmek istemedim, zira katedrallerin hepsi aynı gibi geliyor bana ve bir süre sonra aklımda hiçbir şey kalmamış olduğunu fark ediyorum, ama dışarıdan gördüğüm kadarıyla beklediğim kadar heybetli bulmadığımı söyleyebilirim burayı. İngilizler Avrupa'nın diğer bazı yerlerindeki gibi en yüksek ve en gösterişli katedrali ben dikerim yarışına girmemişler belli ki! Aklı başında bir toplum olduğu buradan bile anlaşılıyor sanırım.


Daha sonra Londra sokaklarındaki turumuza devam ederek Trafalgar Meydanı'na geldik. Burada bizi karşılayan 52 metrelik Nelson Sütunu'nu gördük. Bu sütunun en tepesinde ise beş metrelik, tek gözü ve tek kolu olmayan bir Amiral Nelson'ın heykeli bulunuyor. Bu amiral, 1805 yılında yapılan Trafalgar Savaşı'nda Fransızları bozguna uğrattıktan sonra ölmüş. Resimde hemen arkamdaki bina National Gallery (ki tamamen ayrı bir yazı konusu olarak kendisinden tekrar bahsedeceğim). Meydandaki çeşme, bronz aslan heykelleri ve atının üzerinde duran I. Charles heykeli de görülmeye değer yerler arasında. 


Yüzünüz National Gallery'ye dönükken başınızı sağa çevirdiğinizde 1726'da yapımı tamamlanan ve James Gibbs tarafından tasarlanmış St.Martin-In-The-Fields kilisesini göreceksiniz. Burada Pazartesi, Salı ve Cuma günleri ücretsiz öğle yemeği konserleri ya da mum ışığında yemeğinizi yerken dinleyebileceğiniz biletli akşam performansları olduğunu unutmayın. 


Bizim Dido'yla ilk gün turumuz Covent Garden, M&M mağazası, Piccadilly Circus, Ongun'un katılmasıyla birlikte Chinatown'da yemek, sonra pub molası ile devam etti ama bunlardan daha sonra alışveriş, yeme-içme yazılarında bahsedeceğim için şimdilik bu kadarın yettiğini düşünüyorum. 

Yarım günde Londra'nın önemli bir bölümünü gördük sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü Londra görmelik değil yaşamalık bir yer. Sadece tarih değil kültür-sanat-eğlence-alışveriş fırsatları-doğa yani aslında arayabileceğiniz her şeyi size sunan zengin bir metropol. Didiklenecek ve tadı çıkarılacak bir yer; defalarca gelinse bile her seferinde yapılabilecek pek çok alternatif barındıran bir cennet. Sadece metronun yürüyen merdivenlerinde inerken ya da çıkarken duvar boyunca sıralanmış etkinlik afişlerine baktığınızda bile ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ya da en ilgisiz köşesinde bile karşınıza çıkan sıcacık ve tıklım tıklım pub'larını gördüğünüzde... Ya da birbirinden ilginç müzelerini veya her biri tasarım harikası olan değişik ürünlerin ya da nefis yiyeceklerin satıldığı pazarlarını... Ya da şehrin ortasında insanların temiz havaya ve doğaya doyması için ayrılmış tertemiz park alanlarını... Ve her şeyden önemlisi insanların her ortamda birbirlerine ne kadar saygılı davrandığını, bu kadar karmaşık bir metropolde hakim olan hoşgörülü ve nezaket dolu yaşamı... 

Neyse, dediğim gibi şimdilik bu kadar... Sıradaki yazıyı merak edenler için 28 Haziran Salı gününe Victoria&Albert Müzesi'nde başlayacağız. Görüşmek üzere...

6 yorum:

Turta Tadında Yaşamak dedi ki...

Lise yıllarımdan beri Londra en çok görmek istediğim yerlerden biri.. Yazının devamını bsabırsızlıkla bekliyor olacağım ;)

Epicurious dedi ki...

Sevgili İmge demek bir de Londra rehberi çevirdin. Bu haberi verdiğin yazıyı görmemişim ben. Benim gibi bir Londra hayranı için evdeki 3 farklı Londra rehberinin yanına seninkini de eklemek farz oldu o zaman :) Yazılarının devamını merakla bekliyorum. :)

Unknown dedi ki...

Londram geldı dıyebılırım aksılık cıkmazsa Eylul'de inşallaah

Benim London maceralarım ;
Kac post konusu oldu
Aynı performansı bekleriz.

İyi London'lar

http://vitrindeyiz.blogspot.com/2010/05/i-was-in-london.html

Imge dedi ki...

Turta Tadında Yaşamak,

Umarım en kısa zamanda Londra'yı görme fırsatın olur. Anladım ki ben çok uzun süre ihmal etmişim burayı.

Epicurious,

Süper!! Çok sevindim..:)) Eşim de bir Londra hayranı ve yıllardır defalarca Londra'ya gidip her seferinde bana da gel diyordu ve ben "nasılsa bir zaman giderim" falan diye düşünerek erteliyordum. Artık siz Londra hayranlarını çok iyi anlıyorum, çünkü sanırım ben de ilk görüşte onlardan biri oldum..:)

Vitrindeyiz,

Sanırım Temmuz ayı boyunca Londra yazarı bu blogda diye düşünüyorum ben de..:)) Senin maceralarını benimkiler bitince okuyayım ki etkilenmeyeyim olur mu? :) Eylül'de bu güzel şehrin tadını çıkarman dileğiyle..

pluie dedi ki...

Orayı gezmiş kadar oldum yazında :) Bence diğer yazıyı bekleyenler arasındayım.

sevgilerimle

p.

Imge dedi ki...

Pluie,

Çok teşekkürler..:) Sevgiler..