Geçtiğimiz hafta sinemada izlediğim iki filmle başlayayım. İlki tabi ki Cem Yılmaz'ın izlediğim andan beri Öneri kutucuğunda afişini gördüğünüz ArifV216. Bilen bilir, ben bir Cem Yılmaz hastasıyım. Galiba yaptığı işlerden bir tek Ali Baba ve Yedi Cüceler'i izlemeyi atladım, geri kalan her türlü sahne şovunu, filmini, reklam filmini, sosyal medya hesaplarını, hakkında çıkan "Contemporary İstanbul'dan şu tabloyu aldı", "artık araba yetmiyor uçak aldı" türünden haberlerini bile izlerim keyifle. ;) Yıllardır tüm bu izlediklerimden de çıkardığım sonu şu ki; zekasının, güzel insanlığının, yaratıcılığının, çalışkanlığının, duruşunun, çok yönlülüğünün de hastasıyım. O yüzden de yaptığı işlerde o karma pırıltıyı görmek çok hoşuma gidiyor. Girizgah yapma ihtiyacı duydum, çünkü "bayıldım!" derken neye bayıldığımı da anlatabilmek açısından önemli bence. Özellikle de Cem Yılmaz bir şey yapsa da beğenmesek diye bekleyen değişik bir çoğunluk oluşmuşken. Hani onlar komedi anlamında hangi aşmış insanı takip ediyorlar bu ülkede ve bu sektörde, onu da gerçekten çok merak ediyorum. Bir şeyler kaçırıyor olmalıyım çünkü.;)
Şahsen ben "ay her dakika güldüm, karnım ağrıdı" diye çıkmak zorunda değilim bu adamın bir filminden. Evet ilk stand-up şovlarıyla bize bunu yaşatmıştı ama sonra gayet duygusal filmlerde de yer aldığı oldu. Hep aynı şeyi, aynı dozda yapmak zorunda değil, çünkü hepimiz gibi o da evriliyor bana göre. Ama bence kalite ve samimiyet anlamında hep aynı kalitede kalıyor. Benim en bayıldığım şey o. Bu filmindeki o naif ve çok zarif bir şekilde 60'lar anmasını, bize ait saygıdeğer sanatçıları canlandıran oyuncu seçimlerini (Çağlar Çorumlu, Farah Zeynep, Mert Fırat gibi) ve onların oyunculuklarını, neredeyse her sahnesinde yer alan ince esprileri daha da bir sevdim. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmine gönderme olarak yuvarlanarak içeri süzülen elmayı, Emel Sayın sendromu olarak o çoklu görüş bozukluğunu, İskender Paydaş'ın Fındıkkıran çalışını, Zeki Müren'in kostümlerinden, tavırlarından, kullandığı dilden, "efendim affınıza sığınarak" diye ateş açmaya başlamasını falan hâlâ gülerek hatırlıyorum. ;) Sadri Alışık-Kerem Alışık sahnesinde gözyaşlarımı tutamadım ayrıca, belki bu kadar güzel ve duygusal bir anma da eksi puandır bilemiyorum; sonuçta gülmeye geldik değil mi?! Toplumdaki dönüşüme ışık tutmasına bayıldım. Sonuçta eminim niyet o değil ama bana göre arşiv niteliğinde bir film olmuş bile diyebilirim. Çok yaşa be adam! Çok da film yap, ama hep kendi bildiğin gibi yap böyle!
Loving Vincent
Gelelim Vincent Van Gogh'a. Bundan bir önceki postta Theo'ya Mektuplar'ı okuduğumu ve Loving Vincent'ı da çok görmeyi istediğimi yazmıştım. Aslında zaman yaratıp hemen arkasından gidebildim filme ama ancak yazabiliyorum. Bu da bambaşka bir emek ve nefis bir anma şekli olarak beni büyüledi doğrusu. Zaten sinemada gösterime girecek filmler arasında reklamlarını görür görmez aşık olmuştum bu filme, izleyince daha da bayıldım. Bir animasyon filminden bu kadar etkilenebileceğimi düşünmüyordum, ama yanılmışım.
Filmde Van Gogh'un enteresan kişiliği, çalışma tutkusu ve oldukça şaibeli ölümü kendi tabloları aracılığıyla anlatılıyor. Van Gogh'un ölümünden sonra postacı arkadaşının ressamın ağabeyine ulaşmadığı için geri dönen mektuplarından birini oğlu aracılığıyla Theo'ya göndermek istemesiyle başlayan hikayede Theo'nun da kardeşinden kısa bir süre sonra öldüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca ressamın yaşamı kadar ölümünün de gizemlerle dolu olduğunu doktorundan, kaldığı pansiyonu işleten kadından, ağabeyinden, malzeme tedarikçisinden ve Vincent'ın tablolarında yer alan daha pek çok karakterden yola çıkarak anlıyoruz. Van Gogh tablolarının canlandırılmasıyla yapılan bu muhteşem filmde filmin her saniyesi için 12 yağlıboya resim yapılmış. 5000 ressam filme başvurmuş, bunların 500'üyla yüz yüze görüşülmüş ve 125 tanesiyle çalışılmaya karar verilmiş. Bu kalan ressamlar da 65000'e yakın kareyi tek tek resmetmişler. Ve tüm bu süreç toplam iki yıl sürmüş. Nasıl bir emek! Daha detaylı bilgiler için filmin sayfasını da inceleyebilirsiniz. Tabloları aracılığıyla konuştuğunu düşünen bir ressamın hikayesini anlatmak için bu yolu seçtiklerini söyleyen yönetmen Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'e helal olsun bu fikirden yola çıkarak oluşturdukları bu kıymetli film için. İsim seçimi bile harika: Van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplarını bitirme ifadesi olan "Sevgiler Vincent". Söylememe gerek yok sanırım, ama sinemada kesinlikle daha fazla tat verecek bir filmdi. Zaten az salonda ve az seansta oynadığı için yakalayamadıysanız DVD de olur tabi. Ama illa ki izleyin. Ve son olarak, Van Gogh da umarım intihar etmiştir. :(
Filmde Van Gogh'un enteresan kişiliği, çalışma tutkusu ve oldukça şaibeli ölümü kendi tabloları aracılığıyla anlatılıyor. Van Gogh'un ölümünden sonra postacı arkadaşının ressamın ağabeyine ulaşmadığı için geri dönen mektuplarından birini oğlu aracılığıyla Theo'ya göndermek istemesiyle başlayan hikayede Theo'nun da kardeşinden kısa bir süre sonra öldüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca ressamın yaşamı kadar ölümünün de gizemlerle dolu olduğunu doktorundan, kaldığı pansiyonu işleten kadından, ağabeyinden, malzeme tedarikçisinden ve Vincent'ın tablolarında yer alan daha pek çok karakterden yola çıkarak anlıyoruz. Van Gogh tablolarının canlandırılmasıyla yapılan bu muhteşem filmde filmin her saniyesi için 12 yağlıboya resim yapılmış. 5000 ressam filme başvurmuş, bunların 500'üyla yüz yüze görüşülmüş ve 125 tanesiyle çalışılmaya karar verilmiş. Bu kalan ressamlar da 65000'e yakın kareyi tek tek resmetmişler. Ve tüm bu süreç toplam iki yıl sürmüş. Nasıl bir emek! Daha detaylı bilgiler için filmin sayfasını da inceleyebilirsiniz. Tabloları aracılığıyla konuştuğunu düşünen bir ressamın hikayesini anlatmak için bu yolu seçtiklerini söyleyen yönetmen Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'e helal olsun bu fikirden yola çıkarak oluşturdukları bu kıymetli film için. İsim seçimi bile harika: Van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplarını bitirme ifadesi olan "Sevgiler Vincent". Söylememe gerek yok sanırım, ama sinemada kesinlikle daha fazla tat verecek bir filmdi. Zaten az salonda ve az seansta oynadığı için yakalayamadıysanız DVD de olur tabi. Ama illa ki izleyin. Ve son olarak, Van Gogh da umarım intihar etmiştir. :(
Evet arkadaşlar, kutsal geyik öldü, ama giderken bizim de ruhumuzu öldürdü! Annelere geldiklerinde işkence niyetine film izlettirdiğime dair söylentiler var etrafta. Belki kayınvalideme İsa'nın Çilesi'ni, anneme Black Mirror'dan bazı bölümleri izlettiğim için adım çıkmış olabilir. ;) Ama bu seferki bambaşka bir eziyetti yahu. Nasıl rahatsız edici bir film öyle böyle değil! Gerçi bakıp da yönetmen Yorgos Lanthimos'un The Lobster'ın da yönetmeni olduğunu fark edebilseydim bizim için her şey çok farklı olabilirdi tabi. Ama olmadı ve biz bu filmi boğula boğula izledik. Annemin bir ara "durdurun da bir ufunet atalım" diye 3 derece ayazında balkona nefes almaya çıktığını hatırlıyorum hani. ;)
Kısacası her gördüğünüz Colin Farrell ve Nicole Kidman'e atlamayın diyerek konuyu kısaca anlatayım. Bir kalp cerrahı olan Steven ve göz doktoru eşi Anna ile iki çocuğunun, bahçeli evlerindeki güzel yaşama tanıklık ederek başlıyoruz önce. Bir yandan da Steven'ın destek olduğu Martin adında yetim bir çocuk var hikayede. İşte filmin huzursuzluk veren yapısının yüzde 90'ından sorumlu olan bu Martin veledi bir süre sonra aile için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlıyor. Ve Martin için Barry Keoghan seçimi cuk oturmuş! Anlayamadığımız bir şekilde işler kontrolden çıkıyor ve son derece gerilim yüklü, rahatsız edici bir gidişat başlıyor ailenin yaşamında. Anlayamamamız normalmiş, çünkü sonradan okuduğuma göre aslında bu mistik korku masalı tadındaki hikaye Yunan mitolojisinden esinlenmiş. Filmdeki adalet arayışı, insanların kötülüğünün sınırları, insanın çıkarı için yapabilecekleri, düzgün kavramının sorgulanması, cezalandırma temelleri falan hep bu mitolojik öğelerle ilintiliymiş. Tabi anlamayan için çok havada kalıyor haliyle. Yoksa oyuncular ve oyunculuklar iyi, bir tık da fikriniz olursa konunun neye dayandırıldığıyla ilgili belki seversiniz bile, kim bilir. ;) Annelere yine de dikkatli izletin, fenalık geçirmesinler. ;)
İyi seyirler!
3 yorum:
Cem Yılmaz filmlerinden stan up performansı bekleyenler hayal kırıklığına uğruyor. Filmleri gayet kaliteli ve emek harcanmış filmler. Arif V 2016 gayet başarılı bir film olmuş bence.
Ben de Cem Yılmaz hayranıyım. Ve çok haklısın, her sahnede deli gibi gülme beklentisindekileri anlayamıyorum. Hatta bana kalırsa Cem Yılmaz şahane duygusal filmler yapabilir. Hokkabaz örneği var mesela ama ondan daha iyisini de yapabilir. Sanırım komedyenlik baskısından dolayı pek fazla girmiyor. Kitap fuarında abisiyle konuşmuştum, bunları söylemiştim:) İletsin de Cem Yılmaz
beni kırmasın dram filmi yapsın:)
Daha'yı izledin mi İmge? Biz de bugün onu izledik. İyiydi. Hakan Günday işin içinde olunca kaçıramazdım.
Turgay Aksoy,
Kesinlikle katılıyorum. Bu emeğe şapka çıkartmayanları da anlayamıyorum.
Sezer,
Dediğin gibi umarım duygusal filmler de yapar. Bence IQ'su kadar EQ'su da yüksek, algıları son derece açık sanatçılardan. O yüzden ne yapmak isterse yapar ama sanki eğlenceli bir şeyler üretmekten daha keyif alıyor, beyninde hep rengarenk bir cümbüş var gibi de geliyor bir yandan. ;) Bakalım abisi iletmiş mi, göreceğiz.
Daha'yı okumuş ve çok etkilenmiştim. Aynı etkileyicilikte ve iç sıkıcılık, bunaltıcılık oranı yüksek bir film bekliyorum. Hakan Günday'ı ben de çok severim. Mutlaka gitmek de istiyorum ama bu aralar pek bir dolu programımız nedeniyle belki sinemada göremeyebiliriz. Bakalım. Olmadı DVD'ye artık.;)
Sevgiler.
Yorum Gönder