Bilim Dünyasından Hayranlık Duyulacak Bir Yaşam Hikayesi: Darwin


Charles Darwin'in yaşam öyküsünden yola çıkılarak çekilmiş olan Creation (Yaratılış) filmini izler izlemez zaten merak ettiğim bir bilim insanının yaşamını ve teorisini daha derinlemesine öğrenmeye karar vererek hakkında yazılmış bir biyografiyi okumaya karar verdim. Michael White ve John Gribbin tarafından yazılmış ve İnkılap Yayınları'nın 1995 basımı Darwin biyografisinde karar kıldım. Ve filmin uyandırdığı merak sayesinde "maymundan insana dönüştük" olarak bildiğimiz evrim teorisi, türlerin kökeni, doğal seleksiyon gibi kavramları ve Charles Darwin'in aile yaşamını, fiziksel hastalıkları, yaşadığı duygusal travmaları ve daha pek çok şeyi öğrenmiş oldum. Ve hayran olduğum tarihi karakterler listemde zaten var olan bu ismi bold harflerle ve daha üst sıralara çıkarmaya karar verdim.


İlk başlarda doktor olan babasının yönlendirmesiyle tıp eğitimi almak üzere yola çıkan Darwin, doktorluğun kendisine göre olmadığını anlayarak okulunu yarıda bırakır ve yine babasının isteği üzerine din ağırlıklı bir eğitim alarak kiliseye girebilmesi için Cambridge'e gönderilir. Zaten Darwin'in dine en yakın olduğu dönemin bu olduğunu söyleyebiliriz. Doğa tarihi ve jeolojiye ilgi duyan Darwin , babasının isteği üzerine bu eğitimini tamamladıktan sonra Beagle adlı gemiyle hayatını değiştirecek beş yıllık bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Bu kararı aldığında 26 yaşındadır. Bu yolculuk sırasında depremler, değişik canlı türleri, medenileştirmeye çalıştıkları yerliler, doğa olayları gibi pek çok şeyi gözlemleme fırsatı bulmuştur. Yanında 1383 sayfa jeoloji notu, 368 sayfa zooloji notu, 1529 farklı canlı türü içeren bir katalog, 3907 adet etiketlenmiş kemik, deri ve çeşitli numune örneği ve 770 sayfalık günlüğü ile dönmüştür. Ve döner dönmez de kitaplar yazmaya başlamıştır.

Doğanın bir savaş alanı olduğuna inanan Darwin, mücadelenin ise "aynı" türler arasında gerçekleştiğini düşünmektedir. Aslında evrim fikrini ilk ortaya atan kişi değil, geliştiren kişidir, çünkü büyükbabası Erasmus'un çağdaşı olan Malthus kendinden yıllar önce evrim fikrini ortaya atmıştır. Ancak Darwin bu fikri geliştiren ve doğal seleksiyon sayesinde en uygun bireylerin hayatta kalarak üreyebildiğini ortaya koyan ilk isim olmuştur. Bir neslin bireylerinin kendisinin birebir kopyası olmayan döller verdiklerini ve bu nedenle ortada birbirlerinden çok az farklı bireyler bulunduğunu öne süren Darwin, bireylerin özelliklerinin nesilden nesile nasıl aktarıldığını ise net bir şekilde çözememiştir. Kendisini doğrulayan ve teorisine netlik kazandıran buluş ise 1950'lilerde DNA'nın keşfi olmuştur. DNA'nın bulunmasıyla birlikte genetik terimlerle %99 maymun ve % 1 insan olduğumuz ortaya çıkmıştır. Elbette her cesur ve değerli bilim adamı gibi Darwin de yaşadığı dönemde fazla bir takdir görmemiştir, ama bu durum çok da umurunda olmamıştır. Zaten kendini anlatmaktan hoşlanmayan Darwin için zaten Kraliçe'nin vereceği şövalyelik onurunun hiçbir önemi yoktur!
Charles Darwin'in özel hayatıyla ilgili gözüme çarpan notlara gelince kesinlikle bir bilim adamının sahip olması gereken en uygun koşullara sahip olduğunu görüyoruz. Sonsuz bir merak ve çalışma isteği ve hiç para kazanmasa bile ailesini geçindirebilecek kadar varlıklı bir aile geçmişi. Süper değil mi? Para kazanmak zorunda olmayan bir düşünce adamının ne kadar özgür olabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Darwin de bu özgürlüğü sonuna kadar kullanmış haliyle. Tek sorun stresin tetiklediği bir bağışıklık sistemi rahatsızlığının olması ve bazen günlerce kendini çalışmaktan alıkoymasıymış. Evliliği bile bilimsel çalışmaları açısından korkunç bir zaman kaybı olarak görmesine rağmen çok sevdiği karısı Emma ile evlenmiş ve hayatta kalabilen sekiz çocuğu olmuş. 1850 yılında dokuz yaşındaki kızı Annie'nin ölümünün yarattığı travma yüzünden çok zor günler geçiren Darwin, gençliğinde edebiyattan ve Shakespeare'den çok hoşlanmasına rağmen 1850li yıllarda "Shakespeare'i mide bulandıracak kadar sıkıcı bulduğunu ve tek satır şiir okumaya bile dayanamadığını" söylemesi hem bu trajediye hem de evrim teorisi iyiden iyiye şekillenmeye başladıkça insanın yaratıcılığına olan inancını kaybetmesine bağlanmıştır. Son derece dindar olan karısı Emma'nın ise en büyük korkusu, kilisenin kabullenmeye yanaşmadığı görüşlere sahip olan kocasının ruhunun ölümden sonra huzura kavuşamayacak ve ıstırap çekecek olmasıdır. Yani Emma, Charles ile ahirette kavuşamayacaklarına üzülmektedir. Yine de karı-koca çocuklarıyla birlikte genel anlamda birbirlerine destek olarak geçirdikleri, ilgi ve anlayış dolu bir aile kurmayı başarmışlardır.

Charles Darwin sizin de ilginizi çeken bir isimse onu daha yakından tanımanızı kesinlikle öneriyorum. Modern biyolojinin babasının yaşamından çok etkileneceğinize ve ona bir kez daha hayran olacağınıza eminim.

Dermalogica Cilt Bakım Semineri

Geçen hafta Dermalogica e-mail grubundan gelen bir davetiye çekilişine yaptığım başvuru sonucunda katılım hakkı kazandığım cilt bakım seminerine gittim. Ve bedenimizdeki en büyük organlardan biri olan cildimiz hakkında birçok şey öğrenmiş oldum.

Cilt bakımı dendiğinde genellikle kozmetik bir konudan bahsettiğimizi düşünürüz, aslında bunu önemli bir organın bakımı olarak, yani bir sağlık konusu olarak görmek gerekiyor. Dermalogica'nın cilt bakımı yaklaşımında da sağlığı ön plana alıyor olması firmayla ilgili en hoşuma giden noktalardan biri oldu. Zaten Dermalogica ürünlerinin temel özellikleri de bu konuya verdikleri önemi gösteriyor. Ürünlerinin hiçbirinde mineral yağ, lanolin (gözenekleri tıkayarak siyah nokta oluşumuna neden olan bir madde), suni renklendirici (özellikle kullandığınız kırmızı rujlara dikkat!), suni koku (leke oluşumunun bir numaralı nedeni) ve cildi kurutan alkole yer verilmiyor. Ürünlerin öyle gösterişli, renkli kutuları falan da yok. Beyaz kutuların içinde bembeyaz ve kokusuz ürünleri var Dermalogica'nın. Yani dış görünüşe değil, içeriğe önem veririz, göz boyamak adına bir şey yapmayız diyorlar adeta!

















Gruplar halinde oturduğumuz masalarımızda öncelikle cildimiz hakkında önemli bilgiler öğrendikten sonra bir sürpriz de bizi bekliyordu. Sunumdan sonra önümüzdeki tepsilerde duran ürünler, saç bantları ve dev aynalarının nedeni de belli oldu. Tanıtım amaçlı orada olduğunu düşündüğüm ürünler meğer bizi bekliyorlarmış. Dermalogica'nın güleryüzlü ve ilgili cilt bakım uzmanları eşliğinde ürünlerle tanışma, cilt analizi yaptırma ve kendimize bakım yapma fırsatını bulduk.

Önce makyajlarımızı temizledik. Her göz için ayrı pamuk kullanarak, parmaklarımızın ilk boğumuna kadar olan küçük bölümünü kullanarak cildimize karşı nazik davranmayı öğrendik. Öyle haşır huşur cildimize dalmak yok! Makyaj sonrası suyla köpürtülen hassas bir peeling ürünü olan "daily macrofoliant" ile cildimizi ölü derilerden arındırdık. Tüp içindeki ambulans olarak adlandırdıkları "multivitamin power recovery masque" ile maske uygulamamızı yaptıktan sonra sprey şeklinde püskürtülen rahatlatıcı toniği kullandık. Daha sonra göz ve yüz nemlendiricilerimizi uyguladık. Hatta üstüne bir de "sheer tint moisture" adı verilen hafif renkli, az da olsa kapatıcı özelliği de olan kremi sürdükten sonra hepimiz adeta parlıyorduk. Çıkarken de aşağıda gördüğünüz hediyelerimizi aldık ve elbette bunun üzerine cildimizle birlikte gözlerimiz de parladı! :)













Ben firmanın cilt bakımına yaklaşımından ve ürünlerin hepsinden çok memnun kaldığımı söyleyebilirim. Henüz dolu bir kutuya yakın Biotherm nemlendiricim var, ama sıradaki nemlendiricimin Dermalogica olacağını şimdiden söylüyorum.

Dermalogica'nın web sayfasını inceleyerek hem ürünler hem uygulamalar ("face-mapping" uygulaması ilginizi çekebilir) hem de cildimiz hakkında pek çok bilgiye ulaşabilirsiniz. Ama benim bu seminerden cilt bakımı ile ilgili çıkardığım en önemli üç sonucu soracak olursanız;

1) Cildin yaşlanmasının en önemli nedeninin (%80) güneş ışınları olduğunu unutmayarak yaz-kış koruma faktörlü kremler kullanmayı,

2) Sabah-akşam Ph oranı uygun (4,5-5,5 arası) bir ürünle cildinizi temizlemeyi,

3) Son olarak da cilt bakımının olmazsa olmazlarından temizleyici+tonik+nemlendirici üçlüsünü asla ihmal etmemeyi unutmamanız gerekiyor.

Elbette bir de en kısa zamanda Dermalogica ile tanışmayı!
Kendinize ve cildinize iyi bakın!

Temiz Ev ve Dünya Tiyatrolar Günü

Bu Çarşamba akşamı Şişli Cevahir AVM'deki DT sahnelerinden 2. Salon'da Temiz Ev adlı oyunu izledik. Dünyanın neresinde böyle bir salona gitsem iç dizaynını kesinlikle bir Türk mimarın yapmış olduğunu söyleyebilirdim sanırım! Daracık koltuk araları ve oturak yerleri dikey hale getirilerek kapanıp insanlara geçecek alan bırakması gereken ama bırakyan türden koltukları bir araya getiren bir iç mimar ancak Türk ve metrobüsleri de tasarlayanların zihniyetine yakın bir mimar olmalı! Neyse, tiyatro salonunun içini tasarlayan bir kişinin seyircileri düşünmesine ne gerek var değil mi?!

1974 doğumlu Amerikalı oyun yazarı Sarah Ruhl'un yazdığı oyunda beş temel karakter var. Kırklı yaşlarında bir kariyer kadını olan, hırslı, duygusallıktan uzak, yoğun bir tempoda çalışan doktor Lane. Aynı yaşlarda ve aynı tempoyu sürdüren kocası Charles. Evi temizlesin diye tuttukları, ama tek problemi temizlik yapmaktan hoşlanmamak olan Brezilyalı hizmetçi Matilde. Lane'in ablası, yaşamındaki eksiklikleri başka şeylerle telafi eden, sevgi dolu, duygusal, temizlik takıntılı Virginia. Charles'ın ölmek üzereyken kurtardığı bir hastası olan 67 yaşındaki son derece pozitif kadın Ana.

















İki perdelik ve yaklaşık iki saat süren oyunda modern insanın yaşamındaki ilişkiler, gerçek aşk ve sevgi gibi kavramlar sorgulanıyor. Gülmenin ve yaşama pozitif bakmanın önemi, annesi babasına gülerken ölen ve hayatı boyunca mükemmel bir espri bulma amacıyla yanıp tutuşan Matilde ve hastalığına ve aşka karşı gösterdiği yaklaşımıyla Ana karakterleri üzerinden aktarılıyor. Emeği, özveriyi ve karşılıksız sevmeyi Virginia'da ve Charles'ın modifiye olmuş aşamalarında görürken galiba Lanekarakterinde de yaşamı daha doyumlu ve mutlu yaşamak için güzel yaşlanmak, zengin olmak, iyi bir işinin olması falan gibi maddi şeylerden çok biraz hoşgörü, anlayış ve sevginin yeterli olabileceğini ve insani hırslarımızın aslında bizi ne kadar anlamsızca hırpaladığını ve yalnız bıraktığını görüyoruz. Hiçbir fikrimiz olmadan gittiğimiz bu yeni DT oyununu beğenerek izlediğimi söyleyebilirim. Oyuncular genel olarak rollerine çok oturmuş ve başarılıydılar ama özel favorim kesinlikle Virginia karakterini canlandıran Sema Çeyrekbaşı oldu. İzlemenizi tavsiye ederim. Biletler için elbette Mybilet'e gidiyoruz.

Bu arada biliyorsunuz bugün Dünya Tiyatrolar Günü. Hem bu güzel günü kuluyor hem de Ali Poyrazoğlu'nun Ödünç Yaşamlar adlı kitabındaki bir yazısından yapacağım alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum. "Seyirci neden tiyatroya gider?" sorusunun yanıtını usta tiyatrocu Ali Poyrazoğlu'ndan duyalım:

Seyirci, tiyatronun bir eğlenerek düşünme biçimi olduğunu biliyor. Bazılarına çok tuhaf gelebilir, ama insanoğlu düşünürken çok eğlenir. Eğlendirirken düşündüren, ortak bir yaratım sürecinin parçası olmak için gider tiyatroya. İnsan üstüne düşünmek, daha önce düşündüklerini gözden geçirmek, varoluşuna sağlam nedenler bulmak için sanatın peşinde koşar insanoğlu. Bütün bunları yaparken yaşamın temel ilkesi olan hazzın peşinde olduğunu bilir. Yaşamı, yaşamını her gün yeniden şekillendireceği, çamurdan bir heykel gibi avuçlarının içinde yoğurabilmek için, dünyaya her gün yeniden biçim vermek için okur, dinler, izler ve kendi sesini bulur.

Ve der ki, "Yaşamın karşısında pısıp kalmadım. İzledim, düşündüm, başkaldırdım. Yenilmedim, ezilmedim. Bugünü ve yarını yeniden kurmak istiyorum. Tek gerçek, değişimde. Bütün günahlarıyla ve sevaplarıyla insanı seviyorum. Bir ot gibi değil, bir çağdaş insan gibi bu dünyadan geçmek istiyorum.

Çağıma tanık olarak.

Bu yüzden insanla ve insanın her haliyle ilgiliyim. Tiyatro bütün bu düşüncelerime ve isteklerime cevap verdiği için tiyatroya gidiyorum. Benim olan bir şeye sahip çıkıyorum. Türk tiyatrosu yalnızca tiyatrocuların değil, seyircinin de tiyatrosudur. Ülkemin tiyatrosuna sahip çıkıyorum. Ülkemdeki çürümeye 'dur' diyebilmek için yaşama dört elle sarılıyorum."

Sanırım bu soruya daha güzel bir yanıt verilemezdi.
Dünya Tiyatrolar Günümüz Kutlu Olsun!

...Aklıma Takılanlar...

* Hani toplumsal hafızamızın çok zayıf olduğu söylenir ya... Onun nedenini buldum galiba. İnsanda hafıza kaybının savunma mekanizması olarak da ortaya çıktığını biliyorsunuzdur. Şiddetli fiziksel veya ruhsal acılara karşı vücudun savunma mekanizması olarak beynin öğrenme ve hafıza ile ilgili bölgeleri etkilenerek o an gelişen korkunç olayları öğrenmesi ve sonradan hatırlanması engelleniyor. Sanırım biz de toplum olarak şok üstüne şok, travma üstüne travma yaşadığımız için sürekli görev başında olan bir savunma mekanizması geliştirdik! Zira yalnızca son bir ayın bile manşetlerine baktığınızda herhangi bir ülkede bir senede yaşanmayacak denli çok 'olay haber' yaşadığımızı ve kısa bir süre sonra hiçbirini hatırlamadığımızı çünkü her daim daha fazlasını yaşamaya devam ettiğimizi görebiliriz! Bu durumda bizim değil de kimin toplumsal hafızası zayıf olsun, değil mi?

* Erkeklerin genellikle dolgun ve büyük göğüslü kadınları beğenmelerinin nedeni bir tür doğum sonrası travması olabilir mi? Doğar doğmaz sütle dolmuş göğüslerin ve hamilelik sonrası bir süre daha vücutta kalan fazla kiloların yumuşaklığının arasına düşen erkek çocuk daha sonra da bu özellikleri mi aramaktadır? Bu durumda kadınların incecik olma arzusu ve sıska kadınlardan hoşlanan erkeklerin durumu da doğum anlarıyla ve Freudyen yaklaşımlarla açıklanabilir mi? (Bu konuya böyle elimi kolumu sallayarak lakayt bir tavırla girersem çıkamayabilir miyim? Kesinlikle çıkamam, o yüzden sıradaki maddeye geçelim.)

* "Uuuu uuu... Eti çikolata keyfi, iz bırakır lezzeti...Mmmm..." reklamını Ülker'le işbirliği içinde olan bir ajans çekmiş olabilir mi? Reklam müziğiyle ve seçilen kadınla verilmek istenen mesaj "çikolata yerseniz yüzünüzde sivilceler çıkar ve onların çok feci kalıcı izleri olur, ona göre..." olabilir mi? Zira kadın bir Magnum kadını misali kendinden geçerek çikolatasını ısırırken ağzının etrafındaki sivilce izleri her seferinde gözüme takılmakta ve beni çikolatadan soğutmaktadır. Bir de genellikle dev sinema ekranında gördüğüm bu izler, son zamanlarda her öğlen kahvenin yanında yediğim bir iki parça çikolataya bile böcekmiş gibi bakmama neden olmaktadır. Ama belki de sorumluluk dolu bir reklamcılık anlayışıyla böyle bir kareyi de eklemiş olabilirler, bilemeyeceğim...

* Doğanın mükemmel bir işleyişi olduğunu düşünmeme rağmen bedenlerimizin doğum kontrolü konusunda yanlış programlandığını düşünüyorum. Bir kadının menopoza girene kadar doğum kontrolünü düşünmesi ve çiftlerin bununla ilgili bir yönteme karar vermesi gerekiyor. Oysa günümüzde ortalama bir çift bir ya da iki çocuk sahibi olmayı tercih ediyor. Yani en fazla bir ya da iki seneyi çocuk yapma çalışmalarıyla geçirirken koca bir ömrü korunmaya harcıyoruz. Bu noktada doğanın işleyişinin biraz ters olduğunu düşünmüyor değilim. Normal zamanda üreme sistemi kapalı olsa da çocuk yapmak isteyenler jinekologa gidip tuş kilidini açtırsa pek güzel olmaz mıydı sizce de? Böylece hem korunma derdi olmadan rahatça cinsellik yaşanabilir hem de aklın bir karış havada olduğu dönemlerde yapılan yanlışlar sonrasında gereksiz dramların ve zorunlu evliliklerin sayısı da azalabilirdi!

Doğanın işine de burnumu sokarak eleştiride son noktaya varmış olduğumu görüyorsunuz. Kim bilir aklıma daha neler takılır benim? Bence benden ayrılmayın! :)

Kudret Türküm: "Yabana Doğru"

Geçtiğimiz haftalarda Gizem'le Burhan Doğançay Müzesi'ni keşfettiğimizden bahsetmiştim. Oradan çıktıktan sonra sokağın tinercisi ile muhatap olmamak için karşı kaldırımdan yürümemiz gerektiğini öğrenip karşıya geçer geçmez Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi'ni gördük. Orada da bir sergi vardı ve hızımızı alamadan hiçbir fikrimiz olmadan kapıdan içeri girdik. Kudret Türküm adlı bir ressamın "Yabana Doğru" sergisinin son günü olduğunu öğrendik ve sanatçının resimlerindeki canlılığa ve gerçekliğe hayran kaldık.














Farkındayım, Burhan Doğançay'dan sonra Kudret Türküm'e geçiş biraz radikal bir hareket oldu ama iyi ki de o kapıdan içeri girmiş ve böyle bir sanatçının varlığından haberdar olmuşuz. Üstelik bir de 2009 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü'nü bitiren henüz 25 yaşında bir ressam olduğunu öğrendiğimizde onu tanıdığımıza daha da sevindik. Çok uzun yıllar takipçisi olabileceğimiz çiçeği burnunda bir ressamla ilk başlardan tanışmış olmak çok güzeldi.

Kudret Türküm, yukarıdaki tablolarında da gördüğünüz üzere genellikle doğadan ve canlı modellerlerden esinlenerek yaptığı resimleriyle şimdiye kadar pek çok ödül almış ve karma sergilere katılmış. İlk kişisel sergisi ise bizim gezdiğimiz sergisiymiş. Tablolarındaki muhteşem renkler, detaylar, canlılık ve gerçekliğin kesinlikle dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Bence siz de bu isme dikkat edin. İleride kendisinden daha sık söz ediyor olabiliriz.

İntiharın Genel Provası

Köprüye çıkmış atlamak üzere olan bir yüksek mimar...

"N'olur atlama! Atlarsan ağlarımı yırtacaksın, ekmeğimle oynayacaksın" diyen bir balıkçı...

Aşkını intihardan vazgeçirmek üzere son anda yetişmiş bir dansçı kadın...

Adamın atlayıp da gemisindeki turistleri öldüreceğinden korkan sırma apoletli bir gemi kaptanı...

Kaptanın ağabeyi olan obez müteahhit...

Kaptanın ve müteahhitin ağabeyi olan bir psikolog...


Tüm bu seçmece tipleri nerede gördüğüme gelince: Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde İntiharın Genel Provası adlı oyunda gördüm hepsini. Hem de burada göründüğü kadar da tuhaf tipler olmadıklarını söyleyebilirim. Fazlasıyla tanıdık geldi bana birçoğu!

Neyse, efendim okurlarımdan birinin yolladığı bir e-mail ile kendime geldim ve bir tiyatrosever olarak şimdiye kadar Şehir Tiyatroları'nın oyunlarına hiç gitmemiş olduğumu fark ettim. Sahnelerin hep sapa yerlerde olduğunu düşünüyordum ki Muhsin Ertuğrul Sahnesi aklıma gelince hemen oyunları incelemeye aldım ve ilk oyun olarak Duşan Kovaçeviç'in yazmış olduğu bu güzel oyuna bilet aldım. Bundan sonra Şehir Tiyatroları da takibimde olacak. Bilgilerinize (ve teşekkürler Pınar)! :)

Yalnız Muhsin Ertuğrul Sahnesi gibi yepyeni bir salonun giriş-çıkışında yaşanan hengâme, gişedeki insanımsı canlı ve kocaman salon için ayrılan minyatür fuayeden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir de biraz akustik sorunu var gibi geldi bana ama bu fazla teknik bir konu olacağı için pas geçiyorum.

Bu sene izlediğim ikinci Duşan Kovaçeviç oyununu da çok beğendiğimi söylemeliyim. (İlki için buraya buyrun.) Sırp yazar Kovaçeviç bu oyunu için 'sanırım en iyi komedim bu' demiş. Ama öyle gözünüzden yaşlar gelerek ağız dolusu güleceğinizi düşünmeyin. Aslında oyun tam bir kara komedi. Sırbistan'da her geçen gün artan intihar vakalarının toplumsal bir felaket olduğunu düşünerek yola çıkarak 2008 yılında bu oyunu yazan yazar, kendi meşru müdafaasının adının ise komedi olduğunu söylüyor. Sistemin intihara sürüklediği bir insana yardım elini uzatarak kurtaranların hikayesi (olduğunu söylemeyi isterdim ama ne yazık ki öldürmeyip süründüren daha büyük yalancılar başrolde!) Ağlamanın ve haykırmanın yaşam belirtisi olduğunu ve bu haykırışların dalga dalga çoğalacağını vurgulayan sahnelerinden etkilendiğim oyunun sonunda aklımda kalan soru cümlesi ise şu oluyor: Kurt neden ot yemez?

Serhat Mustafa Kılıç pek çok farklı rolün altından inanılmaz bir başarıyla kalkmayı başarabilmiş. Sahnede en çok onun canlandırdığı karakterlere bayıldım. Başta onu olmak üzere diğer tüm oyuncuları (Bennu Yıldırımlar, İbrahim Can ve Bora Seçkin) ve başarılı uyarlamasıyla ve sahne tasarımıyla yönetmen Nurullah Tuncer'i çok tebrik ediyorum. 23 Mart'ta Şehir Tiyatroları'nın Nisan ayı biletlerinin satışa çıkacağını unutmadan söyleyeyim. Bu arada sorunun yanıtını düşünmeyi de unutmayın: Kurt neden ot yemez?

İyi seyirler...

Anjelika Akbar'dan "İçimdeki Türkiyem" Resitali

15 Mart Pazartesi akşamı Türkiye İnsan Kaynakları Vakfı'nın (TİKAV) 11. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen Anjelika Akbar konserini izlemek için İş Sanat'taydık. Şafak Akın ve eşi Hamdi Akın tarafından 15.01.1999 tarihinde Ankara’da kurulan TİKAV, üniversite öğrencilerinin kişisel ve sosyal gelişimlerine katkıda bulunarak gençleri geleceğin lideri olmaya hazırlayan ve Türkiye’nin insan kaynakları kalitesini yükseltmeyi hedefleyen bir vakıf. Bu doğrultuda uyguladıklarıı Bireysel Gelişim Programı ile de Türkiye’de bir ilk oldukları söylenebilir. Vakfın faaliyetleri ile ilgili daha detaylı bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.

Gelelim konsere... Daha önce bahsettim mi hatırlamıyorum ama ben sanatın pek çok dalıyla ilgili olmama rağmen klasik müziğe hep uzak kalmışımdır. Üstelik önceki aile evimde Ongun, şimdi ise İso'cum tam bir klasik müzik tutkunu olmalarına rağmen nedense ben bilinçli bir dinleyici olamadım. Ankara'daki CSO konserleri ve Ongun ve İso'nun bana klasik müzik dinletme çabaları da genellikle başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü klasik müziği onlar gibi içindeki her bir enstrümanın ayırdına vararak, parçaların hikayesini ve ruhunu hissederek ve tam anlamıyla müziğin içine dalarak dinleyemediğimin farkına vardım. Ben de dinlerken dalıyorum, ama tamamen farklı bir hayal dünyasına... Klasik müzik ise arkadaki fon müziği görevi görüyor benim için... :) Yine de nadiren de olsa gerçekten çok keyif alarak dinlediğim konserler ya da müzikler olmuyor değil.

Anjelika Akbar'ın "İçimdeki Türkiyem" konseri de onlardan biriydi ve hatta en birincisiydi diyebilirim. Toplam iki saat süren konserde zamanın nasıl geçtiğini anlamadım desem yeridir. Nar çiçeği rengi elbisesinin içinde muhteşem görünen sanatçı tuşlar üzerinde uçan parmaklarının yanı sıra sahnede yaydığı enerji ve güzelliğiyle de bizleri adeta büyüledi. Çok iyi konuştuğu Türkçesi ve anlattığı hikayeleriyle ne kadar içimizden biri haline geldiği ve Türkiye'yi ve Türk insanını ne kadar benimsediği açıkça görülüyordu. En önemlisi de içinden taşan samimiyetinin üzerimizde yarattığı hipnoz etkisiydi ki konser bittiğinde bile kimsenin yerinden kalkmaya niyeti yok gibi görünüyordu. :) Ama elbette kalktık ve Anjelika Akbar'ın İçimdeki Türkiyem CD'sini alarak kendisine imzalattık. (Bu arada satın almak isteyenlerin dikkatine: CD piyasaya çıktı!)

















Konser boyunca programın üzerine Anjelika Akbar'ın anlattığı hikayelerle ilgili notlar aldım, ama eve gelip CD'yi incelediğimde içindeki TİKAV kitapçığında bu hikayelerin de yer aldığını gördüm. Boşa kürek çekmişim anlaşılan. :) Yine de hoşuma giden hikayeleri buraya not düşeyim:

...Anjelika Akbar'ın, Türkiye'ye geldiğinden beri Kasım Gülek ve ailesi ile çok yakın bir dostluğu varmış. Kasım Gülek bir gün kendisinden Anadolu'yu anlatan bir beste istemiş. Normalde kısa sürede bitirebileceği besteyi üç yıl boyunca tamamlayamayan sanatçı üç sene sonra fırtınalı bir Antalya gününde coşan denizi izledikten sonrasında gelip Anadolu Esintileri adlı bestesini tamamlamış. Ve aradan bir saat geçmeden Amerika'dan bir haber almış: Kasım Gülek tam da o saatlerde vefat etmiş!...


...Önce Sevgi adını verdiği, daha sonra Elif Şafak'ın Aşk romanını okuduktan sonra adının Aşk olmasının daha doğru olacağını ve anlatmak istediği duygunun derinliğini daha iyi anlatacağını düşünerek adını değiştirdiği "Aşk" adlı bestesine bayıldım...


...Oğlu Yürek için bestelediği "Yüreğin Valsi" beni alıp götürürken, bizim Dandini ninnimizdeki danaların bostana girmesi falan gibi aksiyonlardan tedirgin olup yeniden uyarlaması beni güldürdü. Kendi uyarlaması da az aksiyon içermiyordu doğrusu! :)...


...Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nın ilk kurucu öğretim üyesi olduğu zaman bestelediği Yeni Yollar adlı bestesi çok hoşuma gitti. Rusya'da piyano eğitimi alan sanatçının buradaki konservatuara kurucu üye seçildiğinde kendini bir an için her sınıfta bir tane hocaya bir tane de öğrenciye olmak üzere yüz tane kuyruklu piyanonun bulunduğu Rusya'da sanarak burası için neler istediğini sorulduğunda "20-25 tane Steinway kuyruklu piyano" diye cevap vermesi ve karşılığında "Türkiye'de toplamda o kadar Steinway marka kuyruklu piyano vardır" yanıtını alarak bir anlamda Türkiye gerçeğiyle tanışması...


...17 Ağustos depreminden sonra iki hafta boyunca piyano çalamamış. Çünkü piyano çalmanın kendisi için büyük bir zevk olduğunu ve onca ıstırap ve acı yaşanırken bunu yapamayacağını düşünmüş. En sonunda piyanosunun başına oturduğunda ise içinde depremin öncesini, deprem anını, sonrasındaki acıyı, ağıtı ve umudu barındıran genel havası hüzünlü "Kırık Yay Üzerine Ağıt" parçasını ortaya çıkarmış...


...Can Dündar'ın köy enstitüleri ile ilgili belgeseli için kendisinden bir beste istemesi üzerine öğrendiği bir Türkiye gerçeği daha ve ortaya çıkan nefis "Köy Enstitüleri" bestesi...


...Türkiye'ye geldiğinde Rusya'dayken Kafkas ya da Azeri bir şair olarak bildikleri Nazım Hikmet'in kendi sesinden şiirlerini dinleme fırsatı bulduktan sonra kendisine Türkçeyi sevdiren bu büyük usta için yaptığı "Yalnız Çınar" bestesi...


Arkadaşı Tayyibe Gülek'in düğünü için bestelediği "Anılar", karşıtlar birliği ve uyumsuzluğun uyumu olarak tanımladığı İstanbul'a yağmurun ne kadar yakıştığını düşünerek ortaya çıkardığı "İstanbul'da Yağmur", Kosova'da yaşananlar ile ilgili yaptığı hüzünlü bestelerinden biri olan "Kosova", bir şampuan reklamı olarak hazırlamasına rağmen kriz dolayısıyla şirketin reklam anlaşmasından vazgeçmesi sonrasında elinde kalan ve dinleyicilerinden aldığı isim önerileri doğrultusunda adına "Yarınlar" adını verdiği umut dolu beste, 10. Yıl Marşımız, TİKAV'a ithaf ettiği Gezginin Şarkısı ve daha neler neler... O gece orada olsaydınız sizin de yerinizden kalkmak istemeyeceğinize eminim.

Sevgi ve umut ile döndüğüne inandığı güzel dünyasında yaşayan ve o güzel dünyasını daha da güzelleştiren güzel bir sanatçı, güzel bir anne, güzel bir kadın ile gerçek anlamda tanışmış olduk Pazartesi gecesi. İnsanın yüzü hırstan dolayı gerilmeden, gözlerinin ışığı sönmeden, gülüşü kaybolmadan, yüreği sertleşmeden de başarılara (hatta daha anlamlı olanlarına) imza atabileceğinin en güzel örneklerinden birini gördük sahnede. Sizlerin de onu sahnede, piyanosunun başında görmenizi dilerim. Ama o an gelene kadar yeni çıkmış olan "İçimdeki Türkiyem" albümünü almaya ne dersiniz?

Bu keyifli gece için TİKAV'a, TİKAV için bestelediği Son Bir Şans adlı şarkısıyla kendisiyle tanıştığımız rap sanatçısı Ege Çubukçu'ya ve gecenin tartışmasız yıldızı Anjelika Akbar'a sonsuz teşekkürlerimi ve sevgilerimi gönderiyorum. İyi ki varsınız!

Mim: 2009 neden İyi Geçti?

Sevgili Sinem tarafından mimlenmişim. Bu kez 2009′un neden iyi geçtiğine dair 5 madde (en az) yazılacak ve 5 kişi mimlenerek oyuna dahil edilecekmiş. Aslında 2009 son yıllarda hatırladığım en kötü senelerden biriydi. Genel olarak kayıplar, hastalıklar ve bunalımlarla damgasını vurmuş olsa da yaşamıma mutlaka iyi bir şeyler de vardır içinde diye düşünerek oturdum mim'in maddelerini yazmaya.

2009 iyi geçti çünkü,

1) Spora gidecek, blog yazacak, tiyatroya, sinemaya, sergilere gidecek, kitap okuyacak, çeviri yapacak ve yiyip, içecek kadar sağlıklı bir sene geçirdim.

2) Her sene minimum iki tane yurtdışı seyahat hedefimizi gerçekleştirdiğimiz bir sene oldu. (Paris'e ikinci gidişimdi ama olsun, İso'cumu gezdirdim.) Her ikisi de yeni yerler, yeni fotoğraf kareleri, yeni yemekler ve şaraplarla dolu çok keyifli gezilerdi. Bir de yine çok keyifli yurtiçi gezilerimiz oldu Antakya ve Kemer'e... Senenin en güzel haftalarıydı bunlar...

3) Sevmediğim insanları görmeme ve onlarla aynı ortamlarda bulunmama lüksüne sahiptim bu yıl da... (Dalga geçmeyin, bu gerçekten büyük bir lüks bence!)

4) Kolay ya da zor yollardan sevdiklerimin değerini bir kez daha anladım. Onları kaybetmeyi asla istemediğimin ve hayatım boyunca yanımda olmalarının benim için ne kadar önemli olduğunun bir kez daha farkına vardım. Zor yollardan anladıklarımla ilgili olarak yaşanan nahoş olayların telafisi ve düzelmesi sonucunda hissettiğim o büyük rahatlama ve mutluluk duygusunun değerini anlayabilmiş olduğumu umarak, bir daha böyle nahoş olaylar yaşanmaması için kendi adıma elimden geleni yapma kararı aldım.

5) Çevremde ve ülkemde olup bitenlere karşı hâlâ duyarlı ve ilgili kalabilerek 2009'u tamamladım. Algılarımın, duygularımın ve tepkilerimin körelmediğini görmek mutluluk verici. Ayrıca ne olursa olsun 2010 ile ilgili planlar yapacak kadar umutlu bitirdim 2009'u. Eh, öldürmeyen acı da güçlendirdiğine göre 2009'un yaşanan tüm sevimsiz anlarına rağmen beni daha olgun bir insan yapmış olduğunu düşünüyorum (ya da öyle olmasını ümit ediyorum).

Bu Mim'i yanıtlamak isteyen herkese göndereyim ben de.

2010'un hepimiz için 2009'dan daha güzel geçmesi dileğiyle...

2 Film & 1 Kitap

Cuma günü öğle yemeği için oralara yakın bir yerde çalışan Pelin'le Astoria'da buluştuktan sonra metroyla Cevahir'e giderek bu aralar görüşemediğimiz son birkaç ayın acısını çıkarırcasına iki üç güne bir buluştuğumuz Gizem'le kahve ve alışveriş turu yaptık. Saat akşamüstü beş civarı tam ayrılmamıza yakın İso'cum aradı ve "Astoria'da bir şeyler yiyip sonra sinemaya gidelim mi?" dedi. Ya Romantik Komedi ya da Eyvah Eyvah'a gitmek istediğini söylediğinde kocamın acilen kafa dağıtmaya ihtiyacı olduğunu anladım ve "Eyvah Eyvah'a gidelim o zaman," dedim. :) Gizoş sağ olsun akşam yediye kadar bana eşlik etti. Daha sonra bana yine Astoria yolları göründü.

Eyvah Eyvah, senaryosunu Ata Demirer'in yazdığı eğlenceli bir komedi filmi. Filmde saf bir köy çocuğu olan klarnetçi Hüseyin (Ata Demirer) ile İstanbul'un barlarında şarkıcılık yapan feleğin çemberinden geçmiş Firuzan'ın (Demet Akbağ) hayatlarının kesiştiği sırada yaşanan maceralar konu ediliyor. Ben Ata Demirer'i severim, BKM yapımlarını severim ama Demet Akbağ'ı ayrı severim. Bu filmde de canlandırdığı Firuzan karakterinin hakkını nasıl verdiğini görünce bir kez daha bayıldım kendisine. Hele kalamarlı siyah risotto ve emlakçıdan çıktıkları sahnelerde tam anlamıyla koptum. Eğlenceli vakit geçirmek için gidilebilecek güzel bir film. Tavsiye ediyorum.














Cumartesi günü de İso'cumla birlikte Gizem'den aldığım Up In The Air filmini izledik. Açıkçası vizyona girdiğinde kafamda "George Clooney'nin ne kadar yakışıklı olduğunu görme filmi" gibi özel bir kategori yaratıp, görmeye gerek olmadığını düşünüp, gitmemiştim. Ama gerçekten çok beğendiğim bir film oldu. Ryan (George Clooney), kriz döneminde küçülmeye giden şirketlerde işten çıkarılacak çalışanlara kötü haberi vermek üzere onlarla görüşmeler ayarlayan bir profesyonel. Dolayısıyla hayatı havada geçiyor. Uçaklarda, havaalanı otellerinde, milyonlarca mil biriktirerek. O kadar ki bavul hazırlama ve kuyruklarla ilgili stratejiler bile geliştirmiş. Örneğin Ryan'a göre çocuklu ailelerin olduğu kuyruğa girmemek gerekiyor, çünkü en az 20 dakika zaman kaybediliyor. Bir de yaşlılara dikkat! Çünkü hareket etmeleri ölmelerinden daha zordur, diyor Ryan! :) Bu arada o havalı kravat kutusundaki çeşit çeşit kravata rağmen filmin büyük bir bölümünde neden o klasik lacivert çizgili kravatı taktığını ise merak etmedim değil. Neyse, lafı dağıtmayayım, yılın en fazla iki ayını evinde geçiren Ryan'ın gerçek evi havaalanı otelleri olunca elbette aile bağları ya da aşk ilişkilerine de ayıracak zamanı pek olmuyor. Zaten bu durumdan şikayet ettiği de söylenemez. Ailemizi, dostlarımızı, iş arkadaşlarımızı, komşularımızı, tanıdığımız tüm insanları "sırt çantamızda" taşıyamayacağımıza inanıyor çünkü. Bazı hayvanlar bunu yapıyorlar, ama biz onlardan biri değiliz diyor. Ve ne mutlu ki film hiç de korktuğum gibi klasik bir sonla bitmiyor.














Ben Up In The Air'i beğendim. Diyaloglar etkili, oyunculuklar başarılı, genel bir sorun sayılabilecek bir konuya gösterilen eleştirel ve insani yaklaşım dikkate değer. Sizlere de izlemenizi tavsiye ediyor ve George Clooney'i Abdullah Gül'e benzetenleri huzurlarınızda bir kez daha kınamak istiyorum!

Kitap önerim ise çoook eskilerden... İnci Aral'ın 1998'de çıkan İçimden Kuşlar Göçüyor adlı kitabını kadın okurlara öneriyorum. Geçen haftalarda Beyoğlu'ndaki sahafları gezerken İnci Aral eksiklerimi tamamlamak için almıştım. Yazarın kendi yaşam öyküsünden bir kesit olduğunu bilmeden aldım. Orta yaşlarını süren bir kadın yazarın zorunlu olarak menopoza girmesi ve sonrasında bu süreçte yaşadığı sıkıntılar,duygu ve düşünceler anlatılıyor. İnci Aral'ın anlatımı her zamanki gibi harika. Kanseri yenen ve sonrasında menopozla yaşamayı öğrenen bir kadının son derece cesur, açık ve samimi bir dille yazılmış hikayesi. Her ne kadar orta yaşlara dair gözümü biraz korkutsa da çok gerçek bir kadın hikayesi. İnci Aral severlere ve benim gibi şu ana dek bu kitabını okumamış olanlara kesinlikle tavsiye ediyorum.

Sıradaki yazım süper bir konserle ilgili olacak. Benden ayrılmayın...

Naturémed

Kapıma bırakılan NT Hayat dergisi sayesinde tanıştım Naturémed ile... Kaliteli kağıda basılmış, içinde keyifli yazılar ve konular olan, adındaki NT harflerinin açılımı Nişantaşı ve Teşvikiye'ye yakışan şirin bir semt gazetesi NT Hayat. İncelemek isterseniz buraya buyrun.

İşte bu şirin semt gazetesinin daha da şirin bir köşesinde Naturémed'in bana göz kırptığını gördüm. :) Beni cilt bakımına davet ediyordu. Telefon edip konuştuğumda ise bunun yalnızca müşteri çekmek için yapılan ucuz taktiklerden biri olmadığını öğrendim. Artık bu tür ücretsiz cilt bakımı ya da başka hediyelerin altından genellikle "önce yıllık bilmem ne paketimize üye olursanız bir adet ücretsiz cilt bakımı hediye ediyoruz" falan gibi şeyler çıktığını duymuştum. Ayrıca her yere güvenmek zaten çok zor, önüne çıkana cildini teslim edemiyor insan doğrusu.

Bir de güvendiğiniz yerlerde bile kampanya kullanımı sırasında isteksizce, laf olsun diye uygulama yapan çalışanlarla karşılaşmak mümkün oluyor. Örneğin daha önce birkaç kez gittiğim bir güzellik merkezinde yılbaşı döneminde "bir masaj alana bir masaj bedava" kampanyası vardı, ama bedava olan masajı yaptırırken adeta dayak yiyor gibi hissettiğimi hatırlıyorum. İlki yumuşacık, ikincisi "bedava" olduğunu hatırlatırcasına sert!! Bu durumu hiç anlayamamışımdır zaten! Sanki ben gidip, kapılarına dayanıp, bana bedava masaj ya da cilt bakımı yapın diye yalvarmışım gibi bir hava yaratmak da neyin nesi? Promosyonu aklıma ve gözüme sokan sen değil misin nihayetinde? Sinirlendim bak yine! Neyseki o güzellik merkezinin sahibi ve işletmecisi çok düzgün, eğitimli ve ilgili bir kadın olduğu için şikayetimi anlayabildi, özür dileyebildi ve bana bir masaj teklifinde daha bulundu. Benim tek istediğim şikayetimin dinlenmesi, anlanması ve en azından bir özür dilenmesi olduğu için teklifiyle ilgilenmeyip, bir daha oraya gitmesem de en azından bir sefere mahsus bir durum olabileceğini düşünerek hiçbir zaman kimseye oranın kötü reklamını da yapmadım. Hâlâ da isim vermeyerek yapmamaya özen gösteriyorum.















Naturémed ile ilgili de telefon sonrasında bile kafamda bazı soru işaretleri vardı. Mekanın temizliği, iki krem sürüp cilt bakımı yaptık derler mi düşüncesi, hangi ürünleri kullandıkları, çalışanları gibi birçok şeyi merak ediyordum. Ve geçen hafta Perşembe günü bütün bu sorularıma yanıt buldum.

Tertemiz bir yer Naturémed. Son derece ilgili ve güleryüzlü uzman çalışanları var. Cilt bakımında sadece kozmetik enstitülerinde satılan Alman markası Dr. Baumann ürünleri kullanılıyor. Cilt bakımı dışında lazer epilasyon, bölgesel incelme, ozon terapisi ve bunların yanı sıra liposuction, kaş kaldırma, botox gibi estetik operasyonların da yapıldığı merkez hakkında daha detaylı bilgi almak için web sayfalarına bakabilirsiniz. Yaklaşık bir saat süren cilt bakımı için gidecekseniz, kendinizi Petra Hanım'ın hünerli ellerine bırakmanızı öneriyorum. Memnun kalacağınızı ve gün boyu ışıltı saçacağınızı garanti ederim.

İletişim Bilgileri:

Adres: Valikonağı Cad. Sinoplu Şehit Cemal Sok. Çamsarayı A. C.Blok, No:6 / D:1, Nişantaşı (Valikonağı'nın en sonunda, Casa Club'ın yanında)

Telefon Numaraları: 0212 240 66 33 - 240 88 59

E-posta: info@naturemedestetik.com

Ben (yeni kitabımın çevirisine başlamadan önce) bu hafta kendimi şımartma hakkımı sonuna kadar kullanıyorum. Size de şımarık molalar dilerim. :)

Budakaltı - Güncel Durum Raporu

Geçen hafta içinde Ankara'daki çok sevdiğim kafelerden biri olan Budakaltı'nın restoran şefi Tayfun Bey'den bir e-posta aldım. Benim Budakaltı ile ilgili yazımı okumuş, olumlu görüşlerim için teşekkür etmek ve olumsuz görüşlerim konusunda da beni aydınlatmak amacıyla bana yazmaya karar vermiş.













Tayfun Bey'in açıklamasını aynen ekliyorum:

"Restaurantımızda su servisi, öğle ve akşam yemeği saatleri içinde misafirlerimiz masaya oturduklarında yapılır ve ne kadar su içerlerse içsinler kişi başı bir su yazılır (şu anki fiyatı 1,5 tl). Diğer saatlerde ve yemek almayan misafirlerimize istemezlerse su servisi yapılmaz. Sizin yaşadığınız olumsuzluğun servis personeli veya kasiyer hatasından kaynaklandığını düşünüyor ve özür diliyorum. İkinci olarak yazınızda belirttiğiniz yemek fiyatları şu anki fiyatlarımızdan pahalıdır. Fiyatlarımızı internet sitemizden inceleyebilirsiniz."

Tayfun Bey'e Budakaltı'ndaki güncel durum ile ilgili yaptığı bilgilendirme için teşekkür ediyorum. Ankara'ya bir dahaki gidişimde beni yeniden misafir etmek istediklerini yazmışlar. Zaten ilk yazımda da dediğim gibi Budakaltı'na kolay kolay rest çekmem mümkün değil. Hele buraya kendi halimde yazdığım ufak eleştirilerimden sonra bana dönmeleri de çok hoşuma gitti. (Gerçi iki sene sonra ama olsun! :) ) Budakaltı, Ankara'ya her gittiğimde kesinlikle uğrayacağım yerlerden biri olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Sizin de aklınızda olsun. Arjantin Caddesi'nde Budak Sokak 6 Numaranın bahçesinde bir mola vermeye kesinlikle değer!

Yaratıcı Tasarımlar

Bu kez yazıya gerek yok... Hoşuma giden yaratıcı tasarımlardan bazılarını buraya eklemek istedim. Umarım siz de beğenirsiniz...

Gouda Peyniri'nin Adresi

Genellikle yurtdışından ithal edilen Hollanda'nın meşhur Gouda peynirini Türkiye'de, Antalya'nın Side bölgesinde kurdukları 150,000 m2'lik bir çiftlikte üreten birileri olduğunu biliyor muydunuz? Sezer Group bünyesinde kurulan Rani Çiftliği’nde her türlü et, süt, süt ürünleri, peynir çeşitleri (Edam, Maasdam, Mozeralla, Gouda, sade ve baharatlı kaşar çeşitleri) narenciye ve sebzeler doğal yollarla üretiliyormuş. Ayrıca yıllık 10 ton civarında zeytin üretimi yapılan çiftliğin ürünleri ise ağırlıklı olarak grubun Side'de bulunan tatil köylerinde tüketiliyormuş.








Peki, biz nasıl ulaştık bu harika Gouda peynirine? Aslında şimdiye kadar ulaşmamış olmamız bir hataymış, çünkü Rani Çiftliği ürünleri hemen yanı başımızda satılıyormuş. Akaretler'den yukarı çıkarken Beşiktaş Plaza'yı biraz geçtikten sonra yol üstünde göreceğiniz organik peynirciye mutlaka uğramanızı tavsiye ediyorum. Bizim gibi Gouda peynir hayranıysanız kimyonlu ve hardallı Gouda çeşitlerini denemenizi öneririm. Değilseniz de doğanın sunduğu onlarca seçenek arasında hoşunuza giden bir şeyler mutlaka bulursunuz. Fiyatlar için de kısacık bir not düşeyim: Marketlerde ithal peynirlerin fiyatlarının uçtuğunu biliyorsunuzdur. Burada ise fiyatlar bu kalitedeki ürünler için oldukça uygun seviyelerde. Hatta kilo fiyatları market fiyatlarının neredeyse yarısı seviyelerinde.

Şarabına eşlik eden penir tabaklarını renklendirmek isteyen tüm peynirseverlere duyurulur. :)

Afiyet olsun!

Sinema Değil "Görsel Şölen"

Geçtiğimiz iki hafta sonu izlediğim iki ayrı filmden bahsedeceğim bugün. Zaten sanırım birini izlemeyen bir tek ben kalmıştım bloglar aleminde! O da inadım yüzündendi. İstinye Park'taki AFM Sinemalarının IMax 3D teknolojisine sahip olan salonunun H sırasının ortasından izlemek için azmetmiştim! Daha doğrusu benim adıma kocam azmetti ve yer buldu.

Tahmin ettiğiniz gibi Avatar'dan bahsediyorum. Bilenler bilir ben öyle fantastik yapımlardan pek hoşlanmam. Bilim-kurgu, animasyon falan bana uzak şeylerdir. Hayatım boyunca Harry Potter, Star Wars, Lord of the Rings gibi insanların çılgınca sevdikleri film ve kitap dizileri nedense hiç ilgimi çekmemiştir. Açıkçası Avatar'dan da hoşlanmayacağımı düşünüyordum, ama ara verilmemesine rağmen üç saat boyunca keyifle izledim. Bu arada en güzel yerden bilet alarak ve benimle ikinci kez filme gelerek izlememin asıl nedeni olan İso'cuma aşağıdaki kolajda yer alan Toruk Macto resmini ithaf ediyor ve bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. :)















Ama sanırım filmin gösterime girmesinin üzerinden aylar geçtiği için, üzerinde konuşmayan bir tek ben kaldığım için, "fikri Roger Dean'in tablolarından çalan sahtekar James Cameron "söylemlerinden gına geldiği için (gerçekten de çalmış galiba, çok benziyordu çünkü görüntüler!), hasılat rakamlarından, Oscar beklentilerinden (ki en iyi film, oyunculuklar ve yönetmenlik ödüllerini alsa üzülürdüm; bence hak ettiği ödülleri aldı) ve çıkan haberlerden artık sıkıldığım için filmi beğenmeme rağmen inanılmaz etkilendiğim, "sinemada son nokta" ya da "hayatımın filmi" olarak gördüğüm bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. (filmin bu kadar tantana yaratmasına da Amerikalıların pazarlama başarısı diyebilir miyiz acaba?) Ama görülmesi gereken, üç saat boyunca bilgisayar oyunu benzeri güzel bir dünyada Na'vilerle zaman geçirip dönebileceğiniz, konunun ya da oyunculukların değil görselliğin ön planda olduğu keyifli bir film olduğunu söyleyebilirim.

Klasik manşet sözlerden biri olan "görsel şölen" ifadesiyle tanımlayabileceğim diğer film ise Nine. Federico Fellini'yi anlatan 8,5 adlı eserden esinlenilerek çekilen Nine filminde yönetmen Guido Contini'nin (Daniel Day-Lewis) bir türlü bitiremediği, kafasında oturtamadığı, tıkandığı bir filmiyle ilgili süreç anlatılır. Ünlü yönetmenin konsantrasyonunu bozan şey ise hayatındaki kadınlardır! Filmin kadın oyuncularını duymuşsunuzdur. Kadınlara bir uyarı: Bu kadar hoş hatunun en hoş hallerini izlerken kısa süreli bir bunalım yaşayabilirsiniz. Yanınızda bir kare çikolata bulundurun ve her birinin sahnesinde dilinizin altına bir parçasını yerleştirmeyi unutmayın! İhtiyacınız olan serotonini salgılamanıza yardımcı olacaktır. Daha şiddetli bir bunalım duygusuna kapılırsanız, kendinizi alkole verebilirsiniz. Erkeklere not: Hadi yine iyisiniz, tadını çıkarın! :)















Oyuncular, kostümler, sahneler ve müzikleriyle çok başarılı bulduğum filmden, bir sinema filminden çok sahnede canlı izlenen bir tiyatro oyunu tadı aldığımı söylemeliyim. Metres rolündeki Penelope Cruz yine favorilerim arasındaydı. Mazbut eş Luisa rolündeki Marion Cotillard'ın hem hüzünlü hem de tepkili olduğunu sahnelerdeki performanslarını çok beğendim. Nicole Kidman, Sophia Loren ve Judi Dench rollerine tam oturmuşlardı. Ama en bayıldığım sahne "Be Italian" performansıyla Fergie'nin sahnesi oldu. Youtube'a girebilenler buraya buyurup, izleyebilirler. Bir de film İtalya'da geçtiği için havasından mıdır suyundan mıdır bilmem Avrupa filmi tadında bir film olmasından da ayrıca hoşlandık. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

Sıradaki...:)

81'lik Bir Genç: Burhan Doğançay

Son iki haftadır fazla gezdiğimin farkındayım. Nedeni ise öncesindeki iki ay boyunca her günümü çeviri yaparak geçirmiş olmam! O yüzden bir süre mola verdim ve notlarımın arasında olan yerlerden başladım. Onlardan biri de Burhan Doğançay Müzesi'ydi.

Burhan Doğançayİstanbul Modern'deki birkaç eserinden, Murat Ülker'in satın aldığı 2.7 milyon lira değerindeki Mavi Senfoni'sinden ve Milas'taki bir lastik tamircisinin dükkanından ilham alarak ortaya çıkardığı Taş Duvar'ından tanıyordum. Görüldüğü üzere hakkında pek de bilgi sahibi değildim.

Daha sonra nereden duyduğumu hatırlamıyorum ama Burhan Doğançay'ın Beyoğlu'ndaki tarihi bir müzeyi Türkiye'nin ilk çağdaş sanat müzesi olarak açtığını duydum. Müzenin açılış tarihi 2004, kendi duyduğum tarihi hatırlamıyorum, ama o zamandan beri gezmek istediğim yerler arasında bulunan bu yeri daha yeni görebildim.

Dört (küçük) katlı müzeyi sanatçının babası Adil Doğançay'a ayrılan yarım kat ve Burhan Boğançay'ın erken dönem eserlerinin bulunduğu yarım kattan oluşan en üst kattan gezmeye başlamalısınız. Zaten Burhan Doğançay'ı ve işini çok severek yaptığı belli olan ilgili, güleryüzlü ve bilgili görevli Cumali Bey sizi yönlendirecektir.

1900'de doğan Adil Doğançay genellikle tuval üzerine yağlıboya çalışmış ve empresyonist manzaralar, deniz resimleri ve natürmortlar yapmış. Müzede sergilenen eserlerinin çoğu 1940 ile vefat ettiği 1990 yılları arasında yapılmış. Doğayı “en büyük öğretmeni” olarak nitelendiren sanatçı, eserlerinin çoğunu açık havada üretmiş. İlk resimde onun resimlerinden bazılarını görüyorsunuz.















Dördüncü katın diğer yarısı Burhan Doğançay'ın 1950 ile 1965 yılları arasında yaptığı erken dönem resimlerinden oluşuyor. Fransa'daki öğrencilik yıllarında, dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı gezilerde (120 ülke gezmiş) ve New York'ta yaptığı bu resimlerin büyük çoğunluğu özel koleksiyonlarda yer aldığı için bu bölümde çok az resim bulunuyor. Gizoş'la birlikte bu bölümün en sevdiğimiz eseri olan "Sessiz Gemi" adlı tabloyu aşağıda görebilirsiniz. En alttaki resmin sağ alt köşesindeki "Nüfus Patlaması" adlı eseri de erken dönem çalışmalarından.



















Sonraki katlarda Burhan Doğançay tarzını daha açık ve net bir şekilde görebiliyorsunuz. Kent duvarlarına duyduğu hayranlığı değişik yorumlarla ortaya koyan Doğançay, ağırlıklı olarak ‘kolaj’ çalışmalarıyla tanınıyor. Binaların işlevsel bir parçası olan kapılar, duvarların da bütünsel bir bölümü olduğu için kapılar da sanatçının ilgi odağı olmuş. Kapılara, renklere, graffiti çeşitlerine veya eserlerine dahil ettiği objelere göre duvarları yeniden üretiyor. Duvarlardan topladığı afiş ve objeler de eserlerinin ana bileşenleri arasında. Kurdeleler Dizisi de (aşağıdaki resimde sol altta örneklerini görebilirsiniz) kent duvarlarıyla ilgili 70’ler ve 80’lerdeki yorumunu bize sunuyor.















Bana göre sanatçının en ilgi çekici bir başka serisi ise 1990'dan bu yana devam ettiği Çifte Gerçekçilik serisi. Bu kapsamdaki eserlerde üç ana unsur bulunuyor: duvarlarda bulunan gerçek nesneler, ışık ve gölge. Bazı eserlerinde gölgelerin gerçek mi yoksa çizilmiş mi olduğunu anlamak mümkün değil. Yukarıdaki resimde prizlerin ve anahtarların asılı olduğu duvarlar da bu serinin örneklerinden. Koniler Serisinde de çok hoşuma giden çalışmalar olduğunu söylemeliyim. Duvarlara asılan posterlerin dış hava koşullarıyla ve insan dokunuşlarıyla kıvrılarak koni şeklini almasından yola çıkarak oluşturduğu çalışmalarının müzedeki örneklerindne en beğendiğimi ise yukarıdaki fotoğrafın üst sırasının ortasında görebilirsiniz. Siyah-beyaz ve kırmızı ojeli tırnakların birleşimi harika olmuş, değil mi?

















Burhan Doğançay'ı hepimiz tanıyoruz, ama ne kadar muhteşem bir değere sahip olduğumuzun yeterince farkında mıyız dersiniz? Örneğin onun 2005’ten bu yana her yıl 1500 okuldan 8-14 yaşlarında ortalama 7000 öğrencinin katıldığı bir resim yarışması düzenlediğini ve kazananları Paris ve Londra'ya sanat gezilerine gönderdiğini, eğitime sanat üzerinden destek vermeye çalıştığını biliyor musunuz? 2000'in üzerinde eseri olduğunu, bunların pek çoğunun yurtdışındaki müzelerde sergilendiğini, yurtdışında Türkiye'de olduğundan daha fazla tanınmasına rağmen açtığı müzeyle ya da az önce bahsettiğim türden etkinliklerle kendi ülkesine sırf kendi olanaklarıyla ne kadar büyük katkılarda bulunduğunu biliyor muydunuz? İçi pırıl pırıl ve son derece modern olan bu şirin tarihi apartmanın içindeki müzeye sanatçının eşi Angela Hanım'ın elinin değdiğini ve her sene değişiklikler yapmak üzere elini değdirmeye devam ettiğini biliyor muydunuz? Sayfalar dolusu başarıya imza atmış bir sanatçımızın müzesini açıldığından bu yana ziyaret edenlerin yüzde doksanını ülkemize gezmeye gelen turistlerin oluşturduğunu? Sizce de yapılması gereken çok açık değil mi?

İyi ki varsın Burhan Doğançay! Ellerine, emeklerine, özverine ve o genç bakışına sağlık! New York, Bodrum ve İstanbul üçgeninde upuzun ve çok sağlıklı nice yıllar geçirmen ve ruhumuza hep iyi gelmen dileğiyle...

Müzeyi gezmek için Balo Sokak No:42'ye gidiyorsunuz. Krokiye müzenin web sayfasından ulaşabilirsiniz. Gittiğinizde Cumali Bey'e de selamımızı iletin, olur mu?

Ben Yaşardım Aşk ve Sanatla (2)

Semiha Berksoy sergilerinin yarısını görebildiğimi, diğer yarısını ise daha sonraya bıraktığımı daha önce yazmıştım. Sermet Çifter Salonu'ndaki bölümü ise bu Salı günü görmeye karar verdim. Gizoş da daha önce gezmiş olmasına rağmen benimle birlikte yeniden gelmeye razı oldu. Belki de çıkışta bir yerlerde oturup şarap ve peynir tabağına dalma fikriydi kendisini cezbeden. Bilemiyorum artık! "Kısmet" mi desem? :)

İlk yazıyı oldukça detaylı yazdığım için bu kez resimler konuşsun istiyorum. Bu salonda da izleyebileceğiniz dokuz dakikalık bir video gösterimi bulunuyor. Semiha Berksoy'un o yaşında çıkardığı sese ve yaşam enerjisine inanamayacaksınız. Onun dışında yine resimleri, çarşaf çizimleri (hatta sağ üst resimde gördüğünüz üzere buzdolabı kapağı çizimleri) desen çalışmaları yer alıyor. En alt sıranın sağında maymunlar, ortasında ise Nazım ve Semiha ikilisini görüyorsunuz.














Ancak bu salonun diğer salondan önemli bir farkı var. Çünkü burada mektuplar, aldığı ödüller, takıları gibi Semiha Berksoy'a ait özel eşyalar ve piyanosuyla, oyuncak bebeğiyle, şamdanlarıyla, yatak başlığından sarkan serumuyla yatak odasının birebir kopyası bulunuyor.














Verilen emek ve hazırlığıyla, küratörüyle, düzenlenişi ve açıklamalarıyla, eş zamanlı yayınlanan sergi kitabıyla ve yapılan tanıtımıyla uzun zamandır gördüğüm en profesyonel ve en başarılı sergiydi diye düşünüyorum. Zaten gerçek bir sanatçıya ve bu kadar yaratıcı bir kadına da böylesi yakışır doğrusu. 100. yaşın kutlu olsun Semiha Berksoy! Nice 100 yaşlara!

Lezzet Önerileri

Malumunuz geçen hafta sonu doğum günü kutlamaları kapsamında İso'cumla birlikte durmadan yedik ve içtik. Bu hafta da durmadan spor yapsak iyi olacak gibi! O yüzden bu yazıda sizlere lezzet önerilerinde bulunacağım.

Cuma akşamı Veda filmine girmeden önce Kanyon'daki L'Entrecote de Paris'e gittik. Paris'teki ünlü et restoranının İstanbul şubesi ne zamandır denemek istediklerim arasındaydı. O meşhur soslu antrekotunu denemek için salata, antrekot ve kremalı (veya kızarmış) patatesten oluşan menülerinden söyledim. Orta pişmiş istediğim yumuşacık etim tam ayarında geldi ve gerçekten çok lezzetliydi. Ama geri kalan şeyler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kremalı patates çok başarılı değildi. Salata denilen şey zaten üç beş marul yaprağından ibaretti. İso'cumun iyi pişmesini istediği T-bone steak yanmadan önceki son aşamasında masamıza ulaşabildi. Soğan çorbası ise ancak geçer not aldı. Bir de Türk şaraplardan yalnızca Terra markasının olması ve taneli hardal bulunmayışı (gerçi aldırdılar, ama olsun) nedeniyle birer not daha kırdım kendilerinden.












Önerim: Öğle yemeği için buraya gidin ve antrekot menü söyleyin. Yanında içeceğiniz bir kadeh şarap veya soft içecek de fiyata dahil olacaktır. Böylelikle makul bir süre içinde, makul bir fiyat karşılığında en güzel yemeklerinin tadına bakmış olursunuz! Menüyü incelemek için buraya buyrun. (Resmi de web sitelerinden aldım.)

İkinci önerim yeni şarap keşfimiz olacak: Egeo! İki çeşidini denediğimiz Egeo'nun anında yeni favorilerimizden biri haline geldiğini söylemeliyim. İso'cumu bu güzel keşfi için kutluyor, Egeo-Cabernet Sauvignon ve Egeo-Cabernet Sauvignon&Merlot karışımlarını bir an önce denemenizi öneriyorum. Ege'de yetiştirilen Fransız üzümlerinden yapılan ve her ikisi de ödüllü olan bu şaraplar hakkında daha fazla bilgi almak için Kav Şarap Butiği'ne uğrayabilirsiniz.


Sırada Cumartesi akşamı spor dönüşü yediğimiz akşam yemeği var. Doğum günü çocuğu olarak sushi istedim ve geri kalan her şeyi kocacığıma bıraktım. :) Yine başarılı bir seçim yapan İso'cum ise Itsumi'den sonra (ya da en az onun kadar lezzetli diyeyim) yediğim en güzel sushiyi söyledi. Nereden mi? İste buradan. Sushiseverler, Mori'nin eve servis siparişlerinde %20 indirim olduğunu unutmayın ve henüz denemediyseniz dokuz yıldır Mayadrom'un içinde hizmet veren Türkiye'nin ilk sushi restoranının menüsünden kendi damak tadınıza göre ortaya karışık bir şeyler söyleyin. Pişman olmayacaksınız.

Peki, her şey tamam da doğum günü pastası nerede diye sorarsanız işte o da hemen yan tarafta duruyor. Aslında yeterince kalori aldığımız için pasta aldırmamayı düşünüyordum ama Sevgili Ruhdağı'nın mum üfleme ve dilek tutma ile ilgili yazdığı kutlama mesajından sonra en azından bir cupcake alabileceğimize karar verdim. İso'cum da hemen evimize çok yakın ve cheesecake'lerini çok lezzetli bulduğumuz, Fransız cafelerine benzeyen şirin bir butik cafe olan Cakehouse'dan bir cupcake kaptı. Hımmm, bu da nefisti doğrusu! Mumumu da üfledim, 32. yaşıma dair tüm dileklerimi tuttum, nefesimi de tuttum, bekliyorum! :) Cakehouse'un telefonu: 0-212-327 28 00 ya da 0-532-571 46 45. Sipariş için aklınızda olsun. Yeri ise Nüzhetiye Caddesi üzerindeki Kuk Yapay Çiçek mağazasının hemen karşısında.

En kısa zamanda burada bahsettiğim tatları denemeniz dileğiyle, ama siz siz olun, hepsini aynı hafta sonu denemeye kalkmayın. Sonra yerinizden kalkamayabilirsiniz! :)

Veda

Öncelikle filmi beğenen grupta olduğumu belirteyim. Atatürk ile ilgili yapılan işlere büyük bir heyecanla ve olumlu önyargıyla yaklaşırım ve böyle bir dehaya sahip bir ülke olarak onu anlatan sanat eserleri açısından oldukça kısır olduğumuzu düşünürüm. Neyse ki artık bu tür işler ehil eller tarafından yapılmaya başlandı. Yaklaşık iki hafta sonra da yine çok başarılı bir yapım olacağını düşündüğüm Dersimiz Atatürk vizyona girecek. Onu da merakla bekliyorum.

Veda filmini "tam kapsamlı bir Atatürk filmi" olarak görmenin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Zaten böyle bir filmi çekmek mümkün olur mu bilmiyorum. Atatürk'ün askerlik hayatı, siyasi hayatı, savaşları, gerçekleştirdiği sosyal devrimler, liderliği ve ileri görüşlülüğüne dair örnekler, özel ilişkileri ve dost meclislerinin tamamı anlatılmaya kalkılsa kaç saatlik bir film çıkardı acaba? Bu yazdıklarımın tamamını bir filmde görmeyi bekleyenlerin durmadan hayal kırıklığına uğrayabileceklerini söylemeliyim. (Bunları filmlerden değil kitaplardan öğrenmemiz gerekiyor bence.) Yine de buna rağmen filmde Atatürk'ün bu sözünü ettiğim yönlerinin hepsine dair izler bulmak da mümkündü.

Veda filmi Atatürk'ün altı yaşından beri dostu, can yoldaşı, yardımcısı, yaveri olan Salih Bozok'un gözünden anlatılmış bir Atatürk hikayesi. Atatürk ölüm döşeğindeyken Salih Bozok'un gözünde onunla ilgili canlanan anıları, çocukluktan beri birlikte yaşadıkları, kendince ona ettiği ihanetler canlanıyor ve 10 Kasım sabahı Dolmabahçe'de Ata'nın yatak odası ile o günler arasında film boyunca sürecek bir yolculuk başlıyor.














Zülfü Livaneli imzası her sahnesinden belli olan filmin çok özenli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların seçiminden makyaja, dekor ve kostümlere, filme dahil edilen hikayelere ve konuşmalara kadar her şey çok başarılı olmuştu. Atatürk'ün dört ayrı dönemini canlandıran oyuncuların hepsi de çok başarılılardı. Sinan Tuzcu, Ali Rıza Bey rolüne de tam oturmuştu. Salih Bozok'un makyajının biraz fazla kaçmış olduğunu düşünüyorum. Oğlunu canlandıran çocuk da filmin en başarısız oyuncusu olarak dikkatimi çekenler arasında. Atatürk'ün yaşamındaki önemli kadınlar olan annesi Zübeyde Hanım, Fikriye ve Latife Hanım tiplemeleri bence çok güzeldi.

Eleştirilerime gelince: müzik unsuru biraz eksik gibiydi. Yani fragmanındaki müzik ve görüntü bütünlüğü çok etkili olmasına rağmen filmdeki müzik kullanımı biraz yetersiz kalmış gibi geldi bana. Salih Bozok'un makyajı ve oğlundan önceki pargrafta bahsetmiştim. Bir de kurtuluş mücadelemizi anlatan yalnızca Çanakkale Savaşı görüntüleri vardı. Sonra İzmir'e girildi ve sonra zaten Cumhuriyet kurulmuş ve devrimler gerçekleştirilmişti. En azından Cumhuriyet'in ilanına ilişkin bir sahne de olabilirdi. Bir de Atatürk'ün Fikriye öksürdükten sonra mendiline bulaşan kanı gördükten sonra "Neden söylemedin bunu bana? Senin ablan da veremden ölmüştü zaten," dediği sahneyi biraz yadırgadım. Oradaki replik olmamış, dalga geçer gibi bir hava oluşmuş (ki salonda da kıkırdaşmalar oldu o sahnede).

Ama daha önce de dediğim gibi genel anlamda çok beğendiğim, özenildiği, emek verildiği, severek yapıldığı çok belli olan bir film olduğunu söylemeliyim. Olumlu ya da olumsuz eleştirilere kulaklarınızı tıkayıp gitmeli ve kesinlikle bu filmi görmelisiniz. Başta Zülfü Livaneli olmak üzere tüm Veda ekibinin ellerine, emeğine ve yüreğine sağlık diyorum.

Bu arada ben birçok insanın da o beklediği "destansı kahramalık filmini" bulamadığı için hayal kırıklığı yaşadığını düşünüyorum. Aslında ben de bir savaş kahramanı olarak Atatürk 'ün ve Kurtuluş Savaşı'mızın anlatıldığı bir filmin çekilmesini çok istiyorum. Hayal ürünü olan kahramanlık filmlerini bile ne kadar heyecanla izlediğimizi bir düşünün. Bizler gerçek bir kahramana ve muhteşem bir destana sahip olduğumuza göre kim bilir böyle bir proje hepimiz için ne kadar heyecan verici olur. Çanakkale Savaşı'ndan Cumhuriyet'in ilanına kadar olan yaklaşık sekiz yıllık bir süreci anlatan bir dönem filmi harika olmaz mı sizce de? Bence önce Veda'nın oynadığı salonları doldurarak bu ekibe bol bol para kazandıralım, sonra da sıradaki Atatürk filmiyle ilgili beklentilerimizi iletelim onlara (ve ilgilenebilecek diğerlerine). Atatürk anlatmakla biter mi dersiniz? Keşke O'nun yaşamının farklı kesitlerini farklı gözlerden anlatan 100 tane film çekilse de 101. filmle ilgili beklentilerimizi yazsak...

İyi seyirler.

Vahşet Tanrısı

Geçen Çarşamba “Vahşet Tanrısı” adlı oyunu izlemek için Atlas Pasajı'ndaki Küçük Sahne'ye gittik. Geçtiğimiz haftayı çok dolu dolu geçirdiğimiz için yazısını ancak yayınlayabiliyorum.

Oyun, Yasmina Reza tarafından 2006'da yazılmış ve aslında yurtdışındaki temsillerinde oldukça ağır tempolu ve dram havasında oynanıyormuş. Ancak bizdeki durum biraz farklı, çünkü oyuna Celal Kadri Kınoğlu eli değmiş ve değmişken de hikayeye bolca komedi unsuru serpiştirilmiş. Yine de oyunun türü için komedi değil de trajikomik demek daha doğru olur.

Zafer Algöz, Zerrin Tekindor, Ülkü Duru ve İşdar Gökseven gibi çok başarılı oyuncuların yer aldığı oyunda günümüz anne-babalarının çocukları ve birbirleri ile yaşadıkları sorunlar ve çağımız kadın erkek ilişkileri konu ediliyor. Vahşet Tanrısı, pek net olmasa da aşağıda gördüğünüz Michel (Zafer Algöz) ile Veronique'in (Ülkü Duru) evinin salonunda geçiyor. Annette (Zerrin Tekindor) ve Alain (İşdar Gökseven) de onlara zoraki misafir gelmiş bir çift. Bir arada bulunmalarının tek nedeni çocuklarının kavga etmiş olması ve bu durumu medeni bir şekilde tartışıp bir çözüme kavuşturmayı istemeleri! (Oyunla ilgili fotoğraflar için buraya tıklayabilirsiniz.)










Uzlaşmak için bir araya gelen bu dörtlünün her birinin karakter arızalarına tanık olmak istiyorsanız, medeni ve olgun görüntü sergileyen bir anne-baba ya da çiftin altından neler çıkabileceğini merak ediyorsanız, her birinin (her birimizin) içindeki potansiyel vahşet tanrısıyla tanışmak istiyorsanız bu oyun izlemelisiniz. Bunların hiçbiriyle ilgilenmiyorsanız bile -zaman zaman abartıya kaçtıklarını düşünsem de- oyuncuların her birinin muhteşem oyunculuklarını izlemeye gidebilirsiniz. Hatta sırf Zerrin Tekindor'un oynadığı Annette'in oyunun başıyla sonu arasında hem ruh hali hem de fiziksel olarak geçirdiği değişimi görmeye bile gidebilirsiniz. Bu arada hemen işin magazin boyutuna kaçarak kısa bir not da düşeyim: Zerrin Tekindor'un televizyonda göründüğünden çok daha güzel bir kadın olduğunu düşünüyor ve mümkünse Matmazel rolünden kurtulur kurtulmaz bir süre hep saçları açık gezmesini rica ediyorum. :) İlk fırsatta bir sergisine gidip resimlerini de görmeyi çok istediğim sanatçının web sayfasındaki fotoğraflarına da bayıldığımı belirteyim.

Tek perdelik oyun yaklaşık bir buçuk saat sürdükten sonra tam tadında bitiyor. Atlas Pasajı'ndan çıkar çıkmaz ise Beyoğlu'nun havasından mı suyundan mı bilinmez insanın canı bir iki kadeh bir şey içmek istiyor. :)

İyi seyirler.