Salı Sallanmasın Dedim

Ve attım kendimi dışarıya. Duman konseriyle ilgili geçen hafta sütten ağzım yandığı için 13 Nisan'da İstanbul Live'daki konseri için yoğurdu üflemeye karar verdim. Geçen Cumartesi günü "kapıdan alırız" diye sallandığım konserin biletlerinin günler önce tükenmiş olduğunu öğrenince 13 Nisan biletlerini şimdiden almak üzere düştüm yollara. Biliyorsunuz mecbur kalmadıkça Biletix kullanmak yerine Fizan'a bile gitmeyi tercih ediyorum. Bu kez de yerinden aldım biletlerimizi bakalım. Çıkışta da attım kendimi Akademililer'e.

20 Mart'ta yeni serginin açıldığı haberini almıştım. Yine genç Akademili sanatçılardan birinin resim sergisi var mekanda: Gizem Enuysal'ın Oyunda Kal isimli sergisi. Sergiye adını veren 200X300'lük tuval üzerine yağlıboya tabloyu aşağıda görebilirsiniz:


Bayıldığım iki kocaman resim de aşağıda duruyor. Üstteki Gardrobun Önünde'yi tamamen alamamış bile olabilirim. 200X450 büyüklüğünde bir tuvale yapılmış olan bu güzel resmi şahsen bir vintage giysi dükkanına ya da Galata'daki butikler gibi küçük ama özellikli tasarım atölyelerine yakıştırdım kendimce. Satılmıştı. Kim bilir, belki de onlardan birine gitmiştir. Alttaki ise Operasyon Öncesi adlı tablo. Onu da bir özel hastanenin otel lobisine benzeyen şık girişine asalım mı, ne dersiniz? :)


Bu üçlü dışında en beğendiklerim ise aşağıdaki kolajda duruyorlar. Ama hem bunlar hem de çok daha fazlası 20 Nisan'a kadar Akademililer Sanat Merkezi'nde sizleri bekliyor olacak. Sakın unutmayın.

Aşağıda sağ üstteki ayıcıklar ve sol altta arabalarında gezmeye çıkarılmış bebişler favorilerim arasına girdiler. Sol üstteki Kırgın'ı da çok beğendim. Yaşlı, yalnız kadın figürleri bana hep dokunaklı gelmiştir. Belki de anneannemin son dönemlerini hatırlattığından öyle olabilir. Gizem Enuysal'ın da sergide yer alan kara kalem çalışmalarından biri de anneanneydi bu arada. Sağ altta yer alan figür ise sanatçının ta kendisi. 


Daha sonra biraz Sahaflar Çarşısı'nda dolaşıp, Koska'da bir süre kendimi kaybettiğim bir mini Beyoğlu turunun daha sonuna geldikten sonra market alışverişimi yapıp evime geldim. Marketten sezonun son portakallarından aldım bol bol. Anneanne ve portakal demişken, anneannemin mevsimi biten meyve için "gelin oluyor" dediğini Twitter'da paylaşmıştım. Burada da paylaşmak ve cümle içinde kullanmak istedim yine: "Portakal gelin oluyor." :) Ya işte böyle. Yuvadan uçmadan önce bol bol yemeli portakallardan. Sonra da biliyorsunuz "yeniyi tattım her derdi attım" diye kahkahalar atarak sezonun ilk çileklerini, eriklerini ve kirazlarını yiyeceğiz afiyetle. :)

Şimdi izninizle biraz Duman dinleyeceğim, zira Duman Cuma'ya feci yakışır. İsterseniz gelin, birlikte dinleyelim.

...Harcandım, harman kaldım
Gündüz soldum, akşam açtım
Haydi babam coş
Burada müzik hoş
Gerisi bomboş
Olalım yine sar-sar-sarhoş...
İyi hafta sonları...

Dioptrics Fotoğraf Sergisi

Emine Akbucak, “Dioptrics Fotoğraf Sergisi”
1-14 Nisan 2012
Galeri Artist - Çukurcuma

Işık-Zaman-Mekan olgusu üzerine bir fotoğraf çalışması.

Işık “görmek” ediminin ana unsurunu oluşturuyor. Işık olmadan birçok şeyin varlığından söz etmemiz mümkün değil. Geceyle gündüz arasındaki farkın temel kaynağını oluşturan da o. Kendini bazen nesnede görünür kılıyor, bazen nesnenin kendisini görünür kılıyor.

Nesnenin kendisi varlığını ışığın aydınlatıcı etkisinde ortaya koyuyor. Işıkla birlikte süslenerek kendine en güzel görünümü veriyor. Işığın kendisi de bazen nesneyle olan buluşması, içiçeliği sırasında kendi gizli yanlarını açığa vuruyor.

Dioptrics serisiyle ışığın gizemini aramaya başladım. Nesnelerin her seferinde başka bir elbiseye bürünüp kendilerini gözler önüne sermesi, ışığın nesneye çarpması, nesneden yansıması, onu yeni baştan var etmesiyle mümkün oluyor.

Işığın oluşturduğu nesneye ait gölge ve ışığın kendisi arasındaki ilişki biçimiyle ilgilenmeye başlayan Emine Bucak, bu ilişki biçiminin kendine ait bir mekan-yer-zaman olgusu yarattığını gözlemledi. Var olan nesnel gerçekliğin ötesine taşınan soyut başka bir gerçeklik kavramı üstünde yoğunlaştı. Işık-Zaman-Mekan incelemesini mimari yapılar ve nesneler üzerinde yaptı. Işık ve gölge oyunlarının ayrıcalıklı bir perspektif oluşturduğu mimari yapılarda geometri ve renk kompozisyonları aradı. Çalışmanın geldiği en son noktada renk unsuru ön plana çıktı. Soyut sanatın özünde rengin çok büyük bir yere sahip olduğunu gördü.




Emine Akbucak: “Renkler tıpkı müzikte olduğu gibi insan ruhunu direkt ve derinden etkileyen soyutlamayla gelen bir algılama biçimi yaratıyor. Işığın ve renklerin sahip olduğu çarpıcılığı fotoğraflarla izleyiciye aktarmak, izleyiciyle fotoğraflar arasında öznel bir ilişki biçimine ulaşmak istedim. İlham aldığım düşünceleri paylaşmak isterim:

Arthur Schopenhauer - İsteme ve Tasarım Olarak Dünya: “Mimarlık yapıtlarının ışıkla özel bir ilişkisi vardır. Onlar tam gün ışığında, arkada mavi gök varken iki kat güzelleşir. Ay ışığından büsbütün farklı etkilenirler. Dolayısıyla, güzel bir mimarlık yapıtı dikmek gerekiyorsa, her zaman onun ışığa, çevre koşullarına uymasına önem verilir. Bunun başlıca nedeni, bütün parçaların, parçaların bütün ilişkilerinin ancak parlak, güçlü bir ışıkla görünür kılınmasıdır. Bence, ışığın doğasını açığa çıkarmak, tıpkı ışığın düpedüz tersi olan ağırlık ile katılığın doğasını açığa çıkarmak gibi, mimarlığın işlevidir. Çünkü, ışık büyük, ışığı geçirmeyen, dış sınırları keskin, çeşit çeşit biçimler verilmiş taş tarafından durdurulur, sınırlanır, yansıtılır. Böylece, ışık özünü, niteliklerini en saf, en açık biçimde açıp sergiler. Bu, bakanlara büyük bir haz verir; çünkü ışık, algı aracılığı ile elde edilen bilginin en yetkin türünün hem koşulu hem de nesnel bağlaşığıdır.”

Honzade Uralman:“Bilgi nesnenin kendisinde başlar, duygularla algılanır ve insan bilincinde çeşitli soyutlamalar ve birleşimlere uğrar. Kavramlaşır, ulamlaşır, yasalaşır ve sonra yeniden nesneye döner.”


Hanım koş! O Sözün Doğrusu Buymuş :)

Küfürüyle, argosuyla, deyimleriyle, farklı anlamları olan eş sesli sözcükleriyle, birçok anlama çekilebilecek imalı ifadeleriyle kendisini pek çok severiz. O ayrı... Yine de her şey gibi dilin bu zenginliklerini kullanmanın da doğru yeri ve zamanı olduğunu düşünenlerdenim. O yüzden de gündelik hayatta kullandığım birçok kelimeyi burada, (faydalarına çok inansam da dünyanın en yüzeysel ortamları olan) Facebook ya da Twitter  gibi sosyal paylaşım mecralarında kullanmam. Maille iletişimde bile beden dili ve vurgu eksik kaldığı için birçok şey yanlış anlaşılabiliyorken böyle ortamlarda mahallenin bıçkın delikanlısı falan gibi görünmek an meselesi olurdu herhalde.

O yüzden hiç gerek yok çünkü zaten gündelik hayatımda da ağzı bozuk biri değilimdir. Ama herkes kadar küfür ve argo da kullanıyorumdur sanırım. Hangimiz "eyvah, s*çtık!" ya da "Hass.." ya da "bugün çok b*ktan bir gündü" falan gibi küfür içeren cümleler kurmuyoruz ki? Ya da "kıza feci yazıyor", "çocuğu kesiyor", "yemedi tabi öyle söylemek", "sıkıyorsa gelsin" ve buna benzeyen, artık kulağımıza çok normal gelen ama aslında argo ifadeler kullanmıyor muyuz? Kullanıyoruz. (Hatta artık o kadar normal geliyor ki bu ifadeler kayınpederimle istediğimiz dondurma çeşitlerini bulamadığımızda "şey gibi kaldık ortada ya!" demişliğim vardır mesela.:)

Ama blogumda küfür içeren ifadeler kullanmam, çünkü ilgili, gerekli ve içerik güçlendirici olmadığını düşünüyorum. Yani tam aksi durumlarda kullanılmasına da karşı falan değilim. Blogda, filmde, tiyatroda, kitapta fark etmez; küfür ve argo o içeriğe, karaktere, konuya, vs uygunsa pekiştirici görevi görebilir. Örneğin Pucca (bu arada Pucca'nın blogunu bayılarak okudum uzun bir süre) falan gibi eski sevgili, üst kattaki densiz komşu ya da sevgilinin annesi ile ilgili kafa sesleriyle dolu hikayelerin olduğu bir blogda bu güzide küfürlerimizin esirgenmeden kullanılması çok doğaldır. Sonuçta onlar bu günler için varlar değil mi? :)

Gelelim dün aldığım bir yoruma. Dün uzun zamandır gitmek istediğim bir konsere bilet aldıktan sonra "azimli sıçan oldum" gibi bir şey yazdım Twitter'da. Birkaç saat sonra okurlarımdan birinden bloguma bir yorum geldi (reklam yazısı olduğu için birkaç gün sonra yayından kaldıracağım bundan önceki yazıya). Sağ olsun beni sevdiği için bunu görünce üzüldüğünü yazmış. Bu kadar sergi,sinema, tiyatro haberlerini aldıgı bir blog sahibesinin imajını yerle bir ettiğini düşünmüş bu tweet'imin. Ona yanıt olarak yazdım, ama içimdeki öğretmen harekete geçince daha çok kişiye ulaşsın diye bir kez de buradan yazmak istedim. Yıllardır pek çoğumuzun "azimle s*çan taşı/duvarı/mermeri delermiş" olarak bildiği atasözünün aslını açıklıyorum: "azimli sıçan taşı/duvarı/mermeri delermiş." Yani aslında azimli bir faregilden bahsediliyor burada. Bu minik sıçancık, o minicik haline bakmadan azimle uğraşıyor, çabalıyor ve duvarı deliyor. Birçoğumuzun bildiği versiyonu daha komik olsa da düşününce mantıklı da değil aslında, değil mi sevgili okur? Hani azim falan da bir yere kadar! :)

O yüzden panik yok, hâlâ burada kullandığı dile her anlamda (imlâ ve içerik) özen gösteren bir blog sahibesi var karşınızda. Ama "Ah bu bizim güzel, güzel olduğu kadar da lastikli Türkçemiz" demeden de geçemiyorum. Neyse, böylelikle bilmeyenlere bir atasözümüzün doğrusunu da öğretmiş oldum, fena mı oldu? Ben de bir ay falan önce Nihat'la Sivrisinek'in programında öğrenmiş, araştırıp, doğru olduğunu görüp "vay be, gerçekten de öğrenmenin yaşı yokmuş!" demiştim. Sıra sizde. :)


Türvak'ta 27 Mart Dünya Tiyatro Günü

TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde, Türk Tiyatrosu’nun yüzyıllık izlerini süren “Yüzyılın Tanıkları: Tiyatro” belgeselini ziyaretçileriyle buluşturuyor.

Yönetmenliğini ve metin yazarlığını İsmail Sancak’ın, yapımcılığını Filiz Ozankaya’nın üstlendiği 2001 TRT yapımı belgesel, “Tiyatro Yahut Tiyatro”, “Bitmeyecek Bir Oyunun İlk Repliği”, “Perde, Meydanlara Açılıyor” ve “Biz, Sahnedekiler” bölümleri ile tiyatromuzun kurumsallaşmasını önemli isimlerin portreleri çerçevesinde anlatıyor.


Müzenin birinci katında bulunan Ali Efendi Sinema Salonu’nda 27 Mart Salı günü saat 14:00’da başlayacak belgeseli tüm ziyaretçilerimiz Müze giriş bileti ile ücretsiz izleyebilecek.

Etkinliğin, Ali Efendi Sinema Salonu’nda gerçekleşmesi o gün için özel bir önem de taşıyor: Sirkeci’de Ali Efendi tarafından işletilmeye başlanan adı geçen sinema salonunun açılışı da 1914 yılının 27 Mart gününe rastlar.


TÜRVAK TİYATRO MÜZESİ’NİN BÖLÜMLERİ:

TÜRVAK Tiyatro Müzesi’nde, Darülbedayi turnelerinde kullanılan aksesuar sandığından, Tepebaşı’ndaki yanan “Dram Tiyatrosu”nun maketine, Behzat Butak’ın 1920’de yaptığı Küçük Kemal’in büstünden vefat eden tiyatro sanatçılarımızın portrelerine, Türk Tiyatrosu’nun Osmanlı’dan (Gedikpaşa Tiyatrosu), Darülbedayi’den günümüze 260 yıllık tarihi sergileniyor.

Muhsin Ertuğrul Salonu: Türkiye’de tiyatronun meslek olarak kabul edilmesini sağlayan Muhsin Ertuğrul, Türk Tiyatrosu’nun en büyük duayenidir. Vefatından sonra uzun yıllar hiç kimse kendisine ait ne bir belgeye ne de bir dokümana ulaşamamıştı. TÜRVAK olarak, eşi Handan Uran Ertuğrul ile kurulmuş olan, tamamen dostluğa ve güvene dayalı sıcak ilişkiler sayesinde Muhsin Ertuğrul’a ait özel eşyalara ulaşıldı ve Türkiye’de ilk defa TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi’nde 2002 yılında sergilenmeye başlandı. Bu salonda bulunanlar: Muhsin Ertuğrul’un Dragos’taki evinde bulunan çalışma masası, yağlı boya portresi, şahsi eşyaları, eşine ve Beklan Algan’a yazmış olduğu vasiyetler, şapkaları, takım elbiseleri; ilk eşi Neyyire Ertuğrul ile ikinci eşi Handan Uran Ertuğrul’un resimleri; daktilosu, çalışma koltuğu, özel çalışmaları; kostümleri ve balmumu heykeli.

İsmail Dümbüllü Salonu: Bu salonda geleneksel tiyatro temaşa sanatlarımız Orta Oyunu ve Karagöz-Hacivat bölümleri; Darülbedayi’nin afiş, belge ve fotoğrafları; afişçi Şeref’in orijinal baskı afişleri; Vala Somalı karikatürleri ve Mengü Ertel afişleri sergileniyor.

Behzat Butak Tiyatro Belgeleri Salonu: Türk Tiyatrosu’nun Osmanlı’dan (Gedikpaşa Tiyatrosu), Darülbedayi’den günümüze 260 yıllık tarihini belgelerle gözler önüne seren bu salonda, Fransızca, Osmanlıca ve Türkçe el ilanları; ödüller, eski tiyatro dergileri, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın imzalı maaş bordroları, masklar, biletler ve afişler sergileniyor.

Afife Jale Sergi Salonu: Darülbedayi’den şehir ve devlet tiyatrolarına, ünlü operet topluluklarından özel tiyatrolara kadar Türk Tiyatrosu’nun ödenekli-ödeneksiz tiyatro topluluklarının yer aldığı bu salonda, grupların oyun afişleri, el ilanları ve oyunların sahne ve perde arkası fotoğrafları sergileniyor. Ayrıca Jeyan Tözüm’ün (Hanımlar Terzihanesi / 1947) oyun kostümünü, Devlet Tiyatroları’nın tarihi oyunlarından padişah kostümünü ya da Altan Erbulak’ın frakını bu salonda görebilirsiniz.

Dünya Tiyatrolar Günü kutlu olsun. Bence tiyatrosuz kalmayın, sonra üzülürsünüz!

Guinness'i Tattım Her Derdi Attım

Cumartesi gecesi Türkiye'deki ilk Guinness deneyimimi Asmalımescit North Shield'da yaşadım. Aşağıdaki gibi bir geceydi işte, fazla söze gerek yok. "Yeniyi tatmış her derdi atmış" olmayı umuyorum!


Bugünün yazısı bu değildi ama diğer yazıyı koymak da içimden gelmedi. Nedeni 13'ün uğursuzluğu mu, benim bahar mutsuzluğum mu bilemedim. Bunu da kişisel bir not olarak buraya düşmüş olayım dedim.

Haydi bakalım, güzel bir hafta olsun hepimiz için.

Teşekkürler Blog :)

Çarşamba öğlen bu blog sayesinde tanıştığım isimlere bir yenisini daha ekledim: Mügemmell. Uzun süredir blogunu takip ettiğim, "keyif kadını" hallerine bayıldığım ve gerek okuduğumuz okullar gerek yaptığımız işler gerek özgür ruhlarımızı destekleyen -ve hatta daha da uçuran- aşklarımız açısından kendime yakın bulduğum Müge ile Atiye Sokak'taki House Cafe'de buluştuk. Daha önce de söylemiş olabilirim: ben sanal dünyanın hiç de sanal ve yüzeysel olmayabileceğine inananlardanım. Nasıl kullandığına ve ne paylaştığına bağlı olarak bir insanı çok iyi tanımanın bir yöntemi de olabilir pekâlâ. Bu sefer de öyle oldu. Sanal dünyanın en değer verdiğim paylaşım araçlarından biri olan blogum sayesinde kıpır kıpır, fıkır fıkır bir arkadaşım daha oldu. Hem de o da bir freelancer! (gerçi ben bu aralar bir freelancer'dan çok free'yim ama olsun, meslektaş da sayılırız..:)) Yani bu da demek oluyor ki hafta arasının trafik ve kalabalıktan uzak saatlerinde aynı Çarşamba günkü gibi şarap&peynir sefası yapabiliriz birlikte. Hatta ikincisinin zamanını belirledik bile, Mayıs başını düşünüyoruz. Bu kez buraya koymak için birlikte bir fotoğraf da çektirmeyi unutmamayı umuyorum. 

Biri ilkokuldan, biri kolejden, biri de blogdan tanıdığım olmak üzere arkadaşım olan Müge'lerin sayısı üçe çıkmış oldu böylece. Bence çok da iyi oldu.


Bu güzel buluşmayı ayarladığı için sevgili bloguma teşekkür ediyor ve hepinize keyifli bir hafta sonu diliyorum.


Not: Henüz Cuma&Cumartesi akşamı planı yapmamış olanlar buna ve buna bir göz atabilirler. Bence kaçırılmaması gereken iki tane harika konser etkinliği. Tadını çıkarın! 

Hâlâ Buradasın

Salı günü Mügemmell ile yapacağımız plan Çarşamba'ya ertelenince biz de öğlen Gizem'le buluşup Beyoğlu'na gittik. Aklımızda belirli tek bir rota vardı, kalanını doğaçlama gezeriz diyorduk, ama turun tamamını yüreğimizin götürdüğü yere giderek tamamladık. Çünkü görmek istediğimiz sergi buydu ama belirtilen adreste, hatta o sokak boyunca Alan İstanbul diye bir yer bulamadık! 

Biz de aynen geri dönerek Arter'de ne var acaba diye hiçbir fikrimiz olmadan daldık içeri. Önce ilgimizi çekmeyecek bir sergiymiş gibi geldi, ama elimizdeki kitapçıktan çalışmaların açıklamalarını okudukça Mona Hatoum'un Hâlâ Buradasın sergisinden çok etkilendik. (Buradan sergi kitapçıklarının önemine dair mesajımı da vermiş olayım. Özellikle modern işlerde!) Bu, sanatçının Türkiye'deki ilk kişisel sergisiymiş ve bu kapsamda 1990'lardan bu yana ürettiği 30'dan fazla iş bir araya getirilmiş. Beyrut'ta doğmuş Filistin kökenli bir İngiliz sanatçı olan Mona Hatoum yerleştirme, heykel, video, fotoğraf ve kağıt üzerine çalışmalar gibi çok çeşitli mecra ve yöntem kullanmış.  


Serginin adı olan Hâlâ Buradasın (You Are Still Here),yukarıda Gizem'le beni gördüğünüz o duvar aynasının üzerinde kumlama yöntemiyle Arapça olarak yazılı. O aynada kendini görmeyi, var olmanın, hayatta kalmanın teyidi olarak düşünmüş sanatçı. Hemen yanımızda yerde duran ve benim ilk bakışta taçlara benzettiğim cam objelerden oluşan çalışma ise A Bigger Splash: ve onlar taç falan değil, hareket halindeyken yakalanmış damlalarmış. Kocaman kan damlalarına benzemeleri için canlı kırmızı renkte yapılmışlar. Yukarıdaki kolajda üst sıranın en solunda yer alan Ecza Dolabı'nda (Natura Morta (medical cabinet)) rengarenk Murano camlardan yapılmış el bombaları bulunuyor! Alt sırada gördüğünüz Rende Paravan'ın (Grate Divide) bir de Rende Yatak  versiyonu bulunuyor. Rahatlık yerine rahatsızlık ve acı vaat edercesine...  Hemen yanındaki masa ne yazık ki bir rakı sofrasına dönüşmeyecek. Tabağın içinde bir video izleniyor ve ağızdan anüse ve tekrar ağıza, bir döngü halinde sindirim sistemindeki yolculuk izlenebiliyor. Endoskopi, kolonoskop, ve ekografi için kullanılan tıbbi ekipmanlar sayesinde yapılan bu "içsel" yolculuğu izlediğiniz eserin adı Deep Throat!


Sırada Worry Beads var. Yani yukarıda yerde gördüğünüz dev tespih. Birçok dinde dua ve meditasyona eşlik eden bir tefekkür nesnesinin her bir tanesi gülleye benzeyen dev boyutlarda yaparak savaş ve yıkıma dair çağrışımları harekete geçirmiş Mona Hatoum. Öndeki sandalyede kendine özgü siyah-beyaz deseniyle gördüğünüz geleneksel Arap baş örtüsünün siyah çizgileri uzun saç tellerinin işlenmesiyle oluşturulmuş. İnanılmaz bir şeydi. Adı Keffieh. Ve saç telleriyle incecik, hassas bir ağ oluşturduğu inanılmaz bir çalışma daha vardı ama fotoğrafı güzel çıkmaz diye çekmedim. Kesinlikle görmelisiniz.


Yukarıdaki yine yere yayılmış kırmızı çalışmanın adı Undercurrent (red). Kırmızı kumaşla kaplı elektrik kablolarından dokunmuş kare şeklindeki kilimin uzun bırakılmış uçları zeminde kıvrılarak geniş bir daire oluşturmuş. Kabloların ucunda ise nefes alır verir gibi parlayıp sönen ampuller bağlı. Aç bir hayvanın kolları veya bir kan gölü gibi etrafa yayılıyormuş hissi verilmeye çalışılmış. Biraz rahatsız edici haliyle...

Benim sizlere fikir vermesi için seçtiklerim bunlardı. Küratörlüğünü Emre Baykal'ın üstlenmiş olduğu bu güzel sergi 27 Mayıs'a kadar Arter'de görülebilir. Hazır havalar güzelleşmişken bizim yaptığımızı yapabilir, çıkışta Midpoint'in terasında güneşin altındaki masalardan birini kaparak harika manzaraya karşı yemeğinizi yiyebilirsiniz.

Şimdiden iyi gezmeler ve afiyet olsun. :)

Mehmet Erdem Mart Ayında Kendi Albümünü Çıkarıyor

Leonard Cohen’e benzetilen sesiyle internet ortamında şarkıları büyük ilgi gören Mehmet Erdem, Mart ayında kendi albümünü çıkaracağını duyurarak hayranlarını sevindirdi. Üstelik “Hakim Bey” adlı çıkış şarkısı, söz ve bestesiyle Sezen Aksu imzası taşıyor.

İnternette şimdiden kendine özel bir takipçi kitlesi yakalamayı başaran Mehmet Erdem, Türk Pop müziğine farklı bir ses getiriyor ve kendi albümüyle müzikseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin Leonard Cohen’i olarak görülen sanatçı, yeni albümünden sözü ve bestesi Sezen Aksu’ya ait olan “Hakim Bey” adlı şarkıyla çıkış yapıyor.

Uzun yıllardır farklı projelerle müzik dünyasının içinde yer alan Mehmet Erdem, son dönemin en sevilen dizilerinden “Leyla ile Mecnun” için yaptığı müziklerle de tanınıyor. “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Film Müziği” dalında ödül alan Mehmet Erdem, şimdi de yeni albümünü müzikseverlerin beğenisine sunuyor.

Mehmet Erdem’in kendine has vokaliyle Türk Pop müziğine yeni bir heyecan katacak olan albüm, Mart ayı içerisinde raflardaki yerini alacak.



Bir bumads advertorial içeriğidir.

İki Film: Bir Ayrılık ve Sığınak

Bu hafta ilk olarak uzun zamandır övgüyle söz edildiğini duyduğum ve 2012 Oscar Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film ödülünü alan Bir Ayrılık (A Separation) filmini izledik. 300.000 dolarlık bütçeyle çekilen ama sadece ülkesi İran'da yaptığı 3.300.000 dolarlık hasılatla bütçesini 10'a katlayan film pek çok festivalden de ödüllerle dönmüş. Eminim aldığı her ödülü hak ederek almıştır.


Filmin konusu şöyle: İyi halli ve eğitimli İranlı ailelerden biri olan Nadir (Peyman Moadi)ve Simin (Leila Hatami) çifti boşanmaya karar verirler. Simin, ailece yurtdışına gitmek ve kızını orada yetiştirmek istemektedir. Ama Nadir Alzheimer hastası babasını bırakamayacağını öne sürerek yurtdışına gitme fikrine karşı çıkar. Boşanmaya rıza gösterse de Kızını da almasına sıcak bakmaz çünkü kızının da kendisiyle birlikte kendi ülkesinde yaşamak istediğini düşünmektedir. Böylelikle ayrılırlar ve Nadir'in hasta babasına bakmak için bir bakıcı tutması gerekir. Çocuğuyla birlikte kocasından gizli olarak yardıma gelen dört aylık hamile Razieh de bu aşamada hayatlarına dahil olur. Razieh'nin yaşlı ve hasta babaya bakarken yaşadığı bir talihsizlik sonucunda bu iki aile davalık olurlar. 

Aile, adalet, ahlak ve vicdan kavramlarını sorgulatan, hiçbir karakteri yüzde yüz haklı/haksız bulamayacağınız , insanı merkez alan bir film Bir Ayrılık. Çok gerçekçi bir film. Çok doğal oyunculuklar. Özellikle Razieh (Sareh Bayat) ve kocası (Shahab Hosseini) sanırım favorilerim oldu. Her biri ayrı bir şekilde içinize dokunan hikayeler. Duyguları, vicdanı olan insanların hikayeleri. Yazan ve yöneten kişi aynı isim: Asghar Farhadi ve harika bir iş çıkarmış ortaya. Mutlaka izlemelisiniz.

Bahsetmek istediğim ikinci film ise bu hafta vizyona giren Sığınak (Take Shelter) filmi olacak. Jeff Nichols'ın yönetmenliğini yaptığı film 2011 yılında Cannes'da Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü ve SACD Ödülü başta olmak üzere pek çok ödül ve övgü toplamış.


Curtis (Michael Shannon) ve Samantha (Jessica Chastain) her şeyin monoton bir işleyişe sahip olduğu küçük bir Amerikan kasabasında yaşayan mutlu bir çifttir. İşitme engelli küçük kızları Hannah'nın özel eğitimi ve tedavisinden dolayı maddi anlamda sıkışık bir dönem yaşamaktadırlar. Ama asıl problem Curtis'in kâbuslar görmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Curtis uykularında -ve bazen uyanıkken bile- sürekli bir fırtına kâbusu görmektedir. Bu görüntülerden çok rahatsız olmaya başlar ve en sonunda işler öyle bir aşamaya gelir ki maddi-manevi tüm imkanlarını zorlayarak evinin bahçesine kapsamlı bir sığınak inşa etmek için gece-gündüz çalışır hale gelir. Filmin en ilgi çekici yanı Curtis'te takıntı haline gelen bu fırtına korkusunun bir paranoya mı yoksa gerçek temelleri olan bir endişe mi olduğu konusundaki merakınızı son dakikaya kadar canlı tutmayı başarması.



Michael Shannon, aklını yitirmenin sınırındaki "iyi adam ve aile babası" Curtis rolünde çok başarılı. Ama bence karısı Samantha'yı canlandıran Jessica Chastain de neredeyse aynı ölçüde başarılı diyebilirim. Açıkçası bir Amerikan yapımı olduğu için abartılı bir felaket filmi tadında olabilir diye düşünmüştük izlemeden önce. Ama izlediğimiz Avrupa filmi tadında bir psikolojik gerilim filmiydi. Her ne kadar biraz rahatsız ve tedirgin edici olsa da ve içinizi gerim gerim gerse de ben bu filmi çok beğendim. İzlemenizi tavsiye ederim.

Bu arada çağırdık çağırdık ve sonunda güneş geldi. :) Hepinize baharın tadını çıkarmaya başlayacağınız güzel bir hafta diliyorum.

Çanakkale Zaferinin 97. Yılı Kutlu Olsun


Bugünün önemini çok da güzel özetleyen bilinen bir hikayeyi bu kez de ben yazayım...
Dönemin Başbakanı Turgut Özal zamanında Japon eğitim uzmanları ülkemizin eğitim sistemini incelemek üzere Türkiye'ye gelmiş. Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunarken şunları söylemişler:

“Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”

Turgut Özal'ın “Nasıl olur?” sorusu üzerine kendi eğitim uygulamalarını anlatmışlar:

Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücüne inanmalarını sağlarız. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazaki'ye götürür, orada atom bombası atıldıktan sonra yıllardır ot dahi bitmeyen topraklarımızı gösterir ve deriz ki: "Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.
Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!
Japon uzmanın cevabı tokat gibidir: “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!
Özal döneminden bu yana çocuklarımıza Milli Ruh'un anlatılması konusunda oldukça fazla bir mesafe kat edildi. Tabii tam aksi yönde! Ama o Mili Ruh'un önemine hâlâ inanan, orada bizim şimdiki hür yaşamlarımızın temellerini atmak adına yaşamları pahasına mücadele veren Türk askerine saygı ve minnet duyan büyük bir çoğunluk olduğuna inanıyorum. Ben kendi adıma Çanakkale'de destan yazan Şehitlerimizi ve Ulu Önderimiz Atatürk'ü bir kez daha saygı ve rahmetle anıyor, huzur içinde uyumalarını diliyorum. Bu unutulmaz zaferin nice 97 yıllarını kutlamak, bugünlere nasıl ve ne canlar pahasına geldiğimizi hiç unutmamak dileğiyle.

Bu arada havaların güzelleştiği, kar kışın bitmeye başladığı önümüzdeki günlerde bir Çanakkale Şehitliği gezi programı yapmayı da düşünebilirsiniz. Gencecik yaşta vatan uğruna canlarını veren Mehmetçiklerin ruhlarına  minnetlerimizi ve onları hiç unutmayacağımızı yerinde iletebilirsiniz. 


İstanbul Modern Mağaza Koleksiyonu Yenilenmiş!

Duyduk duymadık demeyin! İstanbul Modern'in harika ürünlerle dolu mağazasına La La La İnsan Adımları ve Dünden Sonra sergilerinden esinlenilerek yapılmış yeni tasarımlar gelmiş. Hatırlamak isteyenler için bu sergilerden bu yazımda söz etmiştim. Bu yazıda da müze mağazasında bulabileceğiniz yeni ürünlerden birkaç örneğe yer vermek istedim.

Mesela aşağıdaki gibi iPad ve iPhone kılıfları var:


 (Burhan Doğançay - Cenevre


 (Cem Turgay - Ayna)

(Bülent Özgören - Kartal Kayası, Kerpe)

Sergi katalogları çıkmış:



Ve her zamanki gibi magnetler,anahtarlıklar, not defterleri, kartpostallar, tişörtler:





Ve daha neler neler...

6 Mayıs'a kadar hem sergileri gezmek hem de müze mağazasına uğramak için bir fırsat yaratın derim. 
İyi hafta sonları!

Ulaşılabilir Sanat Eserleri ve Sanat Kitapları Sunan Bonvagon 25 TL Kazandırıyor!

Henüz tanışmamışlar için belirtelim. Bonvagon, “gezer, seçer, getirir!” mottosuyla geçtiğimiz Eylül ayında yola çıkmış ve kısa sürede popüler hale gelmiş bir alışveriş kulübü.

Her gün sıradışı tasarım ürünler, özenle seçilmiş markaları %70’e varan fiyatlarla üyelerine getiren site, diğer sitelerden farklı olarak sanatsevere kategorisi ile sanat meraklılarının da en sık ziyaret ettiği sitelerden biri olmayı başardı. Dünyanın dört bir yanından birçok sanatçıya ait eserleri ve sınırlı sayıdaki edisyonları ulaşılabilir fiyatlarla üyeleri ile buluşturan site aynı zamanda sanat kitaplarına yer vermeyi ihmal etmiyor. Daver Darende, Sedef Yilmabasar gibi birçok ünlü Türk sanatçının yanında Metropolitan Museum of Art gibi dünya müzelerinden de ürünler de Bonvagon'un portföyünde..

Türk tasarımcıları buluşturdu!

Bonvagon’u heyecanla takip etmemizin bir diğer sebebi de tematik kampanyaları. Bu hafta Sıra dışı Tasarımcılar, Konuşan Tasarımlar isimli kampanyasıyla Türkiye’den seçtiği 27 tasarımcıyı, en orijinal ürünleri ile birlikte tasarım tutkunlarının karşısına çıkarıyor. Aida Pekin, Karaca Erdem, Dani Benreytan, Itır Saran’ın da içlerinde bulunduğu tasarımcıların eşi görülmemiş tasarımları sadece bir kaç tık ile ulaşılabilir hale getiriyor. Gelecek aylarda bizi bekleyen sürprizlerden ilk önce haberdar olmak için merakla Bonvagon’u takip ediyoruz. www.bonvagon.com’a hala üye olmadıysanız, acele edin deriz. Çünkü Mart ayı boyunca Bonvagon'a davet ettiğiniz her arkadaşınız sayesinde hem siz hem de arkadaşınız 25TL kazanıyor!


Bir bumads advertorial içeriğidir.

Kapak Kızı

Geç olsun güç olmasın. Ayfer Tunç'un Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi kitaplarını bu seneki İdefix Sanal kitap Fuarı'ndan almıştım. Dün Aralık ayından beri Okunacaklar rafımda duran kitaplardan ilkini bitirdim ve ikincisine başladım. Yıllar öncesinden tadı damağımda kalan Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek romanından sonra anladım ki iki tane daha harika roman beni bekliyor.

Ayfer Tunç, ilk kez 1992 yılında yayınladığı Kapak Kızı'nı 'zemin aynı zemin, inşa aynı inşa' olmak kaydıyla yeniden yazmış  ve kitap 2005'te Can Yayınları'ndan yayınlanmış.

Bir kış günü trenle Ankara'dan İstanbul'a giden banka müfettişi Ersin, radyo programcısı Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin birbirlerini hiç tanımamalarına rağmen aslında ortak bir noktaları var: bir erkek dergisinde çıplak fotoğrafları yayınlanan güzeller güzeli Şebnem. Bedensel çıplaklığı ile çevresindeki herkesi korunaklı bünyeleri çırılçıplak ve savunmasız bırakmayı başaran Şebnem. Kısa süreliğine de olsa yaşamlarına dahil olduğu insanlara ahlak anlayışlarını, aileyi, cesareti sorgulatmayı başaran, babasına ve hayata meydan okuyan Şebnem.

Ve kitaptan birkaç alıntı:

"...Bazen okuduğu romanda, hikayede yer alan önemsiz bir kişiye takılırdı. Takıldığı kişinin metne girme nedeninin bir tek cümleden ibaret olduğunu görür, herkesin hayatının doğru söylenmiş bir cümleye sığabileceğini düşünürdü..."
"...Gün geliyor, insan yaşamak oyununun hiç de kolay olmadığını anlıyor, bir zamanlar mükemmel sandığı işleyişte inanılmaz yanlışlar buluyordu. Selda yıllarca akrabalarıyla uyum içinde yaşadıklarını sanmıştı. Büyümek bu uyumun sahte olduğunu görmek demekti...."
"...Annesi hemen mutfağa girmişti, aman gecikmesin akşam yemeği. O akşam yemeği ki evlerindeki lezzetsiz huzurun, olmasa daha iyi denecek kadar kıpırtısız sevginin, su muhallebisi kadar yavan mutluluğun her akşam tekrarlanan büyük ritüeliydi..."
Kimse bilmediği sürece her şeyin aynı kalabildiği, iki yüzlü toplum düzenini çok net bir biçimde ortaya koyan bu romanı henüz okumamış olanlara tavsiye ediyorum. Bu romandaki bazı karakterlerin Yeşil Peri Gecesi'nde de yer almasından dolayı ardından da benim yapmaya başladığım gibi o romanı okuyabilirsiniz.  

Yılın Absürt Sporseverleri Ödülüne Talibiz! :)

Pazar günü bir anda gaza geldik. Ben zaten bir haftadır hastayım diye eve kapanmışım, sinirim bozuk. İso'cum işle ilgili sinir stres içinde. Pazar kahvaltımızı bitirip biraz evde mayıştıktan sonra açık havada yürüyelim de kendimize gelelim dedik. Hatta İso abartıp Belgrad Ormanları dedi ama ben "Nisan ortasından önce oraya gitmem, daha hava soğuk, Sarıyer sahile gidelim" deyince öyle yapmaya karar verdik. Saat ikiye doğru çıkıp yarım saat içinde yürüyüşe başladığımızda her şey harikaydı. 


Tamam, hava soğuktu ama biz de sıkı giyinmiştik, eldivenimiz berelerimiz vardı, dolayısıyla sorun değildi. Yarım saat kadar tempolu bir şekilde sahil boyunca yürüyüp yeniden geri dönecektik. Birbirimize sürekli "Bunu daha sık yapmalıyız. Açık havada daha çok zaman geçirmeliyiz. Spora daha çok zaman ayırmalıyız, vs, vs..." diyorduk. İşte ne olduysa o dönüş yolunda oldu! Çok hafiften bir şeyler yağmaya başladı. Önce dalga geçtik: "Accuweather'ın çisenti dediği şey yağıyor, bir şey olmaz," falan dedim ben hatta. Sonra bir anda yüzüm acımaya başladı. Nereden bilebilirdik buz yağabileceğini sevgili okur?! Resmen buzlu damlacıklar yağmaya başladı şiddetini artırarak. Dönüş yürüyüşünü haliyle çok daha tempolu bir şekilde tamamladık. Baktım zaten sırılsıklam olduk bari blogger sorumluluğuyla birkaç  fotoğraf da çekeyim dedim hatta. 



Isınmak için arabayı park ettiğimiz otoparkın karşısındaki börekçiye kendimizi atıp çay söylediğimizde eşofmanlarımız sırılsıklamdı. İso'cumun yüzünün kırmızı tonu görülmeye değerdi. Spor ayakkabılarımız su çekmiş, ağırlaşmıştı. Bereler tabi ki sırılsıklam olmuştu. Ormanda parkurun yarısında falan olsak ne olurdu diye düşündükçe içimiz daha da titredi. Birazcık kendimize gelince hemen arabaya atlayıp eve geldik. Hemen dediysek, İstanbul şartlarında yarım saat gibi kısa bir sürede. 


Üzerimizdeki ıslak her şeyi çıkarıp kendimizi adeta kaynar suyun altına attık. Uzunca bir süre suyun altında kalıp, daha sonra bir daha ihtiyacımız olmayacağını düşünerek kaldırdığımız polar sabahlık ve battaniyelere bürünerek kahvelerimizi içtik. İçimizin titremesi çok uzun süre sonra geçti; yerini boğazda yanma, gıcık ve öksürüğe bırakarak. Birbirimize baktıkça sinirimiz bozulup gülme krizine giriyorduk. Beşinci gününde olduğum antibiyotiğimin kafa seslerini falan yapıp daha da koptuk. Annemin "hazır huzurunu muzur etmek" lafı tam da bizim halimize uygundu bu Pazar. Oturup evde gazete, film, kitap keyfi yapmak varken donma tehlikesi atlatıp döndük anlayacağınız. Akşam bir de lapa lapa kar yağınca özellikle uğraşsak böyle abes bir yürüyüş günü seçemeyeceğimizi bir kez daha anladık.


Soğuk nevale İstanbul, sana sesleniyorum: Yeteri bil artık, daha fazla uzatma bence! Bildiğin agresif, depresif, huzursuz, arızalı tiplere dönüştük sayende. Lale, erguvan zamanı geliyor sen daha hâlâ grilerde, beyazlardasın. Bu somurtuk halinle güzel olduğunu sanıyor olabilirsin ama yeşiller, maviler, sarılar sana çok daha fazla yakışıyor bak dinle beni. Hem bize de yazık. Yetmedi mi artık bu işkence? Hadi bir silkin kendine gel ya! 

"Havalar nasıl olursa olsun" falan diyemeyeceğim artık. Havalar günlük güneşlik olsun, sizin de havanız iyi olsun. İyi haftalar!

Eleos ve Model

Her ne kadar şu an antibiyotik, parasetamol, çorba, pastil dışında bir şey yiyip içmiyor olsam da geçen Cumartesi günü harika bir sofrada harika bir gece geçirdim. O yüzden o günü yazayım da havam değişsin. 

Bu harika geceye ev sahipliği yapan yer Eleos'tu. Yani Beyoğlu'ndaki beyaz Rum meyhanesi. Ufacık tefecik ama çok sıcak, sade ve şirin bir yer burası. Oturur oturmaz ikram olarak gelen aşağıda gördüğünüz uzolu ve limonlu shot'larla açılışı yapıyoruz. Tadı harika. Çok ferahlatıcı. Yaz akşamlarında kocaman bir bardağa long drink olarak da alınabilir diyoruz ama garsonumuz hiç önermediğini söylüyor. Şeker ve uzo oranını düşününce böyle minik porsiyonlarda sunulmasının daha uygun olduğunu belirtiyor.  


Tamam o zaman. Biz de bu miniklerle açılışı yaptıktan sonra Yeni Rakı'nın Yeni serisine geçiş yapıyoruz. Merak edenler için belirteyim: bu ikramda kullanılmış olmasına rağmen Eleos'ta uzo servis edilmiyor. Biz zaten rakı varken uzo'ya bakmayız. Sabah akşam uzo içtiğimiz tek yer on iki yıl önceki  Yunanistan gezimizdi (o kadar turist görgüsüzlüğü de olur artık değil mi?). :) 

Ege ve Rum mutfağı ağırlıklı mekanda bayıldığımız Ermeni mezesi topik de bulunuyor (ve çok lezzetliydi). Tanıdık mezelerin dışında deniz ürünleri ağırlıklı değişik mezeler ve ara sıcaklar da var. Örneğin midyeli lahana sarması, levrek marine, soyalı uskumru, surimi kavurma, ahtapot ızgara gibi. Menüsünü detaylı incelemek isterseniz buraya buyrun. (Web sayfalarında çalan müzik de beni bitiriyor doğrusu. Arada bir sırf o müziği dinlemek için sayfayı açtığım oluyor. Adını bilen varsa bekliyorum.) Bu arada seçtiğiniz mezelerle birlikte ikram olarak yoğurt soslu çıtır kabak kızartma ve harika bir istiridye mantarı da getiriyorlar. Her şey çok lezzetli. Garsonlar ilgili, ortam güzel, sohbet güzel, keyifle yemeğimize devam ediyoruz. 


Güzel dedim ama ortamla ilgili iki eleştirim olacak: Biz mekanı fazla aydınlık bulduk. Biraz daha loş olabilirdi. Bir de ilk geldiğimizde birkaç tane Yunan müziği çaldı ama sonra tamamen ilgisiz başka şeyler çalmaya başladı. Bir süre sonra ise müzik -sanırım uğultudan- hiç duyulmaz oldu. Bu arada gitmeden önce mekanın tuvaletlerindeki diş fırçası ve macunlarından hoş bir fikir olarak söz edildiğini okumuştum. Aynen duruyorlar, sizler için fotoğrafını çekmeyi unutmadım (bkz. aşağıdaki kolaj). 

Yemek bitince gelen her şey ikramdı sanırım. Ya da çay ve kahveleri söyledik, gerisi mi ikramdı hatırlamıyorum ama hatırı sayılır miktarda ikram sunuldu bize Eleos'ta. İçinde nane likörü şişesi ve minik shot bardakları da olan buzlu meyve kovası, çikolata şelalesi ve dondurmalı irmik helvasını da (ben ayrıca kahvemin yanında gelen lokumumu da!) midemize indirdikten sonra artık kalksak iyi olur dedik! Yoksa hiç kalkamayabilirdik. :)


Müge & Recep ikilisiyle birlikte kendimizi dışarı attık ama geceyi bitirmeye pek niyetiz yoktu. Bu arada Müge benim beş yaşından beri arkadaşım, yani neredeyse otuz yıllık! Benim bildiğim teyzeler ve amcaların otuz yıllık arkadaşı olur, n'oluyoruz ya!! Gerçi yaşlandığımızı hatırlatıyor, ama yine de çok güzel bir his insanın o kadar eski dostlarının olması. Bir araya geldiğimizde gözümüzün önünde en çok da ilkokul yıllarına ait bir sürü anı, hayal, sohbet, oyun canlanıyor. Özellikle de gözüme saat başı antibiyotikli damla damlatmam gereken  şu günlerde Müge'yle ikimizin çocukluk hayali Mügim Göz Hastanesi'ni kurma planımızı hatırlıyorum mesela. İkimiz de çocukluğumuzdan beri miyop tipler olarak belli ki daha o yaşlarda canımıza tak etmiş bu durum. Önce kendi gözlerimizi tedavi ederiz, sonra başkalarına yararımız dokunur diye düşünmüşüz demek ki.:) Gözlere iyi gelsin diye annemin bize çubuklar halinde doğrayarak hazırlayıp verdiği havuçları da iştahla yerdik. Ne işe yaradı derseniz: ikimiz de hâlâ miyobuz ve lens&gözlük ikilisine talimiz. :) İki kişilik grubumuz Mügim ise ayrı bir yazı konusu zaten. Sen kalk iki kişilik grup için fotoğraflı üyelik kartı hazırla, parola falan oluştur. Parolayı unutsak birbirimizle görüşemeyecekmişiz az kalsın! Sezen Aksu şarkılarında yaptığımız koreografiler, Özal'a düzenlenen suikast girişimini canlandırmamız, tonton anneanne ve babaannelerimiz, aynı sınıftan arkadaşlarla ilgili dedikodularımız, daha neler neler... Ay, nasıl dağıldım ayol, hemen toparlanayım..

Eleos'tan çıktıktan sonra Recep bir arkadaşıyla konuştu ve "bizi Garajistanbul'a çağırıyor, bir yarışma düzenlemişler, bitmiş, şimdi de galiba bir konser varmış, gidelim mi?" dedi. Bu arada yemek sırasında bir müzik sohbeti açılmış ve ben "Model'e bayılıyorum, dinlemekten sıkılmadığım üç-beş albümden biri de onlarınkidir" demiştim. Veee o da ne?! Garajistanbul'da bizi bekleyen konser Model konseriymiş! Meğer Rock'n Dark yarışması bitmiş ve ardından Model sahne almış. 


Bu da harika başlayıp devam eden gecenin harika kapanışı oldu. Biralarımız eşliğinde bir saat kadar Model'i canlı dinledikten sonra evlerimize dağıldık. Bakalım bir sonraki keyifli buluşma ne zaman olacak? Ben bu hafta sonu evde dinleneceğim, ama size bol gezmeli, hareketli ve keyifli bir hafta sonu diliyorum. 

Bir de minik not: Bahar geldiğinde gezme arzuları tavan yapanlara bu aralar THY'de çok güzel fırsatlar olduğunu hatırlatırım. (Hasta olabilirim ama gözüm hâlâ havaya bakıyor :)


8 Mart Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun! Bu özel 8 Mart günü nedeniyle Aile İçi Şiddete Son Kampanyası'na destek olmayı tercih eden Penti, Pastel ve Polisan'a de kocaman teşekkürlerimizi gönderelim.

Penti, aşağıda gördüğünüz ünlülere çoraplar tasarlatıyormuş. Bu ünlülerinin imzasını taşıyan çoraplar, aile içi şiddete maruz kalan kadınlara destek sağlayacakmış. Çoraplardan elde edilecek tüm gelir “Hürriyet Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı”na bağışlanacakmış. Harika bir fikir!


Pastel ise 8-9-10 Mart tarihlerinde Morhipo’da satışa sunulan Pastel ürünlerinden edinilecek gelirin %10’unu Aile İçi Şiddete Son Kampanyası’na bağışlıyormuş. Bu da harika bir fikir!


Polisan Boya’nın katkılarıyla hazırlanan “Her Ses Bir Nefes” adlı sosyal sorumluluk projesi 58 ünlü kadını bir fotoğraf sergisi içinde bir araya getiriyor. Proje kapsamında Polisan Boya tarafından Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın dayanışma merkezi ofisi ve kadın sığınaklarının yenilenme çalışması yapılacak. Sergi İstanbul Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi, İstanbul Optimum Outlet, Ankara Optimum Outlet ve Adana Optimum Outlet'te 8 -30 Mart tarihlerinde 10:00 – 22:00 saatleri arasında ziyaretçileri ile buluşacak.


Büyük firmaların ve ünlülerin bu tarz kampanyalara destek olmak adına yaptıkları her türlü hareketin yararına içtenlikle inanıyorum. O yüzden ben yukarıdaki isimlerin yaptıkları katkıyı çok önemsiyor ve blogumdan da onlara teşekkür etmek istiyorum. Bizler de bu ürünlerden alarak çorbaya tuz atabiliriz, değil mi?

Şiddet mağdurlarına hukuki, psikolojik ve güvenlikle ilgili destek sağlayan, Türkiye’nin ilk ve tek 7/24 açık “Acil Yardım Hattı” hakkında daha detaylı bilgi almak, tehlikedeyseniz ya da şiddet gören birine yardım etmek istiyorsanız ne yapmanız gerektiğini öğrenmek istiyorsanız buraya mutlaka uğrayın.

Bu yazıyı harika bir kadın şiiriyle bitirelim mi?

Ben güzel gözlü kadınları severim
Bir de küçük ayaklıları, uzun boyluları
Hem nasıl severim, öyle severim işte
Terler avuçları, kesilir solukları

Ben mahzun kadınları severim
Yavru ceylanca kadınları, ürkekçe
Hem nasıl severim, öyle severim işte
Bilemezsiniz ne güzeldirler, öpüştükçe

Ben akıllı kadınları severim
Düşünen, az konuşan, çok bilen
Her yerde, her zaman nazı çekilen

Hem nasil severim, öyle severim iste
İçimde büyük, sonsuz ateşler yanmalı
Ölümüm bile o kadının yüzünden olmalı

Ümit Yasar Oğuzcan

Erkeklerinden şiddet gören değil şairin tarif ettiği gibi sevilen kadınların çoğalması dileğiyle...

Yedim ve İzledim :)

Son on gün içinde yaptıklarımdan  kısa kısa bahsedeyim. Aslında yeni bir yer denemedim, daha önce birkaç kez gittiğim yerlerdi ve önceki yazılarımda da bir iki satırla da olsa bahsetmiş olabilirim. Yine de buralarda şimdiye kadar denemediğim değişik lezzetleri denediğim için yazayım dedim. Bu lezzet duraklarından ilki doğum günümden bir gün önce, İso'nun İstanbul'da olmadığı bir Pazar günü için Betül sayesinde yaptığımız Limonata planı. Betül, Pazartesi yerine Pazar sendromu yaşadığını söyleyerek o akşam buluşmayı teklif edince ve plan Ayşe'yle bana da uyunca o haftanın kapanışını kız kıza Limonata'da yaptık. Daha önceki gidişlerimde hep bir şeyler içmek için uğramıştım buraya. Bu kez akşam yemeği için gittik ve aşağıdaki tabakları söyledik kendimize. Ben hamburgeri götürdüm ama bence en başarılı tabak Ayşe'nin makarnasıydı.  :) Kalori hakkımızı da tatlı yerine şaraptan yana kullandık, ama çok yakınında oturduğumuz tatlı büfesiyle göz göze gelmemeye de azami gayret ettik çünkü inanılmaz baştan çıkarıcı görünüyordu. Limonata benim sevdiğim yerlerden biri. Sıcak ortamı ve menüsünün çeşitliliğiyle sizin de aklınızda olsun derim. Özellikle City's sinema katında olduğu düşünülürse sinema öncesinde yemek yemek için de tercih edilebilir. Pazar sendromuna da birebir! :)


Bahsedeceğim ikinci yer de Gizem'le Nişantaşı turlarımızın vazgeçilmez duraklarından olan Zamane Kahvesi. Genellikle çay-kahve eşliğinde tatlı bölüşmek için uğradığımız bir yer olan mekanın içinin genişliği, ferahlığı ve sevimli beyaz dekorasyonuna bayılıyoruz. Aç olduğumuzda ise ilk sayfalardaki çekici alternatiflere takılıyoruz, o yüzden ana yemeklere henüz gelemedik. Son keşfimiz de aşağıdaki ikiliyi söyleyip çay eşliğinde gün sofrası kıvamında takılmanın keyfi oldu. Süzme yoğurtlu pazı sarma inanılmaz lezzetliydi. Diğer tabakta ise falafel ve mücver var. Mücver harikaydı, falafel de falafel değil başka bir şeydi ama kötü değildi. :) Bu arada aklımız menüde gördüğümüz ve çocukluğumuzda anneannemin yaptığı pişide kaldı. Yanında peynir ve reçelle servis ediliyormuş. Bir dahaki sefere denemek farz oldu. Damla sakızlı ve balkabaklı cheesecakeleri de çok lezzetli olan bu mekanı hâlâ denemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz. 


Karnınız doyduysa film izlemeye geçebiliriz. 50/50 gerçek bir öyküden yola çıkılarak yapılmış bir film. 27 yaşında kansere yakalanan Adam'ın bu zorlu tedavi sürecinde yaşadıklarını anlatıyor. 

Dram-komedi denmiş ama bence dram yönü çok daha ağır basan, duygulara odaklanmış bir film. Adam ve çevresindeki herkesin bu sürece gizli ya da aleni, olumlu ya da olumsuz katkısını çok güzel bir biçimde anlatan filmde Joseph Gordon-Levitt, Adam karakterini başarıyla canlandırmış. IMDB Watchlist'imden çıkarttığım bu filme 10 üzerinden 7 verdim. Bu da ne demek oluyor? Konu içinizi sıkmayacaksa (ki benim artık günümüz gerçeği olmasına ve çok yaygınlaşmasına rağmen en çok içimi sıkan ve bana hayatın anlamsızlığını ve adaletsizliğini en çok hatırlatan konuların başında gelir genç yaşta yakalanılan ve iyi/kötü sonuçlanan ölümcül hastalıklar) oturup izleyebileceğiniz bir film. Ama öyle çok da ahım şahım bir şey beklemeyin.
Sırada geçen Cumartesi gecesinin yazısı var. Neredeyse hafta sonu geliyor ve ben daha geçen hafta sonu yaptıklarımı yazmaktan bahsediyorum. Biraz hızlansam ya da biraz yerimde otursam iyi olacak. Ben ilkini alayım mümkünse! :)

Çöplüğün Generali (ve Şark Dişçisi)

Hayali bir ülke... Herkes Üç Maymun Virüsü'ne yakalanmış... Çöp çocuklarının mermi ve bomba aradıkları ve çoğu zaman nahoş sürprizler eşliğinde onları buldukları, her tarafından patlamalar yükselen bir ülke. Yaşanan trajedilere karşı duyarsızlık had safhada. İnsanlar gördüklerini görmemenin, toplumdaki patlamaları duymamanın, yaşadıklarını bilmemenin rahatlığı içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Korkutulan bireyin korkutucu unutkanlığı ve suskunluğu hakim her yere.

"İlgilenmek eski çağlarda kalmış bir duyarlılık. Gördüklerini görmezden gelmek bu toplumda erdem sayılan bir alışkanlık. Herkesin değilse de çoğunluğun kendi küçücük dünyasına kapanıp çevresiyle ilişkiyi kesmeyi yeğlediği, böylece kendini güvende hissettiği bir toplum bu".  

"Mutlu ve güvenli yeni hayatın bedeli: Öğrenirsen, bilirsen sorular sormaya başlarsın, sorgulama süreci bir kez başladı mı, huzurun bozulur. Hatırlarsan araştırırsın, araştırırsan güvenliğin tehlikeye girer, en azından huzurun kaçar."

Böylesi bir ortam, bu düşünce tarzı, bu vurdumduymaz yaklaşım size de tanıdık geliyor mu? Çöplüğün Generali'nin sayfaları arasında daha pek çok tanıdık şey bulacaksınız. Oya Baydar'ın son romanı edebi tadı biraz eksik olsa da düşündürten içeriği ile okumanızı önerebileceğim romanlardan biri. Altı çizilecek ve zihninize işleyecek pek çok satır barındıran bu kitabı kütüphanenize dahil etmeyi düşünebilirsiniz.

Bu hafta bir de tiyatroya gittik ama İstanbul Şehir Tiyatroları'nın Şark Dişçisi adlı müzikali için ayrı bir yazı yazmamaya karar verdim. Üç saat süren oyun bana göre tam bir ilkokul müsameresi tadındaydı! Müzikler güzel, kostümler de -abartılı olmasına rağmen- hoş olsa da oyunu kurtaramamıştı diyebilirim. Üç saat sahnede olmanın nasıl bir emek olduğunu tahmin edebiliyorum, o yüzden oyuncuların hakkını yemek istemem. Hatta bu tarz bir oyun içinde ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını ve başarılı olduklarını söyleyebilirim. Ama bu da yeterli olamamış. 19. yüzyıl Osmanlı mizah yazınının önemli kalemlerinden olan Hagop Baronyan'ın yazmış olduğu bu metni zayıf bulduk. Galiba dönemin mizah anlayışını yansıttığı için espriler fazlasıyla bayattı. Biz çok sıkıldık. Ama elbette bu bizim gözlerimizin gördükleriydi. Oyuna bir şans vermek isteyenlere engel olmayayım. Belki sizin gözleriniz farklı bir şeyler görür.

İyi okumalar, iyi seyirler.. 

Tema(s)sız

Galeri İlayda, 7 Mart – 31 Mart tarihleri arasında, daha önce hiç yan yana gelmemiş on bir sanatçıyı bir araya getirdiği “Tema(s)sız” isimli grup sergisine ev sahipliği yapacaktır.

Sergide Arzu Güldalı Uysal, Burçin Ayebe, Derya Altınel, Eda Gecikmez, Engin Beyaz, Gamze Taşdan, Gülfidan Özmen, Meltem Sırtıkara, Nurdan Likos, Özcan Uzkur ve Özge Enginöz resim, heykel ve enstalasyon çalışmalarıyla yer alıyor.

Sergiye davet edilmiş, her biri kendi alanında farklı işler üreten sanatçıların galeri mekanını bir deneyim alanına dönüştürmesi hedefleniyor. Sanatçıların kendi söylemlerini ortaya koyması önem kazanıyor. Sergide yer alan sanatçılar müdehale edilmeksizin farklı söylemler ve yaratım biçimleriyle izleyici arasında saf bir köprü inşa etmeye çaılışıyor. Serginin; günümüzün tek tipleşmiş yaşam şartları içerisinde, sanatçıların kendi farklı görüşlerini ortaya koyması, yapay ve aynılaşmış sisteme temas etmeden, her hangi bir başlık altında sınırlanmadan, temasız bir şekilde gerçekleştirilmesi amaçlanıyor.

  • Arzu Güldalı Uysal, doğada yer alan görüntülerin ardındakileri tuvallerine yansıtıyor.
  • Burçin Ayebe, kendi bedenini model aldığı resimlerinde toplum içindeki bireysel bilince tuval üzerindeki beyaz boşlukta var ettiği siyah ve yalın figürleri ile hitap ediyor.
  • Derya Altınel, modern hayat ile hesaplaşırken, posta pullarını kendisine araç ediniyor.

  • Eda Gecikmez, resimlerinde sembolik bir yıkım biçimi olarak beden dilini bozup yeniden kurguluyor.
  • Engin Beyaz, Anadolu’nun geleneksel motiflerinden esinlendiği altıgen formların içlerinde hikayeler yaratıyor.
  • Gamze Taşdan, Türk sinemasındaki kadınlık ve dulluk hallerini alaycı tavrıyla işlerine yansıtıyor.
  • Gülfidan Özmen, yaşamlarımızdaki ve tabiatta her an karşılaştığımız kontrastlıkları camdan gerçekleştirdiği yerleştirmeleriyle irdeliyor.
  • Meltem Sırtıkara, insan ilişkileri içindeki cool tavrı resimlerinde kumaşlar ve kağıtlar kullanarak çözümlemeye çalışıyor.
  • Nurdan Likos, çalışmalarında kendinden yola çıkarak kadınlık hallerini vurguluyor.
  • Özcan Uzkur, iplikleri kullanarak simülasyon bedenler inşa ediyor.
  • Özge Enginöz ise görsel medyadan bilinçaltına yerleşen imajları normal bulundukları koşullardaki kullanım amacından çıkartıp, iki ve üç boyutlu imajlara dönüştürüyor.


“Tema(s)sız” sergisi 31 Mart’a kadar Galeri İlayda’da görülebilir.

Ayrıntılı Bilgi için;

İlgili: Şenay Şen
Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel :0.212.227 92 92
Web: www.galleryilayda.com
e-mail: ilayda@galleryilayda.com

Galeri Pazar günleri hariç, her gün 10:00 ile 19 :00 arasında açıktır. Altında ve karşısında otopark mevcuttur.