Yürüyerek Nacional Otel'e Gidelim mi?

Şehir içinde kısa bir yürüyüş yaparak tarihi ve turistik önemiyle Havana'nın ve hatta Küba'nın en meşhur oteli olan Nacional Otel'e varıyoruz. Başlangıç noktamız ise Havana Üniversitesi. 1728 yılında kurulan bu  üniversite sadece ülkenin değil Amerika kıtasının da ilk üniversitelerinden biriymiş. Vedado bölgesinde bulunan üniversitenin binasına ulaşmak gördüğünüz üzere diz gücü istiyor! :)


Fotoğrafını çekip yolumuza devam ediyoruz. Bir de ne görelim, çirkin mi çirkin bir bina! Meğer eski Hilton Oteli'ymiş burası. Devrim'den sonra ufak bir ayar verilerek adı Habana Libre yani Özgür Havana Oteli olarak değiştirilmiş. Adına bir şey diyemem, ama kendisi halen çirkin görünümünü koruyor bana göre. 


Neyse, yolumuza devam edelim biz. Sırada Coppelia Dondurma Parkı var. Fidel Castro'nun projesi olarak 1966'da ortaya çıkan Coppelia dondurması Küba'nın iddialı olduğu lezzet markalarından biri. Hatta Fidel öyle büyük hedeflerle yola çıkmış ki Amerika'nın Baskin Robbins'inden daha iyi ve fazla çeşidi olan bir dondurma markası yaratmayı hayal etmiş. Sonuç bu hayale pek yakın olmasa da Küba'daki yiyecek standartlarını dikkate alarak dondurmanın fena olmadığını söyleyebiliriz. İso'cum da şerefime dondurma kaldırıyor aşağıda.:)


La Rampa Caddesi üzerinde yürümeye devam. Burada etrafınıza bakarken önünüze, ayağınızı bastığınız yerlere de bakmayı unutmayın. Burada kaldırım süslemesi olarak yapılmış modern çalışmalar görebilirsiniz. Yani kısaca şehir hoşlukları...


Ve nihai durağımız olan Nacional Otel'e geldik. 1930 doğumlu bu otel 1992'de güzelce elden geçirilmiş. Bu sekiz katlı, beş yıldızlı otelin konumu bir harika. Denize tepeden ve birkaç metre uzaklıktan bakıyor. Art deco mimariye sahip binasında eklektik unsurlar da bulunuyor. Tarihi önem taşıyan Santa Clara bataryasını oluşturan cephanelerin bir bölümü Dünya Mirası olarak bahçesinde sergilenen bu önemli yapı, bu anlamda Küba kimliğini ve ruhunu da yansıtıyor. İçeride daha önce burada kalmış olan ünlü isimlerin fotoğraflarının ve hatıra notlarının olduğu bir koridor var. Burada ayrıca Fidel'in de bu otelde çekilmiş fotoğrafları bulunuyor. En ilginçlerinden biri de Papa'yı ağırlarken giydiği takım elbiseli fotoğrafı. Fidel'i askeri üniforma dışında göreniniz var mıydı daha önce? 

Otelde kalanlar arasında Winston Churchill, Frank Sinatra, Ava Gardner, Alexander Flemming gibi isimler olduğunu öğrenmiştik. Benim magazinsel objektifime ise Naomi Campbell ve Kate Moss takıldılar. Otelin alt katında tabloların sergilendiği bir açık galeri alanı da bulunuyor.  



İçini ve dışını gezmeyi bitirdiğimize göre artık bahçesinde oturup birer mojito içebiliriz. Hava rüzgarlı olabilir ama gayet sıcak. Ve manzara her halükarda harika! 


Böylelikle Sandy'nin buradaki etkileri nedeniyle bir kısmı sular altında kalan ve sürekli dalgaların dövdüğü sahil şeridi Malecon'u da buradan seyretmiş oluyoruz. Neyse ki sahilde yürüyememiş olmak içimizde kalacak aktivitelerden biri değil biz Boğaz şımarıkları için.:)

Hepinize iyi hafta sonları...





Fikret Otyam'dan Hoşçakal İstanbul

Tasarım Bienali'ni gezdiğimiz Pazar gününün ilk durağı Çırağan Sarayı'nın sergi salonuydu. 86 yaşındaki büyük usta Fikret Otyam'ın 26 Aralık'a kadar açık kalacak olan Hoşçakal İstanbul sergisini ziyaret etmek için önce buraya uğradık. İstanbul'daki ilk sergisini 1952 yılında Adalet Cimcoz'un ön ayak olmasıyla açan sanatçının tam 60 yıl sonra açtığı son sergisi bu. 

Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi yüksek resim bölümünden mezun olan ve iki yıl kadar da İbrahim Çallı'dan ders alan sanatçı uzunca bir süre gerçek mesleği olan resimle uğraşamamış. Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazan, AST için oyunlar ve çeşitli senaryolar yazan Fikret Otyam, 1979 yılında kendi isteğiyle gazeteden emekli olana kadar resim yapmamış. Daha sonra eşi Filiz Otyam ile birlikte Antalya'ya yerleşen sanatçı bu dönemden itibaren kendini tamamen resme vermiş. Antalya'nın hem merkezinde hem de köylerinden birinde doğa ve hayvanlarıyla iç içe bir yaşam sürdüren Otyam çiftinin yaşamları da sanatlarını besler nitelikte çünkü eserlerinde hep Anadolu kırsalına ait temalar bulunuyor. 


Fikret Otyam'ın kocaman kara gözlü Anadolu kadınlarını bilirsiniz. Bu sergide de o kadınlardan bol bol göreceksiniz. Keçiler, eşekler, dağlar, dereler, yeşillikler, tarlalar da arka fonu renklendiriyor. Tuval üzerine akrilik ile Anadolu ruhunu bu kadar güzel yansıtan sanatçının elleri 69 yıldır boyalı. İyi ki de öyle... 


Anadolu'nun renkliliği ile paralel olarak sergilenen eserlerin renkleri de göz alıcı. Serginin adından yayılan hüzün boğazımı biraz düğümler gibi oldu ama Fikret Otyam bize "hoşçakal" dese de biz ona "güle güle" demiyor, hatta "yine bekleriz" diyoruz, haberi olsun. Varlığı bizler için gurur ve mutluluk kaynağı olan isimlerden biri olduğu için de kendisine teşekkür ediyoruz. 

Kısacası, ne yapıp edip 27 Aralık'a kadar yolunuzu Çırağan'a düşürüp bu harika tabloları görün derim. 


Kale Gezmeden Olmaz!

Yabancı bir diyardan bir kale gezmeden dönüldüğü görülmüş mü hiç? Hayatta olmaz! Havana'da da iki büyük kale var tam limanın girişinde. Asıl kale La Cabana olarak anılıyor ve içi gezilebiliyor. Uzantısı olarak duran ve kalecik -ya da hisar demek daha doğru olacak- ise Morro Kalesi. Onun içi gezilmiyor, sadece kendisine La Cabana'nın surları üzerinden bakılıyor.


Morro Kalesi, şehri savunmak ve liman girişini korumak üzere İspanyollar tarafından 1589 yılında yeniden yapılmış. Duvarları 3 metre kalınlığında olan kaleye sonradan deniz feneri de eklenmiş. Eskiden karanlıkta Havana koyuna korsanların girişini önlemek için şehir kapısının kapandığını ve koy girişindeki kalın zincirin yükseltildiğini duyurmak üzere her akşam saat 21.00’de top atışları yapılırmış. Halen bu gelenek devam ediyor. Bir akşam yemeğimizi yerken patlama sesine benzer bu sesi duyup da ödümüz kopmadan bu bilgiyi öğrenmiş olsak iyi olurdu tabi! :) 

Gelelim bir 18. yy kalesi olan ve limana bakan bir tepenin üzerinde yükselen La Cabana'ya. Yapımına İspanyol Kralı III. Carlos tarafından 1763 yılında başlanan bu kale 1774 yılında tamamlanmış. Sonraki iki yüzyıl boyunca hem askeri üs hem de hapishane olarak kullanılan bu kale, Batista rejimi sırasında askeri hapishaneymiş.  1959 yılının Ocak ayında Che Guevera liderliğindeki isyancılar burayı ele geçirmişler ve Devrim sırasında karargah olarak kullanmışlar. Bu yüzden burada Che Guevera'ya ait bir çalışma ofisi de bulunuyor. Aşağıda bu ofisi ve en sağda ise Che'nin doğum sertifikasını görüyorsunuz. 


Kalenin geri kalanı ise bildiğiniz kale. Yani surlar, toplar, tüfekler, dev giriş kapısı, falan filan. Kale gezmeye çok bayılmadığımı biliyordunuz değil mi? :)


Kaleden görünen manzara da bana Haliç'i anımsattı. Böyle şeyler söylediğimde İso'cum benimle dalga geçer "bizim oralar.." muhabbetine başladım, acaba "memleketi mi özledim" diye.. Buradan bu konuya da bir açıklama getireyim: memleketimi severim, ama yurt dışı tatilleri sırasında memleket hasreti çektiğim henüz görülmemiştir. Kale'den manzaraya bakıp siz karar verin bence: Haliç'e benziyor mu, yoksa memleketi mi özlemişim? :)


Havana'nın önemli duraklarından birinin daha üstünü çizdiğimize göre bir diğerine geçebiliriz. O zaman Nacional Hotel'e buyrun.. Ya da önce İstanbul'da bir sanat molası verelim, ne dersiniz?

Sarı Ay

17 Kasım Cumartesi akşamı sonunda DOT'un Eylül ayından beri oynayan Sarı Ay oyununu izlemeye gittik. 21:00'de başlayacak oyun öncesinde Deniz&Necip ikilisi ile DOT'un kafesi Pop-Up'ta buluşarak yemeğimizi yedik. Num Num'ın kapandığını fark etmemiş olduğumuzdan Pop-Up'ın biraz çeşit yoksunu menüsünü görünce seri hareketlerle ayaklanıp üst kata çıktık. O an fark ettik G-Mall'ın artık terk edilmiş bir AVM olduğunu ve içinde ne sinema ne Num Num ne de D&R'ın kaldığını. Hepsinin yerinde yeller esiyordu. MAC Spor Merkezi'nde de yemek yiyemeyeceğimize göre en sevimli gülümsememizi yüzümüze yerleştirerek "biz geldik" diye yeniden Pop-Up'a daldık. :) Makarnalar, lazanya ve hamburgerin yanında bayram tatilinde Toskana'nın altını üstüne getiren ve şaraplarının tadı halen damaklarında duran Deniz&Necip'in seçtiği güzel bir Toskana şarabını içtik. Uzun zamandır görüşmemiş olduğumuz için bol bol da muhabbet ettik tabi...ki daha sadece son gezileri konuşabildik! Ha tabi bir de erkeklerin her fırsatta işle ilgili bir şeyler konuşmaya daldığını ve bizim dürtmemizle masaya döndüklerini de eklemek gerek.:) Pop-Up'ın yemekleriyle ilgili fazla bir beklenti yaratmayın. Ama oyun öncesinde bir iki kadeh bir şey içip, bir makarna ya da salata yemek için de gayet uygun bir yer. DOT oyuncuları da sürekli oradalar tahmin edeceğiniz üzere.


Gelelim oyuna.. DOT'un şimdiye kadarki oyunlarının birçoğunda yer alan Pınar Töre, bu kez oyunu yöneten isim. İlk kez biletlerde "sert içerik" uyarısı bulunmuyor. Bu şimdiye kadar izlediğim en yumuşak DOT oyunu. Yine çok etkileyici ama kalp çarpıntısıyla, nefesimizi tutarak izlediklerimizden farklı. Benim şahsen bu kez en çok etkilendiğim şey hikayenin masalsı anlatımı ve beden kullanımı oldu. Bunda da yönetmenle birlikte onun fikrini başarıyla sahneye koyan oyuncuların çok büyük rolü olduğunu sanıyorum. Oyuncuların hepsinin performansı çok iyiydi, ama kadınlara biraz daha torpil geçeceğim bu kez. Gizem Erdem'in ormandaki ceylanı canlandırdığı sahne uzun süre aklımdan çıkmayacak. O genç kadın, gözlerimin önünde gerçek bir ceylana dönüştü! Bayıldım! Su Olgaç da beden kullanımı anlamında favorilerimden oldu. Mini minnacık bedeninin de bunda etkisi var mı bilmiyorum, ama o ne kadar estetik, kontrollü ve etkili bir performanstı öyle.  Bu iki kadının gölde yüzdükleri sahne de oyunun unutulmazları arasında olacak benim için. Ayrıca Kaan Turgut'un performansı ve yaşadığı minik şanssızlığa rağmen İbrahim Selim'in bir an olsun ruh halini bozmaması ve performansını düşürmemiş olması da takdire şayandı. Neredeyse sıfır dekor ve kostümle 70 dakika boyunca seyircinin size yoğunlaşmasını sağlamak büyük başarı ve DOT bunun da altından rahatlıkla kalkabilmiş. 


Bir de konudan kısaca bahsetsem iyi olacaktı değil mi? Kısaca bir kaçış hikayesi diyeyim o zaman. Lee ve hayatının önemli bir gecesinde markette tesadüfen karşılaştığı Leila'nın birlikte kaçışlarının hikayesi. Lee'nin alkolik annesinden, ayrı yaşadığı babasından, annesinin erkek arkadaşı Billy'den, sessiz Leila'nın kim bilir nelerden, yani kısacası hayatın gerçeklerinden kaçışlarının hikayesi Sarı Ay. Oyunun yazarı David Greig. DOT'un en önemli artılarından birinin de çok güçlü yazarlar ve dolayısıyla metinler ile çalışmaları olduğunu düşünmüşümdür. İşte bu da onlara örnek olabilecek bir hikaye. 

Sonuçta yine ruhen doymuş bir şekilde çıktık mi DOT'tan? Evet. Oyunu, oyuncuları beğendik mi? Evet. Tavsiye eder miyiz? Kesinlikle. Ama şimdiye kadar neredeyse tüm DOT oyunlarına gitmiş biri olarak sıralamada bu oyunu kendi listemde en alt sıralara yerleştirebilirim. Galiba DOT'un o "sert içerik" dozuna, hem oyuncuların hem de bizlerin oyun bitiminde dayak yemiş gibi bir hisle salondan ayrılmasına alışmışız. O yüzden normal etkilenmeler yetmiyor, uçlarda etkilenmek istiyoruz her oyundan. Bu da DOT'un suçu tabi ki, n'apalım, böyle alıştırmasalardı bizi! :)

DOT'un bu sezon dört oyunla ortaya çıktığını ve İki Kişilik Bir Oyun ve Altın Ejderha'nın da sahnelenmeye başladığını ya da başlamak üzere olduğunu unutmayın. Yani Sarı Ay'ı görmek için az zamanınız kalmış olabilir. Yani gişe telefonu sizi bekler: 0-212-232 44 40 ve 0-212-251 45 45 

Şimdiden iyi seyirler.
  

Havana'da Hemingway'in İzinde

Havana'da Fidel, Che ve Camilo'dan sonra en çok anılan isim Hemingway olsa gerek. Amerikalı ünlü roman yazarı Ernest Hemingway, uzun yıllar Küba'da yaşamış. Evinden söz etmeden önce ünlü yazarın Havana şehir merkezindeki en önemli duraklarından bahsedelim. İlki Katedral Meydanı'na çıkan küçücük ve köhne görünümlü bir ara sokakta bulunan La Bodeguita del Medio. Burası yazarın mojito molası için tercih ettiği barmış. Günün her saatinde sokağa taşan tıklım tıklım bir kalabalık var içeride. Arka tarafı da restoran ama biz de yemek için değil o ünlü mojito'sundan içmek için uğradık mekana.  


Mojito'yu burada içen Hemingway, yemeklerini yemek ve daiquiri içmek içinse Floridita'ya geliyormuş. Burası size önceki yazılarda bahsettiğim Obispo Caddesi'nin bir ucunda bulunuyor. Diğer ucunda ise Plaza de Armas vardı hatırlarsanız. Ambiyansı gündüz ve gece çok hoş olan bu keyifli cafe-restoranda barın bir köşesinde oturan Hemingway'e karşı kadeh kaldırabilirsiniz. Yine romla yapılan bir kokteyl olan daiquiri'lerin ise muzlu ya da çilekli olanları favorim oldu. Hemingway ise Papa Hemingway adı verilen bol romlu ve şekersiz başka bir şey içermiş çoğu zaman. Onu da denedik tabi ki (bkz. sağ alt köşe). :)   


Floridita'dan çıkıp Obispo Caddesi boyunca yürürken Ambos Mundo adında küçük ama şirin bir otel göreceksiniz. İşte burası da Hemingway'in evini almadan önce sık sık, uzun süreli kaldığı ve ikinci evi haline getirdiği otelmiş. 511 numaralı odada kalan Hemingway'in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını burada yazdığı, romandan kazandığı parayla da aşağıdaki fotoğraflarda detaylı bir şekilde göreceğiniz evini aldığı söyleniyor.  

Bu ev Havana'nın yaklaşık 15 kilometre dışında bulunuyor. Hemingway burayı 1940 yılında almış ve Finca la Vigia olarak anılan bu güzel evde yaklaşık on yıl yaşamış. Misafir odalarından banyosuna kadar her yerde raflar dolusu kitap olan evde dikkat çeken bir diğer şey de Hemingway'in av tutkusunu ortaya koyan duvarlardaki hayvan başları. Evin dışında restorasyon çalışmaları sürüyor ve içeri girmeden pencerelerden bakarak fotoğraf çekebiliyorsunuz. 


En üst katta yazarın harika bir panoramik manzara karşısında çalıştığı, dinlendiği ve gözlem yaptığı -ama genellikle yazı yazmadığı- bir oda bulunuyor. 


Bahçede ise kedilerinin mezarlarını ve balığa çıkarken kullandığı teknesi El Pilar'ı görebilirsiniz. Bir de inanılmaz


O zaman nereden balığa çıktığını da görelim. Havana'nın minik ve şirin balıkçı kasabası Cojimar'a gidiyoruz bu sefer. Burada El Pilar'ın denize açıldığı iskeleyi, minik kaleyi, Hemingway fotoğraflarıyla dolu cafe-restoranı ve yazarın balıkçı arkadaşlarının kendisi için yaptırdıkları sütunlarla çevrili büstü görüyoruz. Bu arada aklınızda olsun: Cojimar aynı zamanda yazarın Nobel ödüllü romanı Yaşlı Adam ve Deniz'i yazarken ilham aldığı yermiş.


Dış görünüşü konusunda biraz takıntılı ve yaşlanmaktan hiç hoşlanmayan bir karakter olan yazarın yaşamını trajik bir şekilde sona erdirdiğini biliyorsunuzdur. 62 yaşını doldurmasına günler kala, o sıralar yaşadığı dağ evinin bir odasına kapının açılmasıyla birlikte tam kalbinden vurulmasını sağlayacak bir tüfek düzeneği kurarak intihar etmiş içkiye, kadınlara, avcılığa, denize, okumaya, yazmaya, kedilerine, teknesine tutkuyla bağlanmış olan bu müthiş adam! Bir yandan içten içe bu kararına ve uygulama cesaretine saygı duyarken, bir yandan da keşke kendi yaşamıyla ilgili de aynı tutkulu yaklaşımı gösterebilseymiş diye düşünmeden edemiyor insan ...

Rengarenk Bir Sokak: Callejon de Hamel

Sizi rengarenk görüntülerle baş başa bırakıyorum bu Cuma. Havana'da Callejon de Hamel adlı sokak, daha doğrusu sokakcıktayız. Afro-Kübalı kültürün sanatla ifade edildiği bu şirin sokakta her yer rengarenk duvar resimleriyle, heykeller ve enstalasyonlarla dolu. Pazar günleri de en işlenmemiş haliyle bu kültüre ait müzik yapılıyormuş bu sokakta.


Ben tam aşağıdaki kolajda sağda gördüğünüz tahta bakarken, sokaktan geçen bir Kübalı oraya oturup o metal kolu tutarsam iyi şans ve güzel enerjilerin benimle birlikte olacağını söyledi. Yapmamak olmazdı tabi. :)


Bu sokağın nasıl meydana geldiğini merak edenler için kısa bir açıklama yapayım. Camagüeyli ressam Salvador González Escalona bir duvar ressamı, aynı zamanda bir heykeltıraş. Onun ön ayak olmasıyla birlikte 1989 yılında Kültür Bakanlığı yeni bir düzenleme yaparak bölgede bu sosyokültürel projeyi başlatıyor.
Böylelikle Sovyetler Birliği’nin çözülüş sürecinde ekonomik krize sürüklenen Küba’da mevcut kültürel mirasın korunması ve yeniden değerlendirilmesi için gereken harcamalara zorlukla kaynak yaratılabilmesi nedeniyle, sanatçıların kültür-sanat projeleri üretmeleri teşvik edilmiş oluyor. Günümüzde Callejón de Hamel benzeri projelerle sağlanan gelirlerle mahallelerin fiziksel olarak sağlıklaştırılması, yani yapıların restorasyonu ve sokakların hijyeni sağlanırken, mahalle sakinleri de bu projelerde istihdam ediliyor. Dolayısıyla hem sanatsal üretim teşvik edilmiş hem de yoksul mahalle yerleşimlerinin kendi kendine yetebilmesi sağlanmış oluyor. Çok mantıklı değil mi?
Cuma gününe yakışır renklilikte bir post ortaya çıkardığımı düşünüyorum. O zaman artık keyifli bir hafta sonunu da hak etmiş olabilirim, ne dersiniz? Sizlere de harika bir hafta sonu diliyorum. Haftaya Havana'ya devam!

Devrim Meydanı ve Devrim Müzesi

Küba'nın olayı bu! Küçücük kasabalarından başkentine kadar her yerde devrimin ve devrimci liderlerin izlerine rastlamak mümkün. İşte aşağıda gördüğünüz bu dev meydan da Devrim Meydanı. 1 Mayıs ve 26 Temmuz gibi özel günlerde toplu gösteriler için kullanılan bu meydanda Fidel Castro ve diğer liderler kalabalıklara sesleniyorlarmış. Meydanın bir köşesinde önünde devrimci şair ve halk kahramanı Jose Marti heykeli bulunan dev bir dikilitaş bulunuyor. Etrafındaki diğer binalar ise genellikle hükümet binaları, bakanlıklar ve Küba Komünist Partisi'nin merkez ofisleri.  İçişleri Bakanlığı binasının üzerinde demirden Che silüeti yer alırken yine resmi binalardan bir diğerinin üstünde ise Fidel'i desteklediğini belirten Camilo Cienfuegos'un silüeti bulunuyor.


26 Temmuz'un Küba için öneminden kısaca bahsedeyim. Fidel Castro, 1953 yılında Batista diktatörlüğünü yıkmak amacıyla bir örgüt kurarak 26 Temmuz'da Santiago'daki Moncada Kışlası'na bir baskın düzenliyor (Santiago'ya gidemediğimiz için göremedik, ah Sandy ah!). Bu baskında Fidel ve arkadaşları ne yazık ki bozguna uğruyorlar. Tutuklanarak mahkemeye çıkarılan Fidel Castro "Tarih beni aklayacaktır" sözleriyle biten o meşhur savunmasını yapıyor. Savunmadan çok meydan okuma niteliğindeki bu konuşmasından sonra 16 yıla mahkum oluyor. 21 ay hapis yattıktan sonra cezasının geri kalanı Batista hükümeti tarafından bağışlanıyor. 1955'te Küba'dan ayrılarak Meksika'ya geçen Fidel Castro, 26 Temmuz Hareketi adlı yeni bir örgüt kuruyor. Daha sonra Che Guevera ile de tanışıyor. Ve tabi ki eylemleri aynen devam ediyor. Ta ki 31 Aralık 1958'de Batista, Dominik Cumhuriyeti'ne kaçana kadar.  

Bence Devrim Müzesi'ne gidip bu asi ve onurlu duruşun tarihi hakkında daha detaylı bilgiler edinebiliriz artık, ne dersiniz?


Museo de la Revolución  yani Devrim Müzesi ülkenin en büyük müzesi. İçinde Küba’nın verdiği bağımsızlık mücadelesine dair birçok eser bulunuyor. Müze binası, eskiden Başkanlık Sarayı olduğu için oldukça büyük. Merdivenleri çıkarken henüz ilk kata bile gelmeden duvardaki bu kurşun delikleri gözümüze çarpıyor. Bunlar, buranın Başkanlık Sarayı olduğu dönemlere ait. 13 Mart 1957'de devrimci mücadelenin üniversiteli öğrencilerden oluşan bir kolunun diktatör Batista'ya  karşı yaptıkları bir silahlı saldırıdan kalma.


Daha sonra üst katlara çıkıyoruz. Binanın içindeki Aynalı Salon en gösterişli salonlardan biri. Duvarlarda, kat aralarında, tavanlarda hep devrimle ilgili resimler var. Burası gerçekten çok etkileyici bir bina. 


Salonlarında ise Che'ye, Fidel'e, Camilo'ya ve diğer devrimcilere ve mücadeleye ait pek çok eşya bulunuyor. Gözlük, matara, mühür, mektuplar, savaş sırasında kullanılan radyo vericisi, fotoğraflar, ayakkabılar, parkalar gibi.. Ve üstte de bahsettiğim gibi Moncada Kışlası saldırısı sonrasında tutuklanan Fidel'in yaptığı o meşhur savunma metninin ilgili alıntısı, Fidel'in mahkemedeki hali ve o savunmayı yazmak için kullanılan daktilo da aşağıdaki kolajda görecekleriniz arasında. 


Çıkmadan önce Che ve Camilo'yla vedalaşıyoruz. Gerçek boyutlardaki balmumu heykelleri gerçekten çok güzeldi bu arada. 


Çıkışta ise "Teşekkür" bölümü var. Aşağıdaki isimlere devrimi kaçınılmaz kıldıkları için tek tek teşekkür edilmiş.:) Batista'ya devrimi yapmak konusundaki yardımlarından dolayı, Baba Bush'a devrimi pekiştirdiği, Oğul Bush'a sosyalizmi vazgeçilmez kıldığı için ve Ronald Reagan'a ise devrimi güçlendirdiği için teşekkür ediliyor. Süper, değil mi?


Müzeyi gezdikten sonra arka bahçeye göz atmayı unutmayın. Burada devrim kahramanları anısına sürekli yanan ateşi, Fidel'in kullandığı cipi, savaş uçaklarını ve parçalarını v en önemlisi de Fidel ve arkadaşlarını Meksika'dan Küba'ya taşıyan Granma yatını görebilirsiniz. İso'cum onu çekmeye çalışıyor ama cam bir salonda duran dev yatı çekmek pek mümkün değil. Şahsen ben denemedim bile! Gerekirse Google dedim.:)


Bu post yordu beni doğrusu. Bu kadar tarih bilgisi ve fotoğraf yüklemesi yeter. Cuma günü sizi Havana'nın rengarenk bir sokağına götüreyim de hafta sonumuza da renk gelsin diyorum. Sizin için de uygunsa yarın gelin yine buraya. :)

Efendiler ve Köleler

Beyoğlu Akademililer Merkezi'ndeki Sema Maşkılı'nın Efendiler ve Köleler adlı sergisini hafta sonu planlarınıza dahil edebilirsiniz. Gerçi bu hafta sonu hem TÜYAP hem Contemporary İstanbul varken başka bir sanat durağına zaman ayırabilecek misiniz bilmem, ama yine de aklınızda olsun istedim. 


80 doğumlu Sema Maşkılı, Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümünden mezun olmuş. Yüksek lisansını da aynı okulda yapan sanatçı İstanbul'daki atölyesinde çalışmalarına devam ediyormuş. 

Bu kişisel sergisi de 30 Kasım'a kadar devam edecek. Teması: Efendiler ve Köleler. Biraz da medeniyetle birlikte hepimizin kabul ettiği gönüllü köleliğe dokunuluyor aslında. Sergi katalogundan sergi temasıyla ilgili hoşuma giden bir alıntıyı sizlerle paylaşayım:

...Efendi ve köle... Biri olmazsa diğeri olamayacak insanlık puzzle'ının girintili parçalarıyız. Efendi, saygı duymadığı, tanımadığı kölenin onu tanımasına bağlıydı. Küçümsediği kölece bir onayın aynasında ancak efendi olabiliyordu...

Yukarıdaki kolajda üstte soldaki resmin adı Köle. Yanındaki ise Kölem Olmak İster misin? Altta soldaki resmin adı Oturak, yanındaki de Ceza. Aşağıda da sevdiğim tablolardan bazılarını bulabilirsiniz. 


Bence bu hafta sonu bu sergiyi kaçırmayın. Beyoğlu'na yolunuzu düşürmüşken de Sephora'ya uğramayı unutmayın. 25 Kasım'a kadar Sephora mağazalarına (en fazla beş adet olmak kaydıyla) eski makyaj malzemenizi götürüp, istediğiniz herhangi bir makyaj malzemesini %40 indirimle alabiliyorsunuz. Üstüne artık James Joyce'da Guinness molası mı verirsiniz, Şişhane'de yemek mi yersiniz, yoksa kafanıza göre bir konser seçip ruhunuzu mu doyurursunuz orası size kalmış. :)


Havana: Obispo Caddesi ve Kent Müzesi

Havana'da otelimizin bulunduğu Parque Central'in bir köşesinden uzanan Obispo Caddesi şehrin ana damarlarından biri diyebiliriz. Ben diyeyim İstiklal, siz diyin Bağdat Caddesi. Tabi Küba standartlarında! Yani yine eski binalar, ama bu kez daha canlı bir sokak. Birkaç tane dükkan, hediyelik eşya satılan ya da bizim mahalle bakkallarına benzer bir iki yer, eski Sümerbank benzeri bir iki mağaza.. Restore edilmiş binaların içinde bir iki küçük otel, cafe, kitapçı, falan filan. Aşağıda bu caddeden görüntüler bulunuyor.


Bu cadde boyunca yürüdüğünüz zaman Plaza de Armas'a ulaşıyorsunuz. 16. yüzyılda Kilise Meydanı olarak adlandırılan bu meydan, askerlerin yürüyüş ve gösteri alanı olarak kullanılmaya başladıktan sonra Plaza de Armas adını adını almış. Böylelikle güzel binalar, ağaçlar, banklar ve çeşmelerle süslenen meydan 19. yüzyıla kadar Havana'nın göz bebeği konumunu korumuş. Daha sonra zenginliğin kent dışına kaymasıyla birlikte binalar terk edilip, biraz harap bir hal alsalar da 1935 sonrası başlayan restorasyon çalışmalarıyla yeniden şehrin en güzel meydanlarından biri haline dönüşmüş. Ortasında devrimci lider Carlos Manuel de Cespedes heykeli bulunan meydandaki en önemli yapı ise şu an Kent Müzesi olarak kullanılan Eski Valilik Sarayı.


1776-91 yılları arasında valiye ev sahipliği yapan bu bina, 1920'de bağımsızlığın ilanı ile birlikte Başkanlık Sarayı olarak kullanılmaya başlanmış. Devrime kadar olan dönemde ise Belediye Sarayı olarak kullanılan bu Barok yapı günümüzde tarihi arşivlerin saklandığı bir kent müzesi. İçeride fotoğraf çekmek yasak, ama avluyu değil herhalde! Avluda temel kazılarında çıkan kalıntılar ve siperinde bir kılıç resmi bulunan bir miğfer bulunuyor. Başka bir köşede yağmur sularının biriktiği bir su haznesi var. 


İçeride neler var derseniz orada da heykeller, gümüşler, direnişçilere ait üniformalar, silahlar, önemli devlet adamları ve savaşçıların portreleri, direniş gruplarının bayrakları, Aynalı Salon, toplantı ve balo salonları bulunuyor. Binasını içinden daha çok sevdiğim müzelerden biriydi bu. :)

Sırada Küba ruhuna en uygun meydanlardan ve müzelerden biri var. Devrim Meydanı ve Devrim Müzesi. Benden ayrılmayın.





Tasarım Bienali Vol. II: Adhokrasi

Tasarım Bienali'nin İstanbul Modern'de bulunan Musibet temalı bölümünü gezdiğimizden söz etmiştim. Sırada küratörlüğünü Joseph Grima'nın yaptığı Galata Rum Okulu'ndaki Adhokrasi bulunuyordu. Ona da geçen hafta Pazar günü gidebildik. Çırağan'da başlayan sanat turumuza İso'cumun önerisiyle Tasarım Bienali'nin kalan bölümünü gezerek devam ettik ve harika bir Pazar geçirdik.


...Bu sergi bir şeyler üreten insanlarla ilgili. Toplumun geleceğine ilişkin hızlı çatışmaların tiyatrosu olarak tasarımı, yani üreten insanların dünyasını araştırıyor. Yeni bir dil ve yeni müşterekler arayışında, bürokrasi ile doğaçlama ya da otorite ile ağların zaptolunamaz gücü arasındaki bir yarış bu... 

Biz gittiğimizde rehberli tur saatine daha kırk dakika vardı. O yüzden bu rehbersiz gezdik. Bilemiyorum, belki de bu yüzden ben Musibet kadar sevemedim bu bölümü. Diğerindeki çalışmalar daha temayla uyumlu gibi gelmişti bana, bu sefer birçok çalışma ve tema arasında bağlantı kurmakta zorlandım diyebilirim. Ama Galata Rum Okulu binasını çok sevdiğimi söyleyeyim. Adresinde Galata diye geçiyor, ama siz bakmayın o adrese, aslında Tophane'de nargilecilerin olduğu sıranın tam karşı kaldırımında yer alan bir 19. yy binası bu. En sevdiğim çalışmalara gelince:

  • Tost Makinesi Projesi: Thomas Thwaites, aynısını üretmek için seri üretim tost makinesini 3.99 sterline alıyor. Aleti parçalara ayırdığında neredeyse yüz farklı materyalden yapılmış olduğunu keşfediyor. Sadece beş materyali araştırırken bunları yaparak tost makinesini yeniden yapmaya kalkıyor. Sonuç olarak alet sadece yalıtılmamış bakır teller eriyene kadar çalışıp, kül oluyor! Deneme yanılma dediğimiz güzide yönteme güzide bir örnek! :)

  • Yazlık Merdivenler: Atina merkezli Errands kolektifinin yazın kayalık sahil şeridine yerleştirilip, kışın ise sökülüp üstü plastikle kaplanan merdivenlerle ilgili anlatımı güzeldi. 
  • Imagine: Pedro Reyes, Hayal Et adlı çalışmasında silahları toplumsal sorumluluk projesine dönüştürüyor. Silaha bağlı ölümlerin yüksek olduğu Meksika'nın Culiacan şehrinde yasa dışı silahların gönüllü bağışlanabileceği bir kampanya düzenleniyor. İnsanların bağışladığı silahlar silindirlerle ezilip, dökümhanede eritiliyor. Elde edilen metal kürek dökümü için kullanılıyor. Ve o kürekler daha sonra vatandaşa ağaç dikmek için kullanılıyor. Bu çalışmanın anı şekilde elde edilen metalden müzik aletlerinin yapıldığı bir aşaması da var. 

  • Sibermahalle: Delhi'nin yoksul bölgelerinden gelen bir grup gencin tasarladığı bu yaşam alanını nasıl buldunuz? Fiziksel bir varlık ya da toplantı mekanı, kültürel bir merkez ya da laboratuvar işlevi görebilecek bir "merkez" burası. 

  • Peki aşağıdaki gözlüklere ne dersiniz? Nairobili sanatçı Cyrus Kabiru, eski ve kırık cam parçalarını başka nesnelerle bir arada kullanarak geri dönüştürülmüş karma-teknik güneş gözlükleri meydana getirmiş. Sağ üstteki minik uçak benzeri alet İnsan Enerjili Araç. Yakıta ya da motora ihtiyacı yok. Aero dinamik biçimiyle 60 km hıza kadar izin veriyor size. Sağ alttaki yeşil cam şişeleri ise Heineken üretmiş. 1957'de Heineken'in sahibi Curaçao'da yerli halkın ucuz inşaat malzemesi bulamadığı hallerde evlerini yapmak için birçok farklı nesne kullandıklarını gözlemlemiş. Hollanda'ya geri döndüğünde de tasarımcısı John Habraken'i yarı şeffaf ve modüler, tuğla şeklindeki tekrar kullanıma uygun bu şişeleri yaratması için yönlendirmiş. 60,000 adet üretilen bu şişelerle fabrikanın bahçesine bir prototip kulübe de inşa edilmiş. 

Bunların dışında insansız hava gazeteciliği yapan Robokopter'i çok sevdim. Bir otobüsün ya da kamyon arka kasasının içinin ev biçiminde tasarlandığı Taşıttan Projeler'i çok ilginç buldum. TOKİ Kullanıcıları için Hayatta Kalma Kılavuzu'nu severek okudum. Sokak Yiyeceği Yazıcısı'nı sevdim. Ve alışveriş arabasına monte edilerek sizi/yapılan eylemi çevredeki yapıların cephelerine 10 kat büyüterek yansıtan Kopf Kino'da kendi yüzümü duvara yansıtırken çocuklar gibi şendim! :)


Bu güzel ve önemli etkinlik için İKSV'ye ve Vitra'ya bir kez daha teşekkürlerimi gönderiyorum. Bundan sonra takibimizde olacak bir bienalimiz daha oldu. Ne mutlu bizlere!

Gözardı Tasarımlar


Dünya plastik sanatlarını yakından takip eden BVB Tasarım ve Ambiyans Evi Türkiye'nin önde gelen sahne tasarımcılarından Feyza Zeybek'in bilinmeyen işlerini ortaya koyan bir proje gerçekleştirdi.

BVB, üzerinde bir yıldan fazla çalışarak hazırladığı, sanatçının gün yüzüne çıkmamış çalışmalarını, "Gözardı Tasarımlar" adıyla, 24 Kasım'a kadar Nişantaşı'ndaki mekânında sanatseverlere sunuyor. 

Klasik tiyatronun ‘’tek anlam’’ üzerine kurulu dekor, kostüm ve aksesuar kodlarını kırarak çoğul anlamlar içeren sahne plastiğiyle çağdaş tiyatro sanatında uluslararası değerleri 1990’lı yıllardan başlayarak yakalamış olan İstanbul Şehir Tiyatroları Dekor ve Kostüm Tasarımcısı Feyza Zeybek’in bugüne dek görülmemiş çizimlerini izleyicilerine göstermekten gurur duyuyor.


 
Sanatçının, 40 yılı aşkın meslek yaşamında tasarladığı ancak uygulanamayan taslaklar ve tasarım fikirleri üzerinden, özgün ve avangard anlayışının izlerini sürmek mümkün.

Piyasanın, popüler kültürün, siyasetin sanatçıyı gözardı etmesine karşı, alternatif bir merkez olarak BVB, uluslararası değerde ve önemde gördüğü bu sıradışı tasarımcıyı geleceğin yaratıcılarıyla buluşturmaktan gurur duymaktadır.

Adres: Meşrutiyet Mah. Madalyon Sok. No:53 K:4 Nişantaşı
Tel: 0-212-219 03 72

Havana: Meydanlar ve Sokaklar

Ve artık Havana'dayız. İlk gün sadece gece otele yerleşip uyumak için geldiğimiz bu şehri keşfetme zamanı. Hem de Santiago iptal olduğu için bir gün daha fazla kalacağız burada. 

Havana bir zamanlar Amerika'nın en önemli kalelerinden ve Batı dünyasının en önemli limanlarından biriymiş. Şimdi ise Küba'nın ekonomik, siyasal ve kültürel merkezi konumunda. Nüfusu yaklaşık 3 milyon. Bizim buradaki ilk durağımız ise daha önce de bahsetmiş olduğum üzere Atamızın büstü. Ancak bundan sonrasında kronolojik sıra olmayacak. Kendimizi akışa kaptırıp gideceğiz, ona göre.

Önce en favorim olan meydandan başlayayım: Katedral Meydanı. Bir zamanlar bataklık olan bu alanı İspanyollar kurutmuş ve ilk su kemerlerini bu alana yapmışlar. 18. yüzyıla kadar son derece bakımsız olan bu alanda katedral ve çevresine barok evlerin yapılmasıyla meydan canlanmış ve güzelleşmiş ve Havana'nın en sevdiğim meydanı olmuş.:) Parke taşı döşeli bu meydandaki restorandan tüm gün dışarı yayılan müzik içinizi kıpır kıpır edecek. Bir de elbette fotoğraf çektirmek üzere yanınıza gelen yerel kıyafetli ve ilginç aksesuarlı kadınlar ve erkeklerle karşılaşacaksınız bol bol! Yani CUC'ları hazırlayın. :)



Meydanlar arasındaki ikinci favorim Plaza de San Francisco oldu. Buranın da bir köşesinde St. Francis of Asisi Kilisesi yükselirken diğer köşelerinde çok hoş heykeller ve şu an kurumsal amaçlarla kullanılan restore edilmiş eski binalar bulunuyor. 


Gelelim bir diğer keyifli meydana: Plaza Vieja, yani Old Square, yani Eski/Tarihi Meydan. Binaları, heykelleri, kafeleri, müziğiyle yine canlı bir meydandayız. Burası tarihi 1587'ye uzanan şehrin en eski meydanı aynı zamanda. Ama yapıların görüntüleri o kadar da eski değil. Şehrin birçok arka mahallesinde haftada  ortalama üç bina çöküyorken, turistik meydanlar ve ön planda olan çehresinde önemli restorasyon çalışmaları yapılıyor. O yüzden meydanların Avrupa'nın pek çok şehrindeki meydanları andırdığını söyleyebilirim. Arka sokaklar içinse aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değil. Meydana çıkan sokaklar nispeten iyi durumda, ama biraz daha içlere gittikçe gerçekten çok bakımsız binalarla ve altyapısız sokaklarla karşılaşıyorsunuz. 


İşte tam da o sokaklardan birkaç görüntüyle Havana ile ilgili ilk yazıyı bitirelim diyorum. Hatta bir de  yol boyunca kapısı açık duran evlerden birinin içerisine bakalım. Şahit olduğumuz ev içi manzaraları genellikle böyleydi Küba'da ve genellikle kapılar açık olduğu için çok fazla sayıda ev gördük diyebilirim. Bu penceresiz yaşamların çok basit eşyalarla süslendiğini göreceksiniz. Süslemek de doğru kelime değil aslında. Yalnızca ihtiyaç duyulabilecek eşyalar var evde. Yani birkaç koltuk, bir eski tip tüplü TV, birkaç mutfak eşyası, eski tip teypler, bir iki sehpa falan. Genellikle çoğu evin önünden geçerken göreceğiniz manzara elinde kumada ile TV karşısındaki sallanan koltukta oturan yaşlı insanlar, burnunuzun alacağı koku ise yoğun bir rutubet kokusu olacak. Evet, hüzünlü bir görüntü...


Sonraki yazıda sizi nispeten daha bakımlı bir cadde boyunca yürüterek Plaza de Armas Meydanı'na çıkaracağım. Orada bir de müze gezeceğiz. 


Kız Kıza Winston'da..:)

Geçen hafta Çarşamba akşamı için Akaretler'deki Winston Brasserie'deydik kız kıza. Üç kişi başladığımız gece Sıdıka'dan çıkıp kahve&tatlı faslı için yanımıza uğrayan Dilara ve Chido ile birlikte beş kişi olarak tamamlandı. (Ne yazık ki onlarla birlikte fotoğrafımız yok, o makineleri niye taşıyorsak yanımızda?!)  Veee.. tabi ki çok keyifliydi! :)  


Konuştuklarımız bize kalsın, mazallah duysanız ortalık yıkılır.:) Biz size yediğimiz içtiğimizi anlatalım. Öncelikle masamızda duran ve "e, hadi bunu deneyelim" diye açtığımız Vinart Carignan Alicante'ye bayıldık ve ikinci şişesini de masamıza davet ettik. Yanında bir peynir tabağını ve porçini mantarlı risotto'yu bölüştük. Ayşe, o akşamki feci yağmur nedeniyle tıkanan trafikte kaldığı için aramıza biraz geç katıldı ve o da tercihini hangisini seçtiğini hatırlamadığım bir makarnadan yana kullandı. Hepimiz yemeklerden çok memnun kaldık. Biz zaten İso'cumla birlikte -ve daha da çok İso'cum iş yeri yakın olduğu için tek başına- müdavimi sayılırız buranın. Kahve, çay ve harika görünen milföylü, kremalı bir tatlı sonrasında bir süre mekanın güler yüzlü işletmecisi Hüseyin Bey'le sohbete dalan Chido da öyleymiş. Sanırım artık tam kalkmak üzereyken ikram edilen buz gibi margarita shot'lar da tam da onun güzel hatrı için hazırlanmışlardı. .:)

Güzel yemekler yenen, güzel içilen, güzel sohbetler edilen ve bol bol kahkaha atılan kızlar gecelerini çok sevdiğimi söylemiş miydim? Hazır Cuma günü gelmişken belki hafta sonu planlarınızla ilgili ilham vermiş olurum size de.

Hepinize harika bir hafta sonu diliyorum...