Yazabilirim... Ama Yazmayacağım :)


Bu hafta anne-baba yanındaydım ve tembellik hakkımı kullandım. O yüzden geçen haftalardaki kadar çok yazı yazmadım gördüğünüz üzere. Hayatım kediler, köpekler, çimler, Adana yağmuru, güneşi, kebabı, anne-babaya şımarıklıklar (küçülüp de cebe girmeler), yeni oyuncağım (bizimkilerin bana getirdikleri cin gibi akıllı telefonum), sohbet, muhabbet ve yayılmacadan ibaretti. Yani "dokunmayınız keyfime" havasındaydım.  

Ama Pazartesi yeniden İstanbul'dayım. Haftaya daha sık görüşürüz elbet...
Hepinize iyi hafta sonları..:)

Son Günlerin Keyif Molaları

İstanbul Doors grubuna ait İstanbul'un ilk İtalyan restoranı olan ve 1993'ten beri hizmet veren Da Mario'da buluştuk arkadaşlarımızla geçen değil, ondan önceki Cuma akşamı. Bundan önceki Da Mario ziyaretimin üzerinden sanırım on yıldan uzun bir süre geçmiş! Bazı yerlerin hizmet ve yemek kalitesini yıllardır bozmadığını görmek gerçekten çok güzel. Başlangıç olarak dana carpaccio klasiğinden şaşmayıp, sonrasında da her birimiz kendi zevkimize göre ev yapımı harika makarnalarından söyledik. Şarap olarak da önerimiz sonucu masa olarak Sensus Şarap Butiği'nde keşfettiğimiz dört farklı üzümden yapılmış Paşaeli'ni içtik... ve tabi ki bir şişeyle de kalmadık. :) Da Mario'nun atmosferi de yıllar öncesinde hatırladığım hoşluktaydı. "İstanbul Doors" ve "İtalyan" kavramlarının birleşiminin hesaba yansıyacağını tahmin edersiniz. Ama korkmayın, benim gibi 10 yılda bir gitmenize neden olacak kadar korkunç da değil durum! :) Canınız şık ve sıcak bir İtalyan gecesi istediğinde uğrayabileceğiniz bir adres burası. Fotoğraf kendi web sayfalarından. 


İkinci keyif gecesi 18 Mart akşamı için Ezgi'nin yapmış olduğu organizasyondu. Bir CELO organizasyonu olması hedeflenen ama kimsenin programını uyduramaması sonucu Ezgi'nin bir arkadaşını benim de Ongun ve İso'yu alarak buluştuğumuz Old City Comedy Club gecesi beklediğimden çok daha eğlenceli geçti. Hatta Pazartesi sendromuna ilaç gibi geldi. Beyoğlu'ndaki bu küçük barda her akşam farklı tiyatro ve doğaçlama etkinlikleri oluyormuş. Biz de Ezgi'nin öğrencilerinden birkaçının da rol aldığı Tiyatro Kılçık'ın Düğünde Panik oyununa gittik. Ve gerçekten çok güldük! :) Üstüne üstlük biramızı içerek ve patlamış mısırlarımızı yiyerek oyun izleme deneyimi de yaşamış olduk. 35'inde bir tiyatro sever olarak bu da benim için bir ilkti doğrusu. Öğrenmenin yaşı yok diye boşa dememişler. :) Bir Beyoğlu akşamını da böyle geçirebilirsiniz, benden söylemesi. Rezervasyonlar için: 0-212-244 26 67.


Sıradaki durak da yine en son en az on yıl önce gittiğim yerlerden: Aşşk Kahve. Ne vardı bu "en az on yıl önce" diyebilirsiniz. 1999-2002 arasında İstanbul'da gidilmedik restoran, bar, eğlence mekanı (Kuşum Aydın, Altay, Serdar Ortaç'ın Etiler'deki programları da Ortaköy'de Reina'nın karşısında o dönem bulunan Scene Club'ta gece 3'te kuyruk beklemek de dahil olmak üzere! :)) bırakmadık diyebilirim. İstanbul'a ilk geldiğimiz yılların coşkusuydu herhalde. O zamanlar ne blog ne sosyal medya vardı tabi. Aah ah, onları da yazmış olsaydım İmgeleme ansiklopedisi oluştururdum. Neyse...

Aşşk Kahve'deki öğle yemeğinde de Tarsus Amerikan'dan dört kız arkadaş buluştuk. Biri zaten sürekli görüştüğüm Müge'ydi. Ama 1995'te lise mezuniyetinden beri görüşmediğimiz Seda ve aynı şekilde o zamandan beri görüşmediğimiz ama en azından Facebook listemde olduğu için aradan geçen süre yanılsaması yaşadığım Serde'yle buluşma kısmı gerçekten ilginçti. Yıllar geçse de herhangi bir kopukluk ya da çekingenlik hissetmeden doğal sohbetler edebilmenin ve keyifli zaman geçirebilmenin sırrı en doğal olduğumuz çocukluk ve ilk gençlik yıllarını paylaşmış olmak mı yoksa kişilerle ilgili bir şey mi diye düşündüm bir kez daha (CELO buluşmasında da aynı şeyi düşünmüştüm). Çok güzel bir buluşmaydı. Tekrarlamaya karar verdik. Umarım başarabiliriz. 

Yemekleri güzel, bol iyot kokulu, fiyatları makul Aşşk Kahve'yi bilmeyen yoktur zaten. Anlatmama gerek yok o yüzden. Sadece hatırlatayım: feci güzel mevsimi geliyor, ona göre! :)

Berlin'de Ne Yer Ne İçeriz

Berlin'de yeme içme alternatifleri o kadar çok ki kendinizi kaybedebilirsiniz. Alman tarzı restoranlarda genellikle sosis, şnitzel, fırında domuz budu, garnitür olarak patates salatası ve bira yiyorsunuz. Onun dışında da şehirde her çeşit mutfağı bulmak mümkün. Biz yine de çoğu zaman Alman tarzına uydurduk kendimizi. Mutlaka deneyin dediğim iki restoran var. İlki 1621'den bu yana hizmet veren ve Napolyon'un da bir kez burada yemek yediği bilinen Zur Letzten Instanz. Berlin'in en eski restoranı. Tahta masaları, sokak lambası formunda aydınlatmaları, sarı-kahve tonlarında dekorasyonuyla sıcacık bir yerel restoran. Söylediğimiz her şey çok lezzetliydi. Fiyatları da makul. Kapanışı da tatlıyla değil schnapps ile yapalım dedik. Burayı mutlaka deneyin. Adres ve restoranla ilgili daha detaylı bilgiler için buraya bakabilirsiniz (çoğu kategorinin İngilizce açıklaması var).  



Berlin aynı zamanda bir steakhouse cenneti. Ben de gitmeden önce birkaç steakhouse not etmiştim. Ama otelin concierge desk'indeki görevli aklımızı çeldi ve "diğerlerinin güzel ama zincir restoranlar olduğunu, şehrin en iyi steakhouse'unu görmek istiyorsak Midtown Grill'e gitmemiz gerektiğini" söyledi. Biz de bir bilene kulak vermeyi tercih ettik. Ve hiç pişman olmadık. Burası harika bir restoran. Bir sürü şarap çeşidi, açıkta pişirilen leziz etler, çeşit çeşit garnitür, şeker mi şeker garsonlar, kartpostal olarak sizin adınıza sevdiklerinize gönderebilecekleri tatlı menüleri ve hesapla birlikte gelen minik mangal&marshmallow&çikolata parçacıkları tepsisi. Daha ne olsun? Harika bir deneyimdi.

Berlin, diğer Avrupa şehirlerine göre genel olarak yeme-içme bakımından ucuz bir yer. Burası Berlin standartlarına göre pahalı sayılabilecek bir yer, ama emin olun İstanbul standartlarını da geçmeyecektir. Ve fiyat-kalite dengesine ekstra önem veren biri olarak ve Berlin'e giden herkese burayı gözü kapalı öneririm. Detaylar burada.


Bir kere daha yoğun et menüsünü kaldırabilecek bir mideye sahip olsaydık gözüme kestirdiğim bir steakhouse  da notlarımın arasında da yer alan ve 1968'den bu yana hizmet veren Block House'du. Bir dahaki sefere denemek isteyebilirim. Ambiyansları ve menüleri hoş görünüyordu. Sizin de aklınızda olsun. Zincir olduğu için şubelerini birkaç yerde bulmanız mümkün. Detaylar burada

Gelelim öğle yemeği molalarına. Genellikle bira ve sosis yedik diyebilirim. Currywurst adı verilen ve körili ketçap sosuyla tatlandırılan önce buharda pişmiş sonra kızartılmış sosis dilimlerinin hastası oldum diyebilirim. Elbette weissbier'ların (buğday birası) da. Bira konusunda Berlin ya da Münih tarzı fark etmez dedik, önümüze gelen her buğday birasını içtik! :) Bir akşamı da caz bar öncesinde Münih tarzı bir bira evi/bahçesi olan Hofbrau München'de şnitzel, sosis ve bira ile geçirdik. Fazla aydınlık, fazla uğultulu, yerel kıyafetleriyle (hani şu göğüsleri harika bir şekilde sergileyen karpuz kollu üstleri olanlar.:) ) servis yapan Alman kızların olduğu, festival havasında müziklerin çalınıp biraların su gibi tüketildiği yerlerden biriydi. Münih'te her yer bu tarz bira evleriyle doluymuş diye duydum. Motive edici! :)  


Öğle yemeklerinden birinde oturduğumuz aşağıdaki restoranı da kesinlikle öneriyorum. Berliner Dom ve Müzeler Adası'na eşit uzaklıkta bir yerde bulunan bu şirin ve minik restoranın adı Alt-Berliner Weissbierstube. Servis, yemekler ve ambiyans başarılı. Kendinizi Bergama Müzesi'nde  kaybetmeden önce burada enerji depolayabilirsiniz. Adres:  Rathausstraße 21 (hani şu kırmızı tuğladan yapılmış Belediye Binası'nın olduğu cadde üzerinde) 


Kapanışı da tatlıyla yapalım. Ama ondan önce bahsetmem gereken bir şey var ki Almanya'daki bakery'ler, kahve dükkanlarında vitrinde gördüğünüz tatlı ya da tuzlu unlu mamuller, kahvaltıdaki ekmek çeşitleri gerçekten muhteşemdi.  Özel bir ekmek sevgim olmamasına rağmen kahvaltıda canım peynirsiz, jambonsuz, ıvır-zıvırsız sadece ekmek yemek istiyordu, o derece! Kahve eşliğinde bu inanılmaz lezzetli sade ya da içi marmelatlı çöreklerle gün içinde keyif molaları vermeyi unutmayın. 

Gelelim çikolata çılgınlığı yaşayabileceğiniz dünyanın en büyük çikolata dükkanı Fassbender&Rausch'a. Çok şirin bir meydan olan Gendarmenmarkt'ta bulunan bu iki katlı mutluluk dükkanı görülmeye değer. Gerçekten alışveriş yapmadan veya üst katındaki kafesinde oturmadan önce burayı gezmelisiniz. İçerinin mis kokusunu içinize çekmelisiniz. Berlin'in ünlü kiliseleri, binaları ya da altta gördüğünüz üzere Brandenburg Kapısı'nın çikolatadan yapılmış kopyalarını görmelisiniz. Envai çeşit çikolata, pralin ve şekerleme arasında gözünüz dönmeli, kendinize ve sevdiklerinize ne alacağınızı şaşırmalısınız. En sonunda da üst kata çıkıp menüde kendinizi kaybedip, tatlı yiyebilme kapasitenizin maksimumunda bir şeyler sipariş etmelisiniz. Soğuk bir günse mutlaka sıcak çikolatasını içmenizi tavsiye ediyorum. Çeşitli aromalardan istediğinizi seçebilirsiniz. Biz acılı olanı seçtik ve tadına bayıldık. U2 ya da U6'nın Stadtmitte durağında inip Gendarmenmarkt çıkışından çıkar çıkmaz karşınıza çıkacak bu çikolata cennetinin tadını çıkarmadan dönmeyin.


Evet, Berlin yazılarının da sonuna geldik. Bir kez daha söylemeden geçemeyeceğim: çok sevdim ben bu şehri. Bakalım bir sonraki durağımız neresi olacak? Sağlıkla, ağız tadıyla ve sevdicekle birlikte gezmek gibisi var mı şu dünyada? :)

İyi haftalar hepinize..

Berlin'de Alışveriş

Berlin tam bir alışveriş cenneti. Bir alışveriş-sevmez olan ben bile fikrimi değiştirdim Berlin'de, yani alışveriş-severleri düşünemiyorum! :) Alışveriş denince akla gelen ilk yer elbette Kurfürstendamm, yani kısaca Ku'damm olarak bilinen upuzun cadde. Meşhur KaDeWe mağazasına uzanan Tauentzienstrasse ile Ku'damm arasında ise dev bir Protestan kilisesi bulunuyor: Kaiser Wilhelm Memorial Church. Asıl  eski kilisenin kalan kısmının olduğu taraftan çekmemiş olmam düşündürücü! O yüzden sadece kilisenin iki yanına sonradan eklenen ve dış yüzeyi 20,000 küçük camdan oluşan -dolayısıyla aldığı ışığa göre günün farklı saatlerinde farklı renkler yansıtan- biri uzun biri kısa iki binayı görebiliyorsunuz alttaki kolajın sol üst köşesinde.  


Bu caddeyi uzun uzun didiklemeyi unutmayın. KaDeWe'nin en üst kattaki yemek katını pas geçmeyin. Ortopedik ve ayak anatomisine uygun yüzlerce ayakkabı, tabanlık, vs çeşidi için Leiser'e uğrayın. Esprit'e girip de seyahat etmekle ilgili şu güzel sözü görünce kulaklarımı çınlatın. (Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler sadece tek bir sayfayı okurlar.Karstadt'ı, Peek&Cloppenburg'u talan edin. Aşağıda gördüğünüz hediyelik eşyalar, kartpostallar, ev, bahçe ve Christmas süsleri satan masal mağaza Kathe Wohlfahrt'ı çocuklar gibi şen gezin. :)


Bunların dışında bir de Friedrichstrasse var alışveriş caddesi olarak ama oranın hakkını veremedim doğrusu. Yakınlarında o kadar çok inşaat çalışması vardı ki sıkıldım ve burayı bir dahaki sefere keşfetmeye karar verdim. İlk bakışta göremediğim kadarıyla burada da güzel butikler ve galeriler varmış.

Hımm, tabi ki müze mağazalarına da bakmayı unutmayın. Bakın Bergama Müzesi'nin mağazasından bir kara kedi kaptım ben! :) Eski Mısır'da aşk ve mutluluk tanrıçasıymış kendisi.


Ucuz alışveriş ve ikinci el/vintage severler için iki önerim olacak: ilki Primark. Buraya Londra'da da girmiştim ama girmemle çıkmam bir olmuştu, çünkü kasadaki kuyruklar dışarıya kadar uzanıyordu ve her şey çok kalitesiz görünmüştü gözüme. Beklemeye, almaya ve taşımaya değmez, demiştim. Berlin'deki ise öyle değil. Daha uygun fiyatlı bir H&M gibi düşünebilirsiniz. Kuyruklar bezdirici değil. Ve güzel parçalar düşürebilirsiniz. U9 hattının Sclossstrasse durağında iniyor ve iki dakika yürüyerek ulaşıyorsunuz. Bence  gitmeye değer. Ayrıca sadece Primark da yok bu cadde üzerinde, Karstadt dahil bir sürü alışveriş merkezi ve mağaza var. Yani burası da bir alışveriş durağı olabilir sizin için. 

Aşağıda gördüğünüz Colours adlı hangar büyüklüğündeki mağaza ise Berlin'in en büyük ikinci el ve vintage mağazalarından biri. 1960'lar ve daha öncesine uzanan erkek ve kadın giyim, ayakkabı ve aksesuarlarına ulaşmanız mümkün. İkinci el giysiler arasında çok uyduruk, demode ve eski görünen ürünler de vardı. Hayal kırıklığına uğramayın diye söylüyorum. Ama böyle yerleri didiklemekten hoşlanıyorsanız çok uygun fiyatlara hoş ceketler, şapkalar, aksesuarlar ve kürkler bulmanız mümkün.  


Berlin'de daha önceki alışveriş turlarımda yapmadığım bir şey yapıp gece elbisesi de baktım! Nisan ayı içinde iki ortamda kullanabileceğim bir şeyler arıyordum. Burada pek çok yerde üzerine kuş kondurulmuş, taş-pul-payet-tüy-tül ile süslenmiş  hediye paketi kıvamında elbiseler gördükten sonra oralarda nelerle karşılaşabilirim diye bakındım. Büyük mağazaların gece elbisesi bölümleri inanılmaz büyük, neredeyse başlı başına bir mağaza kadar. Gece elbisesi bakmak isterseniz oraları da sakın es geçmeyin (ki ben de zaten onlardan birinden kaptım bir elbise). Ama aşağıdaki adresi de aklınızda bulunsun diye yazmak istedim: Crusz. U2 metro hattının Spittelmarkt durağında iner inmez karşınıza çıkacak. Kısa elbiseler biraz pahalı ve çok da özellikli değildi bana göre. Ama uzun elbiseler arasında gerçekten güzel modeller vardı. Yani aileden yakın birinin şık ve yemekli bir otel düğünü varsa, giyilebilecek türden. Aradığım o olmadığı için buradan alışveriş yapmadım. Ama bir aile nişanı değil de düğünü yaklaşıyor olsaydı buradan kesin bir şeyler alırdım. 


Gördüğünüz gibi yeme-içme ve alışverişi aynı yazıya sığdıramadım. Berlin yazmakla da gezmekle de bitecek gibi değil. Ve yazarken özlediğimi fark ediyorum keratayı! :) Ama artık son Berlin yazısının zamanı geldi. Yesek yesek Berlin'de ne yesek? Çok yakında burada...

İyi hafta sonları...

Berlin'den Kalanlar

Berlin'de görmeniz gereken pek çok yer var. İlgi alanınıza göre buralarda az ya da uzun uzun zaman geçirebilirsiniz. Şimdiye kadar bahsettiklerim dışında görmeden dönmeyin diyeceğim birkaç yeri de bu yazıda yazmak istedim. Bunlardan ilki Alexanderplatz. Berlinliler bu meydana kısaca Alex diyorlarmış. Adını Rus Çarı 1. Alexander'dan alan meydanda görülmesi gereken ve adeta meydanın simgesi haline gelen iki şey var: 368 metre yüksekliğindeki ve içinde döner restoran ve gözlem katı bulunan futbol topu şeklinde tasarlanmış Televizyon Kulesi ve dünyanın çeşitli yerlerindeki saatleri gösteren Dünya Saati. Bakalım İstanbul'da saat kaçmış? :)


Bu meydana çok yakın bir yerde Red City Hall, yani kırmızı belediye binası da bulunuyor. Kırmızı tuğladan yapıldığı için böyle anılan bu görkemli bina ile Televizyon Kulesi'ni aynı karede görmek mümkün. Buralar genel olarak Mitte bölgesi olarak geçiyor. Şehrin alışveriş ve gece hayatı anlamında da oldukça canlı yerleri.


Yine çok yakınlarda aralarında Bergama Müzesi'nin de olduğu Müzeler Adası ve Berliner Dom (Berlin Katedrali) bulunuyor. Burası 15. yüzyıldan bu yana ayakta duran Berlin'in en önemli Protestan kilisesi. Gerçekten çok etkileyici bir yapı. Şehirdeki hemen hemen her yapı gibi burası da II. Dünya Savaşı'nda ciddi ölçüde hasar görmüş ve yakın dönemde restorasyondan geçmiş. 


Şimdi görmeniz gereken ikinci meydandan bahsedeyim. Çok merkezi, pek çok metro hattının geçtiği ve pek çok aktivite alternatifinin olduğu bu meydan Postdamer Platz. Buradaki en dikkat çekici bina, içinde Film Müzesi'nin de bulunduğu Sony Center binası. Yanında çocuklu ailelerin ilgisini çekebilecek dev bir Legoland var. Önündeki legodan yapılmış zürafayı görünce yerini anlarsınız. Hemen önündeki bulvar ise Yıldızlar Bulvarı. Kırmızı halı gibi boyanmış şeritte Alman yıldızların isimlerinin verildiği yıldızlar bulunuyor. Alman yıldızlar konusunda sınıfta kaldığımı söylemeliyim, çünkü aralarından sadece Marlene Dietrich 'in ismi tanıdık geldi. 


Postdamer Platz'a yaklaşık 10 dakika yürüme mesafesinde Kulturforum var. İçinde müzeler, Berlin Filarmoni, kocaman bir sanat kütüphanesi, müzik salonları bulunduran bu dev kültür merkezine gitme nedenim Gemaldegalerie'ydi. 13. yy ile 18. yy arası Avrupa resim sanatı örneklerinin sergilendiği iki katlı müzeyi "13.-14.yy'ın kırmızı yanaklı uçan tombul melekleri, çarmıha gerilmiş İsa'ları, bakire Meryem'leri sizin olsun bana Rubens, Rembrandt, Johannes Vermeer, van Eyck ile adlarını bilmesem de iç mekan çalışmalarına bayıldığım Dutch ressamları, uzanıp dokunabilecekmişim kadar gerçekçi natürmortları verin" diyerek fethettim. Giriş 8 Euro, audioguide dahil. Resim sanatı ilginizi çekiyorsa buraya en az 2 saatinizi ayırın derim. Resimlerden birkaç örnek alttaki kolajda.



Ve Berlin yazılarının da sonuna geliyoruz. Unuttuğum bir şey kalmadıysa (ki itinayla kontrol edeceğim) geriye sadece yeme-içme-alışveriş yazısı kaldı. Hepsini tek yazıya sığdırayım ve kapanışı yapalım diyorum. Ne dersiniz? Yoksa İstanbul'da yaşananları yazmaya yetişemeyeceğim, ona göre.

East Side Gallery

Berlin'de en çok etkilendiğim duraklardan birindeyiz bu kez: East Side Gallery'de. Berlin Duvarı'nın kalıntılarını şehrin pek çok yerinde görebilirsiniz. Hepsini görmeseniz de olur zaten, merkezi noktalardaki birkaç tanesi gözünüze çarpar ve o kadarı da yeter. Ama Duvar'dan kalan en uzun kesintisiz bölüm olan East Side Gallery'yi kesinlikle görmelisiniz. Çünkü burası bir açık hava sergisi, bir özgürlük simgesi. Yaklaşık bir kilometrelik bu Duvar parçasının her yeri dünyanın çeşitli yerlerinden ressamların resimleriyle dolu. Ve bunlar  genellikle özgürlük, barış, değişim, daha iyi bir dünyaya vurgu yapan çalışmalar. 

Spree Nehri kıyısındaki bu açık hava müzesine ulaşmak için U1 hattının Schlesisches Tor durağında iniyorsunuz. Oberbaum Köprüsü'nden karşıya geçer geçmez sıra sıra dizilmiş 100'ün üzerinde resimle East Side Gallery sizleri bekliyor.  


Bundan sonrasında fotoğrafları daha çok tek tek koysam daha iyi olabilir. Gerçi o kadar çok fotoğraf var ki burada çekilmiş ve sizlerle paylaşmak istediğim. Bakalım ne kadarını koyabileceğim buraya. Bir kısmını da Instagram hesabımda (@imgeleme) paylaştım, haberiniz olsun. Bu arada ilk resim Rus ressam Dmitri Vrubel'in. Yapıldığı dönem de tartışmalara yol açmış olan "My God, help me to survive this deadly love" adlı çalışması. İki komünist liderin dudaktan öpüşmesini gösteren çarpıcı bir çalışma. Tanrım, bu ölümcül aşktan sağ salim çıkmama yardım et!









Aşağıdaki Dancing to Freedom çalışmasının altındaki yazı tam çıkmamış. O yüzden ben tamamlayayım: "No more wars. No more walls. A united world." Yani artık savaş ya da duvar değil birlik içinde bir dünya istendiği mesajını iletmiş yapan ressam.



1990 yılında duvarın bu kısmında resimlerini sergilemeleri için sanatçılara izin verilmiş. Ancak sonrasında üzerine yapılan grafitiler, vandalizm ve hava koşullarından dolayı yaşanan yıpranma yüzünden 2000 yılında resimlerin üçte biri restore edilmiş. Sonrasında ise 2008'e kadar neredeyse tüm resimlerin restorasyonu tamamlanmış (sadece bazı sanatçılar restorasyon sürecine katılmamayı tercih etmişler).

Gördüğüm için kendimi çok şanslı hissettiğim yerlerden biriydi burası. Berlin, sadece East Side Gallery'yi görmek için gidilebilecek bir yer bana göre. İşte o derece sevdim ben onu! :)



Bir "Acı Kahve"ye Bekleniyorsunuz


Antik Kent Sagalassos AnaMed’de

Antik Kent Sagalassos Sergisi
AnaMed’de Açıldı

Anadolu medeniyetlerinin diğer uygarlıklara katkıları ve karşılıklı etkileşimleriyle ilgili farkındalığı artırmak; tarihi ve arkeolojik verilerin incelenmesi yoluyla kültürel gelişime katkıda bulunmayı amaçlayan Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (AnaMed), kazı fotoğrafçılığının en güzel örneklerini arkeoloji ve sanat meraklılarıyla buluşturuyor. Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 km güneyinde yer alan, ilk yerleşim izleri M.Ö. 4200’lere uzanan “İmparatorlar Kenti” Sagalassos’un binlerce yıllık tarih uykusundan uyanışı, Belçikalı fotoğraf sanatçıları Bruno Vandermeulen ve Danny Veys tarafından görüntülendi. Kazı fotoğrafçılığının dünyaca ünlü isimlerinin gerçekleştirdiği sergi, “Tarihi Hayallemek: Sagalassos, Kazı Fotoğrafçılığının Arkeolojisi” adıyla Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın katılımıyla ziyarete açıldı. 


Tarihi ve arkeolojik verilerin incelenmesi yoluyla kültürel gelişime katkıda bulunmayı amaçlayan Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (AnaMed), dikkat çeken bir sergiye daha ev sahipliği yapıyor.  Dünya genelinde en önemli arkeolojik buluşlardan biri olarak kabul edilen “İmparatorlar KentiSagalassos’a ait kazı fotoğraflarının yer aldığı “Tarihi Hayallemek: Sagalassos” sergisi, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Koç Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Umran İnan, Belçika Başkonsolosu  Henri Vantieghem, AnaMed Direktörü Scott Redford’ın katılımı ile 8 Mart 2013, Cuma günü açıldı. Sergi, 10 Haziran 2013’e kadar ziyaret edilebilecek. Sergide ilk yerleşim izleri M.Ö. 4.200’lü yıllara uzanan Burdur’daki Sagalassos kentinin gün yüzüne çıkarılma öyküsü kazı fotoğrafçılığı konusunda dünyaca ünlü Belçikalı fotoğraf sanatçıları Bruno Vandermeulen ve Danny Veys’in objektifinden anlatılıyor. Kültürel miras üzerinde uzmanlaşan Vandermeulen ve Veys’in fotoğrafları, arkeolojik bir kentin kazı çalışmaları sırasında nasıl dönüşümler yaşadığını, fotoğrafçılık ve arkeoloji arasındaki ilişkiyi, kazı alanında görüntüledikleri detaylar eşliğinde gösteriyor.



Sanatçılar Hakkında:

Belçikalı fotoğraf sanatçısı Bruno Vandermeulen, Kültürel Miras alanında yürütülen yerel ve uluslararası birçok envanter oluşturma ve dijitalleştirme projesinde görev yaptı. Halen, Leuven Üniversitesi Sanat Fakültesi Fotoğrafçılık bölümünde koordinatör olarak çalışıyor.

Danny Veys, Brüksel Sint-Lukas Yüksekokulu’nda fotoğrafçılık bölümünde öğretim görevlisi olarak profesyonel hayatına devam ediyor. (In)Site projesi dışında, madencilik mirası üzerine geniş ölçekli bir belgesel projesinde görev yapıyor.


Sagalassos Antik Kenti Hakkında:

İlk yerleşim izleri M.Ö. 4.200 yılına kadar uzanan Sagalassos Antik Kenti, Burdur’un Ağlasun ilçesine 7 km mesafede bulunuyor. Kentteki kazı çalışmaları,  Belçika Leuven Üniversitesi’nden dünyaca ünlü arkeolog Prof. Dr. Marc Waelkens başkanlığında, farklı disiplinlerden bilim adamlarının gayretiyle yürütülüyor.  Akdeniz’in en büyük arkeolojik girişimlerinden biri kabul edilen kazılar, öğrenci ve uzmanlardan oluşan yaklaşık 80 kişilik bir ekip ve 100 kişilik işçi grubu tarafından gerçekleştiriliyor.  Antik kent, restorasyonla ayağa kaldırılan ve 2 bin yıl önceki kaynağından gelen suların aktığı ünlü Antoninler çeşmesi ve görkemli heykelleriyle tanınıyor.


Bulgulara göre Sagalassos Antik Kenti; Büyük İskender’den Roma İmparatoru Marcus Aurelius’a kadar tarihte pek çok Anadolu uygarlığının çekim merkezi oldu ve Roma İmparatorluğu’nun en ihtişamlı dönemlerine ev sahipliği yaptı. Her yıl gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan eserlerle bütün dünyanın dikkatini üzerine çeken Sagalassos Antik Kenti, 2008 yılındaki kazılarda gün ışığına çıkarılan Roma İmparatoru Hadrian’a ait baş heykeli ile pek çok uluslararası arkeoloji yayını tarafından en önemli arkeolojik buluşların yapıldığı yerler arasında gösterildi. Şehir plancılığı açısından imar yapısı ve 1000 yıllık  seramik üretim merkezi olması gibi özellikleri sayesinde,  2009 yılında UNESCO Dünya Mirası geçici listesine girdi.

Çekiliş: Dev Avcısı Jack 20 Çifti Bekliyor!

Kazananlar bu yazının hemen altında yer alıyor. 
İlgili Twitter kullanıcıları gerçek isim ve soy isim bilgilerini @cinemaximum'a iletmeyi unutmasınlar. 
İyi seyirler dilerim!


Hem de IMAX deneyimiyle! Türkiye'nin ilk IMAX teknolojisine sahip olan sinema salonu İstinye Park'taki Cinemaximum'da, ikincisi ise Ankamall'daki Cinemaximum'da açılmıştı. İşte şimdi bunların üçüncüsü 22 Mart'ta Marmara Park AVM'de açılıyor. 

Gelin size biraz IMAX deneyiminden bahsedeyim. IMAX teknolojisi size en parlak, en kaliteli ve en net görüntüyü sunarken kendinizi adeta filmin bir parçası gibi hissetmenizi sağlamak için tasarlanmıştır.Geleneksel 3 boyutlu formatlardan çok daha etkileyicidir, görüntülerin perdeden fırlayıp kucağınıza kadar geldiğine şahit olabilirsiniz! :) IMAX'e özel tasarlanan ses sistemi ile sesleri sadece duymakla kalmazsınız. Sizi sarıp sarmalayan, içinize işleyen seslerin gerçekliği ile adeta büyülenirsiniz. IMAX salonları bahsettiğim bu en iyi izleme ve dinleme deneyimini yaşatabilmek için özel olarak tasarlanmıştır. IMAX perdeleri duvardan duvara ve tavandan tabana uzanır. 


Şimdi nasıl bir ortamdan ve deneyimden söz ettiğimi biraz olsun hayal edebildiniz mi? Edemediyseniz üzülmeyin. Yaşayarak görme fırsatınız var. 20 Mart Çarşamba akşamı saat 19:45'te Marmara Park AVM'de Dev Avcısı Jack filminin ön gösterimini IMAX salonunda izlemek istiyorsanız size davetiyelerim var. 

İsteyenler el kaldırsın. Ama el kaldırmakla da kalmasınlar tabi. :) Twitter'a girip  hesabını takibe alsınlar ve aşağıdaki cümleyi yazmayı da unutmasınlar:


" Marmara Park'ta 20 Mart’ta  filmini  keyfi ile izlemek istiyorum!"

Ya da beni (@imgeleme) Twitter üzerinden takip eden sevgili takipçilerim bu aralar tweet'lerimi daha dikkatli takip edebilirler. Ara sıra bu yazının linkini vererek şöyle tweet'ler atabilirim:

"Blogda çekiliş: http://goo.gl/H9JVf  Marmara Park'ta 20 Mart’ta  filmini  keyfi ile izlemek isteyenler RT!

Eh bu durumda da yapılacak şey çok açık: bu tweet'i görür görmez Retweet ediyorsunuz. Anlaşılmayan bir şey yoktur herhalde. 

O zaman başlayalım. Ve 18 Mart Pazartesi gecesi saat 00:00'e kadar da devam edelim, ne dersiniz? Bu ön gösterim için random.org ile belirleyeceğim 20 kişiye çift kişilik davetiye vereceğim ve kazananları 19 Mart Salı günü buradan ve Twitter'dan duyuracağım. Kazananlar ad ve soyadı bilgilerini 'a iletirler,  da isimleri de gişeye iletir.

Hadi bakalım, bol şans!

Yarınki gösterim için çift kişilik davetiye kazananların listesi:


@fridaimge
@permadusmani
@dygdyg25
@virtouscircle
@gulben_guvercin
@pelin85980900
@ciftgecelik
@indieman69
@beastnix
@ali_erman
@nazangkc
@eceada3
@ezgikasbay
@enedefdem
@gulmezcansu
@hunterneme
@dmrdfn
@balbocuu72
@nryc35
@egekiyilari35


Sanda Spa ve Kelebeğin Rüyası

Geçen hafta Cumartesi günü için uzun zamandır ihmal ettiğim bir şey yaparak masaj randevusu aldım. Hillside İstinye Park bünyesinde hizmet veren Sanda Spa'yı aradım ve saat 15:00 için yerimi ayırttım. İlk plan çıkışta da oradaki sinemaya gitmekti ama İso'cum o sırada Belgrad Ormanı'nda yürüyüş yaptığı için önce eve gidip tekrar İstinye Park'a gelmesinin anlamsız olacağını düşündük. O yüzden çıkışta beni aldı, evimize geldik, sonra Astoria'daki Num Num'a ve Cinemaximum'a attık kendimizi. Burada olsaydım gösterime girdiğimiz ilk Cuma izleyeceğimiz, ama yoğun bir döneme denk geldiği için ancak izleyebildiğimiz Kelebeğin Rüyası'nı izlemek için oradaydık. Ama filmden önce masaj keyfini biraz anlatsam iyi olabilir. Belki kendinizi şımartmanız için sizi teşvik etmiş olurum. :)

Sanda Spa, masaj için ayrılan süreyi "bir saatlik tatil" olarak tanımlıyor. Ve yoğun temponuz ve şehir hayatının yoruculuğu içinde ayırdığınız o bir saatin sonunda üzerinize gerçekten de bir tatil dinlenmişliği geliyor.  Üstelik bavul toplama, boşaltma derdi olmayan bir tatil bu. Yanınıza sadece bikininizi/mayonuzu alıp gidebiliyorsunuz. Harika değil mi? Masaj öncesinde ve sonrasında buhar odası, sauna, şok duşları ve dinlenme alanlarını kullanacaksanız bikini/mayo götürmeyi unutmasanız iyi olur. Buralar kadın-erkek ortak kullanım alanları olduğu için daha rahat edersiniz. Tam masaj saatinde terapistiniz gelip sizi dinlenme alanından alacak. Ortasında jakuzi bulunan, bir köşesinde şömine yanan, bembeyaz geniş minderlere yayılarak dergilerinizi karıştırabileceğiniz bu alan, buhar banyosu sonrasında gelebileceğiniz gerçek bir sefa alanı. Sıcaklık da harika. Hani her an insani sesler çıkarmayı bırakıp mırıltılara, miyavlamalara geçebilirsiniz. :) Üzerine sıcacık ve yumuşacık havlular, mis kokular, tam orta sertlikte dokunuşlardan oluşan 50 dakikalık masaj terapisi de eklenince yerinizden kalkmanız bile zor olacak, emin olun. Eee, n'apalım, tatil bitişleri hep zordur. Neyse ki bir saatlik tatiller için sık sık zaman ayarlanabilir. Sanda Spa'ya hijyen, rahatlık ve masajın kendisi için olduğu gibi karşılama, uğurlama, sonrasında geribildirim almak için kurulan iletişim için de  tam puan veriyorum. Yeniden görüşeceğimiz bir sonraki buluşmamızı da iple çekiyorum. Siz de bu keyfi yaşamak istiyorsanız iletişim bilgileri ve daha detaylı bilgi almak için buraya buyrun. 

Gelelim Kelebeğin Rüyası'na. Yılmaz Erdoğan'ın yazıp yönettiği BKM yapımı bu film favori Türk filmlerim listesine en üst sıralardan giriş yaptı diyebilirim. Arşivimde bulunsun isteyeceğim, şiir gibi bir film olmuş.

(Fotoğrafları beyazperde.com ve itusozluk.com'dan aldım.)

Kelebeğin Rüyası, iki gencecik verem hastası şairin hikayelerini anlatıyor. Yirmili yaşlarının başında hayatlarını ince hastalıktan kaybeden Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur'un açlık ve yokluk içinde dahi nasıl bir tutkuyla şiir yazmaya -ve belki de onun aracılığıyla aşka ve hayata- bağlı olduklarını, şiirler hayatlarına umut ve renk kattıklarını gösteriyor. Aynı zamanda 1940ların Zonguldak'ını, gencecik Cumhuriyet Türkiye'sini, İkinci Dünya Savaşı'nın patlak verdiği yokluk ve sıkıntı dünyasını da harika anlatan bir dönem filmi. (O dönemin belediye başkanının kızını ve yaşam tarzını görünce ister istemez şimdikini merak ettim. Gerçi karşılaştırıp da ne kadar geriye gittiğimizi görmek istemem, o ayrı!) Baş rolde o yılların Zonguldak'ı olunca haliyle maden ocaklarının da öyküsünü anlatan bir film, çünkü o yıllarda geçerli bir mazereti olmayan yetişkin tüm erkeklerin madende çalışmasını zorunlu kılan bir "mükellef yasası" var yürürlükte.

Muzaffer Tayyip Uslu'yu canlandıran Kıvanç Tatlıtuğ, oyunculuğuyla bence mucizeler yaratmış. Filmdeki en iyi oyunculuk ödülümü kendisine düşünmeden veriyorum. Rüştü Onur'u canlandıran Mert Fırat da her zamanki gibi çok başarılı. İkisinin dostluklarını, şiir tutkularını, sohbetlerini gösteren sahneleri izlemek çok keyifliydi. Hocam diye hitap ettikleri üstatları Behçet Necatigil'i canlandıran Yılmaz Erdoğan da rolüne oturmuş, ama bu filmde oyunculuktan çok yönetmenlik yönünün ön plana çıktığı kesin. Belçim Bilgin, genelde belediye başkanının liseli kızı rolüne yaş olarak uygun olmadığı için eleştirilmiş ama benim gözüme batmadı bu durum. Yine de oyunculuk anlamında Aşk Tesadüfleri Sever'deki karakteri benim için halen ilk sırada. Ama ne olursa olsun genel olarak filmde tüm oyunculukların, kostüm ve dekorların (gemi yolculuğu, madenler, Ece Şapka Çanta, Zevk Kıraathanesi gibi esnafın bulunduğu şehir merkezi, gaz lambalı, daktilolu yazı yazma süreçleri, Pimapensiz pencereler (!), kısacası her detay çok güzel düşünülmüştü bana göre) ve görüntülerin çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Yine de filmle ilgili en büyük başarı Yılmaz Erdoğan'ındır bana göre. Gencecik yaşta yitip gitmiş iki değerli şairin filmini yapmaya karar vermek, onları, aşklarını ve yaşadıkları dönemin dünyasını bu kadar güzel bir şekilde anlatmak ancak bir ustanın işi olabilirdi. O da bu filmle ustalığını göstermiş zaten. Ayrıca onun sayesinde şu an bu iki şairin şiirlerinin toplandığı kitapların bilmem kaçıncı baskısı yapılıyor şu an. Ölümlerinin üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra! Bu bile başlı başına büyük gurur olsa gerek. Helal olsun Yılmaz Erdoğan'a ve BKM'ye.

Hâlâ izlemeyen var mı bilmiyorum ama izlemeyenlerin çok şey kaçırdığını söyleyebilirim. "Şiir bahanesidir hayatın." En kısa zamanda bu şiiri yaşamanızı dilerim.


Bergama Müzesi

Berlin'de Müzeler Adası'nda bulunan müzelerden biri olan Bergama Müzesi (Pergamon Museum) biz Türk ziyaretçilerin mutlak uğrak noktalarından biri olsa gerek. Çünkü burada gördüğünüz eserlerin neredeyse hepsi Anadolu topraklarından  geliyor. Özellikle Bergama ve Milet'ten. Burası bizim için nasıl önemli değerlere sahip çıkamadığımızı göstermesi açısından da önemli bir ziyaret durağı. Peki koskoca tapınakların, Zeus altarlarının, pazar yeri kapılarının, sunakların taşınıp da buraya getirilmiş olmasına üzüldüm mü? Hayır, artık üzülmüyorum böyle şeylere. Bizim gibi değerini bilmeyecek ellerde hor görüleceklerine onlara dünya kültür mirası olarak değer verecek, koruyup, bakacak ehil ellerde olmalarını tercih ediyorum. O yüzden orada hepsine çok iyi bakılıyordur eminim.


Alfred Messel tarafından tasarlanan müze binasının yapımı 1910-30 yılları arasında Ludwig Hoffmann tarafından gerçekleştirilmiş. Müzeye giriş ücreti 10 Euro. Buna pek çok müzede olduğu gibi audioguide da dahil. İçeri girer girmez sizi karşılayan yukarıdaki kolajın sol üst köşesindeki salon müzenin belki de en etkileyici yerlerinden biri. Bu dev sütunlu yapı M.Ö 2. yüzyıldan kalma Zeus Altarı. Alt sıranın ortasında da aynı dönemden kalma Zeus heykelini görüyorsunuz. Sütunların altındaki kabartmaların hikayelerini (yani genellikle durmadan birbirlerini yiyen şu Olimpos Tanrılarının savaşlarını!) dinleyerek başka bir salona geçtiğinizde yine ağzınız açık kalıyor. Burada da dev Milet Kapısı sizi karşılıyor. 


Bu iki dev alanı geçtikten sonra aşağıdaki kolajda en sağda gördüğünüz mavi, sarı renklerde, aslanlı süslemeleri olan duvarların çevrelediği pazar yeri alanı başlıyor. Ve alt katı neredeyse bitirmiş oluyorsunuz. Sonra bir kat yukarı çıktığınızda ise halılardan, çinilere, gümüş ibriklerden, sedef kakmalı mücevher kutularına kadar pek çok objenin sergilendiği İslam Sanatı Müzesi'ni geziyorsunuz.


Çıkışta Müzeler Adası'ndaki diğer müzelerden görmek istediğiniz bir tanesini gözünüze kestiriyor ve "bir dahaki sefere görüşmek üzere" diyerek kendisine öpücüklerinizi gönderiyorsunuz. Bkz. Alte Nationalgalerie (Eski Ulusal Galeri).


Sonra yorulduğunuzu ve üşüdüğünüzü fark ederek kendinizi bir çikolata cennetine atmaya karar veriyorsunuz. Yeme-içme yazısında ayrıca bahsedeceğim ama yeri gelmişken de önerimi yapayım: müze gezisi sonrası sıcak çikolata molası için Fassbender & Rausch'u tercih edebilirsiniz. Kısa bir yürüyüş ile şirin mi şirin bir meydan olan Gendarmenmrkt'a geliyorsunuz. Meydanın bir köşesinde dünyanın en büyük çikolata dükkanı olan Fassbender & Rausch'u görüyorsunuz. İçerideki kokuyu alır almaz serotonin salgılamaya başlayan yorgun bedeninizi üst kattaki cafe bölümüne atıyor ve istediğiniz çeşit sıcak çikolatayı söylüyorsunuz. Biz acılı tercih ettik ve harikaydı!


Şimdi bir günlüğüne İstanbul'a gelelim mi? Geçen hafta sonumu güzelleştiren birkaç şeyden bahsetmem gerek size. Sonra yeniden rengarenk Berlin'e getireceğim sizi, söz! :)


Tosca ve A Trane

Berlin'deki kültür sanat etkinliklerinin çokluğundan söz etmiştim. Ve sadece orada olduğumuz 5 gece boyunca 276 adet etkinlik alternatifimiz olduğundan! Biz bu seferlik müzik dolu  iki harika gece yaşama fırsatını elde ettik. İlki şehirdeki ilk gecemiz olan 23 Şubat akşamı için bilet bulabildiğimiz Deutsche Oper'de sahnelenen Puccini'nin Tosca operası oldu. Almanya'da pek çok şehirde opera ve bale temsillerinde İngilizce alt yazı olmayabileceği konusunda uyarılar okumuştum. Tosca'nın da İngilizce alt yazısı yoktu ve bunu bilerek sadece elimizde hikayenin İngilizce özetiyle girdik. Dolayısıyla bire bir diyaloglara hakim olmasak da her perdede neler yaşanacacağını öncesinde okuyarak konunun, müziğin, o harika seslerin, kostümlerin ve büyülü opera atmosferinin tadını çıkardık. Çok keyifliydi ama her zaman en az müzik kadar metinlere de önem veren ben İngilizce alt yazısı isterdim. İso'cum ise duruma yüzde yüz müzik odaklı bakarak tadını benden daha çok çıkardı diyebilirim. Bizim izlediğimiz temsil ile ilgili tüm detaylar ve görseller için buraya tık tık. Herkesin her an ulaşabileceği bir etkinlik olmadığı için ben uzun uzadıya anlatmıyor, ilgilenenlerin konuyu okuması için Wikipedia linki veriyorum.


3 perdelik oyunda iki defa ara verildi. Aralarda herkes bara koşturup şampanya, şarap ve kanepe atıştırmalıklardan alıyordu. 50 dakika oyun, yarım saat ara şeklinde devam eden gecede bu işi bir parti gibi, davet gibi şık ve sanat dolu bir eğlence gecesine dönüştüren zihniyete hayran kaldım. Sanat arası sefa molalarının bu kadar uzun olması gerçekten büyük keyif olsa gerek. Bir de elinde içki kadehleriyle oyunun o ana kadarki bölümünün kritiğini yapıp devam etmek. Süper! Bu durum böyle temsillerin pek çok kişiye sıkıcı gelen yönünü kesinlikle ortadan kaldırırıyordur bence.

Operanın barında bira ve pretzel satılması da bizim aramızda ayrı bir sohbet konusu yarattı tabi. Her şey İso'cumun "Adamlar geleneklerine her ortamda yer veriyorlar ve doğallar. Bak işte, operada şık olmaz, falan demeyip pretzel&bira koymuşlar, bizde operada simit satıldığını düşün mesela," demesiyle başladı. "Ya tamam simit değil de belki geleneksel içki babında rakı falan olabilir mi sanki?" dememle birlikte işler çığrından çıktı. İso oradan alıp olayı bambaşka bir boyuta getirdi. Şöyle ki; rakılarını tokuşturan iki tip arada konuşuyorlar: "Ne olacak bu Tosca'nın hali?" "Abi, Tosca yenge bu oyunun sonunu çıkaramayacak diyorlar." "Öyle görünüyor valla. Hop aslan parçası, bizim bir haydari, bir de şakşuka vardı." :) Bu senaryoyla birlikte operada rakı tezim filizlenmeden çürüdü tabi. Bira olur, tamam ama rakı olmaz gerçekten. :)

Şaka bir yana, Berlin'de en az bir opera, bale, klasik müzik konseri (ki Berlin Filarmoni'nin bir konserini yakalayabilmeyi de çok isterdik) dinlemeden dönmeyin derim. 

Ruhunuzu besleyecek diğer bir önerim de şehirdeki pek çok caz kulübünden biri olacak. Ve tabi ki en iyisi olan A Trane. Doğum günüm olan 27 Şubat gecesi rezervasyon yaptırmadan ama erken sayılabilecek bir saatte, 21:30'da orada olduk ve güzel bir yer bulabildik. Rezervasyon almıyorlar sanıyorduk ama alıyorlarmış. O yüzden gitmeden önce aklınızda olsun. Telefon ve e-mail web sayfalarının en altında yer alıyor.

Bizim gittiğimiz gün Aki & The Good Boys vardı. Harika bir müzik gecesi yaşadık diyebilirim. Grubun lideri olan Aki Takase, 48 doğumlu bir caz piyanisti ve bestecisi. Şubat ay içinde solo ve başka gruplarla birlikte de burada sahne almış. Gerçekten inanılmaz bir enerjisi vardı, hayran kaldık!


Canlı müzik sırasında da fotoğraf ve video çekimi serbest olmasına rağmen ben genellikle öncesini ve sonrasını tercih ediyor ve performans anını doyasıya yaşamayı istiyorum. O yüzden grup henüz sahne almadan önce ortamın ve biletlerimizin fotoğrafını çektim. Bir de bu kez farklı bir ayna fotoğrafıyla karşınızda olmak istedim. Sırtımızı döndük size, ama kusura bakmayın artık.:) A Trane'e giriş için kişi başı 12 Euro ödüyorsunuz. Daha sonra da ne içerseniz onu. Şehrin en iyi kulübü olarak isim yapmış olmasına rağmen  içki fiyatları her yerle aynı. Berlin'de mutlaka yapmanızı önerdiklerim listesine burayı kesinlikle ekleyebilirsiniz. İlla ki sıkı bir caz sever olmanız da gerekmiyor buradan keyif almak için (bkz. ben).  

Şimdi biraz müze gezelim mi?








Topography of Terror

Girmeli mi, girmemeli mi diye düşündüğümüz, hızlıca bir bakıp çıkalım diye girdiğimiz ve açıklamalı fotoğrafların önünde uzun uzun zaman geçirdiğimiz bir yer oldu burası. 

Topography of Terror, Nazi iktidarının hüküm sürdüğü 1933-45 yılları arasında en önemli baskı, korku ve yıldırma aracı olan Gestapo, İstihbarat ve SS birliklerinin merkezinin bulunduğu alanda yer alıyor. Bu binalar II. Dünya Savaşı sırasında şehre düşen bombalarla yerle bir olmuşlar. Bir arşiv niteliğindeki Topography of Terror binasının  yapımına ise 2005 yılında başlanıp, 2010'da tamamlanmış. Binanın tam karşısında Berlin Duvarı'nın 200 metrelik bir bölümünü ve hemen altında duvar boyunca sıralanmış dönem fotoğraflarından birkaç tanesini görebilirsiniz. Bina yapılmadan önce burası tamamen açık hava müzesiymiş.


İçerisi bölümler halinde düzenlenmiş. Her fotoğrafın ya da belgenin altında Almanca-İngilizce açıklaması yer alıyor. Nazilerin iktidara gelmeden önceki yükseliş dönemleri, iktidar dönemlerinde yaptıkları, Yahudilere yapılan zulüm ve dışlama örnekleri, tutuklanan ve hapislerde çürüyen aydın muhaliflerle ilgili kararlar, parti afişleri, savaş dönemi, çöküş dönemi hepsi harika anlatılmış. İnsanın tüyleri ürperiyor ve aklı almıyor böylesine eğitimli bir toplumun böyle bir ruh hastasının peşinden sürüklendiğini. Eğitimli toplumlar bile "karizma" peşine takılıp koyun sürüsü gibi giderse eğitimsiz toplumlar ne yapsın değil mi, sevgili okur? Sözüm meclisten dışarı!

İşte iktidara geliş öyküsü ve Gestapo'nun gücü ile öykümüze başlıyoruz. Üşenmeyip, okumak isteyenler için İngilizce açıklamalı panoları ekledim.



O dönemlerde yaşayanlardan birinin çocuğu/torunu olacaksam eğer şu daire içine alınmış adamınki olmak isterdim:


Aşağıdaki toplum içinde aşağılama örneklerine ne dersiniz? Muhaliflerle ya da Yahudilerle konuştukları için saçları kazınan kadınlar mı ararsınız yoksa referandumda iktidara karşı "hayır" oyu kullandığı için "halkıma ihanet ettim" pankartıyla Nazi askerleri eşliğinde sokaklarda dolaştırılanlar mı? Ne ararsanız var o dönemde...


Kurşuna dizilen, sinagogları ya da dükkanları yağmalanan, ibret olsun diye sokaklarda sallandıranlar isterseniz, onlar da var:


"Çalışmayanlar, yememeliler," zihniyetine de sahip olan "karizmatik lider Hitler"in 70,000 fiziksel ya da zihinsel engelli vatandaşı öldürttüğünü biliyor muydunuz? İşte bu "işe yaramaz yiyiciler" ile ilgili yaptıklarını parti programına alıp, bu konuda afiş bile bastıran hastalıklı düşüncenin detayları:


Son olarak da bir duvar dolusu mahkeme kararı: tabi ki muhaliflerin tutuklanması ya da ölüm cezasına çarptırılmaları için. Belediyede doktor olarak çalışan Kate Frankenthal'in anılarından alıntı gerçekten çok etkileyici: "İlk zamanlarda tutuklamalar tamamen sistemsizdi. Nereden başlayacaklarını asla bilemiyordunuz...Bu tür gayri resmi eylemlerin sayısı o kadar çoktu ki kimse güvende değildi..."


Çok uzatmış olabilirim ama çok etkilendiğim yerlerden biriydi burası ve bu eklediklerim, gördüklerimizin yüzde biri falan olabilir. Yolunuz düşerse buraya mutlaka uğrayın. Faşizme elinizi verdiğinizde sadece kolunuzu kaptırırsanız şanslı olacağınızı, ama ne yazık ki benliğinizi kaybedip bambaşka bir insana dönüşeceğinizi (ya da insanlıktan çıkacağınızı) anlatacaktır size. Haftanın ilk günü içinizi bunaltmış olabilirim ama bazen bunalmak da güzeldir, etkilidir. İnsanı silkinip, kendine getirebilir. Kendi geçmişlerine ait böylesine utanç verici bir dönemi böyle büyük bir açıklıkla sergileyen, bundan gerekli dersleri çıkarmış olarak yoluna devam eden Alman cesaretine ve bilincine de saygılarımı sunuyorum. Bunu yapabilmek hiç de az şey değil bence...