Kısa Kısa Filmler

Kısa olmak zorunda çünkü 7 film var bu post'ta! Tatil köyü dönüşü hem yemek hem de içki ve tütün mamulleri anlamında 19 günlük bir detoks programına girince kendimizi filmlere verdik, sevgili okur. Akşam balkonda şarap, müzik ve sohbet yapamıyorsak, biz de biraz beyaz leblebi ve bir dilim buz gibi karpuz eşliğinde film izleriz dedik ve başladık:

1) Twice Born: Sen Dünyaya Gelmeden diye Türkçeleştirilen film Margaret Mazzantini'nin romanından uyarlanmış. Yıllar sonra oğluyla birlikte geçmişin sırlarını keşfetmek üzere Saraybosna'ya dönen Gemma rolünde Penelope Cruz var. Sık sık geçmişe dönerek büyük aşkı Diego'yla (Emile Hirsch) evli oldukları yıllara, tam da savaş dönemlerinde onların da adeta kendi içlerinde çocuk sahibi olma savaşı verdikleri dönemlere gidiyoruz. Ve bu sırada taşıyıcı anne olarak hayatlarına dahil etmeye karar verdikleri genç, güzel ve asi Aska'yla tanışıyoruz. Saadet Işıl Aksoy'un başarıyla canlandırdığı Aska'nın yaşadıkları belki de o dönem süren savaşın insanlık dışı etkilerini en yoğun hissedebildiğimiz sahneler oluyor. İzlerken bazı yerlerin kopuk olduğunu düşünebilirsiniz. Hiç merak etmeyin, en sonunda kafanızda oturmayan hiçbir şey kalmamış olacak. Ve Gemma ile Aska'nın yıllar sonraki kucaklaşmasıyla birlikte bir kez daha dışarıdan görünenle gerçekten yaşananın ne kadar farklı olabileceğini fark edeceksiniz. Ben çok sevdim bu dokunaklı hikayeyi. İzlemediyseniz mutlaka izleyin, tavsiye ederim. Penelope zaten her zamanki gibi harika ama bizim Saadet'imiz de hem güzellik hem oyunculuk anlamında kendisiyle yarışıyor, haberiniz olsun. 



2) Quartet: Dustin Hoffman'ın ilk yönetmenlik denemesi. Hikaye, profesyonel müzisyenlerin emekliliklerinde kaldıkları bir huzur evi olan Beecham House'da geçiyor. Her yıl burada kalan emekli sanatçılarla düzenlenen gala gecesi de bağışlarla ayakta duran bu huzur evi için kritik önem taşıyor. Bu yıl büyük bir opera sanatçısı olan Jean'ın da buraya taşınmış olması bir avantaj mı yoksa Jean'ın titiz karakteri ve  eski kocası Reggie'nin de orada olduğu düşünülürse dezavantaj mı izleyip görebilirsiniz. O yaşlarda yalnız yaşayan bir yaşlı olsam kalmak isteyebileceğim türden, gerçekten huzur dolu bir huzur evinde geçen, o yaşlara ve o yaşlarda da tutkunun önemine ışık tutan güzel bir film. İzlenebilir. 


3-4) Paradise: Love ve Paradise: Faith :  Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl'ın üçlemesinin ikisini izledik. Üçüncünün gazabından korunmak dileğiyle! :) Şaka yapıyorum aslında. Çünkü serinin Love bölümünü sevdim ben. 50li yaşlarda Avusturyalı bir kadının Kenya sahillerinde hüzünlü "aşk" arayışının son derece doğal  anlatımı ilginçti. Hüzün bunun neresinde derseniz: aşkın diğer ucunda geçimlerini sağlamak için bunu iş edinen genç Afrikalı erkekler bulunuyor. İki tarafla da empati kurmak, iki tarafın da içinde bulunduğu duygusal ve insani boşluğu hissetmek çok mümkün. Film adeta gizli kamerayla çekilmiş bir duygu belgeseli gibi. Üçlemenin ikinci filmi Faith'de ise kameramız İsa'ya aşık ve tatil günlerini bile insanları İsa yoluna çekerek erdemli bir toplum yaratmak için kapı kapı dolaşarak geçiren bir röntgen teknisyeni olan Anna Maria'ya yönelmiş durumda. Yine çok doğal ve birçok olguyu sorgulatan bir film ama sanırım tema olarak ilgimi çekmediği için diğeri kadar keyif alarak izlemedim bunu. Love (Aşk) tamam, ama Faith (İnanç) benim neyime, değil mi? :) Ama üçlemenin sonuncusu Hope yani Umut'muş (ki Umut'a her zaman bir şans vermek lazım diyerek Paradise defterini kapatmadığımı belirteyim.) 


5) The Graduate: Simon & Garfunkel'in "...wo wo wo God bless you please, Mrs. Robinson, heaven holds a place for those who pray, hey hey hey..." şarkısında sözü geçen Mrs Robinson'la tanıştık ayol, müjdeler olsun! Ne hatunmuş ama! Sen git, yeni mezun olmuş, ağzı var dili yok, efendi, gencecik delikanlı Benjamin'i baştan çıkar. Ailecek görüşüyorsunuz, bir de boyun kadar kızın var be kadın, utanmıyor musun?

Mahalleli dedikodusu tadında girizgâhımı yaptıktan sonra oyunculara geçiyorum. Benjamin'i Dustin Hoffman oynuyor. 1967 yapımı bu filmde Dustin Hoffman gencecik bir delikanlı olabiliyor elbette. Anne Bancroft ise Mrs. Robinson rolünde. Mrs. Robinson'ın kızı Elaine'i canlandıran Katharine Ross'un duru güzelliğine hayran kaldım bu arada. Sonra Google'dan şimdiki haline baktım ve hoş bir orta yaşlı kadın olmasına rağmen yaşlılığın sevimsiz bir şey olduğuna bir kez daha karar verdim. Yine de sağlıklı yaşlanıp, kırışıp, buruşalım tamam, ama çok hüzünlü bir yanı var işte. Genel olarak eğlenceli ve dönemin varlıklı Amerikalı ailelerinin yaşantıları hakkında     fikir veren bir film. Klasiklerden, biraz Yeşilçam saflığında ve tadında. İzlenebilir. 



 6) What Richard Did? : Son İstanbul Film Festivali'nde en iyi film seçilen İrlanda filmi. Filmde lise son sınıf öğrencisi, okulun popüler ve yakışıklı çocuklarından, aynı zamanda ragbi oyuncusu ve iyi aile çocuğu Richard'ın bir anlık kıskançlık, öfke, kontrol kaybı ile hayatının nasıl bir yön aldığı (ya da almadığı) anlatılıyor.  Filmin adını biraz değiştirerek Ne Yaptın Sen, Richard?! diye sorarken bulabilirsiniz kendinizi. Olayın doğrudan ve dolaylı tüm taraflarının sessiz bir vicdan sorgulamasını izliyoruz filmde. Düşündürüyor. Sadece bir gençlik filmi de denemez. İzleyin derim. 


7) V for Vendetta: Gezi olaylarının başından beri adını yeniden sıkça duymaya başlayıp, maskelerini de gördükçe aklımıza düşen 2006 yapımı bu filmi zamanında neden izlememiş olduğumuzu düşünüp taşınıp bulamadık. Acaba izledik de hatırlamıyor olabilir miyiz, dedik. Sonra izlemiş olsak unutmazdık herhalde diye düşündük. Natalie'nin bu saçları kazınmış, zindandaki halini hatırlıyor gibiyiz, dedik. Sonra acaba o Goya'nın Hayaletleri miydi diye düşündük. Velhasıl yine izlemekte çok geç kaldığımız bir film karşısında duyduğumuz utançla geçtik ekran başına. Ama bu gecikmede de bir hayır varmış bence. Bu dönemde bu filmi izlemek daha da bir harika oldu, dostum! Siz de izlemediyseniz izleyin, izlediyseniz bu aralar bir daha izleyin, izlettirin derim.


Wachowski Kardeşler'in bu muhteşem filmiyle ülkemizde son dönemlerde yaşananlar arasında o kadar benzerlik var ki birilerinin  Gezi'yi Hollywood lobisine bağlaması an meselesi olabilir. :) Hele bir de Başbakan  var ki filmde, ekranlara çıkıp bağıra çağıra dayılanan, bir süre sonra artık herkes sokaklarda olduğu için artizliğinin kimseye işlemediği insan durup bir düşünüyor bu Alan Moore kimden feyz aldı bu romanı yazarken diye. Gerçi birinden feyz almasına gerek yok. Totaliter rejimlerin ve faşist yöneticilerin hepsinin birbirlerine benzer özellikler gösterdiklerini biliyoruz. İngiltere'de 5 Kasım 1605'te Barut Komplosu olarak bilinen Saray'a karşı isyan ve Parlamento Binası'nı havaya uçurma girişiminin öncüsü Guy Fawkes'un özgürlükçü ruhunu temsil eden V'yi Hugo Weaving canlandırıyor (tabi yüzünü görmemiz mümkün olmuyor). Polisin elinden kurtararak yardım ettiği ama en çok korkularından kurtulmasına yardımcı olarak bir özgürlük savaşçısı haline getirdiği Evey'i ise hastası olduğumuz Natalie Portman. Gelecekte (2020 yılının İngiltere'sinde) geçen bu sivil isyan, örgütlü direniş ve en çok da özgürlük filmini hâlâ izlememiş olanlar varsa daha uygun bir zaman olamaz. Son olarak faşist yönetimlerin baskı yaratmak ve korkutmak için uyguladıkları her türlü yönteme karşı söylenebilecek belki de filmin en etkili repliğini paylaşayım sizlerle:

"Beneath this mask there is more than flesh. Beneath this mask there is an idea, and ideas are bullet-proof." (yani meali: Bu maskenin altında etten bir bedenden fazlası var. Bu maskenin ardında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez)

Bu Cumartesi detoks bitiyor. Tatilin ikinci haftasını kullanma zamanı geliyor. Muhtemelen tatilde her zamanki gibi yeme içmeyi abartacağımız için dönüşümüzde yine bir detoks seansı bizi bekliyor olacak. O zamana kadar filmlere ara veriyoruz. O zaman gelsin şezlongda saatlerce, kesintisiz okunan kitaplar! :) 









Shantaram

Küba gezimiz sırasında tanıştığımız çok şeker bir çiftin hatun kişisinin Hindistan muhabbetimiz üzerine önerdiği  Shantaram'ı geziden döner dönmez aldım. Ama 863 sayfasıyla gözümü o kadar korkutmuş ki daha yeni, Temmuz başındaki tatilimizde bitirebildim. Evet, biraz geç kalmışım ve hayır, kitabın kalınlığından gözünüz korkmasın. Gregory David Roberts'ın otobiyografik romanı kesinlikle bir harika!

"Sakin adam" ya da "Tanrı'nın sükunet bahşettiği" anlamına gelen Hintçe (hatta yerel Marathi dilinde) Shantaram sözcüğü, Avustralya'da 19 yıl hüküm giymiş ama  cezasını çekmek yerine hapishaneden kaçmayı tercih ederek Bombay'a kendini atabilmiş, bilmem kaçıncı sahte ismi Lindsay'i kullanan bir adama yeni ülkesindeki yeni dostları tarafından verilen isim. Lindsay'in hayatı gerçekten kitap olacak cinsten ama içinde bulunduğu şehir de kitap gibi bir şehir, ülke. Bombay ve genel anlamda Hindistan ve Hint insanına ve kültürüne dair pek çok şey öğrenebileceğiniz bu kitabın ilk 600 sayfasına bu nedenle daha çok bayıldım diyebilirim. Sonlara doğru Afgan dağlarında geçen yaklaşık iki yüz sayfalık macera dolu bir bölüm de var ama Hindistan bölümü beni daha çok cezbetti. Bir Avustralyalı ile bir Hintli arasındaki kültür farklılıklarının çoğu zaman eğlenceli bir şekilde göze çarptığı hikayeleri çok sevdim. Sistem farklılıkları, inançlar, yaşam tarzları, aile, kadın-erkek ve dostluk ilişkileri, şehir-köy yaşamı anlamında Hindistan zaten pek çok yere göre ayrı bir dünya olabilir. Bir de Avustralyalı genç bir adamın gözünden görmeye ne dersiniz?


Bu kitabın kesinlikle filmi de çekilmeli. Ama Shantaram'ı (yani Lindsay'i), Karla'yı ve Prabaker'ı adam gibi seçmeyen yönetmenle feci bozuşuruz, ona göre. Ben Prabaker'ı buldum hatta. Bakın, o güzel gülüşlü, naif, ufak tefek, çok konuşan Hintliyi bu aktör oynayabilir bence.  Karla için Mila Kunis diyorum itirazınız yoksa. Başrolü bulamadım hâlâ. Kafamda 30lu yaşlarda Jude Law gibi bir tip var ama. Bir de bir saattir düşünüp adını çıkaramadığım, beyaz tenli, mavi gözlü, uzun boylu ve yapılı ve sakalın çok yakıştığı bir aktör vardı-ki aklımda hangi filmden kaldığını unuttuğum halinin üstünde oduncu gömleği ve bere vardı. Neyse, yani casting aşamasında bana danışılırsa sevinirim, yardımcı olabileceğimi düşünüyorum.:)

Sırada alıntılar var... (O kadar çok ki, kitap üzerinde altını çizip hangi sayfalar olduğunu en arkadaki boş sayfaya not ettim ve o bile bir sayfayı doldurdu! O yüzden burada sadece birkaçına yer vereceğim.)

- 'Hayır' ne kadar tutkuyla söylenirse, 'belki' o kadar güçlüdür.

- "İnsan haddini bilmeli. Sonuçta uygarlık seviyesi neye izin verdiğimizle değil, neyi yasakladığımızla belirleniyor," diyor Didier.

- İyimserlik, sevginin birinci dereceden kuzenidir ve zorlayıcılığı, espri anlayışı olmaması ve hiç beklemediğiniz bir yerde karşınıza çıkması gibi üç noktada aşka benzer.

- "...Dünyada yanlış giden şeyleri bilmek güzel... Ama bazen de gördüklerin ne kadar yanlış olursa olsun, bunları değiştiremeyeceğini bilmen gerekir. Birileri değiştirmeye çalışmadan önce dünyada kötü giden pek çok şey aslında o kadar da kötü değildi..." diyor Karla.

- Trene binerkenki itişip kakışma ama yolculuk sırasındaki nezakete şaşıran Lindsay'nin yorumu: "...O itişip kakışmaların ve daha sonra gösterilen nezaketin tek bir felsefeye, gereklilik doktrinine ait olduğunu biliyorum. Trene binmek için göstermeniz gereken şiddet ile sonrasında yolculuk mümkün olduğunca iyi geçsin diye göstermeniz gereken nezaket birbirine denkti. Gerekli olan nedir? Hindistan'da hakkında açıkça konuşulmayan ama her yerde size hissettirilen, kaçınamadığınız bir soruydu bu..."

- Kaçak hayatın gerçeklerinden biri de sevdiğiniz insanların güvendiklerinizden daha çok olmasıydı. Eğer güvenli bir hayat sürüyorsanız, bunun tam tersi geçerlidir.

- Genelde Lindsay'in yaşadıkları sonucunda kendi içinde yaptığı değerlendirmelerle biten bölümlerden birini uzun olduğu için fotoğrafla paylaşmak istedim:



Kitabın en etkilendiğim yerleri de gecekondu yaşamıydı. Orada sağlanan düzen, karı-koca kavgasına ya da bir Müslüman ile bir Hindu arasındaki kavgaya bulunan adalet yönü çok yüksek çözümler, insanların bir aile birliği içinde bir arada yaşamaları beni çok etkiledi. Prabaker ve Vikram'ın düğünlerini okurken adeta yaşamış kadar coştuysam (ki Jaipur'da sokaktan geçen bir düğün alayına yaka paça çekilip dans ettirilmişliğim vardır.:) ),


yine Prabaker'la ilgili acı haberi aldığımda da gözlerimin dolmasına engel olamadım.

Alıntılara devam:

-"...İnsanlar her zaman güvenleriyle bizi incitirler. Birini incitmenin en kesin yolu, ona kayıtsız şartsız güvenmektir..." diyor Karla.

- "Dünya bir milyon kötü adam, on milyon aptal adam ve yüz milyon korkak tarafından yönetilir," diyip yaklaşık bir sayfa bu tarafların kimler olduğunu açıklıyor on yedinci bölümün başında Abdül Gani ve katılmamak mümkün değil.

- Kader, duyduğumuz ama hiçbir zaman dinlemediğimiz uyarılar vererek bizi adil bir savaşa sürükler.

- "Duyduğum hiçbir politik felsefe, insanları anarşizmin sevdiği kadar sevmiyor. Diğer tüm bakış açıları, insanların denetlenmesi ve onlara hükmedilmesi gerektiğini söylüyor. Sadece anarşistler, her şeyi onlara bırakacak denli insanlara güvenir..." diyor Lindsay.

- 26. bölümün başında anlatılan Hindistan-İtalya benzerliği şahane.

- Kabadayılardan korkaklıkları ve zalimlikleri yüzünden iğrenirim. Zayıf adamlardan beslenenler gerçekten güçlü adamlar değildir. Esaslı adamlar kabadayılardan nefret eder.

-İlk başlarda birini gerçekten sevdiğimizde en çok korktuğumuz şey onun bizi sevmekten vazgeçmesidir. Elbette aslında korkmamız gereken ölseler de, gitseler de onları sevmekten vazgeçememektir.

- Erdem ne yaptığımızla ilgilidir, onur ise onu nasıl yaptığımızla. Onurlu bir şekilde savaşabilirsiniz. Ama barışı onursuz bir şekilde de sağlayabilirsiniz.

Bu arada seyahat notlarıma da bir madde ekledim kitaptan. Bir gün Bombay'a gidilirse eğer, Sassoon Rıhtımı civarındaki Saurabh Restoran'da oturulup, masala dhosa krebi yenecek. :)

Ben bu hikayenin içine girerek Bombay'a yaptığım yolculuğu çok sevdim. Bence siz de hazırlanın ve Shantaram'la birlikte çıkın bu harika yolculuğa.

İyi haftalar.















'Dönüşüm'lü Tasarımlar

Yaratıcı tasarımlar görmek beni çok mutlu ediyor. Hele bir de dönüşüm ile yaratılmış, çevre dostu tasarımlarsa daha da mest oluyorum. Bu yazıda bahsi geçenler de işte onlardan. 

Eski bavullardan yapılan şifoniyerler kulağa nasıl geliyor? Hannah Plumb ve James Russell'ın kurduğu tasarım ofisi JamesPlumb'ın çelik ve tahta kasalara çekmece olarak yerleştirilen farklı tarzlardaki bavullarla yaptığı tasarımlar kulağınıza tuhaf gelse de gözünüze çok hoş görünecek.


Jay Watson da eski çoraplarınıza talip,ona göre. Ayçiçeğinden elde ettiği bir reçine ile çoraplara şekil veren tasarımcı, enerji tasarrufu sağlayan LED lambalarla bunları birleştirmiş ve ortaya böyle bir aydınlatma fikri çıkmış.


Abajur kısmı eski tip tahta mandallarla çevrelenmiş bu masa lambasının adı Peggy Sue! Kendisi bir Young&Battaglia tasarımı.


Alman NJU Studio'nun ise eski dergi ya da gazeteleriniz için bir tasarım fikri var. Onları minik bir minder, deri kayışlar ve huş ağacından taban ile bir araya getirerek tabure olarak kullanmak ister misiniz? Tanıştırayım, adı Hockenheimer.


Max McMurdo da bir küveti koltuğa dönüştürmüş. Reestore markasıyla birlikte bulaşık makinesinden masa ya da süpermarket arabasından sandalye yapmak gibi yeşil fikirleri olan tasarımcının küvet koltuğu aşağıda.


Son olarak buzdolabıyken "menage o trois" adlı bir kanepeye dönüşmüş bir tasarım var aşağıda. İspanyol tasarım ofisi Transfodesign'ın yarattığı bu kanepeye tekerlekler ve okuma lambası yerleştirilmiş, minderleri ise eski reklam afişleriyle kaplanmış.


İşte yaratıcılık böyle bir şey. Ben bayıldım Atlasjet'in Jetlife dergisinin Temmuz 2013 sayısında gördüğüm tasarımlara. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir.

İyi hafta sonları...


Londra'da Yeme İçme (2)

Birincisi için buraya bakabilirsiniz.:)

Londra'ya bu gidişimizde de gerçekten çok özel üç yer keşfettim ve hepsini sırayla tavsiye edeceğim size. Birincisi dim sum sevenler için Soho'da bir adres: Chuen Cheng Ku. Tamamen içgüdülerimize güvenerek girdiğimiz bu albenisi olmayan, küçücük gibi görünen ama içeri girdiğinizde aslında bir sürü odadan oluşan geniş bir restoran olduğunu fark ettiğiniz bu Uzakdoğu mutfağında menüden çok gördüklerinizin içinizde uyandırdığı hislere güvenerek dim sum çeşitlerini seçeceksiniz. Önünüzden geçen arabaların tepsilerinde taptaze çıkan dim sum çeşitlerinden denediğimiz hepsinden çok memnun kaldık. Daha pek çok yorum, görsel ve adres için Tripadvisora bakabilirsiniz.  


Ambiyans anlamında harika bir yer olmadığı için öğlen gitmenizi tavsiye ederim. Ya da bizim yaptığımızı yapıp bir akşam üstü karnınızı bu leziz yemeklerle doyurup, üstüne pub'dan puba dolaşabilirsiniz. İlk pub çıkışında kendinizin, ikinci pubın içinde biranızın fotoğrafını çeker, sonra ritüellerini tamamlamış olmanın mutluluğu içinde içmeye devam edersiniz. :)


Bu gezinin bana göre en başarılı yemeğini ise Busaba Eathai adlı Thai restoranında yedik. Thai mutfağı seviyorsanız kesinlikle tavsiye ediyorum. Biz Dido&Ongun tavsiyesiyle birçok yerde şubesi bulunan bu restoran zincirinin Leicester Square yakınlarındaki (35 Panton Street) şubesine gittik. Burası genişliği, dekorasyonu ve ışıklandırmasıyla ambiyansı en başarılı olan şubelerden biriymiş. Yemekler ve fiyatlar web sayfalarının menü bölümünde bulunuyor. Bizim seçtiklerimiz, test edip tam not verdiklerimiz ise aşağıda.

Son olarak İso'cuğumun daha önce gittiği ve çok özel bir yer olduğunu düşündüğü için beni de götürmek istediğini başından beri söyleyip, gitmeden Cumartesi akşamına rezervasyon yaptırdığı Benares var sırada. Ama hiç fotoğraf olmadığı gibi Gezi'den gelen haberlerle yediklerimizin de adeta boğazımıza dizildiği üzücü bir geceydi o 15 Haziran gecesi. O yüzden elimizde telefon, gözümüz Twitter'da, boğazımız düğüm düğüm geçirdik o akşamı. Burası Hint mutfağı olarak geçiyor, ama bildiğiniz Hint restoranlarındaki gibi  yemekler, porsiyonlar, sunumlar beklemeyin. Michelin yıldızlı şef Atul Kochar, Hint mutfağına çağdaş dokunuşlar ekleyerek bambaşka lezzetler çıkarmış ortaya. Ve burası oldukça şık -ve biraz da pahalı sayılabilecek- bir restoran. Ayrıca ben bildiğimiz Hint restoranlarının göz ve gönül doyuran lezzetlerin, kokularını ve rahatlığını pek sevdiğim için böyle şıkır şıkır, beyaz kumaş peçeteli masalar, süslü tabaklar beklentime pek uymadı diyebilirim.:) Hepsini kendi web sayfalarından aldığım aşağıdaki fotoğraflara bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.  Ama yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetliydi. Değişik tatlardan hoşlanıyorsanız, şık ve güzel bir ortamda özel bir yemek için burayı tercih edebilirsiniz. Elbette her şeyden önce ağzınızın tadı yerinde olsun ki tadını çıkarabilin.


Bu ana yemekler dışında bol bol Pret a Manger ve pub molası verdik. Pret'in zencefilli kurabiyesi Godfrey ile ilk tanışmamızdı, pek bayılmadım kendisine. Ama geri kalan her şeyi yine her zamanki gibi harikaydı.


Beş çayı yine yapamadık. O saatleri yine beş birası ile değerlendirdik. Ama Fortnum&Mason'ın o harika  Piccadilly mağazasına uğrayıp çay almayı unutmadık elbette. Fish&chips'e sıra gelmedi ama olsun, pek İngiltere'ye özgü olmasa da nachos&Guinness yaptık biz de. Ve inanılmaz lezzetli bir nachos'tu. Hangisi olduğunu hatırlamamakla birlikte 112 adet Taylor Walker pub'ından biri olduğunu biliyorum.:)

Sonuç olarak tadı damakta kalan bir Londra turunun daha sonuna geldik 16 Haziran itibariyle. Vay be, tam 5 hafta önce dönmüşüz demek. Zaman ne hızlı geçiyor. Ve ben sürekli önümüzdeki geziler, tatiller, kaçamaklar için heyecanlanmaya devam ediyor; hayat böyle heyecanlarla dopdolu geçsin istiyorum.







   

Daha Daha Londra

Haziran ortasındaki yaklaşık 5 günlük Londra turumuzun birer yazıyı hak eden ana duraklarının dışında yaptıklarımıza gelecek olursam... Tabi ki bol bol yeme-içme, daha önceki yazılarımda söz ettiğim pazar ve pub molalarını  ve klasik Oxford & Piccadilly Street tavaflarının dışında yaptıklarımızdan bahsedeceğim. 

Öncelikle Blakemore Hyde Park otelde kaldık ve çok memnun kaldık. 4 yıldızlı bu otel Batı Londra'da yer alıyor. Odaları yenilenmiş ve huzurlu, sakin bir semtte. Hyde Park'ın Lancaster Kapısı'na ve üç metro durağına yaklaşık 5 ilâ 10 dakika yürüme mesafesinde. Ayrıca odaları yenilenmiş, yataklarının genişliği harika, tertemiz ve puf yastıkları&yorganlarıyla bizi mest eden ve Londra'ya göre yeterince büyük bir otel. Kesinlikle tavsiye ederim.   


Hazır Hyde Park'a bu kadar yakın kalıyorken parka uğramayı ihmal etmedik elbette. Geçen sefer eksik kalan Serpentine Gallery'yi gezmek istiyordum ama kapalıydı. Onun yerine dışarıdaki daimi enstalasyonlardan ikisini görebildik. Bir de Diana Memorial Fountain'ı görelim diye dönüp durduk, ama bence hayal kırıklığıydı (çocukların başında durduğu su kanalcığı). Yani Harrods'ın altındaki Diana&Dodi anısına yapılan minik çeşmemsi şey kesinlikle daha güzel ve anlamlıydı diyebilirim.:) Buradan görebilirsiniz. 


Görmek istediğimiz müzikallerin tarihlerini denk getiremedik ama harika bir etkinliğe denk geldik: Trafalgar Square'de açık havada dev ekranlardan Royal Ballet'nin Mayerling adlı klasik bale gösterisini izledik. BP sponsorluğundaki bu açık havada bale ve opera etkinlikleri Haziran boyunca devam edecekti. Ortama, insanların piknik havasında gelip, şehrin sesleri arasında çıt çıkarmadan temsilleri izlemelerine hayran kaldık. Öğrenilebilir ve öğretilebilir bir kültür bence bu. Ülkemizde de pek çok şey değişirken kültür-sanat konularında da bir eğitim-değişim fırtınası yaşansa ne güzel olur. 

Neyse, yağmurluklarımız var, BP de sağ olsun şapkalarımızı ve şişme minderlerimizi verdiğine göre artık güzel bir yer bulma zamanı kendimize. Hımm, burası güzelmiş. Gösterinin başlamasına 15 dakika kala balet ve balerinlerin provalarından görüntüler var ekranda. Şansımıza bulutlar yoğun olsa da yağmur yağmıyor neyse ki!


Bu arada Oxford Street boyunca dolaşırken ve ara sokaklara dalarken böyle bir minnak meydan keşfettim: St Christopher's Place. Tarihi bir hikayesi de olan bu meydan şu an kafeler ve butiklerle çevrili. Alışveriş arası sakin bir kahve molası için ideal.


Bir de metroda şöyle bir sergi ilanı gözüne takılan bir İmge sizce 18 Ağustos'a kadar sürecek bu fırsatı kaçırır mı dersiniz?


Kaçırmadım tabi. Elbette İso'cumla birlikte son günümüzde de Royal Academy of Arts'a attık kendimizi. Biz oradayken sergi açılalı henüz bir hafta bile olmamışken resimlerin çoğunda satıldığına dair işaret vardı ve içerisi inanılmaz kalabalıktı. 18 Ağustos'a kadar binden fazla eserin sergilendiği, modern sanat dünyasının önde gelen etkinliklerinden biri olan ve bu yıl 245incisi düzenlenen (yanlış duymadınız, 245!) Summer Exhibiton 2013'e yolu düşen olursa giriş kişi başı 10 pound. Ve kesinlikle görmeye değer bir sergi. İçeride fotoğraf çekimi yasak olduğu için bina, giriş ve genel olarak salonun görüntüsüyle baş başa bırakıyorum sizi. 

  
Sırada bu gidişimizde keşfettiğimiz yeni lezzet duraklarının olacağı Londra yazısı var. Pek güzel yerler keşfettik, ona göre.:)















Tower of London

Londra'ya gidip de görmemek olmaz diye şehrin en çok turist çeken tarihi noktalarından biri olan Tower of London'u bu gidişimizde görmeye karar verdik. Bir de üstüne bu tur için iki kişi 43 poundu bayıldık. Oysa gezip gördükten sonra diyorum ki şimdiki aklım olsa gidip girişini görüp, aşağıdaki fotoğrafları çekip, hikayesini okuyup dönerdim!


Yok efendim, çok korkutucu hikayeler anlatılıyormuş da, içeride işkenceyle ilgili bölümler varmış da, canlandırmalar olacakmış da, bir sürü şey duyabilirsiniz. Evet, üniformalı Kule Muhafızları size durmadan bir sürü hikaye anlatıyorlar ama hiç merak etmeyin, kaçırırsanız üzüleceğiniz şeyler değiller. Örneğin, Anne Boleyn'in yaşadıkları için dehşete düşmek istiyorsanız bu kuleyi görmenizi değil Boleyn Kızı kitabını okuyup ve filmini izlemenizi tavsiye ederim. Ya da ne bileyim, Kule'nin etrafındaki hendeğin kule girişi kısmında duran aslanlar ve kaplanların yarattığı dehşeti anlamak için yukarıdaki kolajda sağ altta duran aslan maketlerine bakmak yerine imgeleme yapın derim. :)   


Kral William'dan yana hapis ve ölüm cezalarıyla ünlü bu kule tarih boyunca çok çeşitli işlevlere sahip olmuş. Kraliyet konutu olarak da kullanılmış, cephanelik ya da darphane olarak da. Şu an hâlâ kraliyet mücevherlerinin saklandığı bir kasa görevi de görüyor -ki bence bu kulenin en ilginç, en görülesi ve etkileyici yeri mücevherlerin bulunduğu ve fotoğraf çekilemeyen o karanlık odası. Yürüyen bir bandın üzerinde mücevherlere bakabildiğiniz için o birbirinden değerli elmaslar, safirler, zümrütlerle süslenmiş harikulade taçları, yüzükleri, asaları ya da altın kaplama kutsal yağ kaşıkları, ziyafet gereçleri, şamdanlar ve pek çok şeyi sınırlı bir süre görebiliyorsunuz. Ama o kısacık sürede bile Türk usulü "şu taç ne kadar eder ki?" muhabbeti yapabiliyorsunuz, panik olmayın. :)

Kule kompleksi içinde pek çok farklı bina var. En önemlilerinden biri de 1076'da yapımına başlanan ve orijinal "Kule" olan White Tower'dır (Beyaz Kule). İkinci kolajda altta ortadaki resimde gördüğünüz bu kulenin içinde kraliyet cephanesinin bir kısmı bulunuyor. İçeride ayrıca bir şapel de var. 


Çıkmadan önce bir de Kule'deki işkenceler hakkında bir fikir edinelim. Şemalarla açıklandığı üzere insanları demir kıskaçlar içinde iki büklüm dolaştırma, elleri ve ayaklardan bağlayıp her iki yöne çekiştirme, kelepçelerle zapt edip kırbaçlama, vs gibi bildiğiniz işkenceler işte... İçinize yeterince fenalık geldiyse çıkabiliriz. 


Uzun lafın kısası: Tower'lardan favorim Kule olanı değil Köprü olanıdır diyor ve yazıya burada bir son veriyorum.


Harika bir hafta olsun hepimiz için. 




Kensington Sarayı

1689'da William ve Mary tarafından alınmış olan bu mütevazı malikane yaklaşık elli yıl boyunca kraliyet sarayı olarak kullanılmış. Ama en çok Prenses Diana'nın evliliğinden ölümüne kadar yaşadığı yer olarak biliniyor biz turistler tarafından, çaktırmayın. 

Kral ve Kraliçe odaları olarak iki bölüm halinde gezilen bu minik sarayın içi sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Çünkü nispeten boş bir saray. Ya da çoğu yer temsili doldurulmuş. Daha fazlasını bekliyor muydum? Evet. Gezdiğime pişman mıyım? Hayır. Ama Diana'nın ve Kraliçe'nin kıyafetlerini göremedik, ona üzüldüm gerçekten. 

Neyse, tura Kraliçe'den başlayalım bakalım. Solda gördüğünüz bavullar seyahat aşığı Kraliçe Mary'ye aitmiş. Pek bir empati kurdum kendisiyle. Ve 32 yaşında ölmüş olmasına çok üzüldüm. Odalarda dönem gazetelerinin çoğaltılmış kopyalarını, minderin üzerine oturunca konuşan duvarları ya da kulağını yaklaştırınca saray dedikodularını fısıldayan gramofonları görürseniz şaşırmayın.  


Kral daireleri her sarayda olduğu gibi çok daha ihtişamlı. Bu bölümde değerli tablolar, önemli toplantı salonları, William Kent'in üç boyutluymuş gibi görünen tavan resimleri, gösterişli avizeler, vs göreceksiniz. 


Bu bölümdeki en önemli odalardan biri de Cuppola Room (Kubbeli Salon). Burası daha çok bir balo salonu olarak kullanılmış da denebilir. Anlayacağınız dans ve müzik baş roldeymiş bu kubbeli odada. 


Diana'nın giysilerini görememiş olabiliriz ama kraliyet giysilerinden birkaçını gördük sarayın bir bölümünde. Kralın taç giyme töreninde giydiği kadife pelerini üstümde düşününce bana fenalık geldi. O dönem sarayda yaşayan bir kraliçe olsaydım adım ya Düşen (ya da Düşüren) Kraliçe'ye çıkabilirdi.Bu giysilerle bırak yürümeyi nefes almak bile çok zor dostum!


Mutsuz bir çocukluk geçirmiş olan Kraliçe Victoria'nın kaldığı saray odaları var sırada. Günlüklerine yazdığına göre çocukluğunda saraydaki hamamböcekleriyle arkadaşlık edecek kadar yalnız ve mutsuz olan Kraliçe gün gelmiş tahta geçmiş ve 20 Haziran 1837'de tam da İso'cumun oturduğu yerde oturarak Red Room'da (Kırmızı Salon) ilk kabine toplantısını yapmış. 


Kraliçe Victoria'nın çocukluk dönemine, kocası Prens Albert'le olan yaşamına, av eşyalarına, köpeklerine ve dokuz çocuğuna ait pek çok şey bulunan sarayın bu bölümünün diğer yerlere göre daha dolu olduğu kesin! :) Bu arada kraliyet çocuğu olunca beşik böyle oluyor demek, sevgili okur. Şu beşiğin havasına bakar mısınız? Yanında ve altında kraliçenin oyuncakları, çocukluk giysileri bulunuyor. Bu minyon kraliçe büyük bir aşkla bağlı olduğu Prens Albert'i kaybettikten sonra ömrünün sonuna kadar yasını simgeleyen siyah giysiler giymiş. 


Çıkarken ya da girmeden önce sarayın muhteşem bahçelerini gezmeyi ve orada da Kraliçe Victoria'ya bir selam vermeyi unutmuyorsunuz, ona göre. Ziyaret saatleri ve online bilet için buraya bakabilirsiniz. 


Sırada büyük bir hayal kırıklığı olan Tower of London var. Yani ayıp etmiş olmak istemem ama orada geçirdiğim zaman yerine bir pub'da oturup iki bira daha içmiş olmayı tercih edebilirdim. Ne gereksiz bir yermiş yahu! Neyse, anlatacağım bilahare.

O zamana kadar hoşça kalın ve hafta sonunu çok güzel geçirin! :)



British Museum

Haziran sonunda iki yıllık Londra vizemin biteceğini fark eden beni Mayıs ayında aldı bir telaş. Hemen 12-16 Haziran için minik bir Londra planı ayarladık İso'cumla. Ama Gezi olaylarından dolayı keyifler alt üst olduğundan ve orada olduğumuz hafta da buradaki en kötü hafta sonlarından birine denk geldiğinden bedenen orada, kalben burada gezebildik bu kez Londra'yı. Yazmak için de ancak fırsat bulabiliyorum. Ve belli bir sıraya bağlı kalarak yazamayacağım bu kez. Önceki Londra turundan kalan eksiklerden tamamlamak istediklerimiz vardı ve bazılarının üstüne çizik atabildik Ve ben de onlardan bahsedeceğim sırayla. 

İlk yazıyı British Museum'a ayırıyorum. Londra'da bir sürü müzeyi gezmeme rağmen burayı bir sonraki sefere bırakmıştım. Biliyorsunuz, çoğu ücretsiz olan ve harika açıklamalar ve uygulamalı bölümlerle maksimum gezme keyfi veren Londra müzeleri, benim gibi bir müzesever için adeta bir cennet. Her gün 10.00-17.30 arası (Cumaları ise 20.30a kadar açık) ziyaret edilebilecek bu devasa müzede çok rahat kendinizi kaybedebilirsiniz. 

  
Müze planına buradan ulaşabilirsiniz. Üç kata yayılmış dünyanın sayılı müzelerinden biri olan British Museum'da dünyanın her yerinden ve neredeyse her devirden günümüze ulaşan objeleri, heykelleri, takıları, aletleri, kabartmaları, çizimleri, savaş gereçlerini, vs görmeye bayılacaksınız. Hangisinin hikayesi sizi kendine çekiyorsa kendinizi orada kaybetmekte serbestsiniz. Nasılsa daha birkaç saat buradayız. 

Bizim gözümüze takılanlardan bazıları da aşağıda:

* Elbette üzerinde Mısır hiyerogliflerinin bulunduğu ve M.Ö 200'lerden kalma Rosetta taşı görülmeden olmaz. Ama etrafında sürekli feci bir kalabalığın olduğu ve bir camekanın ardından size baktığı için fotoğrafı güzel çekilemez. Ama müze mağazasından alınan bu kitapçıktan hem onun hem de diğer pek çok eserin fotoğraflarına ve açıklamalarına bakılabilir.:)


* Afrika galerileri mutlaka gezilmeli. Tahta heykeller, masklar, değişik malzemelerle yaptıkları heykeller, araç ve gereçler, çanak ve çömleklerin yanı sıra aşağıdaki kolajın sol alt köşesinde gördüğünüz ve dört Afrikalı sanatçı tarafından yapılan Hayat Ağacı (Tree of Life) adlı esere de hayran kalınmalı.:)


* Mısır bölümünde Rosetta taşı dışında görülecek pek çok heykel ve hiyeroglif kalıntısı bulunuyor. Her odada her birinin hikayesi mevcut. Mısır, Ramses'siz olmaz elbette (bkz. aşağıda sağ üst köşede oturuyor kendisi)! Sonra bir koridordan geçerek M.Ö. 645-35 arasına gidiyor ve Asur krallarının aslan avına gidiyoruz. Alt sırada hep aslan avını anlatan sahneler var ve biz bunların yer aldığı odaları çok sevdik.  


* Antik Yunan ve Roma bizi bekler. Bu odalar tahmin edebileceğiniz gibi pek çok heykel, anıt kalıntısı ve mitolojik hikayeyle dolu. Sol üst köşede Nereid Anıtı'nın büyük bir bölümünü görüyorsunuz (kökeni bize, Likya bölgesine uzanıyor). Hemen yanındaki kaslı vücutlu Yunan tanrısının Dionysos olduğu düşünülüyor. Kırık olan elinde kadeh tutuyor olmalıymış. Kadehsiz bir şarap tanrısı pek hüzünlü geldi gözüme bir an. :) Sağ üst köşede Afrodit tüm güzelliğiyle karşımızda. Altındaki at başına bayıldım bu arada. Anlayacağınız buralarda da göreceğiniz bir sürü şey var. 



* Koluna saat, parmağına alyans, saçına toka bile takmayan benim ilgimi çeken şeylerden biri de antik takılar oldu. Değişik medeniyetlere ait değişik takılar görülmeye değerdi. Favorim sağ alttaki şu kol bileziği. Sol alttaki omuzluk fikrine de bayıldım ama onu taşımayı düşünemiyorum. İnsanoğlu gösteriş yapacağım diye her dönem ne çekmiş be! :)


Bunların dışında saatler, eski çağdan günümüze paranın öyküsü, Kıbrıs'tan çıkan bakır plakalar, minik heykelcikler, Kral ve Kraliçe yolunun kaldırım taşları ve daha pek çok ilgi çekici şeye dalıp giderek üç saatten fazla zaman geçirdik burada. 


Ve eğer Londra'da yaşıyor olsaydım, her hafta en az üç saatimi müzelere ayırırdım diye düşünüyorum. Belki de müzelerin girişlerinde resmim olurdu ayın ziyaretçisi ya da şüpheli şahıs olarak.:) Ama ne yapayım, ben tarihin, sanatın ya da neyin müzesiyse gezdiğim onun belli bir kronolojik sıra, düzen ve anlatımla bana sunulduğu bu ortamlara bayılıyorum. 

Sırada Kensington Sarayı var. İlgilenenlerin gözü burada olsun.







Robinson Club Çamyuva

Terapi ikilisi deniz & güneş ile bu seneki  ilk buluşmamızı Kemer'de bulunan Robinson Club Çamyuva'da gerçekleştirdik. 6-14 Temmuz arası kendimizi bu huzur dolu muhteşem doğanın kollarına bıraktık. Hiçbir tesiste bu kadar çok boş yeşil alan gördüğümü hatırlamıyorum. Sonsuz maviye dalmak kadar yeşillere de dalıp gitmenin aynı ölçüde huzur verdiğini düşündüğüm için tesisin bu yemyeşil haline bayıldım. Kaç AVM'lik (tamam abarttım, tatil köyünde AVM'nin ne işi var artık, değil mi?), kaç blokluk, kaç havuzluk, kaç barlık alanı sadece çimler ve ağaçlar için ayırmış olduklarını görerek bir kez daha takdir ettik bu zihniyeti. Birkaç destekle dallarını taşımasına yardım edilen sol üst köşedeki ağaca ise her yanından geçişimizde hayran olduk. 


Gelelim denize. Fazla söze gerek yok. Görüntüler aşağıda. Günde dört sefer kendimizi içinde bulduğumuz, pırıl pırıl haline bayıldığımız, iskeleden çıkarken üstümüze atlayıp yüzümüze ve kollarımıza çarpan minik uçan balıkların bize adeta "nereye gidiyorsunuz yahu, bırakılır mı hiç bu billur?" dediği denizi aşağıda görebilirsiniz. Tek kelimeyle harika.

Bu güzellikten sonra havuz ilginizi çeker mi bilmiyorum ama koca tesiste sadece tek bir havuz olduğunu bilmenizi isterim. Tek bir tane mütevazı büyüklükte bir havuz! Şaşırdınız değil mi? Şaşırmayın, çünkü burası yetişkin tesisi. 16 yaşın altındakiler tesise alınmıyor. Dolayısıyla öyle attraksiyonel bir sürü havuza da gerek duyulmuyor. Ve bu yüzden de akşam beşe doğru sahilde hafiften bir müzik duyulana kadar ortamda çıt çıkmıyor. Uzaktan sahile bakıldığında sanki boş bir tesis gibi. Herkes elinde kitabıyla, kulağında müziğiyle güneşin ve denizin tadını çıkarıyor. Huzur içinde. Sahilde en tahammül edemediğim şeyin çocuk ve onlara bağıran ebeveyn gürültüsü olduğunu düşünürsek yetişkin tesislerinin sayılarının artmasını diliyor, darısı yetişkin uçaklarının başına diyorum. :)    


Tüm gün yeşilin ve mavinin tadını çıkardıktan sonra odanıza dönerken de yine yeşillerin, ama bu kez farklı renklerle süslenmiş yeşillerin içinden geçiyorsunuz. Odalar standart. Dışarıdan bakıldığında sol üst resimde gördüğünüz gibi. Birer balkonu olan, ses yalıtımı harika, içinde minik bir giyinme bölümü ve okuma köşesi olan, iki tek kişilik yatağın birleştirilerek çift kişilik yatak olabildiği, tertemiz ve yeterince büyük odalar. Kendinizi evinizde hissediyorsunuz. Ayağınızı uzatıp Ağustos böceklerinin sesini dinlemek için balkona, duş sonrası-yemek öncesi 15 dakika sessizlik içinde yatakta uzanıp, günün gelişmelerini takip etmek için içeri geçiyorsunuz. Balkon kapısını kapattığınız anda gece sabahın ilk saatlerine kadar süren çılgın partilerin de sesini duymuyorsunuz.  


Sessiz dediysek o kadar da demedik elbette.:) Her akşam yemekte farklı bir tema olduğu gibi gece 22:00'den sonra parti ortamı yaratılıyor. Yemekler harika. Çeşitler, temalara uygun kombinasyonlar, sağlıklı yemek bölümü, salata ya da makarna barları, meyve ve tatlı büfeleri, her şey enfesti. Ama ben parti demiştim değil mi? Barda ya da sahilde yaratılan bu parti ortamları öyle tatil köylerinde genelde olduğu gibi üç beş tane abuk subuk dans eden orta yaşlı yabancı turist çiftin izlendiği kabus ortamlar değil, gerçekten parti ortamları. Özenli giyinmiş, birbirleriyle konuşan, gülen ve dans eden medeni insanların gerçekten eğlendiği parti ortamları. Bence burası bekarken kız kıza veya erkek erkeğe yapılan tatiller için de çok uygun. Hele bir de Almanca biliyorsanız yaşadınız.

Çünkü burada hemen hemen herkes Alman ve her şey Almanca. O yüzden her şeyin tadını en çok işletmesi de Alman olan tesisteki Almanlar çıkarıyor. Neyse ki oda numaraları rakam olduğu için yolumuzu bulabiliyor, yemeklerin de açıklamaları İngilizce ve Türkçe yazdığı için karnımızı doyurabiliyorduk. :) Onun dışında günlük programın yazdığı broşürler, amfi tiyatro gösterileri ve spor programlarının tamamı Almanca. Yani ben bile hayatımda ilk kez bir tesiste grup derslerine katılmadan birkaç kez fitness salonunda koşu yaptım. Tamam, hareketleri görsem de yeterdi belki ama kendi aralarında konuşup gülüşürlerken  ya da önemli tüyoları onlar öğrenip de ben öğrenemezken sinir olurum diye katılmadım. Zaten Well-Fit Camp haftasına denk geldik. Ortalık taş gibi kaslı vücutlarıyla ve spor giysileri içinde oradan oraya derse koşturan güzellikte ve yakışıklılıkta uzay yapmış insanlarla dolu. Ben bildiğin ortalama vücudumla az kalsın bunalıma girmek üzereydim. Bir de gidip orada o insanlarla birlikte spor yapacakmışım, yok ya! Ama harika hocaları ve dersleri, her dersin çıkışına kurulan sağlıklı meyve ve sebze suyu stantlarını gördüm elbette.  


Bizim aktivitemiz genellikle denize girmek, gölgede kitap okumak, akşam güneşinde bu kez cin tonik eşliğinde kitap okumak, yemek sonrası da rose'lerimiz eşliğinde kendimize güzel bir sohbet köşesi bulup geceyi 12 civarı orada tamamlamaktı. Ve bu rutin programımıza rağmen saatlerin, günlerin nasıl geçip gittiğini anlayamadık ya ona yanıyorum!

Her tatil köyünün yüzde en az 90'ı yabancı turistlerle doludur ama ortam hiçbir şeyi yadırgamayacağınız kadar Türk'tür. Burası ise sistemiyle, düzeniyle, diliyle, disipliniyle, insanlarıyla tam bir Alman tesisi. Kendinizi yabancı bir ülkede tatil yapıyor gibi hissedebilirsiniz. O kadar ki tuvaletlerde taharet musluğu bile yok! Bir Türk'ün yurt dışında en çok takıldığı sorundan bahsederek size durumu açıklamak istedim. :) Zaten gelenlerin çoğu buraya 15 - 25 defa gelmiş (hatta daha İstanbul'u görmemiş ama bu tesiste 1000 gece konaklamışını bile gördük) Almanlar'dan oluşuyor. Yani bir nevi onların yazlığı olmuş burası. Ve eğer bir Alman bir tesise 15 defa geliyorsa bir bildiği vardır, ahbap! :) 

Kısacası ne aradığınıza bağlı olarak çok sevebileceğiniz ya da yadırgayabileceğiniz bir tesis burası. Biz Eylül ayında bir daha gitsek mi diye düşünmeye başladık çoktan, çünkü bana sınırsız olanak vererek kafamdaki tatil ortamını yaratmamı isteseler bu  içerik, sadelik ve kalitede bir şey ortaya çıkarırdım diye düşünüyorum. Sanırım biz de orta yaşlarımızda 25 defa geldik buraya diyebiliriz yeni gelenlere. Hatta bakarsınız Almanca konuşmaya bile başlarız gide gele. 

Das hotel is sehr schön! Ja! :) (tatil köyünün Almancası için kasmayın beni, otelle idare ediverin, bitte!


  


Sergi Haberi: Direniş ve Fotoğraf


Karşı Sanat nerede diyenler için iletişim bilgileri buradadır. Web sayfasında sergiyi göremezseniz panik olmayın, sizler için arayıp teyidini aldım, 25 Temmuz'a kadar Direniş fotoğraflarını orada bizleri bekliyor olacak. Kaçırmayın!