Makas Oyunları - 1

DOT bu sezonun yeni oyunu için güncel ve politik kısa oyunlardan oluşan bir Makas Oyunları'nı seçmiş. Ve sonunda 1 ibaresi olduğuna göre devamının da geleceğini anlıyoruz. Yani yeni seriler de bizleri bekler. 2011'de Britanya'da "Theatre Uncut" isimli kısa oyun yazım ve okuma projesinde yer alan kısa oyunlardan yapılan seçkilerin sahnelendiği Makas Oyunları'nın yaklaşık 15er dakikalık dört kısa oyundan oluşan ilk serisini mutlaka izleyin.

Güncel ve politik deyince aklınıza Türkiye'yle ilgili ne geliyor? Tabi ki geçtiğimiz Mayıs sonu-Haziran başında yaşanan Gezi protestoları, kapitalizmin yarattığı sömürü düzeninin sert yan etkileri ve artan faşizm -pardon, ileri demokrasi- örnekleri, değil mi? İşte tüm dünyada seyirciyi düşündürmek, tartıştırmak ve tepki verdirmek için tasarlanan bu oyunlar bizi de bu konular üzerinde düşündürtüyor. Daha doğrusu yabancı yazarları olan oyunlar arasından öyleleri seçilmiş ki bizlerin son dönemlerde yaşadıkları üzerine bir kez daha kafa yormamızı sağlıyor. Çok da iyi yapıyor!



İlk oyun Şişman Adam. Her krizden bir şekilde paçayı kurtarmayı bilen, lömbür lömbür, pasaklı şişko değil, köpek balığı gibi atak, jilet gibi ama göbekli. Bu adamın hepimizin nasıl canına okuduğunu İbrahim Selim sizlere o keyifli anlatımıyla bir güzel anlatacak.  

İkinci oyunda Deniz Türkali'nin biri kadın (Pınar Töre) diğeri erkek (Enis Arıkan) iki polis tarafından sorgulandığı bir sorgu odasındayız. Olay mahallinde olmadığına dair kanıtları olmasına rağmen işlemediği bir suçla suçlanıyor, ama yine de şanslı! Çünkü Pentagon'u hacklediği için ceza alan yaşlı bir teyze, 20 yıl hapis cezasıyla yargılanan henüz doğmamış bir çocuk ve milyarlarca dolar aklamakla suçlanan bir evsiz de var bu adalet dolu (!) dünyada... Eee n'aparsınız, Bazı Şeyler Çok Saçma

Sırada Pankart adlı kısa oyun var. 60 yıl arayla aynı hayallerin peşinden koşarak devrim mücadelesine kendini vermiş iki çiftin karşılaştırıldığı oyundan çıkan sonuç pek iyimser değil açıkçası. Daha iyi bir dünyaya dair ortak umutlar her iki dönemde de aynı olabilir ama kat edilen yol insanı umutsuzluğa itiyor. "Devrim koca bir hayal olabilir mi?" diye düşündürtüyor. 

Ve son olarak Tuğrul Tülek'in tek başına -daha doğrusu biz seyircilerle- oynadığı Hassas oyunuyla kapanışı yapıyoruz. Seyirciler olarak Jack'in terapisti Caroline'in repliklerini okumamız gerekiyor. O yüzden mecazen ses çıkarmanın önemine değinen bu oyunda gerçek anlamda da sesinizi gür çıkararak ve mimiklerle, tonlamalarla havaya girerek Tuğrul Tülek'e yardımcı olmayı unutmayın.:) Akıl hastanelerinin bütçelerinde kesinti yapılınca terapistinin penceresine tırmanan bir hasta sayesinde artık insanların yataklarının altından çıkmalarının, ses çıkarmalarının ve dimdik ayakta durarak taleplerde bulunmalarının, kısacası değişimin zamanının çoktan gelmiş olabileceğinin farkına varıyoruz. 

Teşekkürler DOT. Bu harika proje için, cesaret ve sorumlulukla seçilen oyunlar ve sahneye koyma başarısı için, oyuncular ve oyunculuklar için, en çok da bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığın için. İyi ki varsın!

Biletler için gişe tel: 0-212-232 44 40 veya 0-212-251 45 45 
Yer: G-Mall
Fiyat: 60 TL tam, 30 TL öğrenci, 20 TL son dakika bileti.
Tarihlerle ilgili detaylı bilgi için buraya

Şimdiden iyi seyirler.





Kış yolculuğuna hazırız!

Tchibo her hafta yenilenen temaları, modayı kaliteyle bütünleştiren ürünleri ve lezzetli kahveleriyle sevdiğimiz markalardan biri.

Bir Tchibo mağazasına girdiğinizde sizi karşılayan harika bir kahve kokusu duyuyorsunuz. Ürünlere bakmak için sabırsızlansanız bile kahve standının önünden güç bela ayrılıyor ve ürünlere doğru yöneliyorsunuz. Ürünlerin hemen hemen hepsi keyifli renklerde ve tarz ürünler. Üstelik hepsi birbirinden kaliteli ve dayanıklı. Tchibo ürünlerinin kalitesi, alanında uzman kişiler tarafından çok sıkı ve acımasız testlerden geçiyor ve sadece testi geçebilenler satışa sunuluyor.



Ve bu hafta tam biz seyahat aşıklarına göre bir tema var Tchibo’da. Kayak Keyfi&Kış Modası! Su ve kir geçirmeyen Ecorepel malzeme ürünler, çığ kazalarına karşı içerisinde yerinizi bildiren RECCO Reflektor bulunan montlar, nemi teninizden alıp dışarı ileten COOL MAX termal içlikler ve çok daha fazlası. Kayak&Snowboard kaskı ve gözlüklerinizi de aldıysanız, kayağa ve kış seyahatine hazırsınız. Ayrıca son moda kışlık kıyafetlerle de pistlerin en şık kayakçısı siz olacaksınız!



Kayak Keyfi&Kış Modası temasındaki tüm ürünler birbirinden güzel ama içlerinden seçerek birkaçına daha geniş yer verelim. Konu kayak olunca güvenlik önemli tabii. Kapitone Kayak Montu yumuşak ve sıcak tutması yanında Recco Reflektorle de güvenliğinizi sağlıyor. Güvenlik demişken, ayakkabı kar zinciri de bu temadan muhakkak edinmeniz gereken parçalardan. Spiral sistemiyle kara ve buza rahatlıkla basıyor, hem de kayıp bir yerinizi kırma tehlikesinden korunmuş oluyorsunuz. Konu seyahat olunca ayaklar daha bir önem kazanıyor tabii. Sağlıklı ayakkabılarla yollar size vız gelecek. Tchibo’nun termal botu ve termal çizmesi tam da bu bahsettiğim türden. Hem ayaklarınızı kuru ve sıcak tutuyor hem de rahat etmenizi sağlıyor. Üstelik fiyatları da dudak uçuklatmıyor. Tchibo’nun profesyonel içlikleri de kayağa gitmeden muhakkak edinmeniz gereken parçalardan. Mikro kapsül teknolojisine sahip bu içlikler, aşırı terlemeyi ve terin üzerinizde kurumasını önlüyor, size hareket özgürlüğü veriyor. Ve çocuklar! Tchibo onları da unutmamış, bu temaya tatlı mı tatlı Çocuk Kar Tulumları ve montlar eklemiş. Hepsi de hava alan, suyu ve rüzgarı geçirmeyen yapıda. Çocuklarınız bu tulum ve montlarla kar melekleri ve kar prensleri gibi görünecek!


Kayak Keyfi&Kış Modası temasında bunlardan başka birçok ürün daha bulunuyor. Daha ayrıntılı incelemek için Tchibo.com.tr’ye tıklayıp, keşfe başlayabilirsiniz. Şöyle keyifli bir alışveriş yapıp, sonrasında da kahveyle yorgunluk atmak isteyenleri, çalışanlarının yüzünden gülümseme eksik olmayan Tchibo mağazalarına davet ediyor ve ekliyorum; yeni temalardan herkesten önce haberdar olmak için Tchibo Facebook sayfasını (https://www.facebook.com/tchiboturkiye) beğenebilirsiniz. Keyifli alışverişler!

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Çocuklarınız İçin Kibritçi Kız Müzikali Zorlu'da.. Üstelik Ücretsiz! :)

2003 yılından bu yana Türkiye'nin dört bir yanından yaklaşık 500 bin çocuğu tiyatroyla buluşturan Zorlu Çocuk Tiyatrosu, bu sezon yeni oyunu “Kibritçi Kız Müzikali” ile Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’ne konuk oluyor. Mutlu son ile biten bir Post-modern müzikal olarak sahnelenen “Kibritçi Kız Müzikali”, Nisan 2014 tarihine kadar ücretsiz olarak izlenebilecek.

Zorlu Çocuk Tiyatrosu, çocuklara tiyatroyu tanıtmak ve sevdirmek amacıyla bir sosyal sorumluluk projesi olarak Mehmet Zorlu Vakfı tarafından kuruldu. Kurulduğu 2003 yılından bu yana Türkiye’nin pek çok kentini ziyaret eden Zorlu Çocuk Tiyatrosu, bu sezon “Kibritçi Kız Müzikali”ni İstanbul’un 700 kişi kapasiteli yeni performans sanatları merkezi Zorlu Center PSM’de sahneye koyuyor.

“Kibritçi Kız Müzikali”, tiyatro oyun yazarı ve Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hasan Erkek tarafından,  Hans Christian Andersen’in ünlü masalından sahneye uyarlandı. Hasan Erkek’in aynı zamanda yönetmenliğini de üstlendiği oyun 5 yaş ve üzeri izleyicilere sesleniyor.



Okul öncesi çocukların öğreniminde dramanın etkin rolü üzerine pek çok kitabı bulunan Serap Erdoğan’ın pedagojik danışmanlığını yaptığı “Kibritçi Kız Müzikali”ndeki dans koreografileri, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Modern Dans Ana Sanat Dalı ve Sahne Sanatları Bölümü Başkanı Aydın Teker’e, müzikleri ise Nedim Yıldız’a ait. 

Müzikalin sahne ve ışık tasarımını, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda uzun yıllar çalışan Nurullah Tuncer, kostüm tasarımını da 2010 Afife Jale ‘En Başarılı Kostüm Tasarımcısı’ ödüllünü alan Şirin Dağtekin Yenen gerçekleştirdi. 

Sokaklarda akordeon çalıp şarkı söyleyerek kibrit satan bir kızın hikâyesini anlatan müzikal, yaşama sevinci, dostluk ve dayanışmayı teatral bir dille minik izleyicilere aktarıyor. Müzik, dans, mim, jonklörlük ve resim sanatlarını bir arada sunan müzikal, aynı zamanda sokak çocukları konusunda farkındalık yaratmayı da hedefliyor. Zorlu Çocuk Tiyatrosu, Kibritçi Kız Müzikali’ni alışılmışın dışında mutlu bir son ile bitirerek, izleyicilere farklı bir sahne uyarlaması sunuyor.

“Kibritçi Kız Müzikali”, 2013 yılı içinde 1, 7, 8, 14 ve 15 Aralık tarihlerinde Zorlu Center PSM’de ücretsiz sahnelenecek.



Son İzlenenler

Evet, ilk ve oldukça sert Kim Ki Duk deneyiminin üzerinden epey zaman geçtikten sonra yönetmenin en çok tavsiye edilen filmlerinden biri olan Boş Ev'i izlemeye hazırız. (Acı filmi için buraya tık tık.) Bu kez kapılara paket servis broşürleri bırakarak hangi evlerin boş olduğunu öğrenen ve boş evlere girerek orada  bir iki gün yaşayan ve ayrılmadan önce de evdeki bozuk bir aleti tamir edip, çamaşırları yıkayıp, kendince olumlu bir iz bırakarak evi bulduğundan daha iyi bırakan genç bir adam var karşımızda. Üniversite mezunu, maddi sıkıntısı falan yok. Tek amacı görünmez olmak. Bir gün bu evlerden birinin boş olmadığını fark edince bu maceralarına mutsuz ve şiddet dolu evliliğinden kaçarak ona katılan genç bir kadınla birlikte iki kişi devam etmeye başlıyor. Sonrasında da belki iki kişi olmanın, belki de aşık olmanın yarattığı tedbirsizlikle de yakayı ele veriyor. Ama hapiste geçirdiği süre de onun görünmezlik hedefine ulaşmasına ciddi bir katkı sağlıyor. Değişik, masalsı bir film. Ayrıca karakterleri hiç konuşturmadan da film çekilir mi, sorusuna yanıt buluyorsunuz: hem de öyle güzel çekilirmiş ki! 

Sırada The Perks of Being a Wallflower filmi var, ki ismi Saksı Olmanın Faydaları diye Türkçeleştirilmiş. Bir büyüme hikayesi. Charlie adında yalnız, çekingen ve birtakım sorunları olan bir çocuğun liseye başladığındaki kendini kabul ettirme süreci anlatılıyor. Üst sınıflardan Sam ve Patrick (ki Kevin Hakkında Konuşmalıyız'dan tanıdığımız ve bayıldığımız Ezra Miller canlandırıyor) onun açılmasına, kendine güven kazanmasına en çok yardımcı olan iki isim. Ve elbette onların okuldan daha önce ayrılmaları gerekiyor. İşte o zaman da Charlie'nin sorunları daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Sanırım bir Amerikan filmi olduğu için işin duygu kısmı çok daha etkili verilebilecekken çok eksik verilmiş diye düşünüyorum. Charlie'nin çocukluğunda teyzesiyle yaşadıkları ve en yakın arkadaşının intiharı gibi olayların ruh hali ve karakteri üzerindeki etkileri yeterince iyi anlayamıyoruz. Şahsen ben daha çok bir gençlik filmi havasında, ergen sorunları izler gibi izledim filmi. Ama bu bir Avrupa yapımı olsaydı çok daha farklı bir derinliğe sahip olurdu diye düşünmeden edemedik İso'cumla.

Şimdi biraz uzaklara gidelim. Şili'deki 1988 referandumu ile büyük oy çoğunluğu sağlanarak gönderilen diktatör Pinochet'ye karşı yürütülen No kampanyasının öyküsü var bu filmde. 1973 yılında devrilen solcu devlet başkanı Salvador Allende'den sonra yönetimi devralan General Pinochet, her diktatör gibi yıllar geçtikçe baskının, zulmün dozunu iyice artırarak halkı bunaltmış. Kayıpların, hapishanelerde çürümeye terk edilenlerin, işkence görenlerin haddi hesabı yok. Çıkan tek tük muhalif ses ise zorbaca yöntemlerle sindiriliyor. En sonunda 1988 yılında Pinochet'nin ülkeyi yönetmeye devam edip etmeyeceğine bir referandumla karar verilmesi kararlaştırılıyor. Ve tüm baskılara ve gözdağına rağmen bu reklam kampanyasını başarılı reklamcı Rene üstleniyor. Sonuçta da Amerikan desteğiyle başa gelen Pinochet, Amerikan usulü bir reklam kampanyasıyla yaklaşık %60 gibi bir Hayır oyu ile gönderiliyor. Sanatçıların tamamı Hayır tarafında, destek verenlerin profili, istekleri, gerçek anlamda halkın yanında oluşları, diğer tarafın ise halkı nasıl kandırarak ve korkutarak yıllardır üzerlerinde hakimiyet sağladığı çok güzel gösterilmiş. İsimler cisimler farklı olsa da yaşananlar pek çok yerde hep aynı ne yazık ki. O esprili ve pozitif muhalif tavra karşı gösterilen iktidar zulmü ve şiddeti de size tanıdık gelecek mesela. Ama sonunda kutlama var, enseyi karartmadan izleyin ve Pinochet'nin gönderilişinin tadını çıkarın.:)

Sırada 2007 yapımı bir Hollywood yapımı var. The Brave One ya da Türkçe adıyla İçindeki Yabancı. Jodie Foster ve Terrence Howard'ın baş rollerinde oynadığı filmde kısa bir rolle Lost'un Sayid'ini de görüyoruz. Erica ve nişanlısı Central Park'ta köpeklerini dolaştırmaya çıktıkları bir gece feci bir saldırıya maruz kalıyorlar. Erica haftalar sonra kendini toparlayabilirken, nişanlısı ise hayatını kaybediyor. Bu olay sonrasında Erica tamamen farklı biri oluyor. Kendi intikamını kendi almaya, kendi adaletini kendi sağlamaya karar vererek bir ruhsatsız silah ediniyor ve bir yandan da yeri geldikçe "amaaan elime mi yapışır ayol" diyerek başka masumların da intikamını alıyor. İzlerken içiniz soğuyor, bir de destek bir polis müfettişi ortaya çıkıyor ki tadından yenmiyor. Yani konu olarak böyle ama film keyfi olarak bence "izleseniz de olur, izlemeseniz de." Kaçırmak kayıp değil, klişeleri bol. Ama Jodie Foster hatırına izlenebilir. Filmde metin anlamında en tat veren yerler ise Erica'nın radyo programı yaparken izleyicileriyle konuştuğu kısımlar bana göre.

IMDB hesabıma baktım da bu dört film arasından Hollywood yapımları 7, diğerleri 8 almış benden. Duyguuu, biraz duyguuuu, uuuu.. Bütün isteğim buydu.. demişim yani kısaca..;)

İyi seyirler sizlere de...
Ve iyi hafta sonları...

Uluslararası Sanatçı Filmleri İstanbul Modern'de

İstanbul Modern, dünyanın farklı yerlerinden güncel video, kısa film ve hareketli görüntüleri bir araya getiren Artists’ Film International / Uluslararası Sanatçı Filmleri programını 21- 24 Kasım 2013 tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’da tematik seçkilerle gösteriyor. İstanbul Modern’in kısa süreli sergiler salonunda düzenlenen sergiyle 15 farklı ülkeden bu yıl seçilen yepyeni videolar 21 Kasım’dan 23 Şubat’a dek izleyiciyle buluşuyor. Sergide Bengü Karaduman’ın Hepimiz Aynı Gemideyiz adlı video enstalasyonun yanı sıra 18 farklı video çalışmasını ekran ve bilgisayarlardan izlemek mümkün olacak. Her yıl ortaklarının kendi ülkelerinden bir sanatçı ve videolarını davet etmesiyle başlayan Uluslararası Sanatçı Filmleri programı için o yıla özel uluslararası bir video havuzu oluşturuluyor. Sonrasında, bu videolar kurumlar tarafından yürütülen küratöryel çalışmayla gösterim programları ve video sergileri olarak izleyiciyle buluşuyor. Uluslararası Sanatçı Filmleri için bu yıl  Bengü Karaduman’ın Hepimiz Aynı Gemideyiz başlıklı çalışmasını davet eden İstanbul Modern’den küratör Çelenk Bafra ve asistan küratör Senem Sekban, sanatçının videolarının toplu gösterimini de hazırladı. Yurt dışı ortaklarından gelen videolar ise Sigmund Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu kitabındaki tanım ve kavramlardan yola çıkan dört tematik program olarak kurgulandı.

Gösterimler 21-24 Kasım tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’da yapılırken, sergi, kısa süreli sergiler alanında 23 Şubat’a dek ziyaret edilebilir.


Dünyanın farklı  bölgelerinden on altı sanat kurumunun ortaklığıyla gerçekleştirilen programın 2013 yılı ortakları: Birleşik Krallık’tan Whitechapel Gallery, İtalya’dan GAMeC / Galleria d'Arte Moderna, Arjantin’den Fundación Proa, ABD’den Ballroom Marfa, Yeni Zelanda’dan City Gallery Wellington, Vietnam’dan San Art, Çin’den Para/Site, Sırbistan’dan Belgrade Cultural Centre, Fas’tan Cinémathèque de Tanger, İsrail’den New Media Center, Almanya’dan Neuer Berliner Kunstverein Video-Forum, Afganistan’dan Centre for Contemporary Arts Afghanistan, Norveç’ten KINOKINO Centre for Art and Film, Hindistan’dan Project 88, Vietnam’dan Hanoi DOCLAB ve Türkiye’den İstanbul Modern.



Sarı Sabır Çiçekleri

Geçmişin koleksiyonundan alınarak kurgulanmış; “ herkesin farklı anlamlar yükleyeceği” bir parça – bütün ilişkisi içerisinde göreceği resimler…

Biçim ve düzen olarak yalın, sade, dingin bir o kadar da yalnız kadınlar renkli ve sessizler. Okuyan, arayan, araştıran, yargılayan kadınların fısıldamasında görüyoruz serginin temasını.

Toplam 28 kadının ortak sesi olan yaşanmışlık ve farkında olma halini paylaşıyor izleyici. Hep inceleyen meraklılık, ortak çaba gibi durmuyor hiç birinde. Bireysel tek başında olma hali, huzur ortamında öne çıkıyor sanki. Tüm imgelerin, düz satıhları rahatsız etmeden yer almalarını izliyoruz. Ve her biri izleyiciyle bunları paylaşıyor.

Mahmut Karatoprak’ın günlük imgeler ve lekelerin biçim kazanıp anlamlandırıldığı objelerle bezenmiş çalışmaları “Sarı Sabır Çiçekleri” isimli resim ve desen sergisi 20 kasımdan itibaren Galeri Selvin’de.




Sanatçı hakkında:

1953`te Kayseri`de doğan sanatçı,1973`te Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu`na girdi. 1978`de Mustafa Aslıer Atölyesi`nden mezun oldu. Aynı yıllar başta Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Milliyet Sanat olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde grafik, illustrasyon, karikatür ve strip-bant çalışmaları yaptı. Üç eseri Basel Plastik Sanatlar ve Karikatür Müzesi`ne kabul edildi.1978-81 yılları arasında İsviçre (Zurih) ve Almanya`da grafik çalışmaları yaptı. Münih'de Bastei Verlag, Hamburg`da Kelter Verlag`da illüstrasyon, çizgi-roman ve resim çalışmaları yaptı. 1985`de Axel Springer Verlag için çalışmalar yaptı. Genschpenster Dergisi`nde kapak ve çizgi yaptı. 1985`den bu yana Almanya`daki Hörzu Dergisi`nde çalışmaları yayımlandı. 1997`de İstanbul`a döndü. Milliyet, Radikal, Elle, Masion Francoise, Options Dergileri`ne illüstrasyon yaptı. 2002`de Kayseri`de yaşamaya başlayan Karatoprak halen Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi`nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

1984 Simavi Vakfı ve İstanbul Belediyesi Özel Ödülleri, 1977 Kültür Bakanlığı Özel Ödülü,1977 ikincilik ödülü Skopje ,1973 üçüncülük ödülü Marostica-İtalya gibi ödüllere sahiptir.

Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy
Tel: 212.263 74 81 


Nehir ve Dostlarla Kadıköy Buluşması

9 Kasım Cumartesi günü Nehir için ikinci sıradan iki kişilik biletlerimizi almış bekliyorduk ki iki gün öncesinde başlayan feci kuru öksürüklerim beni korkutmaya başlamıştı. Gıcık hissinden dolayı durmadan öksürdüğüm için biletleri birilerine vermeyi bile düşünmüştüm ama neyse ki korktuğum gibi olmadı. Öksürüklerim bana yaklaşık bir buçuk saat izin verdiler ve ben de 16:00'da başlayan bu tek perdelik Oyun Atölyesi oyununu keyifle izleyebildim. 

Nehir, Oyun Atölyesi'nin bu sezon sahneledikleri oyunlardan en yenisi. Oyuncu kadrosu Haluk Bilginer, Ayça Bingöl ve Canan Ergüder'den oluşuyor. İngiliz oyun yazarı Jez Butterworth 2012 yılında yazmış ve Hira Tekindor da metnin çevirisini yapmış. Hira Tekindor'u Oyun Atölyesi çatısı altında yaptığı başka işlerle de görmeye devam edeceğiz gibi görünüyor, çünkü bu sezonun merakla beklediğim oyunlarından olan Kim Korkar Hain Kurttan?'ın da yönetmenliğini yapacakmış. Muhteşem anne-babanın muhteşemliğe aday oğlu olarak feci olumlu bir önyargım var kendisiyle ilgili. ;) Oyunun yönetmeni Haluk Bilginer

Oyuna gelince: hikaye Adam adında balık tutmaya meraklı bir adamın kulübesinde geçiyor. Yeri gelmişken söylemezsem olmaz: dekor şahane! Gerçekten şahane. O balıkçı kulübesinin sıcacık, ahşap atmosferini yaşatabilmişler. Adam'ın iki farklı ilişkisinde yaşadıklarını da Canan Ergüder ve Ayça Bingöl'ün canlandırdıkları karakterler de görüyoruz ve anlıyoruz ki bu adam ya da bu Adam (:P) her ilişkisinde hep aynı şeyleri yaşıyor. Kadın-erkek ilişkilerinin ve kadınların hep aynı olduğunu düşünüyor. Aynı hüsranları yaşıyor ve yaşatıyor ama durumu değiştirmek için de farklı bir şeyler yapmıyor. Belki de yapamıyor, çünkü elinden gelmiyor. Galiba farkında olmadan da yüzeysel, duygusal zenginlikten yoksun ve yalnız amcasının izinden gidiyor. 

Şimdiye kadar izlediğim Oyun Atölyesi oyunları arasında ilk sıralarda yer alacak oyunlardan biri değil Nehir. Ama ne olursa olsun başta Haluk Bilginer olmak üzere hepsini çok severek izlediğim bu üç oyuncuyu ve harika oyunculuklarını görmek için izlemeye elbette değer.  Tek perde ve 70 dk. Gişe iletişim bilgileri ise burada.

Çıkışta Müge-Recep ikilisiyle buluşacağız ama onlar Kadıköy'e gelmeden önce yaklaşık bir saat zamanımız var. O zaman biraz ganimet toplama zamanı diyerek önce Akmar Pasajı'ndaki kitapçılara, sonra da Barlar Sokağı'ndaki Teachers Pub'a uğruyoruz - elbette Anadolu Yakası'nı çok bilmeyen bizlerin burayı seçerken tek kriterimiz Guinness oluyor. :) Ganimetler aşağıda:


Sonra kendimizi Müge-Recep'e teslim ediyoruz. Artık rahatız, onlar mekanı seçecek ve hep birlikte tadını çıkaracağız. Bildiğin Nevizade varmış meğer Kadıköy'ün göbeğinde! Orada balıkçılar, publar falan olduğunu bilirdim de gecesinin bu kadar kalabalık ve canlı olduğunu bilmezdim doğrusu. Burada Rota Balık'ı tercih ediyoruz. Mezeleri ve ara sıcakları gerçekten lezzetli. O kalabalıkta servis hızı ve ilgi de gayet iyi. Doğru tercihmiş diyor ve bir büyüğümüzü orada deviriyoruz. Önceki deneyimlerinden ders alan insanlar olmadığımız için oradan çıktığımızda Müge'nin önerisine uyup kahvemizi içip ayrılmak yerine cila niyetine yine Guinness arayışına girmeyi tercih ediyoruz. Ve kendimizi yine güne başladığımız yerde, Oyun Atölyesi yakınlarındaki Belfast Irish Pub'da buluyoruz. Sohbet, muhabbet, cila(lar) derken yine ertesi Pazar güne "Günaydın!" değil "Alkaaaa!" diye uyanacağımız bir sabah için hazırlıklarımızı tamamlamış oluyoruz. ;) Hatta bonus olarak sesim de birkaç günlüğüne beni terk ediyor. Olsun.. "İşte bunlar hep nazar," diye sorumluluğu dış mihraklara atarak bir sonraki hafta sonunu planlamaya, bir yandan da "evet bu kez fazla zorladım bünyeyi - ama eskiden de zorlardım bir şey olmazdı ki - acaba yaşlanmak böyle bir şey mi?" diye kendimle hesaplaşmaya devam ediyorum. Kahrolsun bağzı rutinler! :)   





Haftaya Kitaplarla Başlayalım

Kitap okuma hızımın arttığı ve azaldığı dönemler oluyor. Bu aralar artmış durumda ve bu da beni çok mutlu eden şeylerden biri. Son günlerde okuduğum üç kitaptan söz edeceğim şimdi kısa kısa. Gerçi ikisi yaklaşık 150 sayfa uzunluğunda olan, birer günlük kitaplardı ama olsun, sonuçta üç kitap bitirdim ben neredeyse bir hafta içinde. 

İlk kitap çok sevdiğim Paul Auster'ın şimdiye kadar okuduğum sekiz kitabı içinde ilk sıraya yerleşmeye aday güzellikte olan Leviathan. Polisiye bir öyküyü anlattığı doğru da olsa türü bence kesinlikle psikolojik roman olmalı. Peter Aaron adında bir yazar ve bomba hazırlarken paramparça olan başka bir yazar dostu Benjamin Sachs'ın dostluklarına, ayrı ayrı aile yaşamlarına ve ilişkilerine dalacağınız bu roman sizi hem karakterleriyle hem de duygusuyla içine alacak. Bu arada Leviathan'ın anlamı ne derseniz, Tevrat'ta sözü geçen bir deniz canavarıymış. Yazar Peter Aaron'ın da Paul Auster'ın kendisinden izler taşıdığı söyleniyor ki evliliği ve hayat görüşü açısından gerçekten de benzeşiyorlar. Bir süre sonra bir yeraltı kahramanına dönüşen Sachs'ın yaşadıklarının ne denli ilginç olabileceği ile ilgili bir fikir vermesi açısından da arkadaşı Peter'ın bu konudaki yorumunu eklemek istiyorum: "Olanları anlatmak beni hâlâ sarsıyorsa, bunun nedeni, gerçeklerin, düş gücünü her zaman geride bırakmasıdır. Kafamızda kurduklarımız ne denli akla aykırı olsa, ne denli çılgınlık ölçüsüne varsa, yine de gerçek dünyanın önümüze çıkarıverdiği olayların şaşırtıcılığına erişemez. Bu, artık unutamayacağım bir ders oldu bana. Her şey olabilir. Şu ya da bu biçimde, ama kesinlikle olmaz olmaz." Sachs'ın dostunu bu kadar etkileyecek neler yaptığını merak ediyorsanız bir an önce bu kitabı okuyun derim.

Sıradaki kitap bir klasik. Amerikan edebiyatının Pulitzer ödüllü kadın yazarlarından olan Edith Wharton'ın İki Kız Kardeş adlı romanı. New York'un yoksul bir semtinde bir tuhafiyeci dükkanı işleten Ann Eliza ve Evalina kardeşlerin yaşamlarının bir bölümüne konuk oluyoruz bu kez. Kendi hallerindeki mütevazı yaşamları, aynı semtte yine kendi halinde ve mütevazı görünen bir saat ustası olan Alman göçmeni Ramy'nin dahil olmasıyla birlikte bambaşka bir hal alıyor. Ve değişikliğin her zaman iyi bir şey olduğunu söyleyemeyiz, değil mi? Bu trajik öyküye neden olan şeyin yapılan bir fedakarlık olduğunu görmek ise işin ironik olan kısmı. Kitabın arka kapağında Edith Wharton'ın bir zamanlar şunları yazdığı söyleniyor: "Hayat, soyut ilkelerle ilgili değildir ancak kader, eski geleneklere, eski inançlara, eski trajedilere ve eski hatalara verdiğimiz tavizler ve zavallı uzlaşmaların birbirinin arkasından gelmesidir." Burada, iki kız kardeşin hikayesinde de "kötü" kaderi bu bakış açısıyla sorgulamakta yarar var. Güzel bir roman, öneririm. Konuyla ilgisi yok ama Yankee Candle'ın lemon lavender'ini de öneririm.;) 


Sırada tam da çapulculara göre bir kitap var.;) Yazarı da Y kuşağı, X kuşağı falan değil, çok daha büyük ağabeylerimizden biri: Muzaffer İzgü. Ama yıllara meydan okuyan genç bakış açısıyla Gezi olaylarında yaşananları değerlendirmeyi ve bunlardan esprili kısa öyküler çıkarmayı becermiş "Çapulcu musun? Vay Vay" kitabında. Gençlerin olgun davranmaları takdir edilir ya hani hep, işte bu kez farklı bir olgunluk türü var karşımızda: yaşça büyük olan birinin gençlerin bakış açısını, dünya görüşünü, özgürlük taleplerini, eylem biçimlerini doğru anlayabilme ve takdir edebilme olgunluğu. Dışarıdan bakabiliyorum duruma ve bize çok yabancı olan bu üslubu alkışlıyorum, deme hali. Ben bu öykülerde bu mütevazı yakınlığı hissettim. Bu arada sadece Gezi olaylarıyla ilgili öyküler yok kitapta. Bundan yola çıkarak Türkiye'de genel anlamda güleriz ağlanacak halimize dediğimiz çeşitli eksikliklere de kendi esprili diliyle değinmiş Muzaffer İzgü. Esprileri, tarzı benim en bayıldığım tarz olmasa da (çocukluğumda severdim) sırf bu bakış açısı ve bu konuda bir kitap yazma sağduyusundan dolayı kitabını aldım. Bir gecede de okuyup bitirdim. Aydın, hoşgörülü, mizah anlayışı olan, pozitif her yaştan insanın özgür bir Türkiye için kendince elinden geleni yaptığını görmek çok güzel. Desteklenmeli!

İyi haftalar hepimize...


Köprüden Köprüye

Emine Akbucak /Tristan Zilberman
21 Kasım – 12 Aralık 2013 
Galeri Od’A-Ouvroir D’Art / Sainte Pulchérie Fransız Lisesi
Çukurluçeşme sok. No 7 - Küçükparmakkapı Beyoğlu-İstanbul
Ziyaret Saatleri:  09.00-18.00 (Çarşamba – Pazar hariç) 

Fotoğraf sanatçıları Emine Akbucak ve Tristan Zilberman, aynı temaya iki özgün bakış açısıyla yaklaşmaya davet ediyor izleyenleri..

Emine Akbucak, köprüden sarkarak, suyu ve etrafını seyre dalarak, düşsel bir vizyon ile.. 
Tristan Zilberman, eski bir köprünün yeniden hayat bulmasını, değişimi ve dönüşümünü çevresiyle birlikte..

Sergi için İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim üyesi müzikolog Dr. İlke Boran, “köprü” temalı bir ses tasarımı gerçekleştiriyor.  


Tristan Zilberman bir kaç aydır bir köprü hikayesi üzerine çalışıyordu: Eski bir asma köprünün rehabilitasyonu ve bu köprünün Himalaya yaya köprüsüne dönüştürülmesiyle ilgili bir foto röportaj.. Bu çalışma ile Boğaz ve Haliç yakalarına kurulmuş, iki kıtayı birbirine bağlayan köprülerin İstanbul arasında bir bağ kurmamak mümkün mü? Doğu ile Batı arasında, iki halk ile iki kültür arasında, modern köprülerle eski ve efsanevi köprüler arasında...


Emine Akbucak’ın ilham kaynağı ise, Pont Neuf.  Paris'te yaşadığı her gün Seine Nehri üzerindeki bu köprüyü kullanmış sanatçı. Köprünün altına yansıyan mevsim renkleriyle, kıyılarındaki değişken renkleriyle, suyun hareketleri, kabarma ve çekilmesiyle ilgilendi. 10 yılı aşkın süredir devam etmekte olan bu çalışma, yeni köprülerle, özellikle de İstanbul'un köprüleriyle zenginleşti. İlham kaynağı olarak köprüler sanatın her alanında tükenmeyen bir konu. İki yaka, iki coğrafi bölge arasındaki bir yapının ötesinde köprü, bağı da temsil eder. İki yakayı birleştirerek sınırları ortadan kaldırır, rastlantılara ve aktarıma olanak sağlar.  Sembolik olarak geçişi temsil eder. Köprüden Köprüye, bir zorlukla yüzleşmek, bilinmeyeni, ötekini ve ötesini tanımaya yönelmektir. Bir geçiş ritüeli olarak, değişim ve dönüşümü simgeler. Bir durumla, bir diğeri  arasındaki kırılmaya işaret eder.

İlginç görünüyor, kaçırmayalım derim... 

Üsküp

Son yarım günümüzü (hatta daha azını) Makedonya'nın başkenti Üsküp'te geçiriyoruz. Burası en az bir tam günü hak ediyordu bana göre, ama yarım günde de görülmesi gereken her yeri görebilirsiniz. Ben Taş Köprü'sünden başlayalım diyorum. Vardar Nehri üzerindeki köprü şehrin simgelerinden sayılıyor. 15. yy'da Fatih Sultan Mehmet himayesinde yapılan 214 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğindeki köprüye Fatih Köprüsü de deniyormuş. Hemen karşı kıyısında gördüğünüz, üzerinde Makedonya bayrağı dalgalanan bina ise şehrin bağımsızlığının 20. yılı anısına açılan Makedonya Mücadele Müzesi.


Bu köprü aynı zamanda şehrin Müslüman ve Hristiyan kısımlarını da birbirine bağlıyor gibi düşünebilirsiniz. Müzenin olduğu tarafta camiler, hanlar, tarihi çarşı gibi Osmanlı izleri taşıyan yapılar ve Müslüman halk çoğunlukta. Eski Çarşı'da yer alan Kapan Han bir kahve, yemek ya da buz gibi bir bira molası için ideal şirinlikte, huzurlu bir yer. 


Köprünün diğer ucunda ise belki de şehrin en ünlü meydanı var: Makedonya Meydanı. Burada bir sürü kafe, restoran, mağaza bulunuyor. Ve şehrin her yerinde göze çarpan heykellerden en önemlilerinden biri de burada yer alıyor: Büyük İskender heykeli. İskender, Yunanlılar ile Makedonlar arasında kavga konusu olduğu için resmi isim hakkı Makedonlarda olmasa da o heykelin Büyük İskender heykeli olduğunu biliyoruz. :)


Üsküp'ün nesi meşhur derseniz size rahatlıkla heykelleri diyebilirim. Şehirde 2000 yılından bu yana yenileme çalışmaları kapsamında köprünün iki tarafındaki meydanlarda yer alan pek çok binanın  dış cephelerinde çalışmalar devam etmekte. 2014 Projesi adı verilen bu şehri güzelleştirme çalışmalarına meydanlara milyonlarca Euro harcanarak yapılan dev bronz heykeller de dahil. Aşağıda Büyük İskender'in babası II. Phillip'in ve annesinin kucağında ve karnında İskender varken tasvir edilmiş heykellerini görebilirsiniz. Onun dışında da köprünün her yanında pek çok ulusal kahramanın ve Ohrid'den de hatırlayacağınız üzere Kiril alfabesini bulan Cyril ve Methodius'un heykellerini görmeniz mümkün. Dış cephesi yapılan yapılardan biri de Arkeoloji Müzesi


Anlayacağınız şehir merkezi heykelden geçilmiyor. Halk büyük bir ekonomik krizle mücadele ederken hükümetin bu heykellere çılgınca para harcıyor olması elbette büyük tepkilere yol açmış durumda. Hükümet ise bu heykellerin turizme büyük katkısı olacağını iddia ediyormuş. Ama bizdeki tarz bir vizyonsuzluk var sanki bu işte (hani şu "şuraya en Barok'undan bir Opera yapalım" ya da "tarihi Kışla'nın gıcır gıcırını yapacağım sizlere" tarzı!). Neyse, madem girmişler böyle bir çılgınlığa umalım ki gerçekten şehir kazansın.

Şehrin sokaklarında gezmeye devam... Eski Tren İstasyonu'na (şimdiki Şehir Müzesi) yakın bir yerde Rahibe Teresa Evi'ni (sol üst) göreceksiniz. Rahibe Teresa, Üsküp doğumluymuş, ama asıl yaşadığı ev bu değil. Burası sembolik olarak yapılmış ve içinde minik bir şapel ve Rahibe Teresa heykelleri, vs olan bir yapı. Yine 2014 Projesi kapsamında yapılan Makedonya Takı da Pella Meydanı'nda yer alıyor. Ve şehrin pek çok yerinde karşınıza 1963 yılında yaşanan büyük depremi hatırlatan izler görmeniz mümkün. 


Yarım güne sığdırdıklarımız bu kadar. Akşam şehrin iyi restoranlarından biri olan Stara Kuka'da (Old House) yemeğimizi yiyor, Balkan müzikleri dinliyoruz. İso'cumun videosunu kullanıyorum. Bana da "İmge" diye seslenmiş, ben de fotoğrafımı çekiyor sanarak poz verip dönmüşüm.:) Ama olsun, harika kemancıyı ve çok güzel bir şarkıyı baştan sona çekmiş, aferin ona! :)  


Harika bir gezinin daha sonuna geldik. Öncelikle ağız tadıyla, sağlıkla, güzel havayla, planımız, programımız bozulmadan böyle güzel bir gezi geçirmemize olanak tanıyan Evren'e kocaman teşekkürlerimi gönderiyorum. Hayattaki güzel sürprizler sponsorumuz olarak kendisinden beklentimiz hep çok büyük, ona göre.:) İkinci olarak, ETS'ye ve rehberimiz Yusuf Bey'e bir kez daha teşekkürler (ilk yazımdaki detaylı teşekkürlerimi burada bulabilirsiniz). Turla gezmek genellikle ilk tercihimiz değildir ve kolaylıkla eziyete de dönüşebilir. Ancak bu kez gerçekten bu seçimi yaptığımız için çok memnun kaldık. Ve tabi kendimize de en kocamanından bir teşekkür: yine müthiş bir gezgin kafasındaydık doğrusu! :) Darısı yüzümüzde kocaman gülümsemelerle hatırlanacak bundan sonraki gezilerimize diyor ve artık nihayet İstanbul'a dönüyorum.Umarım Balkanlar bizi olduğu kadar sizleri de mutlu etmiştir.:)

Niyazi Bey için Resne'ye, Atamız için Manastır'a Yolculuk

Gezinin son gününe geldik artık. Ve üç şehir var görmemiz gereken. İlk durağımız Resne. Burada Resneli Niyazi Bey'in evini daha doğrusu sarayını göreceğiz. Niyazi Bey'i deyimlerimizden hatırlarsınız: "Ne şehittir ne gazi, b*k yoluna gitti Niyazi" sözündeki özne ta kendisi oluyor. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden biri. Türk-Yunan savaşında ön plana çıkmış, başarıyla savaşmış. Dev gibi, yapılı bir adam. Balkan Savaşı'nda da cesurca savaştıktan sonra 1913 yılında İstanbul'a dönmek üzere Arnavutluk'ta limanda beklerken kendi koruması tarafından vurularak öldürülmüş. Ölümünün şüpheli olduğu söyleniyor; Arnavut milliyetçilerinin mi yoksa Enver Paşa ve İttihat ve Terakkicilerin mi parmağı olduğu açıklığa kavuşturulamamış. 


Resne doğumlu Niyazi Bey buraya 1905-1909 yılları arasında çok özenerek neo-klasik bir Osmanlı Sarayı yaptırtmış. Bu saray şu an bir kültür evi olarak kullanılıyor. Biz gittiğimizde de içinde çağdaş seramik sanatçılarının devam etmekte olan bir sergisi vardı. Gözüme çarpan güzellikler aşağıda:


Evi görüp, sergiyi gezdikten sonra Resne'den ayrılıyoruz. Sırada Bitola, yani bizim bildiğimiz adıyla Manastır var. Elbette burada en merak ettiğimiz yer Atatürk'ün üç yıl boyunca okuduğu Manastır Askeri İdadisi. Ama şehrin ana caddesinden yürüyerek oraya gidelim, çünkü görmemiz gereken başka ilginç noktalar da var. Örneğin Atamızın çok sevdiği "Maanastır'ın.. ooortasında.. vaaar bir havuz, caanım havuz," Rumeli türküsündeki havuzu görmek ister misiniz? O zaman hemen aşağıdaki kolajın sol üst köşesine bakın. Caminin önündeki havuz, işte o meşhur havuzmuş.:) Karşısında (kolajda ise altında) da şehrin Saat Kulesi duruyor. Sağ üstte Makedonya'nın kurucusu II.Phillip'in at üstünde heykeli bulunuyor. 

Ve biraz aşk zamanı: Alt sırada ortadaki fotoğrafta gördüğünüz ferforje balkonlu ev Atatürk'ün İdadi yıllarındaki sevgilisi Eleni Karinte'ye aitmiş. Sevgilisi dediğime bakmayın, pek de bir şey yaşayamamışlar aslında. Balkon-sokak bakışmaları, belki birkaç kaçamak buluşma, sonra Eleni'nin babasının durumu fark edip, kızı eve kapatması, hatta başka biriyle evlendirmeye çalışması. 80 yaşında ölen Eleni'nin ömrünün sonuna dek Atatürk'ü aklından çıkarmadığı ve ona aşık kaldığı söyleniyor (akıllı kadınmış, tanımadan sevdiklerim listesine ekledim gitti :) ). İdadi'ye geldiğimizde Eleni tarafından Atatürk'e yazılmış mektuplardan birini de göreceksiniz. İçinde tam olarak şunlar yazıyor. 


Ve işte geldik. Karşınızda Atatürk'ün 1896-99 yılları arasında okuduğu askeri lise statüsündeki okul olan Manastır Askeri İdadisi. O'nu 15-18 yaşları arasında genç ve tutkulu bir delikanlı olarak bu binada hayal edebiliyor musunuz? İçerisi şu an şehir müzesi olarak da kullanılıyor ama elbette biz ve ziyaretçilerin büyük çoğunluğu doğrudan Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası'na akın ediyorlar. 


Anı Odası'nın girişi aşağıdaki gibi. Büyük Önderimiz bizi "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" sözü ile karşılıyor. İçeride duvarlarda yine O'na ait birçok söz, Atatürk ile ilgili kitaplar, bazı kişisel eşyaları, harika fotoğraflar, büstü, balmumu heykeli ve anı defteri bulunuyor. Ayrıca Rutkay Aziz tarafından seslendirilen yaklaşık 15 dakikalık Güneşin Adı: Mustafa Kemal adlı videoyu da gözleriniz dolu dolu yine bu odada izleyeceksiniz. Ve eminim burada O'nun fikirlerinin aydınlığından bir an olsun ayrılmadan, daima izinden gideceğinize dair bir kez daha kendinize söz vereceksiniz. 


Aşağıda duvarlardaki fotoğraflardan bazılarını görebilirsiniz. O'na her ortamda baktıkça ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle bir Türk kadını olarak bu coğrafyadaki en büyük şansımızın O olduğuna inanıyorum. O yüzden içimdeki minnet ve hayranlık duygularını yeterince aktarabilmem mümkün değil. Sadece şunu biliyorum ki bizler şanslı olmak için fazla bir şey yapmadık, belki de birçok durumda yapılmaz zaten. Şans, çoğu zaman size isabet etmiş güzel bir olasılıktır. Ama size isabet etmeyi seçen o şansı iyi değerlendirmek, sahiplenmek, korumak tamamen sizin aklınızla, mantığınızla, düşünsel ve duygusal zekanızla, becerinizle, sağduyunuzla, kısacası sizinle ilgili bir durumdur. Demem o ki cehaleti yönetmek kolay olduğu için karanlık yanlısı bir güruh varken etrafta, bizlerin sadece hayranlık ve minnet duyması yeterli değil, O'nun sayesinde kavuştuğumuz özgürlüklerimize ve aydınlığa da ölene dek sahip çıkmamız gerekiyor. Ve ne mutlu ki her geçen gün bunun farkına varan insanların sayısı giderek artıyor. 


Atatürk'ün okuluna veda ederek Üsküp'e doğru yola çıkıyoruz. O'nun en sevdiği Rumeli türküleri çalıyor arka fonda... 

Ohrid

Artık Karadağ bitti, Makedonya sınırı içindeyiz. Akşama doğru Ohrid'ye (Ohri diye okunuyor) varıyoruz. Yorucu bir günün ardından otel odamızdan gördüğümüz göl manzarası ile toparlanıp kendimize geliyoruz. Burada yine güzellikler bekliyor gibi bizi. Şehrin tamamı ve Ohrid Gölü UNESCO koruması altında. 


Ertesi sabah keşif için hazırız. Ohrid Gölü'nün etrafındaki şehirlerden biri olan Struga'yı görüyoruz önce kısa bir turla. Burası şehir olarak illa ki görmelisiniz diyeceğim yerlerden biri değil, ama yine muhteşem göl manzaraları sunan bir konuma sahip. Göl kıyısındaki çay bahçesi, parkı, trafiğe kapalı bir alışveriş ve yeme-içme caddesiyle küçük bir tatil kasabası havasında. Denizden 700 metre yükseklikte ve en derin yeri 280 metre, ortalama derinliği ise 150 metre olan gölün suyunun tertemiz ve berrak yapısını en güzel görebileceğiniz yerlerden birindeyiz. Daha yüksekteki Presba Gölü'nden, nehirlerden ve yeraltı su kaynaklarından beslenen gölün suyunun temizliği dillere destan. Merkezdeki çay bahçesinin önündeki köprüden göl manzarası: 


Burada yarım saatlik bir mola verdikten sonra göl kıyısındaki en büyük şehir olan Ohrid'ye gidiyoruz. Burası da tatil için daha çok tercih edilen ve sezonun bittiği yerlerden biri. Yazın daha canlıymış tahmin edersiniz ki. Bir süre Osmanlı egemenliği altında da kalan bu güzel kentte pek çok cami ve Makedon devleti kurucusu Çar Samoil'in yaptırttığı yüzlerce kiliseden geri kalan kırk kilise bulunuyor. Şehrin en önemli tarihi yapısı M.Ö. 3. yy.'dan kalma amfitiyatro denebilir.Romalılar döneminde arena olarak da kullanılmış olan bu tarihi yapı günümüzde de konser, tiyatro, vs gibi sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapıyormuş. 


Arnavut kaldırımlı inişli çıkışlı yollarda gezinirken yine bir Kale içinde olduğumuzu unutmayalım bu arada. O yüzden şehrin bazı yerlerinde giriş kapılarını görmeniz mümkün. Onun dışında Osmanlı esintileri taşıyan evler (Safranbolu ve Eskişehir Odun Pazarı tarzı evler) ve hemen her yerde bir kilise görmeniz de mümkün. Kiliselerin girişlerinde genellikle o sıralar ölmüş olan kişilerin ölüm ilanları bulunuyor. 


Şehrin en büyük kiliselerinden biri de göle tepeden bakan konumuyla Aziz Kliment Kilisesi. Osmanlı döneminde Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülünce burası da katedrale dönüştürülerek psikoposluk merkezi haline gelmiş. Neyse, bırakalım bunları da manzaraya bakalım. Çok huzurlu bir şehir değil mi? 


Ohrid limanının olduğu yerde bulunan parkta Slavların ilk kullandıkları alfabe olan Kiril alfabesini bulan Cyril ve Methodius'un büstlerini görmek mümkün. (Diğer yanlarındaki büstler de onların hocaları mıydı hatırlamıyorum, yanlış bilgi vermeyeyim.) Meydandaki dev heykel ise onların en iyi öğrencilerinden olan ve Ohrid'de ilk Edebiyat Okulu'nun kurucusu Aziz Clement'in heykeli. Sol koluyla Ohrid şehrini sarmalamış. Hemen altta sağda yüzyıllar görmüş geçirmiş çınar ağacı var. 900 yıllık olduğu söyleniyor. Şehrin tarihine tanıklık etmiş bu koca çınar buradakiler için de bir tür buluşma yeri. Bu arada sağ altta gördüğünüz sokak çarşının ana caddesi. Çınar bir ucu, Aziz Clement heykeli ise göl kıyısındaki diğer ucu. Burada bir tur atabilir, Ohrid incisi alabilir, işiniz bitince de tekne turu ile gölü gezebilirsiniz. 


Şehirde görmeniz gereken yerlerden biri de el yapımı kağıt üretim ve baskı atölyesi. Şehir müzesinin hemen yanında yer alan bu atölyede tamamen geleneksel yöntemlerle yapılan baskının ve kağıdın yapılışını izleyebilir, kendinize ya da hediyelik olarak Ohrid'nin taş sokaklarının ve geleneksel evlerinin yer aldığı baskılardan alabilirsiniz.  


Ne yer, ne içeriz diyorsanız bence burada Ohrid Gölü'nden çıkan yılan balığını ya da alabalığı denemelisiniz. Bunun için önerebileceğim restoran ise Damar. Burada iki farklı yılanbalığı tabağı söyledik ve bayıla bayıla da mideye indirdik.Gerçi yerken iyiydi ama sonrasında porsiyonlar gayet normal olmasına rağmen biraz fazla yağlı olduğunu ve ağır geldiğini fark ettik. Yine de güzel bir restoran, servisi iyi, bahçesi var. Ve önerdikleri beyaz ev şarabı harikaydı. 

   
Ama sezonu kapatmış Ohrid şehrinde hatırladığım en keyifli wine&dine deneyimi Poton olacak. Genç bir çiftin işlettiği bu şirin ötesi, birkaç masalık, minicik wine&prosciutto barın ortamına, çalan müziklere, servisine, şaraplarına bayıldık. O gün aradığımız  böylesine huzurlu bir ortamda şarap ve sohbetti. Kaç saat orada oturduk, kaç kadeh şarap içtik, kaç şarkıda kendimizden geçtik bilmiyorum. Ama serotonin seviyemin tavan yaptığı gecelerden biriydi. Turdan insanlardan önümüzden geçenlere el sallayıp dekor olmadığımızı fark ettirdikten sonra attıkları kahkahalar görülmeye değerdi. Biz orada pencereden görünen iki kafa olarak bir nevi magnet falan gibi görünüyormuşuz o gece. O yüzden fotoğrafımızı çekmek isteyen de çok oldu. Sağ olsunlar iyi ki de çekmişler. Bu keyifli geceden kalma bir anımız oldu.:) Giderseniz mutlaka uğrayın buraya, benim için de bir kadeh şarap için mutlaka. 


Yarın yine yollara düşüyoruz. Gezinin en sevdiğim duraklarından biri olan Ohrid'den ayrılma zamanı. Sırasıyla Resne, Manastır ve Üsküp'e uğrayacağız. Üsküp'te bir gece kalıp, ertesi gün İstanbul'a döneceğiz. Yani anlayacağınız bir gezi yazısı dizisinin daha sonuna gelmek üzereyiz. Yani benim için gezinin gerçekten bittiği ana. İşte şimdi bir hüzün çöktü içime. Bu hüzünden kurtulmak için gitsek gitsek nereye gitsek diye düşünme zamanı! :)

Kotor - Budva - Sv. Stefan

Dubrovnik'i bitirdikten sonra aşağıdaki haritada gördüğünüz kıvrımlı körfez kıyısını takip ederek Kotor'a kadar geleceğiz. İlke kez midemin bulanmadığı bir virajlı yol deneyimi oluyor bu. Manzara o kadar güzel ki midemi unutuyorum sanırım. Bu arada fark ettiyseniz yine sınır geçtik. Artık Karadağ'dayız. Bir Karadağlı olan rehberimizden de öğrendiğimize göre Karadağlılar pek rahatına düşkün, biraz da Garfield zihniyetli insanlar. Felsefelerini okuyunca benim "Hayat tatil olsa" mottomla ne kadar benzeştiğini gördüm. Hatta atalarım arasında bir Karadağlı olabileceği inancını taşıyorum artık. ;) Belki de havasından suyundandır. Deniz memleketi olmasındandır. Yaz aylarında dünya sosyetesinin uğrak yeri olan tatil beldelerine sahip olmasındandır. Bilemiyorum. Ama bu rahat kafanın hastasıyım, söyleyeyim. :)


Kotor şehri de yine bir kalenin içinde yer alıyor. Çok uzun yıllar (dört yüzyıl kadar) Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde kalan şehirdeki mimaride Venedik izleri görmek mümkün. Kalenin Batı Deniz Kapısı aşağıda (hemen yanındaki Tourism Information'dan bir şehir haritası alabilirsiniz). Girmeden hemen sağınıza baktığınızda duvarda göreceğiniz aslan kabartması da bir Venedik simgesi.  


Bu şirin antik kente girer girmez kendinizi bir İtalyan kasabasında gibi hissediyorsunuz. Yapılar, meydanlar, tahta panjurlu eski evler, ara sokaklar... En sevdiğim!

Girer girmez sizi ilk karşılayan meydan üstünde bulunan eski Silah Deposu nedeniyle de Barut Meydanı olarak anılıyor. Burada tarihi Saat Kulesi (1602) de var. Ve hemen önündeki sivri uçlu sütun da Utanç Sütunu. Eskiden hırsızlık gibi adi suçları işleyenleri ceza olarak buraya bağlayıp tüm halkın görmesi (ve hatta üzerine çürük yumurta, domates atabilmesi) için orada tutarlarmış (alttaki kolajda sağ alttaki iki fotoğraf). Başka bir meydana geçtiğinizde karşınıza Pima Sarayı çıkıyor (alttaki kolaj sağ üst). Saray deniyor ama aslında zamanın ileri gelenlerinden olan Pima ailesine ait bir malikane burası. Şehrin sokaklarında oradan oraya gezinirken birçok meydana çıkacak, bir sürü kilise göreceksiniz. Ama herhalde şehrin en önemli katedralinin 1166'dan kalma Aziz Trifun Katedrali olduğunu söylemek mümkün. 809 yılında şehrin koruyucu azizlerinden biri için yapılmış eski bir kilisenin kalıntılarının üzerine inşa edilmiş olan bu Katedral, 1667 depreminde ciddi hasar gördükten sonra restore edilmiş. İçerisinde çok güzel freskler olduğunu duysak da girmedik, çünkü kısıtlı zamanımızı freskler yerine şehrin sokaklarında, kafelerinde geçirmeyi tercih ettik.   


Mesela Denizcilik Müzesi'nin olduğu meydandaki pizza dükkanlarından birinden birer dilim pizza alıp, Evergreen Bar'da (altta sol üst) biralarımızla birlikte yiyerek minik bir öğle yemeği molası verdik. Yine aynı meydana yakın ara sokaklardan birinde 17. yüzyıldan kalma, zamanında şehrin tek su kaynağı olan ve hâlâ suyu içilebilen Karampana tulumbasını gördük (altta sol alt). Sonra attık kendimizi sokaklara. Binaların, meydanların fotoğraflarını çekerken birbirimizin objektiflerine de yakalanmışız gördüğünüz gibi. Yani aşağıda İso'cumdan da fotoğraflar var (sonra copyright falan diye başımın etini yemesin diye belirtiyorum.:) )  


Ve burada geçirdiğimiz birkaç saat sonra şehirden ayrılma zamanımız geldi. Kalenin Skurda Nehri boyunca uzanan surlarının, nehir, dağlar ve puslu havayla birleşince oluşturduğu manzara da doyumsuzdu. Zor ayrıldık bu güzellikten.


Ama sırada başka bir güzellik var: Budva. Minik Kotor da diyebiliriz. Tarihi, mimarisi daha az, eğlencesi daha bol (elbette yazın), yine İtalyan kasabalarını andıran, şirin bir yazlık kent burası. Burada da yapılacak tek şey, kalenin içinde yer alan Eski Şehrin sokaklarında doyasıya dolaşmak olacaktır. Şirin görüntüler sizi bekliyor. Budva'da evim olsa alttaki kolajda alt sıranın ortasındaki evi isterdim. Taş duvarlara yerleştirilmiş ahşap giriş kapısı, gülen yüzlü 10 numara posta kutusu ve girişin üstündeki bonus kafa yeşilliğiyle enerjisi içimi açtı diyebilirim.:)


Elbette her yazlık kent gibi Budva'nın da sezon dışında o cıvıl cıvıl havasından eser kalmamıştı. Hatta hüzünlü bir emekli şehri havasına bürünmüştü diyebilirim. E n'apalım artık, biz de bu hüzünlü havadan kurtulmak için denize açılan bir kapı bulup, terk edilmiş sahillere karşı bir bira molası daha vereceğiz o zaman.:) 


Akşam Budva'da kaldıktan sonra ertesi gün yola çıkıyoruz. Upuzun bir yolculuk bizi bekliyor. Arnavutluk'u boydan boya geçecek, Tiran'da yemek molası verip, yolumuza devam edeceğiz. Ve ancak akşamına Ohrid'e varacağız. O gün görüp görebileceğimiz tek güzellik 15 dk fotoğraf molası verdiğimiz Sveti (Aziz) Stefan Adası  oluyor. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz bu özel ada Budva'ya 6 km mesafede yer alıyor. Ve Singapurlu bir grup tarafından kiralanarak bir tür tatil köyüne dönüştürülmüş. Özel davetlere ve kumar partilerine ev sahipliği yaptığı da söyleniyor. Görüntü çok masalsı ama değil mi? Yazın burada bir iki gün geçirmek isterdim doğrusu.


Ve sonraki yazıda Arnavutluk'tan bahsedeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Direkt Ohrid'e geçeceğim. Ve bence tur şirketlerinin de iç hat uçuşu ile buna bir çözüm bulması gerek çünkü çok gereksiz bir şekilde tüm gün kara yolculuğu yapıyorsunuz. Hiçbir doğal güzelliği olmayan yerlerden geçip, estetik yoksunu şehirlere girip çıkıyorsunuz. Şehirlerde trafik berbat. Görüntü Hindistan'ı andırıyor ki Hindistan kaosuna seve seve katlanabileceğim tek yer ancak Hindistan olabilir (bkz. Hindistan.:) ). Yani yazacak ve görecek hiçbir şey yok, bildiğiniz zaman kaybı. O yüzden size de zaman kaybettirmeden yine keyifli duraklardan birine geçeceğim. Ohrid'de görüşürüz. :)