Sergi Haberi: Hanefi Yeter'den Vesile

Hanefi Yeter’in doğa ve insan ilişkileri üzerine kurguladığı yeni sergisi 16 Aralık - 11 Şubat tarihleri arasında Anna Laudel İstanbul’da gerçekleşiyor. Sanatçının 2019’dan bu yana ürettiği çeşitli kompozisyon, heykel, desen ve seramik çalışmalarının yer aldığı “Vesile” isimli kişisel sergisindeki eserleri, izleyiciye hem doğanın sunduğu nimet ve güzellikleri hem de insanlığın doğaya karşı tavırlarının sonuçlarını gösteriyor. Yeter, eserlerinin insanlarda farkındalık ve duyarlılık yaratmasını hedeflerken, sanatını değişimin bir parçası olarak görüyor.


Daha önceki üretim süreçlerinde dış dünyayla daha sık iletişim kurma fırsatı bulduğunu belirten Hanefi Yeter, son üç yılda ürettiği yeni dönem eserlerinde, herkesin birbirinden uzaklaştığı ve korkunun hakim olduğu bir dönemde yaşanan değişim ve gelişimleri, kendine has bakış açısıyla sunuyor. Galerinin iki katına yayılan “Vesile”, sanatçının uzun süredir tutkuyla çalıştığı seramik eserlerini de içeriyor. Yeter, bu sergi için Ayvalık yöresinden topladığı çömleklerle bir araya getirdiği bir seçki sunuyor.

Antik Yunan filozofu Sokrates’in “Sorgulanmayan bir hayat, yaşanmaya değmez” sözünden ilham alan Hanefi Yeter’in farklı disiplinlerde ürettiği eserlerinin yer aldığı “Vesile”si, Anna Laudel’in İstanbul’daki galerisinde ziyaret edilebilir.

Sergideki resimlerin fotoğrafları ve galeri bilgileri için buraya tıklayınız. 

İyi gezmeler.

Sergi Haberi: Mavilerde 60 Yıl

İş Sanat Kibele Sanat Galerisi, yeni sergi sezonuna çağdaş Türk resim sanatının önemli temsilcilerinden Mustafa Pilevneli’nin “Mavilerde 60 Yıl” başlıklı sergisi ile başlıyor. 

Uzun sanat hayatı boyunca ürettiği yağlıboya-akrilik tuval resimleri, suluboya ve renkli gravür çalışmalarının yanı sıra cam, mozaik, vitray, seramik, ahşap, beton ve alüminyum gibi materyallerle sayısız mimari uygulamayı hayata geçiren Pilevneli, görsel sanatların farklı dallarındaki eserleriyle görkemli bir dünya kuruyor. Tuvalleri aracılığıyla sanatseverleri büyülü bir yolculuğa çıkaran usta sanatçı, bir eserinde devasa yüzeyleri boyarken, bir başka çalışmasında ufacık ahşap bir parça içinde kaybolacağınız kocaman bir dünyayı betimleyebiliyor. 



Sergi için hazırlanan ve sergiyle aynı başlığı taşıyan kitapta Ömer Faruk Şerifoğlu, Pilevneli’nin son dönem resimlerinde mavi renge ağırlık vermesini, yaşamla ve kendisiyle iç hesaplaşması olarak yorumlayarak “Adeta şiiri çiziyor, boyuyor” ifadesini kullanmaktadır. Sergi kataloğu için kaleme aldığı yazıda Sunay Akın ise “Birdirbir oynayan, ip atlayan arkadaşlarının uzağında bir çocuk yerde oturmuş, elinde kalemiyle o güne kadar hiç görmediği bir mimari yapıyı defterine çizmektedir. Öylesine büyülenmiştir ki karşısındaki masal kulesinden, kendisine yanaşan öğretmenini fark etmez bile… Kâğıttaki resim, buruna adını veren ‘Fenerbahçe’ feneridir, o gün yaptığı resim ise Pilevneli’nin anımsadığı ilk resmidir.” sözleriyle sanata yelken açan çocuk Pilevneli’nin düşlerini anlatmaktadır. 

Yaşamın özüne içtenlikli, duyarlı, izlenim ve birikimleriyle uyguladığı eserlerindeki tüm teknik incelikleri ustaca kullanan ve çağdaş Türk resim sanatında kendine özgü tarzı, tadı, dokusu ve üretkenliğiyle eşsiz bir yer edinen Mustafa Pilevneli’nin “Mavilerde 60 Yıl” başlıklı sergisi, İstanbul Levent’teki İş Kuleleri’nde bulunan Kibele Sanat Galerisi’nde her gün 09.00 – 19.00 saatlerinde ücretsiz olarak ziyaret edilebilir. Konser ve etkinlik günlerinde sergi, 20.30’a kadar ziyarete açıktır.

İyi gezmeler.

Mehmet Sinan Kuran'dan Hiçbir Yer

Mehmet Sinan Kuran’ın “Hiçbir Yer” isimli kapsamlı kişisel sergisi Anna Laudel'de 8 Eylül'de açıldı ve 4 Aralık'a kadar da devam edecek. Sanatçının 2020 yılında Anna Laudel’de gerçekleştirdiği “öldükten sonra gerçekleşen” anlamına gelen “Posthumous” sergisinin devamı niteliğinde olan “Hiçbir Yer”, ziyaretçilerini hayattaki ihtimalleri sorgulatan bir yolculuğa çıkarmaya hazırlanıyor. Biz de bu hafta sonu bu masalsı sergiyi gezme fırsatını bulduk ve size de bir fırsat yaratıp görmenizi öneririm. 





Çizim, heykel, resim, seramik, ışıklı kutular, camlar, buluntu nesneler, ve yerleştirmeler gibi farklı teknik ve malzemeler kullanarak ürettiği eserlerin yer aldığı seçkide Kuran, Nietzsche’nin çocukluktan yaşlılığa geçişini ele aldığı tasviri tersine çeviriyor. “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” filmini anımsatan seçkide sanatçı, ziyaretçilere yaşlılıktan çocukluğa doğru giden bir yolda eşlik ediyor. 

Bilim kurgu, mit ve ritüelistik inancın bir origami gibi katlanarak hazırlandığı sergide, sanatçının zaman ve mekân bağlamını durağan kıldığı evrende üst bilince ulaşmış, tüm dünyayı deneyimlemiş, yaşlandıkça çocuklaşan kişi, çocuklaştıkça huzura eriyor. Latince’de ‘fani olduğunu hatırla’ anlamına gelen ‘Memento Mori’ kavramına göndermeler yapan Kuran, faniliğin değeri, hayatın sonu, ve ölümlü olmayı izleyicilerle birlikte sorguluyor. 




Sergide ruhun katmanları, çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlanma gibi tecrübelerin önemi, yaşam ve ölüm arasındaki keskin gerçeklik aynı zamanda büyük bir bilinmezlikle irdelenerek mercek altına alınıyor. Galerinin iki katına yayılan Yer, Gök, Deniz başlıklarında üç evreden oluşan, ziyaretçilerini renkli ve heyecan verici bir yolculuğa davet eden “Hiçbir Yer” sergisi, ölüm kavramını oldukça neşeli, canlı ve insanlıktan hiç beklenmeyecek bir şenlik içinde aktarıyor. Teras katı da unutmayınız, zira o kanatlar Instagram fotoğrafı olmayı bekliyor, a dostlar! ;)




Sanatçının kendi ölümüne dair bir güzelleme ile yeni bir dünyanın temelini attığı, üretimlerindeki çizgiler, figürler ve tüm kurgular ile adeta bir anma törenine dönüşen “Hiçbir Yer”, 4 Aralık 2022 tarihine kadar Anna Laudel’de deneyimlenebilir. Çıkışta dükkana göz atmayı unutmayın. Sanatçının renkli dünyasının yansımalarını minik objelerde, eşarplarda, defterlerde ve benzeri aksesuarlarda bulabilirsiniz. Ziyaret saatleri ve bilgi için galerinin web sayfasına göz atabilirsiniz. 

İyi haftalar!

Leyla Emadi - Diken Üstünde

İşlerini pek çok karma sergide çok severek takip ettiğim genç sanatçı Leyla Emadi'nin Diken Üstünde adlı kişisel sergisi 25 Ekim'e kadar Akaretler'deki Vision Art Platform'da görülebilir. Kaş dönüşü hemen görmek istediğim sergilerden biriydi bu sergi de, çünkü Leyla Emadi'nin çok zor ama olabilecek en somut ve sağlam malzemelerden biri olan betonla çalışarak bizlere ilettiği aynı özelliklere sahip mesajların hayranıyım. 

Ağır Gelenler

Bu sergiyi de sanatçının kendi dilinden anlatımını paylaşarak size aktarmak istedim. Sergideki tüm eserler için sanatçının sayfasına bakabilirsiniz. 

"Bu sergi son yıllarda kadınların diken üstünde olma halini ele alarak, bir travmanın olumsuzluğunu dönüştürebilme adımlarını sorguluyor." Kadına şiddet tırmanışa geçtiği ve korkunun hakim olduğu günümüz ortamında Leyla Emadi aşağıdaki adımlardan geçerek dönüşüm yaratabileceğimizi öne sürüyor. 


Yüzleşme, ne kadar vahim olursa olsun içinde bulunduğumuz durumu fark edip onunla yüzleşmeyi kapsıyor. Yüzleşme odasında "çığlığı içinde kalanlar" adlı video çalışması yer alıyor. En yakınları ve sevdikleri tarafından öldürülmüş kadınlara ait bu video ile ilgili veriler Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu izni ile kullanılmış. 

Yüzleşmenin ardından gelen İdrak odasında öldürülen kadınları temsil eden 108 adet ağırlık bizi bekliyor. Ağır Gelenler adlı bu enstalasyondaki ağırlıkların üstünde ruhun ağırlığı 21 gr yazıyor. Çok etkileyici. 

Kabullenme bölümünde Leyla Emadi'nin ilk kez gördüğüm suluboya çalışmaları var. Sakral ve kök çakranın rengi olan kırmızı ve turuncularla serbest formda çalışan sanatçı, bunun negatif duyguların açığa çıkmasına ve tıkanıklıkların açılmasına yardımcı yollardan olduğunu söylüyor. Kabullenişle birlikte arınma kendiliğinden gelecektir diyor. 


Arınma odasında biz kadınlara çocukluğumuzdan beri empoze edilmiş söz ve düşünce kalıplarını beyaz kumaş parçalarına nakşetmiş Emadi. "Don Miguel Ruiz'in dediği gibi, 'Söz büyüdür. İnsan ise sözü kullanma yetisine sahip bir büyücüdür. Sözün gücünü yanlış kullanarak sürekli kara büyü yaptığımız söylenebilir. Sözün büyü olduğunun farkında bile olmaksızın." Bu arınma ile içimizdeki tüm o kötü büyüyü rüzgara teslim ettim.

"Ve son olarak, içimizden çıkan onca olumsuzluğun yarattığı o dev boşluğu olumlu duygu, düşünce ve hareketlerle doldurmamız gerekir yoksa zihin hızlıca o boşluğu yine alışkın olduğu negatifliklerle doldurabilir," diyor Leyla Emadi. Ve bu kez dönüşüm adına motive edici sözler bizi karşılıyor son odada. 


İyi ki varsın Leyla Emadi! Diken Üstünde olma hali ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sergiyi görmek için son dört gün. Lütfen bir fırsat yaratıp uğrayın Vision Art Platform'a. 

İyi hafta sonları!

Âheste Çek Kürekleri Mehtâb Uyanmasın

Serginin ismini duyduğumdan beri aklım ve kalbim buralardaydı. İsmin güzelliğine bakar mısınız? Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın. Taner Ceylan'ın Kanlıca'da bulunan Mehmet Emin Ağa Yalısı'nda 16 Ekim'e kadar devam edecek olan bu şahane sergiyi kesin göremeyeceğim diye düşünmüştüm, çünkü o tarihlerde Kaş'tan dönmüş olmuyorduk. Ama planlarımız öyle bir değişti ki ben sergi bitimine üç gün kala kendimi bu şahane işlerin karşısında buldum. Evrenden başka bir şey dileseymişim diyeceğim ama demeyeceğim, bence bunu dilemek de süper fikirmiş. ;) Serginin adı Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiirine ve Münir Nurettin Selçuk'un aynı şiirden yola çıkarak bestelediği uşşak makamındaki eserine selam gönderiyor. 

Ve yalının bahçesinde bizi İstanbul adlı beyaz mermer heykel yerleştirmesi karşılıyor. Çok büyüleyici. Sergi Taner Ceylan'ın İstanbul'unu anlatıyor zaten her eseriyle. Bu heykelin videosu olarak izleyebileceğiniz ve Cem Adrian'ın da İstanbul heykeli olarak yer aldığı video çalışması sanatçının İstanbul hayalini sunarken tüylerimizi de diken diken ediyor. (Sanat bağlamından biraz koparak Cem Adrian'ın kaslarının ve vücudunun da müthiş olduğunu söylemeden geçersem ayıp olur tabi. ;) ) 


Sergide birbirinden etkileyici çalışmalardan bazılarını aşağıya bırakıyorum. Alttaki kolajın altında Şahmeran yer alıyor. Sağ üstte Khalil Bey, sol üstte ise Koral. Çoğu neredeyse monokrom olan resimlerdeki detayları ağzımız açık izledik diyebilirim. Giysi, aksesuar, kumaş detayları, tenler, bakışlar, ifadeler gerçekten inanılmazdı. 



Müzik Dersi

Sergi ile ilgili görselleri daha çok Instagram'da sergiyi gezen insanların paylaştıklarından ve Taner Ceylan Studio hesabından takip etmiştim. Diğer tüm eserler öyle ya da böyle gördüğüm eserlerdi ama aşağıdaki Beril adlı işi hiç görmemiştim. Aklımı yitiriyordum güzelliği karşısında. Kumaşın dökümleri, arka plandaki çinili duvar, koltuğun detayları ve ayaklardaki ojelere bak bak bak bak doyamadım.   


Son olarak da Rüstem Pasha adlı o meşhur çinili duvar tablosunu da eklemeden geçmeyeyim. Eminönü'nde gizli saklı bir cami olan Rüstem Paşa Camii'ndeki çiniler ve o çinilerin deforme olmuş ve sonradan eklenmiş hallerini eserine taşımış Taner Ceylan. Kusurluluğun muhteşemliği.


Taner Ceylan, Mimar Sinan Üniversitesi'nde okurken Adnan Çoker'in atölyesine gidip gelirmiş ve Adnan Çoker bu camiyi mutlaka görmelerini önerirmiş. Hatta buraya İstanbul'un mücevher kutusu diyormuş. Taner Ceylan şöyle anlatıyor burayı gördüğündeki düşüncelerini: 

"Caminin girişindeki avlu ilk gün dikkatimi çekmişti. Belli ki zaman içerisinde duvardaki çiniler dökülüyor ve her dönem birileri depodaki çinileri yama yama tamamlıyor. O kadar bizi anlatan bir duvar çıkmış ki orada. Tam bir mozaik ama kırık dökük ama çok güzel ama çok çirkin. Bu biziz. Aslında İstanbul’da değil, bütün Anadolu o eklenmiş eklemlenmiş o mozaik kırılmış dökülmüş ve tüm o geleneklerin birleşmesiyle birlikte yepyeni bir şeyin ortaya çıktığı bir duvar aslında, bizi anlatan bir şey."

O çinilerde bu hikayeyi hissetmek ve yorumlayarak bizlere sunmak ne müthiş bir deha. Hayranım ve sergiyi görebildiğim için minnettarım. Sanatçıyla yapılmış çok güzel bir sergi röportajı okumak isterseniz buraya buyrun. Ve gezmek için son üç gün kaldı, lütfen bir fırsat yaratıp o güzellikleri görün.

İyi gezmeler.

Nedret Sekban'dan Natamam

Galeri Selvin küratörlüğünde hazırlanan Nedret Sekban'ın "Natamam" isimli resim sergisini 5 Ekim – 2 Kasım tarihleri arasında İstanbul Ortaköy Hüsrev Kethüda Hamamı'nda görebilirsiniz. 

Bir zamanlar Fındıklı Parkı


İlk kişisel sergisini 1987'de açan, figüratif bir ressam olan sanatçının resimlerinde en çok göze çarpan temalar; çingeneler, deniz, balıkçılar, dalgalar, demiryolu işçileri ve Karadeniz'e ait realist çerçevedeki gözlemleri yoğun olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanatçı “Natamam” başlıklı resim sergisi ile ilgili şunları söylemektedir:

"...Benim resmimin kaynağı görünen dünyayı doğrudan yansıtan bir gerçekçilik değil; gözlemlediğim doğa ve insan varlığının dünyasıyla özdeşleşecek kadar öznelleşen (bir) ressamın kişisel yorum payından, dahası bu yorum payı ve kendi psikolojik bünyesi, dünyaya bakış açısıyla gözlemlenen olgunun gerçeği ya da dramı arasındaki ortak paydada bütünleşen bir gerçeğinde ifadesidir. Öğrenciliğimden bu yana ben, gerçek ve elle tutulur bir dünyadan beslenirim. Bunun için hayatın içinde olmaya gayret ederim. Bu konuda benden önce kalem oynatmış, imge kurmuş olanları izlerim. Çünkü onlar ustalarımdır, bana rehberlik ederler. Hayata ve ustalarıma öğrenci olmak onurunu hiçbir şeye değişmem. Öğrenmeye devam ederim. "Öğrenmek asıl olarak göstergelerle ilgilidir, göstergeler soyut bir bilginin değil zamansal bir çıraklığın konusudur." 

Gülsen'le Mavro Palamutbükü'nde

Kadim ağaç gövdesinde bir köpek bir meczup 


Amacı da konusu da insan olan yaratımı geleneğinin temsilcilerinden biri olmaya çalışırım. Geleneksel temsile dayalı farklı üsluplardan yararlanırken onları tekrarlamak yerine günümüz koşullarına uyarlamayı denerim. Aynı zamanda "gelenek belirli bir etkinlik ya da deneyimi yinelenen toplumsal uygulamalarla yapılanmış olan geçmişin, bugünün ve geleceğin içine yerleştirilen bir zaman ve uzam kullanma yoludur. Bütünüyle durağan da değildir. Çünkü kültürel mirasını kendinden önce gelenlerden devralan her yeni kuşak tarafından yeniden icat edilmek zorundadır." 

Bizim resim tarihimizde olduğu gibi Batı sanatı tarihinde de, desen genellikle resme hazırlık olarak değerlendirilmiş ve öyle sunulmuştur... Son dönemlerde özellikle 1980'lerden sonra, dünyanın çeşitli bölgelerinden farklı malzeme ve yüzeylere taşınan siyah-beyaz ve desenden münferit ifade tarzları büyük gösterilerle önemli sanat organizasyonlarında yer bulunca eski genel yargıya rağmen, desen de artık kendine bağımsız bir yer edinmiş oldu. 

Benim için ise desen, zaten resimdir. Resim de desen. 05 Ekim 2022 tarihli "NATAMAM" adlı sergim, tamamlanmamış bir; DESEN-RESİM, RESİM-DESEN yolculuğudur! Malzeme olarak kağıt ve tuval üzerine kullandığım kurşun kalem, füzen, pastel, akrilik ve yağlı boya resimlerimde çizgi; serbest, hareketli dolaşırken ton olur ışık-gölgeyi kurar, modle olur hacmi gösterir, renk taşıyan malzemeyi bulunca da imgenin nesnel karşılığını işaret ederek kompozisyonun içinde farklı yollarla olsa da hiç bir zaman bitiremeyeceğini bildiği yolculuğuna devam eder... "

Kadim ağaç gölgesinde kitap okuyan kadın ve Fanfir


Sanatçı hakkında: 

1953 yılında Trabzon`da doğan Nedret Sekban, 1977 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü, Neşet Günal Atölyesi’nden mezun oldu. 1979 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü’ne asistan olarak girdi. 1983 yılında aynı kurumda sanatta yeterlik diploması aldı. 1992 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde yardımcı doçent; 1995 yılında doçent oldu. 2001 yılında profesörlüğe yükseldi. 2017 yılında emekli oldu. 

Ödülleri
Ahmet Andiçen Sanat Ödülleri Resim Yarışması, Birincilik Ödülü, İstanbul (1974) 
Ahmet Andiçen Sanat Ödülleri Resim Yarışması, Birincilik Ödülü, İstanbul (1975) 
10. DYO Resim Yarışması Ödülü, Ankara, İstanbul, İzmir (1976) 
 Kartal Kültür Şenlikleri Resim Yarışması Sergisi Birincilik Ödülü, İstanbul (1978) 
Cumhuriyet Senatosu Vakfı Atatürk Resim Yarışması, Mansiyon, TBMM, Ankara (1981) 
Vakko Resim Yarışması, Mansiyon, İstanbul (1982)

Koleksiyon Hikayeleri | 9 Sanatçı - 1 Koleksiyoner

Sanatmezat.com’un galeri mekanı Artonom İstanbul, 26 Eylül – 22 Ekim 2022 tarihleri arasında Ülbegi Aile Koleksiyonu’ndan bir seçki ve galerinin 9 sanatçısının bir araya geldiği ‘’Koleksiyon Hikayeleri | 9 Sanatçı - 1 Koleksiyoner’’ sergisine ev sahipliği yapıyor. 



Düzenlediği online müzayedelerle yeni koleksiyonların oluşması, sanat eserlerinin tanıtılması ve sanatseverlere ulaşması için hem sanatçılar hem de koleksiyonerlerle birlikte çalışan Sanatmezat.com, ‘’Koleksiyon Hikayeleri | 9 Sanatçı - 1 Koleksiyoner’’ sergisi ile de bu işbirliğini bir sergi ile galeri mekanına taşıyor. 



Sanatın sürdürebilirliği, gelişmesi, sanata olan algı ve duyarlılığın önünü açması açısından oldukça önemli olan sanat koleksiyonları paylaşıldıkça kapalı kapılar ardından çıkıp bu sürece fayda sağlıyor. Sanat tutkusunun koleksiyonerliğe dönüşmesiyle başlayan koleksiyon yolculuğunda günümüz sanatçılarıyla ilişki kurmak ve birlikte hareket etmek de koleksiyonerliğe olan bağın ve bakış açısının güçlenmesi için önemli rol oynuyor. ‘’Koleksiyon Hikayeleri | 9 Sanatçı - 1 Koleksiyoner’’ sergisi, özel bir koleksiyonun paylaşılmasına olanak sağlarken, kendi yollarında tutkuyla yürüyen sanatçıları ve eserlerini de izleyiciyle buluşturuyor. 




Sergide, oluşumunda Sanatmezat.com’un da katkı sağladığı Ülbegi Aile Koleksiyonu’ndan Çağatay Odabaş, Fikret Mualla, Kemal Önsoy, Komet, Mehmet Güleryüz, Neşe Erdok, Nuri İyem ve Refik Anadol’un eserlerinden oluşan bir koleksiyon seçkisi ve galeri sanatçılarından Ayşe Gürpınar, Azat Yeman, Başak Kademoğlu, Beşir Bayar, Betül Merkan, Emre Aksu, Kadir Çıtak, Nazım Mammadov ve Zafer Malkoç’un farklı disiplinlerden eserleri yer alıyor. Hem özel bir koleksiyona yakından bakmayı hem de galeri sanatçılarını sanatseverlerle buluşturmayı amaçlayan sergi, 22 Ekim 2022 tarihine kadar Pazar günleri hariç her gün 11.00-19.00 saatleri arasında Artonom İstanbulda ziyaret edilebilir. 

İyi gezmeler

Osho'dan Cesaret-Tehlikeli Yaşamanın Sevinci


Alıntılar

"...bir insan huzurun ve zihnin ne olduğunu biliyorsa Zihinsel Huzur isimli bir kitap yazamaz, çünkü zihin tüm bu huzursuzluğun ana sebebidir. Huzur, zihin olmadığında gelir. Dolayısıyla zihinsel huzur diye bir şey yoktur..."

"Unutma: Cesur demek korkusuz demek değildir. Biri korkusuzsa ona cesur diyemezsin. Bir makineye cesur diyemezsin, makine korkusuzdur. Cesaret yalnızca korku okyanusunda vardır; cesaret, korku okyanusunda bir adadır. Korkun vardır, ancak korkuna rağmen risk alırsın; bu cesarettir. Biri çok titrer, karanlığa girmekten çok korkuyordur, ama yine de gider. Tek başına olmasına rağmen gider; cesur olmanın anlamı budur, korkusuzluk değil. Kişi korku doludur ama onun tarafından yönetilmiyordur."

"Hayatın bir dans ise Tanrı'ya zaten ulaşılmıştır. Sevgi dolu kalp, Tanrı ile doludur. Aramaya gerek yoktur; ibadet etmeye gerek yoktur; herhangi bir tapınağa ya da rahibe gitmeye gerek yoktur."

"...rahipler ve siyasetçiler insanlığın düşmanlarıdırlar. Bir komplo içindeler, çünkü siyasetçiler senin bedenine, rahipler de ruhuna hükmetmek istiyor. Ve oynanan oyun aynı: sevgiyi yok etmek..."


"...Sana söylemek istediğim iki şey var: Birincisi, meditasyon yapmaya başla, çünkü varlığının en yakın merkezinden başlamak her zaman en iyisidir ve bu da sadece meditasyonla mümkündür. İkincisi, asla meditasyonun içinde sıkışıp kalma. Meditasyon hareket etmeli, çiçek açmalı ve sevgiye dönüşmelidir...

...kişi hem tek başına hem insanlarla birlikte mutlu olabilmelidir. Hem içsel olarak hem ilişkilerde mutlu olmalıdır..."

"Kutsal metinleri asla dinleme. Sadece kalbini dinle. Reçete ettiğim tek kutsal metin budur: çok dikkatlice ve bilinçli bir şekilde dinle ve asla yanılmayacaksın. Ve kendi kalbini dinlerken asla bölünmezsin. Kendi kalbini dinleyerek neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmeden doğru yönde ilerlemeye başlarsın...

...dışarıdan dayatılan kurallara asla uyma. Hiçbir kural asla doğru olamaz, çünkü kurallar seni yönetmek isteyen insanlar tarafından icat edilir!"

Daha fazla OSHO için tık tık.

David Hockney, Baharın Gelişi, Normandiya, 2020

Ruhumuza baharı getiren bu şahane sergiyi Instagram'da post olarak paylaşmıştım ama buraya da bilgi postu olarak girmek istedim. Zamanımızın en önemli ve yaratıcı sanatçılarından biri olarak kabul edilen David Hockney’nin eserleri, Baharın Gelişi, Normandiya, 2020 sergisi ile ilk defa Türkiye’ye geldi.  Sakıp Sabancı Müzesi, Akbank işbirliğiyle 20. ve 21. yüzyılın en ilham verici sanatçılarından David Hockney’ye 29 Temmuz'a kadar ev sahipliği yapacak. 

Açıkçası sergide sanatçının "ipad çizimleri" olacağını duyunca biraz şüpheyle ve hatta olumsuz ön yargıyla gitmiştim. Hani ünlü sanatçıların hayatlarının kendilerini tam anlamıyla kabul ettirdikleri dönemlerinde "uyduruk işler" yapma lüksünü kendilerine verdikleri bazı işleri vardır ya, bu sergi de o kategoridedir diye düşünmüştüm. Ama hem gördüklerimden hem de David Hockney yaratıcılığı, farkındalığı ve yaşam sevincinin her detayda içimize yayılan enerjisinden büyülendim desem yeridir. Lütfen Temmuz sonuna kadar bu sergi için bir zaman ayırın ve baharı, umudu içinize çekmeye gidin SSM'ye.  


Sergi tanıtım yazısından alıntılarla devam edeyim biraz:

Kariyeri boyunca yeni teknolojileri ve sanat yapmanın farklı yöntemlerini araştıran Hockney, 2000’lerden itibaren iPhone ve iPad ile çizim yapıyor. Söz konusu teknolojik arayışının doruk noktası olan bu sergi, sanatçının baharın gelişini müjdeleyen iPad resimlerinin 116 tanesini içeriyor. Bunların tamamı 2020'de, Covid-19 salgınının ilk dönemi sırasında, Normandiya'daki evinde üretildi.

Bu "resimler", Hockney'nin meyve ağaçları, çalılar, çiçek bahçeleri, gölet ve nehirler, tarlalar ve uzak tepelere uzanan bir manzarada çalıştığını, baharın senelik yolculuğunu çıplak ağaçlardan tomurcuk ve çiçeklere, bol yeşil yapraklara kadar yakaladığını gösteriyor. Sergi baharın başından sonuna bir hikayesi, adeta bir kutlaması niteliğinde ve doğal dünyanın mucizelerini, sürekli yenilenişini, yaşam döngüsünü bize hatırlatıyor.



Sergide fotoğraf çekmek yasak. Bu da David Hockney'nin bilinçli bir tercihiymiş. Instagram'a meze olmamak adına hiç fena olmayan bir karar aslında. O yüzden girişteki bu şahane sözünün altındaki fotoğrafım sergiye dair elimdeki tek fotoğraf. Ne güzel demiş, değil mi?

Bu arada çıkışta sanatçı hakkında biraz uzun olmakla ilgili çok keyifle izlenen bir video da var. Onu izlemenizi çok öneriyorum. David Hockney'nin yaşama ve sanatına bakış açısı, çalışkanlığı, her daim umut dolu bakış açısı ve tutkusunu bu videoda çok iyi anlayacak ve ona bir kez daha hayran olacaksınız. Böyle bir sanatçı olmak ne büyük bir lütuf diye düşündüm izlerken. Düşünsenize kendi yaş grubu pandemi sırasında müthiş zorlanırken böyle bir yeteneğe ve bakışa sahip biri olarak bu süreyi nasıl yaratarak, üreterek, farkındalık içinde gözleyerek, hem kendisine hem izleyenlerine umut olarak geçirebilmek ne büyük bir mutluluk ve tatmin olsa gerek. 

Bize çok iyi geldi bu sergi, size de gelsin dilerim. Yeni hafta başlarken bu sergiyi de planlarınızın arasına alabilirsiniz belki.

Ve son olarak: Sen çok yaşa David Hockney

Wadi Rum

Eveet, sonunda bir hayali daha gerçekleştirme zamanı. Kapanışı Wadi Rum ile yapıyoruz. Ya da başka bir deyişle Mars'a iniş yaptık, dostlar! ;)

Çölde bir gece geçirecek olma fikri beni çok heyecanlandırıyordu. Hem de Martian tent olarak adlandırılan şu yuvarlak şeffaf çadırlarda kalacak olmak, terasında şarabımı yudumlayarak yıldızları izlemek hayallerimin baş köşesindeydi. Ama ne demişler hayal kurmazsan hayal kırıklığı da yaşamazsın. ;P Yani tam olarak öyle değil ama şöyle ki çölde konakladığımız hiçbir yerde alkol satışı yapılmıyormuş meğer. Bunu bilerek yanımızda bir şişe şarap götürüp odamızda içebilirmişiz, onda bir sorun yokmuş, ama biz bunu bilmediğimiz için doğal olarak hayalimin bir kısmı tam bu noktada yok oldu. İkinci kısmı da bulutlu bir geceye denk geldiğimiz için hiç yıldız göremediğimiz zaman yok oldu. Üçüncü kısmı da Araplardaki çöl gecesi anlayışının yüksek sesli Arap müziği eşliğinde kuzu çevirmek, üstüne halay benzeri danslar falan yaparak restoranda bizlere "gece eğlencesi" sunmak olduğunu görünce -ki benzerini günübirlik Dubai çöl gecesinde görmüştüm- çölde sessiz, sakin, romantik bir gece hayallerimden vazgeçtim. O zaman gündüzünün ihtişamına odaklanalım, ama önce size kaldığımız yerleri göstereyim. 



Biz Sun City Camp'te kaldık ve bence turun en ortalama tesisiydi. Ama sanırım çöldeki genel standartlar bu seviyelerdeymiş, zira hepsinin değerlendirmeleri az çok aynı yerlerde.

Wadi Rum müthiş etkileyici doğası olan bir yer. Sadece dümdüz çöl değil, üzerinde 1750 metreye kadar ulaşan değişik yüksekliklerde bir sürü kayalık tepelerin ve kanyonların ve farklı farklı oluşumların bulunduğu dev bir coğrafya. Üç saat boyunca bizi 4x4'lerle gezdireceklerini öğrendiğimizde bir çölde nasıl 3 saat geçirilir ki diye düşünmüştük ama geçiriliyormuş, çünkü o taşlar, kayalar bir tarih ve bir sürü hikaye barındırıyormuş. 

Önünde durduğumuz oluşum 7 Pillars olarak adlandırılıyor.

Burası bir zamanlar İpek Yolu üzerinde olduğu için ticaret kervanlarının bıraktığı işaretlere ve çizimlere de rastlıyorsunuz o kayaların üzerinde. UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bu bölge birçok filme de ev sahipliği yapmış. Dune, The Martian, Star Wars'ın bazı bölümleri ve Arabistanlı Lawrence bunlar arasında en bilinenleri diyebiliriz. Kızıl kumlardan oluşan bir çöl olarak bilinse de sarıdan pembeye, turuncudan kızıla her renk kumun olduğu müthiş etkileyici bir yer burası. Ve o kumlara ayak basmadan, kum tepelerine çıkıp aşağılara yuvarlanmadan, saçlarımızın üstümüzün başımızın kumlar içinde kalmasına izin vermeden buradan dönmek de olmazdı elbette. Parmak arası terlik ve yıkanabilir outdoor sandaletler burası için en uygun seçimler o yüzden. Giysilerinizi de her yerinizin kuma bulanacağını düşünerek seçin derim. ;)


Ve son olarak tabi ki günbatımı izlemeden çadırımıza dönmek olmaz. Burada da efsane renkler oluşuyor günbatımında. Naneli çay eşliğinde o renklerin büyüsüne kapılıp gitmek, burada curcunaya girmeden önceki tadı damağınızda kalacak türden müthiş kapanış aktivitesi olarak aklınızda yer edecek. Başlangıcında fotoğrafımızı çekip sonrasını seyre daldık biz.


Ertesi gün çölün o muhteşem sessizliğinde uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Akabe'den dönüş uçuşu olmadığı için yeniden Amman'a uzun bir yolumuz vardı. Biz de sabaha karşı 2 uçağına alarak bir gün de Ma'in Hot Springs termal otelde konaklamayı tercih ettik. Yani konaklama derken uçağa kadar termalde zaman geçirme manasında. Burası da gerçekten olağanüstü bir yerdi. Çölde vaha misali bomboz dağların arasında kıvrıla kıvrıla yol alırken bir anda termal bir şelale ve havuzlar ve ağaçlarla dolu bir cennete düştük adeta. Tozumuzu toprağımızı atmak için çok güzel bir seçim oldu. Havaalanına da bir saat uzaklıkta olması gece 11'e kadar hem dinlenmemize hem de leziz Ürdün şarapları eşliğinde güzel bir akşam yemeği yedikten sonra dönüş yolculuğuna çıkmamıza fırsat tanıdı. 

Sonuç olarak Ürdün benim ruhumda bin bir gece masallarından çıkmışım gibi bir etki yarattı. Her köşesini, doğasını, insanlarını, mutfağını ve sürprizlerini çok sevdim. Para biriminin pound ile yarışı bile kazanmış seviyede olması dışında bir sorun yoktu diyebilirim. :) Merak eden herkese çok önereceğim bir destinasyon olacak burası. 

Artık önümüzdeki destinasyon belli tabi. Haziran'ın ortasına geldiğimize göre Kaş'a göçsek iyi olacak değil mi? Ama bakalım, bu yıl belki arada başka sürpriz rotalarımız da olur, kim bilir. Sağlık olsun, ağız tadı olsun, gerisini hallederiz. 

İyi hafta sonları!

Petra Antik Kenti

Ürdün gezimizin en can alıcı noktası olan Petra Antik Kenti ile devam ediyorum. Burası ile ilgili Instagram ya da başka yerlerde gördüğünüz fotoğrafların çoğu o meşhur Hazine  binası ve  oyulmuş kızılımsı kayalar arasında yürünen yollar olacaktır. Size şu kadarını söyleyeyim ki bu gördüğünüz daha sadece giriş bölümüymüş. ;) Haritada gördüğünüz üzere As Siq o giriş yolunu ve Treasury de Hazine'yi gösteriyor. Ve sonra kent başlıyor.


Ama şunu da söyleyeyim burayı bu kadar etkileyici kılan en önemli unsurlardan biri de bu nefis şehre giriş yolu ve Hazine binası. Bu kadar gizli saklı, dışarıdan bakıldığında sadece coğrafyanın doğal dağları, tepeleri gibi gibi görünmesine rağmen içinde dev bir şehir barındıran bir antik kent gerçekten insanı büyülüyor. Aklımıza Angkor Wat geldi. Orası insan yapımı olmasına rağmen o ormanın içinde gizli kalmış ihtişamıyla bizi büyülemişti. Burası ise hem doğal gizliliği hem de içinde barındırdığı hikayesiyle, Nebati Krallığının medeniyet seviyesiyle bizleri kendisine hayran bıraktı. Şimdi size o giriş yolu'nden birkaç fotoğraf bırakıyorum. Burada doğal olarak şekilli oluşumlar (alttaki kolajda file benzeyenler olduğu gibi), insan yapımı nişler, hava koşullarına göre ortaya çıkan renkler, şehre yağmur suyunu getiren o şahane kanal sistemi, birtakım kazılar sırasında ortaya çıkan dev heykel parçalarını (alttaki kolajda iki devesiyle birlikte bir adamın parçaları anlaşılıyor mu?) görerek yaklaşık bir saat zaman geçiriyorsunuz.




M.Ö 312 yılında Ürdün'ün güney bölümleri Nebatiler adı verilen göçebe bir Arap kabilesi tarafından yönetiliyormuş. Aramice konuşan, özgürlüklerine düşkün, yerleşik hayata bayılmadıkları için tarımla falan uğraşmayan, çölde kuyular kazıp su bulmayı ve göçebe yaşamayı seven bir toplulukmuş Nebatiler. M.Ö 2. yüzyılda yerleşik hayata geçip Nebati Krallığını kurup başkentlerini de Petra (o zamanki adıyla Raqmu) olarak belirlemişler. Göçebelik bittikten sonra da yerleşik hayatla ilgili içlerindeki cevher ortaya çıkmış. Mühendislik harikası su sistemleri ve içinde banyoları olan lüks evler inşa edip, şahane şaraplar üretmişler. İlk kez Petra gezisi sayesinde duyduğum Nebatiler'i pek sevdim ben doğrusu. ;) M.S. 100 yılına kadar kısa bir hüküm süren bu sefacı ve gelişmiş medeniyetin sonu Romalılar tarafından gelmiş. Daha önce buradan geçen İpek Yolu ticaret rotası değişince Nebatilerin de para kaynakları tükenmiş doğal olarak. 

Bu arada gelelim Hazine binasının hikayesine. Adı Hazine olan 40 metre yüksekliğindeki binanın içinde değerli şeylerin saklandığını falan düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Burası Nebati kral mezarlarının bulunduğu bina. Petra'nın kaderine terk edildiği ve Bedevilerin içinde yaşadığı 19. yüzyılda Bedeviler burada değerli mallar olduğunu iddia ediyorlarmış. Hatta heykellere kurşun sıkarak içinde saklanan hazineleri bulmak için buraya zamanında çok zarar verdikleri de buraya ait hikayelerden. 


Nebatiler'den sonra buranın yönetimi Romalıların eline geçiyor demiştik. Onlar da yaklaşık M.S. 7. yüzyıla kadar burada hüküm sürüyorlar. Antik tiyatrolar, sütunlu agoralar ve kiliseler ve içlerindeki mozaikler de  burada onlardan kalma izler olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonra ticaret için deniz rotalarının ortaya çıkması ve yıkıcı depremler sonrasında burası önemini yitiriyor ve adeta unutuluyor. 



Yine Kral Mezarlarının olduğu birtakım yapılar var ve içleri çok etkileyici. Zaten bu bölgedeki o kayaların içlerinden çıkan renk renk minerallerin görüntüsüne bayılacaksınız. Bu mezarlara ve tepelerdeki kiliselere çıkmak için eşeklerden destek alabilirsiniz. Misal arkadaki eşekte benim de olmam gerekiyor ama ben yokum, neden? Çünkü merdiven iniş ve çıkışından tırstığım için kendim inip çıktım bu bölümleri ;) 


Romalılardan sonra  bu canım kente ne oluyor derseniz, çok uzunca bir süre terk edilmiş ve unutulmuş halde içinde Bedevilerin yaşadığı bir yerleşim yeri olarak kalkıyor. Ta ki 1812 yılında Johann Ludwig Burckhardt tarafından keşfedilene kadar. Ondan sonra bile hak ettiği değeri görmesine kadar aradan yine uzunca bir zaman geçiyor. UNESCO tarafından koruma altına alınması 1985, dünyanın yeni 7 harikasından biri seçilmesi ise 2007 yıllarında gerçekleşiyor. Bu mağarayı andıran yapılarda kim bilir ne hayatlar sürdüler Bedeviler. Şu an devlet tarafından kendilerine başka bir alan ayrılmış durumda. İçeride ise takı, eşarp ve otantik objeler sattıkları tezgahlarıyla varlıklarını sürdürüyorlar. 


En baştaki haritada gördüğünüz sol üst köşedeki Manastır binasına tırmanmamış olmamıza ve dönüşte eşeklerden ve elektrikli araçlardan destek almamıza rağmen Petra'yı gezmemiz yaklaşık 3,5 saat sürdü. Çıkışta Petra Müzesi'ne de uğradık ve bence çok bilgilendirici, güzel düzenlenmiş ve iç açıcı bir müzeydi. Enerjiniz kalırsa onu da görmenizi öneririm. 


Hayallerimizden birini daha gerçekleştirmiş olmanın mutluluğu yüzlerimize yansımış mı? ;) O zaman yola devam, çünkü var bir hayalimiz daha ve o da gerçekleştirilmeyi bekliyor. ;)

Baselected 2022 Sergisi Beyoğlu Grand Pera'da

BASELECTED sergisi, daha önce BASE’in ilk 5 edisyonuna katılmış sanatçıların güncel üretimlerinden oluşan bir seçkiyi Grand Pera’da Cercle d’Orient salonunda sanatseverlerle buluşturuyor. Beyoğlu Kültür Yolu Festivali kapsamında, Derya Yücel’in küratörlüğünde gerçekleşecek sergide 70 sanatçıya ait 100’ü aşkın eser bir araya geliyor. 28 Mayıs'ta açılan sergi 12 Haziran'a kadar gezilebilecek. Sergideki tüm eserler birbirinden ilginç ama binanın kendisi de sergiyle yarışabilecek kadar ilgi çekici.


Sağ: Şeyma İnci, Sol: Şevval Konyalı

Serginin küratörü Derya Yücel sözlerini şöyle ifade ediyor : 


BASELECTED, günümüz sanatı bağlamında ele alınan kavram ve olguları, sanatsal yaratıcılığa dönüşen araçların değişkenliğini, genç bir sanatçı kuşağının pratiğini açık ve canlı tutuşunu da gösterdiği bir platform olarak yeniden hayata geçiyor. BASELECTED, genç sanatçılara yeni alanlar açarak, sanatçılar ve yapıtları arasındaki ilişkileri gözlemleme fırsatı sunuyor. Sanatçıların son dönem üretimlerine farkındalık yaratabilecek bir karşılaşma ve diyalog zemininde yeniden hayata geçen bu seçki, sanat üretiminde sürekliliğin, motivasyonun, direncin, kararlılığın ve üretim istencinin de bir göstergesi olarak ortaya çıkıyor. Resim, seramik, video, heykel, yerleştirme, fotoğraf, baskı, cam ve grafik tasarım gibi geniş bir yelpazede, disiplinler arası yaratıcılık kanallarında ilerleyen genç sanatçılar geleceğe dair bir sözü de BASELECTED aracılığıyla görünür kılıyor.’ 

Sağ: Anıl Önen'den Batıl Serisi, Sol üst: Duygu Aydoğan, Sol alt: Kübra Kılıç 


Sergi boyunca ücretsiz sanat atölyeleri de sergiye eşlik edecek.  ‘Dilara Göl ile Mono Baskı Atölyesi’, ‘Delal Eken ile Rapido Çizim Atölyesi’, ‘Çiğdem Akgün ile Kolaj Portre Atölyesi’, ‘Seda Boy ile Seramik Figür Heykel Atölyesi’, ‘Meta iş birliğiyle  Metaverse Atölyeleri’ gibi  halka açık sanat atölyelerine katılmak isteyenler ‘base.ist’ web adresinden ön kayıt yaptırabilecek.

Sağ: Tıfak Arslan, Sol üst: Emre Evcimen, Sol alt: Sadık Ramazan Yılmaz

Sergi eş zamanlı olarak www.base.ist adresinden de izlenebilecek. Sergideki tüm eserleri daha detaylı incelemek isteyenler bu linke lütfen.  

Yaza girerken de şehirde güzel şeyler oluyor, bu da onlardan biri, kaçırmayın derim.
İyi gezmeler ve iyi haftalar!

Ölü Deniz & Little Petra & Petra by Night

Bir önceki postta bahsettiğim durakları bitirdikten sonra kendimizi Ölü Deniz'e attık. Burada Hilton Dead Sea Resort & Spa'da bir gece kaldık. Otelin yeri, plajı, günbatımı manzarasına karşı bir drink alabileceğiniz köşeleri, kahvaltısı çok güzeldi. Sadece 1312 adlı Lübnan Restoranı biraz fiyaskoydu, onu önermiyorum. Neyse, biz "günbatımı bizden sorulur" fotoğraflarıyla başlayalım. Nasılsa birazdan maymuna döneceğiz.;) 


Gelelim Ölü Deniz'in özelliğine. Yüksek tuz oranıyla batmanın imkansız olduğu bu ismi deniz kendisi büyük bir göl olan oluşumun sularının ve buradan çıkan çamurun müthiş şifalı olduğu biliniyor. Dolayısıyla deniz seviyesinin yaklaşık 400 metre altında yer alan Ölü Deniz'de yapılacak en güzel aktivite hem suyun hem de çamurun nimetlerinden yararlanmak. Biz de tam olarak öyle yaptık, hem gittiğimiz akşam hem de ertesi sabah. Yalnız benim kitabım ıslanmasın ama o meşhur su üstünde batmadan kitap okuma pozunu da vereyim fotoğrafıma ne dersiniz? ;) Yani çok gerekirse bir kitap kondururum oraya dedim ama anladınız siz beni bence. ;)

Şifalı topraklardan ayrıldıktan sonra Salty Beach olarak bilinen sahil boyunca biraz yol aldık. Hiking yapmak isteyenlerin uğrak noktası olan Wadi AlMujib kanyonunu ve Lut'un Karısı olarak bilinen taş oluşumunu gördük. (Her dinde hikayesi benzer olan ve Lut kavminin eşcinsellik nedeniyle cezalandırıldığı şu meşhur hikaye. Sodom ve Gomore başka bir versiyonu. Garibim Lut'un karısı da bir şey yapmamış aslında ama taş edilen yine o olmuş anladığım kadarıyla. Kadın kısmının çilesi her dinde, kültürde, devirde aynı azizim.) Daha sonra kıvrılarak ilerleyen kayalık dağların arasındaki yollardan geçerek önce Little Petra'yı gezdik, sonra da Petra şehrine kendimizi attık.


Little Petra adı üstünde Petra Antik Kenti'nin küçük ölçeklisi ve girişi ücretsiz olanı. ;) Yol üstündeyse kısacık görülebilir, değilse ve Petra'yı detaylı bir şekilde geziyorsanız görmeseniz de olur. Nebatilerin asıl krallığın hüküm sürdüğü Petra'nın kuzeyinde yer alan ve İpek Yolu'ndan geçen tüccar kafilelerini ağırladıkları bir şehri olduğu tahmin ediliyor. Sonrasında uzunca bir süre Bedevilere ev sahipliği yapmış olan bu şehrin de kaya oluşumları ve yapıları Petra'yı andırıyor. Mağara şeklindeki kiliselerin ve bazı binaların içinde günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş mozaikler ve resimler görmek mümkün. 

 

Ve artık öğleden sonra 16.00 civarı Petra'dayız. Burada Mövenpick Resort Petra'da kalıyoruz ve bunun ne kadar güzel bir seçim olduğunu şehri görünce anlıyoruz. Otelin tam karşısında Petra Antik Kenti'nin giriş kapısı duruyor! Tabi o giriş kapısından sonra şehrin kendisine ulaşmanın 2 kilometre yürüyüş gerektirdiğini henüz bilmiyoruz. ;) Bu gece burada kalıp ertesi gün sabah 7'de rehberle birlikte yaklaşık 4 saatlik antik kent turumuzu yapacağız. Öncesinde de geldiğimiz günün akşamı Petra by Night etkinliğine katılacağız. Yani gece gündüz kilometrelerce yürüyüş bizleri bekliyor. Ayağınızdaki ayakkabının taşlı yollarda yürümeye uygun ve rahat bir seçim olmasına dikkat edin, olur mu? 

Petra'yı gece ve o fenerlerin ışığında görmek de gündüz gezmek kadar hayallerimden biriydi. Ve gerçekten de o kaya koridorlardan geçerek önüne sıralanmış fenerlerin ışığında Hazine binasını  görünce şükretmelere doyamadım. Hele bir de kafamızı kaldırdığımızda kayaların oluşturduğu çerçevenin içinden üstümüze parlayan yıldızlar. Büyüleyiciydi gerçekten. 

Lazer şovlar, hoparlörden yayılan yüksek sesli müzik dinletileri ya da çeşitli turist attraksiyonları bekliyorsanız üzgünüm. Burası sadece bu büyülü yerin büyüsünü yaşamamız için bizlere açılıyor. Sessizlik içinde yerel bir flüt dinletisi ve naneli çay ikramlarıyla Petra'nın gecesini de görebilirsiniz ve böyle bi kuble yaşayabilirsiniz deniyor. Sonra birkaç renkli ışık yansıtma, fotoğraf çekmeceler, 2 kilometre yürüyüş ve otel yatağına gömülüş tabi ki. ;)

Sırada Petra Antik Kenti var.

İyi hafta sonları!