Hemen durum raporu vereyim. Sizler ne yaptınız bilmiyorum, ama ben geçen hafta cennetteydim. Önce anne-baba yanında olmanın şımarıklığı içinde
Adana'nın kolay yaşamının tadını çıkardım. İlkbaharın en güzel halini yaşadık. Çoğunluğunu açıkhavada geçirdiğim günler boyunca bol bol oksijen soluyup,
Soytarı'yla oyunlar oynadık. Muhteşem yemekler yedik. Muhteşem yerler gördük. Ailece çok keyifli sohbetler eşliğinde çok keyifli saatler geçirdik.
Önce henüz
İstanbul'da yaşayamadığımız baharın
Adana'da nasıl yaşandığını görmenizi isterim.
Adana'da da bahar mevsimi çok kısa yaşandığından ve hemen yaz sıcakları geldiğinden dolayı belki de baharın en güzel dönemini yakaladık diyebilirim. Capcanlı yeşil tonları, binbir çeşit çiçek, limon ağaçlarının kokuları, masmavi bir göl ve pırıl pırıl parlayarak insanın içini ısıtan ama bunaltıcı olmayan bir güneş...

Sol üst köşede saksıda duran çilekleri görüyor musunuz? Annem ve babam onları ben ve
İso'cum için ayırmışlar. O yüzden ben de
İso'cumdan iki gün önce gitmeme rağmen onun gelmesini bekledim. Annemin talimatı üzerine ikimiz birer tane çilek koparıp,
"Yeniyi tattım, her derdi attım!" diyerek ve gülerek mevsimin ilk çileklerini yemiş olduk.
Çileğin yerden bitme bir bitki olduğunu daha önce öğrenmiştim. Bankada çalıştığım zamanlarda iş arkadaşlarıyla birlikte haftasonu bir gün konaklamalı bir
Ağva gezisi yapmıştık. Dönüşte de arkadaşlarımızdan birinin ailesinin
Şile'deki yazlık evine uğrayıp, çilekler bozulmasın diye toplayacaktık. Doğadan bihaber şehir çocukları olarak benim de içinde bulunduğum birkaç arkadaş evin bahçesine girer girmez
"çilek ağaçları nerede?" diye havalara bakılırken, ev sahibi olan çocuk yere eğilip çilek toplamaya başlamıştı bile!! O utanç verici deneyim sonrasında bu kez çilekleri aşağıda gördüğüme şaşırmadım, ama yeni bir şey daha öğrenmiş oldum. Hayatımda ilk kez çileğin çiçeğini gördüm ve o beyaz çiçeğin ortasındaki çıkıntının büyüyüp çilek olduğunu öğrendim. Demek ki neymiş? Öğrenmek sonsuz bir süreçmiş ve bildiğin bir konunun dahi bilmediğin bölümleri olabilirmiş. Bu olaydan da gereken hayat dersini çıkardıktan sonra üst kattan göl manzarasına ve bahçedeki yeşil tonlarına bakalım mı?


Önceki yazılarımdan hatırlayanlar olabilir. Ben köpeklere bayılırım ve
Adana'daki evde eskiden bir sürü köpek de vardı. Siteye mal olan bu köpeklerin çoğu bir süre sonra annemin olurdu, çünkü annem onlara açık büfe servis yapardı. Ama en son sitenin kangalı
Işık'ın da kaybolmasıyla (büyük olasılıkla çalınmasıyla) birlikte sitede köpek kalmadı. Meydan
Soytarı Hanım'a kaldı.
Ben kediden inanılmaz huylanan bir tipimdir. Yani uzaktan beslerim, ama dokunamam, bacaklarıma sürtünmesi durumunda falan anında cıyaklarım, ani hoplamaları, zıplamaları ve pati atmalarından dolayı tırsarım ve onları kendi içlerinde bir şeyler yaşayan küçük şizofrenler olarak görürüm. Annem de son zamanlara kadar benimle aynıydı. Hatta yemek yerlerken
Soytarı'nın masaya gelip, ayaklarının altında dolaşmasından huylandığı için
Migros'tan su tabancası almıştı! Yani evimizde
Kurtlar Vadisi misali bir görüntü vardı. Düşünsenize, masaya önce tabaklar, sonra da annemin su tabancası konulup yemeğe başlanıyor! :)
Sonraları annem kediye acıdığı için onu uzaktan beslemeye başlamış. Durumu bana şöyle anlatıyor:
"İmge, göreceksin halini.. O kadar sefildi ki.. 7-8 tane çocuk doğurdu.. Onlara süt veriyor.. Bir deri bir kemik kaldı.. Çocuklar ortalarda perişan!!" İşte annemin hikayeli anlatım tarzı! Annem kediyi beslemeye ve ona alışmaya başladığını anlatıyor, ama hikaye tam bir
Küçük Emrah filmi tadında! Neyse, annem önce terliğinin ucuyla, sonra bahçe eldivenleriyle sonra elleriyle dokunmaya başlamış
Soytarı'ya. Sonra ipe bağladığı lastik topla onu maymun etmeyi becermiş. Artık tencerelerin altı aşağıda gördüğünüz bu tombul küçük hanım için yanıyor
Adana'daki evde:

Vee işte soytarı ve benim ilk buluşmamız.. O ilk bakışma, ilk dokunuş! Sol üst köşede bu heyecan dolu kareyi görebilirsiniz! Bu da bir ilktir ve dünya için küçük, ama benim için son derece büyük bir adımdır!
Yalnız ilk dokunuştaki temkinli halime bakar mısınız? Bir dokunup, kaçacakmış gibi bir halim var. Kedinin en ufak bir arıza hareketine karşı zıplayarak uzaklaşabilmem için dizlerimi uygun bir açıyla kıvırmış ve elimle de annemin sandalyesinden destek almışım. Gözlerinin içine bakmamaya çalışıyorum. Uzun uzun bakarsam yüzüme atlayıp, patisini gözüme atar ya da en iyi ihtimalle yüzümü çizer gibi bir inanışa sahibim çünkü! İnsan kuaförden çıktıktan sonra yüzünün çizilmesini ister mi hiç? :) Düşünüyorum da
Soytarı şu yazdıklarımı okusa,
"Bana arıza diyene bak!" der miydi acaba?
Neyse, açılış yazımı yazdım. Daha neler neler sığdırdık şu kısacık tatilimize! Hepsi ve daha fazlası
imgeleme.com'da! Benden ayrılmayın!