Uzun Çarşı

Açıkçası Uzun Çarşı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Daha otantik bir yer bekliyordum, ama biraz bizim Eminönü'nün ara sokaklarında gördüğümüz tarzda kıyafetler, terlikler satan yerler çoğunluktaydı. Çarşı boyunca hemen hemen her yerde fiyatlar aynı. Buradan nar ekşisi, biber salçası, pul biber, kahvaltılık zahter, humus unu, künefe malzemeleri, sürk adı verilen çökelek ve değişik peynir çeşitlerinden alabilirsiniz.

















Aklınız sağ alt köşedeki künefenin yapımında kaldı, değil mi? İşte künefenin o tel tel hamuru böyle yapılıyor:





Neyse efendim, alacaklarımızı alıp yorgunluk atmak üzere kendimizi Oasis kafeye atıyoruz. Biz Türk kahvelerimizi ve nefis limonatalarımızı içerken İso'cum da biraz nargilesini tüttürüyor. Nargilenin tadına ve buradaki fiyatlara bayılıyoruz. Her şey İstanbul'un yarı fiyatına ve çok lezzetli. Ortam olarak fazla bir şey beklemeyin, çünkü burada kafe kültürü yok. Genelde kahvehaneler ve künefe salonları var. O yüzden burası genelde gençlerin takıldığı belli olan, ayrıca nargile kafe ve Internet kafe özellikleri de barındıran, havadar ve temiz bir yer. Dediğim gibi kısa bir içecek molası ya da nargilesi için uğrayabilirsiniz.

Şimdi otele dönmemiz gerekiyor. Elimizdekileri bırakıp, üzerimize bir şeyler alacağız. Gündüz güneşli havada kısa kollularla dolaşıyoruz, ama akşamları serin oluyor. Sırada Harbiye var...

Nedim Usta'nın Yeri

Müzeyi gezip, sokaklarda da biraz yürüdükten sonra acıkmaya başladık. Akşam yemeğini Harbiye'de yiyeceğimiz için yine hafif bir şeylerle geçiştirmek istiyoruz. Ama bu kez mumbar gibi değil gerçekten hafif bir şeyler arayışındayız. Aklımıza buranın meşhur humusçularından birine gitmek geliyor. Farkındayım, pek hafif olmadı, ama ne yapalım. Güney illerimizde durum böyle! :)

Şimdi size Antakya'nın en meşhur humusçularından biri olan Nedim Usta'nın dükkanını tarif edeceğim. Kağıt kaleminizi almanızı ve not etmenizi tavsiye ediyorum. Mozaik Müzesi'nden çıktıktan sonra Asi Nehri üzerindeki köprüden geçerken karşınızda Ulu Cami'nin giriş kapısını görüyorsunuz. Caminin kapısına doğru yürüyün. Yüzünüz caminin kapısına dönükken sağa dönün ve solunuzda Ortodoks Kilisesi'ni görene kadar devam edin. Kiliseyi geçer geçmez sola dönen ara sokak üzerinde küçücük ve salaş bir dükkan göreceksiniz. Yalnızca üç-dört masalık yeri olan bu minicik dükkanda muhteşem mezeler yapılıyor. Telefon numaralarını dükkanın tabelasından görebilirsiniz.

















Nedim Usta artık hayatta olmadığı için yalnızca resmiyle bizi karşılıyor. Oturur oturmaz yanımıza üçüncü nesil kardeşlerden Adnan Bey geliyor. Eski bir eğitimci olduğunu daha sonra yaptığımız sohbet sırasında öğrendiğimiz ve gerçek bir beyefendi olan Adnan Bey (bkz. sol alt resim) bizlere önce cevizli biber, sonra bakla mezesi (favanın kardeşiymiş; ben fava sevmem ama bunu çok sevdim) ve sonra da humuslarımızı getiriyor. Yanına da çok lezzetli bir ekmek geliyor. Buranın usulü bu işte. Çatallara pek dokunmanıza gerek kalmıyor. Ekmeklerinizi mezelere bandırarak yiyorsunuz. Mezelerin hepsi de çok lezzetli.

















Adnan Bey, hemen karşıdaki restore edilmiş Antakya evinin de kendilerine ait olduğunu ve bir Antakya evinin içinin nasıl göründüğünü merak ediyorsak, orayı gezebileceğimizi söylüyor. Teras katından Ortodoks Kilisesi'nin çok güzel göründüğünü belirterek, mezelerin üzerine bizlere ikram etmeyi teklif ettiği çaylarımızı bu terasta içmemizi öneriyor. Onu kırmıyoruz. Ortodoks Kilisesi'ne karşı çaylarımızı içiyoruz.

Çaylarımızı içerken bize eşlik eden Adnan Bey'den Antakya hakkında bilgiler alıyoruz. İstersek bizi gezdirecek bir rehber de bulabileceğini söylüyor, ama turumuzun rehberi olarak elimdeki gezi programını görünce ihtiyacımız olmadığına karar veriyor. Ona çoook teşekkür ettikten sonra ayrılıyoruz. Sırada Uzun Çarşı var. Ama nar ekşisi, biber salçası ve cevizli biber almak için yarın yeniden Adnan Bey'in yanına uğrayacağız, çünkü kendisi için aldığı yerden bizler için de sipariş vermeyi teklif ediyor. Peki biz ne yapıyoruz? Tabi ki bu teklife bayılıyoruz!

Yine de Uzun Çarşı'yı bir turlayalım. Belki başka şeyler buluruz...

Antakya Sokaklarında Yürüyüş

Mozaik Müzesi'ni gezdikten sonra Asi Nehri'nin üzerindeki köprülerden birinden karşıya geçiyoruz. Köprünün üzerinden çektiğim bu resimde görünen cami ise Ulu Cami.

















Meşhur humusçulardan birini bulmadan önce daracık Antakya sokaklarında biraz yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Eski Antakya evlerini görüyoruz. Yalnız bir kişinin geçebileceği darlıktaki bazı sokaklarda aklıma Venedik geliyor.

















Daha sonra önceleri eski bir Antakya evi olan Katolik Kilisesi'ni geziyoruz. Kilisenin çanının olduğu üst kata çıktığınızda hemen arkasındaki caminin minaresini de görebiliyorsunuz. Yüzyıllar boyu değişik dinlere ve farklı kültürlere ev sahipliği yapan bu şirin kentte gezerken attığınız her adımda şehrin bu en önemli özelliğinin farkına varıyorsunuz. Umarım Antakya bu güzel özelliğini hiçbir zaman yitirmez.



















Kiliseyi gezdik. Sırada Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinen Habib-i Neccar Cami var. Bu cami, Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş. Günümüzdeki hali Osmanlı dönemi eseriymiş. Etrafı medrese odaları ile çevrili olan bu caminin avlusunda 19. yüzyıldan kalma bir şadırvan bulunuyor (bkz. sağ üst resim). İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya(Pavlos) ile onlara ilk inanan ve inanmayan halk tarafından şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi de burada yer alıyor. Antakya şehri, Halife Ömer’in komutanlarından Ubeydullah Bin Cerrah tarafından 636 yılında fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yere bu cami inşa edilmiş.

















Artık acıkmaya başladık. Hemen Antakya'nın meşhur humusçularından birini bulmalıyız. Sonra da Uzun Çarşı'yı gezeceğiz.

Antakya Mozaik Müzesi

24 Nisan Cuma günü yola çıkıyoruz. İstikamet Antakya! Bir gece konaklamalı kültür turumuzun otel, yemek ve ulaşım organizasyonu yine annem ve babama ait. Tur rehberiniz ise karşınızda duruyor! Gidilecek yerlerin listesi ve bunlar hakkında kısa kısa bilgilerin olduğu not kağıtları elimde. Gidilecek noktaya yaklaşırken, müzik kısılıyor ve bana kulak veriliyor. Benim de elimde bir mikrofonum eksik. Sormayın, çok havalıyım! :)

Neyse, tur rehberi olarak gidilecek ilk durağımızı Tunus'taki Bardo Müzesi'nden sonra dünyanın en büyük ikinci mozaik müzesi olarak bilinen Antakya Mozaik Müzesi olarak belirlemiştim. Buranın hep çok güzel bir müze olduğunu duyardım, ama açıkçası bu kadarını da beklemiyordum. Müzenin girişi 8 TL, ama biz 20'şer TL ödeyerek kendimize birer Müze Kart çıkarttık. Böylece bir yıl boyunca Türkiye'deki 300'ü aşkın müzeye bedava giriş hakkı kazandık.(İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne hâlâ gidemediğimiz için İstanbul'daki ilk durağımızın da orası olması gerektiğini düşünüyorum.)

1932 yılında kurulmasına karar verilen bu müzenin inşaatı 1939'da tamamlanmış. Antakya ve çevresindeki kazılar 1932'de başlamış. II. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla da sona ermiş. Çıkarılan eserlerin tanzim edilmesi ve müzenin açılışı ise Hatay'ın kurtuluş günü olan 23 Temmuz 1948 tarihine denk geliyor.

Girer girmez önce Antakya Lahdi'ni görüyorsunuz. Arkeoloji literatüründe Sidemera tipi olarak adlandırılan bu lahit bir bina inşaatı sırasında temel kazılırken çıkarılmış. M.S. 3. yüzyıldan kalan bu yekpare lahitten çıkan iskeletlerin Alpin ırkına ait olduğu tespit edilmiş.

















Müzede temel olarak taş eserler (mozaik, heykel, sütun başları gibi), metal ve cam eserler, tabletler, sikkeler ve benzeri tarihi eserler bulunuyor. Mozaiklerin büyük çoğunluğu M.S. 2. yüzyıl ile 5. yüzyılın sonuna kadar olan evrede yapılmış eserlerden oluşuyor. Roma İmparatorluğu bölündükten sonra Doğu Roma, resim sanatının ve yer mozaiklerinin merkezi haline gelmiş. Antakya ise Doğu Roma İmparatorluğu'nun en büyük üçüncü kenti olduğu için önemli bir sanat merkezi sayılıyormuş.

Mozaiklerde genellikle mitoloji, doğa, günlük yaşam ve soyut kavramlar gibi konular işlenmiş. Ancak yalnızca dekoratif amaçlı yapılan mozaikler de bulunuyor. Antakya'daki mimari yapıların tabanında kullanılan çok renkli ve figüratif mozaikler şehrin refah düzeyinin yüksek olduğunu göstermekteymiş.

İşte sizlere mozaiklerden birkaç örnek:


















Müzenin geri kalan bölümlerindeki objelerden ve Asi Nehri'ne bakan bahçesindeki kalıntılardan birkaç görüntü de aşağıda bulunuyor:

















Bir kültür mozaiği olan Antakya'ya da böyle zengin bir mozaik müzesi yakışırdı zaten. Yolu düşen herkesin bu müzeyi mutlaka görmesini tavsiye ediyorum. Sergilenen eserler dışında yer yokluğundan dolayı pek çok eserin de bahçede ya da depoda bakımsızlık içinde beklediğini duymuşsunuzdur. Aslında müzede toplam 35,000 adet tarihi eser olduğundan, ama yer sıkıntısından dolayı bunların yalnızca 2,700 adetinin sergilenebildiğinden haberiniz var mıydı? Umarım uzun zamandır süregelen bu sorun bir an önce çözülür ve kentin en önemli kültür noktalarından biri olan bu arkeoloji müzesine de hak ettiği yer ve bakım olanakları sağlanır.

Adana'da Kebap Yenir; Kebap Da Keleş'te Yenir

Siz yine de bu başlığı fazla ciddiye almayın. Çünkü Adana'da her yerde kebap yiyebilirsiniz. Kolcuoğlu, Yüzevler, Menekşe, vs gibi sayısız tanınmış kebapçısı vardır Adana'nın. Ama Keleş Kardeşler'in işlettikleri Tarihi Tepebağ Ocakbaşı'nın ailecek favorilerimizden olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi ben İso'cum olmadan Adana'ya gittiğimde Kolcuoğlu'nu tercih ederdim, ama İso'cum için tam bir "Keleş Fanatiği" demek mümkündür. (O akşamki yemekten sonra artık ben de tam bir Keleşsever olmuş olabilirim.)

Bu sene 23 Nisan'ı işte aşağıdaki ekiple ve sofrayla kutladık. :) Buranın adının Tepebağ Ocakbaşı olmasının sebebi ise ilk şubesinin Adana'nın eski semtlerinden biri olan Tepebağ'da bulunması. Şimdi size neler sipariş etmeniz gerektiğini söylemeyi çok isterdim, ama aşağıdaki sofra hiçbir şey sipariş etmeden kuruldu ve değişik şeyler gelip gitmeye başladı. Genellikle Adana'da durum böyledir zaten. Kendinizi alışık olduğunuz kebapçının hünerli ellerine teslim edersiniz. İçmek istediğiniz rakı markası dışında bir şey söylemenize gerek yoktur.

Önce bol bol yeşillik, ezme salata, mevim salatası, sumaklı ve acılı soğan, közlenmiş biber ve domates, maydanoz ve limon tabakları gelir. Hemen ardından sıcacık pide ile süzme yoğurt. Sonra pastırmalı humus ve birkaç çöp şiş et ve ciğer. Ara sıcaklar bittikten sonra sıra kebaba gelir. Aile geleneği olarak (hemen alıştım bu aile geleneği olayına! :) ) herkese bir porsiyon kebap yerine ortaya birkaç porsiyon büyüklüğünde bir kebap (bkz. sol üst resim) ve külbastı (bkz. sol alt resim) söylenir. Diğer her şeyin bulunabileceğini ve aynı lezzette olacağını varsaysak bile bu kebabın ve etin lezzetinin hiçbir yerde bulunamayacağını iddia edebilirim. Sağ altta gördüğünüz sarımsaklı, naneli ve zeytinyağında bekletilen, kabukları soyulmuş közlenmiş domatesler ise annemin favorilerindendir. Ve Keleş Kardeşler'den Murat, annemi görür görmez bu tabağı da mutlaka ortaya getirir.

















Herkesin yüzünden okunan mutluluk açıkça görünüyor, değil mi? Yalnızca Burçak kocacığının önüne geçtiği için Nihat'ın yüzündeki ifadeyi göremiyorsunuz, ama bir Antepli olarak kesinlikle o da çok mutluydu. Yine de en mutlu olanın gündüz güneşten kızarmış kafasıyla ve önden mumbarla açtığı midesiyle kocam olduğunu söyleyebiliriz bence! Ne dersiniz? :) Ben de yakadan itibaren bollaşan ve hamile bir kadının bile rahatlıkla giyebileceği bir şeyler giydiğim için ekstra mutluydum! Böylelikle göbek nahiyem istediği kadar genişleyebiliyor ve gözlerden uzak olduğu için beni hiç de rahatsız etmiyordu! İşte kolej yıllarından arkadaşım olan Burçak'la birlikte gecenin sonunda tatlılarmızı bitirirken bile mutlu olmamın nedenlerinden biri de buydu!

















Hem aile hem de uzun zamandır görüşülemeyen arkadaşlarla, son derece sıcak ve samimi bir ortamda, son derece lezzetli yemekler ve tüm bu keyfe eşlik eden aslan sütümüz ile birlikte muhteşem bir gece geçirdik. Gecenin sponsoru babama bir kez de buradan teşekkürlerimizi ve sevgilerimizi yolluyoruz. Ayrılmadan önce babam ve İso'cum Keleş Kardeşler'den Murat Bey ile ocakbaşının önünde bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyorlar.
















Yolunuz Adana'ya düşerse kesinlikle uğramanızı tavsiye ettiğim Tarihi Tepebağ Ocakbaşı'nın adresi: Süleyman Demirel Bulvarı No:10
Telefon: 0-322-234 51 42

Yedik, içtik, güzelleştik... Peki, arabayı kim kullanacak? Annem de her zamanki gibi bu noktada devreye giriyor ve şoför koltuğuna geçerek bizi eve getiriyor. İşte Adana'da olmanın güzelliği bu. İso ve benim için her şey şu beş parmağın hikayesindeki gibi gerçekleşiyor: Bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da "hani bana, hani bana" demiş. Annem ve babam tutup, kesip, pişirirlerken biz de sürekli yiyen ve "bi daha, bi daha" diyen parmaklar oluyoruz orada!! Tatlı Hayat bu olsa gerek! :)

Bulvar Paça ve İşkembe Salonu

Hani aile geleneği olan aileler vardır ya... Mesela şöyle derler: "Bizim ailede her ayın ilk Cuma'sı büyük teyzenin evinde toplanılıp, kuzu çevirilir." Ya da ne bileyim "her sene baharın gelişini çiftliğimizde bir barbekü partisi yaparak karşılarız." Ya da "yelkencilikle uğraşmak/briç oynamak/golf kulübüne üyelik aile geleneğimizdir," gibi...

Biliyor musunuz, artık bizim de bir aile geleneğimiz var: Adana Havaalanına inen her misafiri uçaktan alır almaz ya bir paça ve işkembe salonuna (ama mumbar dolması ya da şırdan yedirmeye) ya da bir kebapçıya götürmek! Uzun yıllardan bu yana devam eden bu geleneğin amacı şok bir besin yüklemesi sayesinde kişinin nereye geldiğini bir an önce anlamasını sağlamaktır!

Çarşamba gecesi aramıza katılan kocam her seferinde olduğu gibi babam tarafından gecenin bir saatinde havaalanından alınıp, gereken yüklemenin yapılmasıyla birlikte kulakları uğuldayarak eve geldi. Pes edeceğini düşünmüştüm, ama ertesi gün hiç de hız kesmeye niyeti yoktu!

Ertesi gün haftasonu kahvaltısı gibi zengin bir kahvaltı sofrasında uzun uzun güzel havanın tadını çıkardık. İstanbul'un kapalı ve soğuk havasından sonra burada canımız sadece gerçek ilkbaharın tadını çıkarmak istiyordu. Kahve sefası bitti, gazete sefası başladı... O bitti sohbet eşliğinde kola ve ıvır zıvır sefası yapıldı... O bitti Soytarı'yla oynama seansı başladı derken öğleden sonrayı bulduk. Sonra şehre inip birkaç iş halletmemiz gerekti. Amerikan Pazarı'na uğrama, birkaç alışveriş molası, tadilat işi falan derken yine bir ya da bir buçuk saat içinde her işimizi halletmiştik. Bir önceki yazımda bahsettiğim Adana kolaylığı bu işte! Adana'da her şeyi yapmaya vaktiniz yetiyor!

Sonra acıkır gibi olduk, ama akşam kebap gecesi yapılacağı için fazla bir şey yemeyelim de doymayalım dedik. Tıkanmayacak şekilde bir şeyler atıştırmaya karar verdik. Şimdi aklınıza bir salata, bir dilim ekmek ve biraz peynir falan gibi hafif yiyecekler gelmiş olabilir. Ama burası Adana! O yüzden ara atıştırması olarak akşamın beşinde Bulvar Paça ve İşkembe Salonu'na oturuyoruz. Ve bu fikir Fahri Adanalı kocamdan çıkıyor!
























Akşam üstü saat beşte erkekler birer porsiyon mumbar, biz kızlar ise hafif (!) olsun diye birer porsiyon tuzlama söylüyoruz. Tabi erkeklerin mumbar tabaklarından da birkaç çatal alıyoruz! Kocam üzerinde Amsterdam'dan aldığı "Vegetarian" tişörtünün önüne koyduğu mumbar tabağıyla tam bir çelişki abidesi gibi görünüyor! Ama tişörtüyle önündeki yemeğin uyumsuzluğunu düşünecek durumda değil şu anda. Lütfen rahatsız etmeyiniz! (Ayrıca kocam tabağına hırsla limon sıkarken bir yandan da yaşadığı hayal kırıklığını üzerinden atmaya çalışıyor. Çünkü şırdan yemek için geldi, ama şırdanın yalnızca Cuma ve Cumartesi geceleri çıktığını öğrenince çok bozuldu! Neyse ki mumbar da güzel bir telafi yerine geçti.)

Bulvar Paça'nın telefonu: 0-322-459 42 79
Adres: Mücahitler Bulvarı Kıray Apartmanı No:77/B Seyhan/Adana


Bu arada ufak bir parantez açarak Bulvar Paça'nın karşısındaki Mas Kebap'ın da havaalanı sonrası dürüm duraklarımızdan biri olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.

Atıştırma olarak bunları yiyince evde her birimiz bir tarafa yığılıp kalıyoruz. Kotlar çıkarılıp, eşofman altları giyiliyor. Kahveler, sodalar içiliyor ve mide kebaba hazırlanıyor! Saat yedi buçuk gibi gitmeyi planladığımız kebapçı gecesini sekize alıyoruz. Bize katılacak olan arkadaşlarımıza da durumu haber veriyoruz. Ama kendimize gelip kebapçıya gitmemiz saat sekiz buçuğu buluyor. Gittiğimizde Burçak ve Nihat 'ı ağızlarından sular akarak aç bir şekilde yan masalara gelip giden kebapları izleyerek bizi beklerken buluyoruz. Yarı tok bir mideyle oturmamıza rağmen hem kokular hem de görüntüler midelerimizi yeniden harekete geçiriyor! Az sonra! :)

Cennetten Geliyorum

Hemen durum raporu vereyim. Sizler ne yaptınız bilmiyorum, ama ben geçen hafta cennetteydim. Önce anne-baba yanında olmanın şımarıklığı içinde Adana'nın kolay yaşamının tadını çıkardım. İlkbaharın en güzel halini yaşadık. Çoğunluğunu açıkhavada geçirdiğim günler boyunca bol bol oksijen soluyup, Soytarı'yla oyunlar oynadık. Muhteşem yemekler yedik. Muhteşem yerler gördük. Ailece çok keyifli sohbetler eşliğinde çok keyifli saatler geçirdik.

Önce henüz İstanbul'da yaşayamadığımız baharın Adana'da nasıl yaşandığını görmenizi isterim. Adana'da da bahar mevsimi çok kısa yaşandığından ve hemen yaz sıcakları geldiğinden dolayı belki de baharın en güzel dönemini yakaladık diyebilirim. Capcanlı yeşil tonları, binbir çeşit çiçek, limon ağaçlarının kokuları, masmavi bir göl ve pırıl pırıl parlayarak insanın içini ısıtan ama bunaltıcı olmayan bir güneş...

















Sol üst köşede saksıda duran çilekleri görüyor musunuz? Annem ve babam onları ben ve İso'cum için ayırmışlar. O yüzden ben de İso'cumdan iki gün önce gitmeme rağmen onun gelmesini bekledim. Annemin talimatı üzerine ikimiz birer tane çilek koparıp, "Yeniyi tattım, her derdi attım!" diyerek ve gülerek mevsimin ilk çileklerini yemiş olduk.

Çileğin yerden bitme bir bitki olduğunu daha önce öğrenmiştim. Bankada çalıştığım zamanlarda iş arkadaşlarıyla birlikte haftasonu bir gün konaklamalı bir Ağva gezisi yapmıştık. Dönüşte de arkadaşlarımızdan birinin ailesinin Şile'deki yazlık evine uğrayıp, çilekler bozulmasın diye toplayacaktık. Doğadan bihaber şehir çocukları olarak benim de içinde bulunduğum birkaç arkadaş evin bahçesine girer girmez "çilek ağaçları nerede?" diye havalara bakılırken, ev sahibi olan çocuk yere eğilip çilek toplamaya başlamıştı bile!! O utanç verici deneyim sonrasında bu kez çilekleri aşağıda gördüğüme şaşırmadım, ama yeni bir şey daha öğrenmiş oldum. Hayatımda ilk kez çileğin çiçeğini gördüm ve o beyaz çiçeğin ortasındaki çıkıntının büyüyüp çilek olduğunu öğrendim. Demek ki neymiş? Öğrenmek sonsuz bir süreçmiş ve bildiğin bir konunun dahi bilmediğin bölümleri olabilirmiş. Bu olaydan da gereken hayat dersini çıkardıktan sonra üst kattan göl manzarasına ve bahçedeki yeşil tonlarına bakalım mı?



















Önceki yazılarımdan hatırlayanlar olabilir. Ben köpeklere bayılırım ve Adana'daki evde eskiden bir sürü köpek de vardı. Siteye mal olan bu köpeklerin çoğu bir süre sonra annemin olurdu, çünkü annem onlara açık büfe servis yapardı. Ama en son sitenin kangalı Işık'ın da kaybolmasıyla (büyük olasılıkla çalınmasıyla) birlikte sitede köpek kalmadı. Meydan Soytarı Hanım'a kaldı.

Ben kediden inanılmaz huylanan bir tipimdir. Yani uzaktan beslerim, ama dokunamam, bacaklarıma sürtünmesi durumunda falan anında cıyaklarım, ani hoplamaları, zıplamaları ve pati atmalarından dolayı tırsarım ve onları kendi içlerinde bir şeyler yaşayan küçük şizofrenler olarak görürüm. Annem de son zamanlara kadar benimle aynıydı. Hatta yemek yerlerken Soytarı'nın masaya gelip, ayaklarının altında dolaşmasından huylandığı için Migros'tan su tabancası almıştı! Yani evimizde Kurtlar Vadisi misali bir görüntü vardı. Düşünsenize, masaya önce tabaklar, sonra da annemin su tabancası konulup yemeğe başlanıyor! :)

Sonraları annem kediye acıdığı için onu uzaktan beslemeye başlamış. Durumu bana şöyle anlatıyor: "İmge, göreceksin halini.. O kadar sefildi ki.. 7-8 tane çocuk doğurdu.. Onlara süt veriyor.. Bir deri bir kemik kaldı.. Çocuklar ortalarda perişan!!" İşte annemin hikayeli anlatım tarzı! Annem kediyi beslemeye ve ona alışmaya başladığını anlatıyor, ama hikaye tam bir Küçük Emrah filmi tadında! Neyse, annem önce terliğinin ucuyla, sonra bahçe eldivenleriyle sonra elleriyle dokunmaya başlamış Soytarı'ya. Sonra ipe bağladığı lastik topla onu maymun etmeyi becermiş. Artık tencerelerin altı aşağıda gördüğünüz bu tombul küçük hanım için yanıyor Adana'daki evde:

















Vee işte soytarı ve benim ilk buluşmamız.. O ilk bakışma, ilk dokunuş! Sol üst köşede bu heyecan dolu kareyi görebilirsiniz! Bu da bir ilktir ve dünya için küçük, ama benim için son derece büyük bir adımdır!

Yalnız ilk dokunuştaki temkinli halime bakar mısınız? Bir dokunup, kaçacakmış gibi bir halim var. Kedinin en ufak bir arıza hareketine karşı zıplayarak uzaklaşabilmem için dizlerimi uygun bir açıyla kıvırmış ve elimle de annemin sandalyesinden destek almışım. Gözlerinin içine bakmamaya çalışıyorum. Uzun uzun bakarsam yüzüme atlayıp, patisini gözüme atar ya da en iyi ihtimalle yüzümü çizer gibi bir inanışa sahibim çünkü! İnsan kuaförden çıktıktan sonra yüzünün çizilmesini ister mi hiç? :) Düşünüyorum da Soytarı şu yazdıklarımı okusa, "Bana arıza diyene bak!" der miydi acaba?

Neyse, açılış yazımı yazdım. Daha neler neler sığdırdık şu kısacık tatilimize! Hepsi ve daha fazlası imgeleme.com'da! Benden ayrılmayın!

Sevinin Küçükler, Övünün Büyükler, 23 Nisan Kutlu Olsun!

Büyük Önder Atatürk'ümüzün bir milletin geleceği olduğuna inandığı çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı kutluyorum.

Hepimizin bildiği üzere 23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir. Başta Cumhuriyet'in bekçileri olan Atatürk çocukları olmak üzere tüm Türkiye'nin bayramını kutlarken Ulu Önder'imiz Atatürk'ten bir alıntı da yapalım:

Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.


Ataturktoday.com sayfasından aldığım aşağıdaki fotoğraf 23 Nisan 1929'da çekilmiş. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Ankara Palas'taki çocuk balosunda Ömer İnönü ile birlikte:














(Duruşun asaletine, zarafetine ve şıklığa bakar mısınız? Bir devlet adamında bu duruşu görmeyeli çok olmuş değil mi? Özlemiş misiniz? Ben çok özlemişim doğrusu!)

Süprizli Uykular :)

Hani bir laf vardır, "gelin ata binmiş, ya kısmet demiş" diye. Şimdi onu biraz değiştiriyorum izninizle: "İmge uyumaya gitmiş, ya nasip demiş!" Yani bildiğiniz uyku değil benimki... Daha aktif, daha konuşkan ve bazen de rutin bir günümden daha eğlenceli. Az sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Mesela uyku arasında "Havuç Bey'i gördünüz mü?" diyebilirim. Böyle anları kaçırmayan kocacım hemen beni konuşturmaya çalışarak "Uluç Bey mi, İmge?" diye sorabilir. Ben de durumun yanlış anlaşılmasına izin vermemek adına "Havuç, havuç... Hani tavşan yer ya!" diye açıklamamı yapıp, uyumaya devam edebilirim.

Ya da normalde hiç hareket etmeden, yüz üstü yattığı şekilde kalkan sakin bir uykucu olmama rağmen kükreyerek ve kafa atarak uyanabilirim! Ciddiyim! Bunun bir de İso'cumun gözüyle nasıl göründüğüne bakalım mı? Kocamın alarmı çalmış, ama biraz daha yatak sefası yapmak üzere yanımdaki yastıkta yatmaya devam ediyor. Yüzü bana dönük. Benim de yüzüm diğer tarafa bakıyor. Kocam huşu içinde mışıl mışıl, melekler gibi uyuyan karısının saçlarına bakarken önce bir kükreme sesi duyuyor. Hayır, bu ses karısından çıkmış olamaz! Sesin hemen ardından ise yastığın üzerinde sessizce duran karısının başı havaya kalkıyor ve yüzü kendisine doğru dönüyor. Ve işte geliyoorrr! Kadın uçarak, ayılmaya çalışan adama bir santim mesafede duracak şekilde son sürat kafa atıyor. Sonra gözlerini açıp, kendisini şok içinde izleyen kocasının sevgi dolu bakışlarıyla karşılaşınca ona sıcacık gülümsüyor. :) Kocası artık çoktan ayıldığı için bir an önce işine gidiyor. Kadın ise hikayeyi kocasıyla günün ilk telefon konuşmasında öğreniyor. Çünkü adamın konuşması her zamanki gibi değil! Biraz farklı! Karısına "Naber Allahsız Tosbağa? Kafa atışları nasıl gidiyor?" diye soruyor!!

İso'cumun uyandığı saatlerde tam formumda oluyorum herhalde. Çünkü yine bir sabah, kocamın ayna karşısında kravatını bağladığı bir sefer uyku ile uyanıklık arasında "Çiğli Organize Sanayi'ye mi gidiyorsun?" diye soruyorum. İso'cum bana bulaşmak niyetinde değil. "Evet, canım" diyor, uyumaya devam edeyim diye. Ama benim aklımda kalan görüntülerle İso'cumun görüntüsü pek uymadığı için arkadan vurucu soru geliyor: "Üzerindeki parlak pembe ceketle kravatın nerede o zaman?" Kocam durumun ciddi olduğunu ve müdahale etmesi gerektiğini fark ediyor ve "Ne o? Organize Sanayi'nin türkücüsü müyüm bu sefer?" diye soruyor bana. İşte budur! Kahkahalarla uyanmanın garanti yolu! :)

Bankada çalıştığım dönemlerde Hazine'den birileriyle (adı Ahmet olsun) uyku arasında kur pazarlığı yaptığım olurdu. Elbette, İso'cum yine devreye girer ve gecenin bir saatinde monolog yapmama gönlü razı olmadığı için keyifli bir sohbet ortamı yaratırdı.

-"Ya of, o kadar konuştum, hâlâ adam gibi kur vermiyorlar!"
-"Kim vermiyor?"
-"Kim olacak, Hazine'yle konuşuyorum!"
-"Ama kimle?"
-"Ahmet'le"
-"Sana gıcıklık olsun diye mi vermiyor!"
-"Kesin!"
-"Niye ki?"
-"Fenerbahçeli ya ondan!"
-"Biliyor mu senin Galatasaraylı olduğunu?"
-"Tabi biliyor, maç sonrasında atışmıştık ya!"


İşte bu kısa diyalog uyku arasında yaşanmıştır. İso'nun sorulara bakar mısınız bu arada? Peki ya benim cevaplarım nasıl? Ya bilinçaltım ve oradaki amansız çatışmalarım!!

Neyse, kocam feci alıştığı için bu durumlara uyumadan önce "mısır ve kola da getireyim mi?" falan diyerek benimle dalga geçiyordu. Ama hikayeleri tadında bırakayım da sizler benden korkmayın! Geçenlerde anıları yad ederken bunlar da aklımıza geldiği için en güldüğümüz birkaç tanesini yazayım dedim. Uykulu maceralarımın bu kadarla sınırlı olmadığını kesinlikle söyleyebilirim. Gelmeyin üstüme ayol! Her şey de anlatılmaz ki! :)

3 Film - 2 Kitap.. Bu Kez Kısa Kısa...

Son birkaç haftada kendileri için ayrı birer yazı yazmaya zaman bulamadığım kitaplardan ve filmlerden kısa kısa bahsetmek istedim.

1) Reader: Kate Winslet'ın oyunculuğu muhteşemdi. Tahmin ettiğim gibi Oscar almasına hiç şaşırmadım. Ama filmden çok da etkilendiğimi söyleyemeyeceğim galiba. Belki de çok havamda olmadığım bir günde izlediğim için yeterince etkilenememiş olabilirim. Tamam, düşündüren ve alışılageldik bir konuya alışılmışın dışında bir bakış açısıyla bakan bir film, ama anlayamadığım bir şeyleri eksikmiş gibi bir duygu bıraktı bende. Kesinlikle bir kere daha ve kafamı daha fazla vererek izlemeyi düşünüyorum.

2) Meleğin Sırları: Nehir ErdoğanYabancı Damat dizisinde izlemiştim. Kendisini çok beğenirim ve oyunculuğunu da çok doğal bulurum. Allah ağlatmasın, ama ağlak rollerde de inanılmaz başarılı olduğunu düşünüyorum. Herhalde bunu fark eden birileri "bir film çekip, şu kızı bol bol ağlattık mı, bu iş tamam!" demiş ve yola koyulmuşlar. Nehir Erdoğan'ın başarılı oyunculuğuna rağmen filmin çok abartılı olduğunu düşünüyorum. ABD'ye dil öğrenmeye ve bir süre yaşamaya giden pek çok kişinin uyum problemi yaşadığı doğru olabilir, ama alacakaranlık kuşağı gibi birçok uç olayı yaşayarak, sokaklarda yaşayan evsiz bir alkolik zombiye dönüşenlerin sayısı eminim çok fazla değildir! Ama yine de İso'cumun dışarıda olduğu bir gece portakal yemek için bilgisayar başından kalkıp, televizyonda kanalları değiştirirken Türkmax'te başladığını gördüğüm ve ekran başında takılıp kalıp, sonuna kadar da izlediğim bir film oldu. Bu benim için anormal bir durumdur, çünkü Avrupa Yakası dışında TV başında bu kadar uzun süre oturduğum nadiren görülür. O yüzden "bu ne yaman çelişki!" diyor ve sıradaki filme geçiyorum.

3) Yedi Yaşam: Çok beğenmedim. Benim gibi her şeye fazlasıyla gerçekçi bakan biri için bu tür filmler bana tam da Radikal yazarı Uğur Vardan'ın tabiriyle "ahir zaman peygamberi" hikayeleri gibi geliyor. Peygamberin kim olduğu belli: Will Smith. İlk bölümü de öyle bir karmaşıklaştırmışlar ki civciv mi çıkacak, yoksa kuş mu diye bekliyorsunuz. Fazla bir beklentiniz olmadan, öylesine izleyebileceğiniz bir film.

















Gelelim kitaplara...

4) Çiçeklerin Kanı: ODTÜ Geliştirme Vakfı yayınlarından çıkan Anita Amirrezvani'nin Çiçeklerin Kanı adlı kitabını çok severek okudum. 17. yy İran’ında evlenme çağına yaklaşan 14 yaşında bir köylü kızın hikâyesini anlatan bu romanı bir solukta okuyacaksınız. Erkek egemen Doğu kültüründe kadının toplum yaşamındaki içler acısı yerini ve değersizliğini göreceğiniz ve "muta nikahı" gibi çeşitli toplumsal ve dinsel ikiyüzlülüklere tanık olacağınız bu dokunaklı hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Muta nikahı ne ola ki diyenlere de hemen bilgi vereyim: erkeklerin parayı bastırıp, birkaç ay boyunca istediği zamanlarda yatağına gelmesi için daha düşük bir sosyal statüye sahip kadınlarla kıydıkları nikah! Düşünebiliyor musunuz? Diyelim ki Erkek üç aylık para veriyor, ama kadını evine falan almıyor! Sadece bu üç ay içinde canı istediğinde haber yollatıyor, "bu akşam gelsin muta nikahlı karım" diye. Ertesi sabah da evine gönderiyor. Sonra kim bilir bir daha ne zaman çağırırsa diye kadın bekliyor. Üç ayın sonunda da nikahı uzatıp uzatmayacağı erkeğe kalmış. Böylelikle erkek kim bilir kaçıncı kadınıyla birlikte olmanın caiz yolunu bulmuş oluyor! Kadının ise namusu nispeten korunmuş oluyor! Nispeten diyorum, çünkü muta nikahlı kadına da pek iyi gözle bakılmıyor, ama en azından taşlanmıyor yani! Bu kadar ikiyüzlü ve "erkek elinden çıkmış" bir düzen olabilir mi?

5) Ofelya: Yine 17. yy, ama bu kez Danimarka'dayız. Prens Hamlet ile fakir kız Ofelya'nın aşkını temel almasına rağmen aslında bu aşkın anlatıldığı sayfalardan çok saray entrikalarının olduğu bir roman diyebiliriz. Yine erkekler arasındaki güç ve iktidar savaşları, kadınların birbirlerinin kuyusunu kazarak gözde olma mücadeleleri.. Bir Boleyn Kızı kadar olmasa da sürükleyici bir dönem romanı. Boş zamanınız varsa okuyun, ama okumazsanız da büyük bir kayıp olmayacağını söyleyebilirim.

İşte böyle... Kısa kısa izlenimlerimi yazdığım upuzun bir yazının daha sonuna geldik. Şimdi kaçıyorum. Ve size de klasik temennimle veda ediyorum:

Sanatsız kalmayın!

Sears Kulesi

National Geographic'teki Mega Yapılar program kuşağının bu hafta içinde izlediğim bölümlerinden birinde Sears Kulesi anlatılıyordu. (İnşaatın Sırları ve Mega Yapılar belgesellerine genellikle bayıldığımı daha önce de söylemişimdir. Belgesellerden öğrendiklerimi de hem bu ilginç bilgileri unutmamak hem de ileride buraları gördüğümde dönüp bakabilmek için bir arşiv olacak şekilde kaydediyorum.)

110 katlı Sears Kulesi, 20 yıl boyunca dünyanın en yüksek binası olma ünvanını korumuş. Şu anda da Kuzey Amerika'nın en yüksek binası olmaya devam ediyor ve yaklaşık 10,000 kişi bu binada çalışıyor. 442 metre uzunluğundaki binaya 85 metre uzunluğundaki anten bölümü de eklenince uzunlamasına üst üste konulmuş 7 adet Boeing uçağından daha uzun bir bina ortaya çıkıyor! (Boeing yani, Boru değil!)

Yapımı 4 yıl süren ve 1973'te tamamlanan binanın mimarı John Zils bu kulenin batıya doğru 15 cm eğik olduğunu söylüyor. Fırtına sırasında ise merkezden 20 cm kadar eğilerek sallandığını bütün kule sakinleri hissediyorlarmış. Sallantılı avizelere gerek yok! Tuvaletlerdeki suyun çalkalanışı, sandalyelerin hareket etmesi, binadan gelen çatırtılar ve bazılarının midelerinin alt üst olması gibi bariz göstergeleri varmış bu sallantıların!

Güvenliğin son derece sıkı tutulduğu binanın bulunduğu kaldırıma adım attığınız andan itibaren 135 kamera tarafından izlenmeye başlıyorsunuz. Havaalanındaki gibi bir taramadan geçiyorsunuz ve ayrıca binanın içinde de her adımınızı takip eden özel eğitimli güvenlik görevlileri bulunuyor. Her gün yükleme boşaltma merkezine gelen 150-175 kamyon ise ayrıca aranıyor. Çok şirin ve eğitimli bir Labrador gelen araçların içinde patlayıcı olup olmadığını kontrol ediyor. Şüpheli durumlar anında polise bildiriliyor ve binaya girişe izin verilmiyor. Tüm kameralar, binanın içinde bulunan 104 asansör, klimalar, vs gibi pek çok şeyin kontrolü kumanda merkezi odasından sağlanıyor. Bir tıkla tüm asansörler durdurulabiliyor, istenen yerin elektriği kesilebiliyor ya da havalandırması çalıştırılabiliyor.

Tahmin edebileceğiniz üzere güvenlik önlemleri 11 Eylül'den sonra fazlasıyla artmış. 11 Eylül saldırısından sonra korkudan birkaç gün boyunca kuleye kimse gelememiş! Yüksek ve simgesel binalara duyulan korkunun hâlâ devam etmesi nedeniyle bu kulenin de doluluk oranı %88'miş.

Binadan bazı çarpıcı rakamlar:

* İçinden 40 km boru geçiyor!
* 943 tuvaleti var!
* 41 hektarlık bir ofis ve ticari alana sahip (75 Amerikan futbolu sahası kadar)
* Dünyanın çevresini 1,65 kez dolaşabilecek uzunlukta tel kablo kullanılmış
* 16,100 penceresi var
* 2,232 basamak var
* Yılda 360 milyon litre su dolaşımı oluyormuş (ve bu da ayda 20,000$ su faturası anlamına geliyor!)



İçinde 9 restoran bulunan Sears Kulesi'nin en seçkin ve özel yerlerinden biri de 67. katta bulunan ve 2,000 üyesi bulunan Metropolitan Kulübü'müş.

107. katta turistlerin muhteşem Chicago manzarasını izleyebilecekleri Sky Deck bulunuyor. Bu kata çıkan iki tane özel asansör ise dünyanın en hızlı asansörlerinden. Bu hızlı asansörler 70 saniyede yukarı çıkabiliyorlar, ama çok şiddetli rüzgar olduğunda güvenli olmadıkları için kullanıma kapatılıyorlarmış. Sabah 10:00 ile akşam 22:00 arasında ziyaretçilere açık olan Sears Kulesi'ne her yıl 1,3 milyon turist geliyormuş.

Her şeyiyle devasa bir bina olan bu kulenin acil durum jeneratörleri 16 silindirli lokomotif motorlarından oluşuyor ve 4,160 volt gücünde! Ev tipi jeneratörlerin 120 volt olduklarını düşününce daha anlamlı gelecektir. Ama 30 yıl boyunca bu jeneratörlerin devreye girmesine gerek duyulmamış, çünkü binada hiç elektrik kesintisi yaşanmamış. (Bunu duyar duymaz "aynı bizim Bedaş gibi!" diye düşünmeden edemedim!!) Soğutucular ev tipi soğutucuların 18,000 katı güce sahipler.

Akşam saat 17:00'de gece vardiyasında çalışan temizlik görevlileri binaya geliyorlar. Her temizlikçi 18 tane sıradan ev alanı kadar yerin temizliğinden sorumluymuş. Temizlik sırasında her ay 86,000 çöp torbası ve 1,800 litre klozet temizleyicisi kullanılıyormuş!

Binanın en tepesindeki anten kuleleri (85 metre uzunluğunda olanlar) ise 240 km hızında esen rüzgara bile dayanıklı yapılmışlar. Birkaç ayda bir yeni transmisyon kabloları eklemek üzere üzerinde 30 kilo ağırlıkla o kulelere tırmanan kişinin gece herkesin uykuda olduğu saatlerde gördüğü manzara harika da olsa yerinde olmayı ister miydim bilmiyorum! Anten kulesinin tepesinde ne işim var! Birileri beni Chicago'ya götürsün, ben Sky Deck ile yetinmeyi bilirim! :)

(Not: Resmi buradan aldım)

Hiçbir Şey Olmamış Gibi Yapamayız!
















Bugün Sayın Türkan Saylan saat Kanal D'nin 19:00 haber bültenine konuk oldu. Şu anda Hürriyet'in ana sayfasından da yukarıda gördüğünüz görsel eşliğinde ÇYDD'yi destekleme yolları hakkında bilgi veriliyor.

Hangimiz Türkan Hanım kadar saygın, onurlu ve anlamlı yaşamlar sürebileceğiz? Hangimiz ömrümüzün sonuna kadar onun gibi bir kahraman ve bir cesur yürek olarak savaşabileceğiz? Evet, hepimiz Atatürk'ün açtığı aydınlık yoldan ilerleyen Cumhuriyet kadınlarıyız, ama hangimiz her dakikasını bu uğurda yaptığı çalışmalara adayabilecek? Hangimiz "evlilik değil evcilik" ya da "kardelenler" gibi anlamlı projelerle toplumumuza pırıl pırıl ve yepyeni değerler kazandırabilecek? Hangimiz Sayın Türkan Saylan kadar vatanına, milletine, yaşadığı topluma ve insanlığa böylesine dev bir yarar sağlayabilecek? Hangimizin adının başına "Sayın" sözcüğü bu kadar yakışacak?

Yukarıdaki liste çoook uzatılabilir... Ve umarım tüm soruların yanıtı da "Hepimiz!" olur! Ama yanıt ne olursa olsun içimizden böyle bir değer çıkmışsa gurur duymamız ve yaptıklarını sonuna kadar desteklememiz gerekmiyor mu? Sahnelerin zor ayakta kaldığı ve tiyatrocuların TV'ye iş yaparak para kazanmaya çalıştıkları bir ortamda Genco Erkal'ın aldığı 60,000 TL ödülü ÇYDD'ye bağışlaması göğsünüzü kabartmadı mı? "Vay be, işte gerçek aydın, helal olsun adama!" diyip, işinize gücünüze mi döndünüz? Oysa bu haberi onayladıktan sonra siz de 60 ya da 6 ya da 1 TL bile bağışlamış olsaydınız, savunduğunuz bir fikri desteklemek adına bir şeyler yapmış olmanın gururuyla, birlikten doğan kuvvetin yaratacağı güven duygusuyla kendi yaptığınız şey için de göğsünüz kabarabilirdi.

Telefonları kulaklarına yapışık duran, adeta vücutlarının bir uzvu haline gelmiş olan telefonkoliklere sesleniyorum. Bir boş mesaj da ÇYDD için 5414'e atıp, yine kankalarınızla dedikodu yapmaya dönebilirsiniz. Hangi marka çantanın hangi modelinin "in" olduğunu ezbere bilenler, yeni açılan mekanları mutlaka deneyenler, haftalık magazin dergilerini alarak kim kimle "büyük aşk" yaşıyor diye merakla okuyanlar, diziler ve kadın programlarında neler olup bittiğini ezbere bilenler, sizlere de sesleniyorum! Belki bu tür "önemli" ilgi alanlarınızdan biraz olsun başınızı kaldırıp, Sayın Türkan Saylan'ın, Haberal'ın, Mustafa Balbay'ın, vs kim olduğunu araştırabilirsiniz. ÇYDD'nin neler yaptığını öğrenebilirsiniz. Bir akşam yemeği için harcadığınız parayı ÇYDD'ye bağışlayabilirsiniz. Ya da mesela bu aralar Facebook'ta, MSN'de, webin bildiğim ve bilmediğim diğer sosyal ortamlarında zevzeklik yapmaya, abuk subuk videolar göndermeye biraz ara verip, ÇYDD'yi nasıl destekleyebileceğimiz hakkında arkadaş gruplarınızı bilgilendirebilirsiniz. Yapılabilecek bir sürü şey var... Yeter ki o bilince sahip olalım! Haklarımıza ve yaşamlarımıza sahip çıkalım! "Bir şey yapmalı" diyoruz ya sürekli, işte o şey belli. Savunduğumuz yaşamı maddi ve manevi desteklemek.

Son dönemlerde yaşananların karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranamayız! Çünkü o zaman hiçbir şey olamayız!

Apik İşkembe Salonu

Geçenlerde Avrupa Yakası'nın bir bölümünde erkekler kokoreç, dürüm, soğanlı/sarımsaklı yemekler, işkembe çorbası falan içerlerken, kadınların sürekli "Ayyy, iğrenç!! Çok kötü kokuyor! Nasıl yiyorsunuz bunu?!" falan gibi tepkiler verdikleri bir bölüm vardı. Erkekler tuzlama, kelle-paça, işkembe çorbalarını afiyetle yerlerken kadınlar ise "kız çorbalarından" mercimeği tercih ediyorlardı. Fatoş gibi durumu iyice abartıp dişine takılması ihtimaline karşı maydanozlu/dereotlu yemekleri yemeyen, ketçap/mayonez bulaşır diye hamburgerden uzak duran, leke yapar diye kırmızı şarap yerine beyaz şarabı tercih eden kadınlar var mıdır bilmiyorum? Varsa da, yazık onlara! Erkekler de kendi aralarında konuşurlarken kadınlara yakışan çok az yiyecek olduğunu söylüyorlardı. Üzüm ve çilek gibi mesela..Ve başka bir seçenek de bulamadılar! Ama hayatın gerçekleri hiç de öyle değildi! Çünkü kızlar erkeklerden ayrı baş başa çıktıkları ilk anda kendilerini çorbacıya atıp, bol sarımsaklı tuzlamaları mideye indiriyorlardı.

Valla bu konuda hiç de kadınsı eğilimler göstermediğimi hemen itiraf edeyim. Hiç utanmam sıkılmam da yoktur. Erkekli gruplarda da soğana, sarımsağa dalarım, tuzlama içer, kokoreç, ciğer (sabah kahvaltıda bile!) ya da Kızılkayalar hamburger yerim. Karizmamı düşüneceğim diye böylesi lezzetler vazgeçecek değilim. Elbette bir düğüne, iş görüşmesine ya da spora giderken falan yemem bunları. Zaten bu saydıklarım genellikle kapanış yemekleridir. İçkili bir gecenin sonunda eve gitmeden önce süper giderler mesela!

Bu arada bir kere spor salonunda bir kızın buhar banyosundan çıkarken "Üfff, içerisi garlic garlic kokuyor!" dediğini duymuş ve kopmuştum! Ama içerideki her kimse onun sarımsak yemiş olmasına değil, kızın "garlic garlic" demesine! (düşündüm de sarımsak sonrası buhara girmek de feci olabilir ama..:) )

Neyse, konuyu dağıtmayalım ve Apik'e gelelim. Dolapdere'de bulunan ve İstanbul'un en meşhur ve leziz işkembecilerinden biri olan Apik, 1947 yılında, Ermeni Apik Hayrabetoğlu tarafından kurulmuş. Yeri pek sevimli değil, ama mekan çok temiz ve tuzlaması inanılmaz lezzetli. Bu arada aslında kokoreçinin meşhur olduğunu da gazetede okumuştum, ama biz her gittiğimizde tuzlamaya daldığımız için bu konuda yorum yapamıyorum. En son yaklaşık iki hafta önce annemle babam buradalarken onları Altı Haftada Altı Dans Dersioyununun çıkışında Apik'e götürmüştük. İşte meşhur tuzlama:















Fiyatları biraz pahalı (Tuzlama porsiyonu: 10 TL) ve kredi kartı geçmiyor, ama yine de denemenizi tavsiye ediyorum. Zaten yeri biraz sapa kaldığı için çok sık gidebileceğiniz bir mekan değil. Bir de ufak bir uyarı: çorbanızı içerken başınızı kaldırıp, duvarlara bakmayın! Çünkü ya Turgut Özal'ın ya da RTE ve eşinin fotoğraflarıyla karşılaşabilir ve Allah muhafaza tıkanabilirsiniz! :)

Sarımsaksız kalmayın.. Afiyet olsun!

İstinye Park'tan Bistro 33'e

Çivi çiviyi söker mantığıyla hastayken dinlenmek yerine her türlü aktiviteye katılan bendenizin Cumartesi programı da pek yoğundu bu hafta...

Öğlene doğru kalkış ve kocamla baş başa kahvaltı sonrasında bir çıktım pir çıktım. Önce İstinye Park'a gittim. Orada Mutfak Faresi ve şekerpare oğluşu Kerem Bebek ile buluştuk. Kıymet'ten sonra ikinci blogdaş buluşmamı gerçekleştirdim. Milyonlarca web sayfası ve on binlerce blog arasından bu kadar kafa dengi kişilerin birbirlerini bir şekilde bulmalarının inanılmaz güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Özlem'le hiç susmadan konuştuk diyebiliriz. Aileler, İstanbul'a geliş hikayeleri, eşler ve evlilik, memleket meseleleri, aktiviteler, iş-güç konuları, hobiler, tatil planları, yaşamdaki seçimlerimiz, tehlikeli kadınlar (!), alışveriş ve daha aklıma gelmeyen bir sürü konuda konuştuk. Kerem Bebek, önce sohbet etmemize izin vermeyecek gibiydi. Hatta Cafe Nero'da oturduğumuzda tüm ilgiyi üstüne toplamaya çalıştı diyebiliriz. Ama sonra üçlü araba setini alınca biraz duruldu. En sonunda bir elinde sarı, diğer elinde mavi ve cebinde de kırmızı arabasıyla uyuyakaldı. Fırsat bu fırsat diyerek bu kez Mudo'nun içindeki Delicatessen'e oturduk. Özlem buranın tatlılarının çok lezzetli olduğunu söyledi, ama ben direnmek zorundaydım, çünkü akşam bir arkadaşımın doğumgünü yemeğinde zaten fazlasıyla yemek, tatlı ve içki tüketeceğimden emindim! Özlem'in söylediği Baileys'li tatlının tadına baktım ve gerçekten muhteşemdi.














Resimleri Delicatessen'in sayfasından alıp, kafama göre birleştirdim. Özlem ve Kerem Bebek'in resmi de var, ama onu kendime saklıyorum. Az sonra onlara da mail ile göndereceğim. Burada da biraz sohbet ettikten sonra artık kalkma zamanının geldiğine karar verdik. Saat 17:30 gibi eve geldiğimde kocamı aynen bıraktığım gibi elinde PSP, yanında gazeteleri, televizyonda izlemediği bir şeyler ve üzerinde ev eşofmanlarıyla koltukta uzanırken buldum. Gerçi bir fark vardı: Sabah bıraktığımda yanında çay bardağı dururken, akşam saatlerinde yanında bira şişelerinden oluşan bir koleksiyon vardı. Ama çok mutluydu! "Hadi, kalk, spora gidelim!" ya da "Beş dakka içinde çıkıyoruz, Migros alışverişi yapalım" diye sürekli bir yerlere yetişme telaşesi içinde olan karısından uzak, sakin bir gün geçiriyordu. Sözüm ona hasta olduğu için dinleniyordu, ama bu dinlenme tablosunda biranın ne işi olduğunu bilemeyeceğim! Gördüğünüz gibi bizim istirahat şeklimiz biraz farklı!

Neyse, eve gelip hazırlanıp saat 19:15 Kadıköy vapurunu yakaladım. Bu kez karşıya geçiyorum. Doğumgünü kutlama yemeği Bağdat Caddesi'nde Bistro 33 diye bir yerde olacaktı. "Caddenin Erenköy tarafında, Marmara Yelken Kulübü ve Beyaz Fırın'ın orada" diye tarif aldıktan sonra feci trafikten dolayı yirmi dakika gecikmeli olarak oraya vardım. Bankacılık yıllarımdan arkadaşlarım olan bir kızlar grubuyduk o gece... Otuzlu yaşların başlarında, ortalarında ve sonlarında dört kadın toplandık... Ne sohbetler edip, ne kahkahalar attık. Kırklı yaşlara geçiş ile ilgili süper planlar yaptık. Şarap eşliğinde kimlerin kulaklarını çınlatmadık ki! Bu arada Bistro 33'ün ortamını, servisini ve yermeklerini çok beğendim. Kesinlikle tavsiye ediyorum. (Hatta daha spesifik olmam gerekirse, yediğim noodle steak tabağını da tavsiye ediyorum!) Gece belli bir saatten sonra müziğin sesi daha da yükseliyor ve daha bar havasında bir yer oluyormuş. Biz bar ortamını gençlere bırakarak gece 11'e doğru kalktık. :) (Aşağıdaki resmi Bistro 33'ün web sayfasından aldım. Ortam hakkında bir fikir verecektir.)

İyi ki evde kalıp dinlenmek yerine bu iki keyifli planı da yapmışım. Hem Özlem'le hem de Altın Kızlarla süper keyifli bir gün geçirmiş oldum.

Aaa, pardon, kocamın bu arada ne yaptığını söylemeyi unuttum tabi! Saat gecenin onuna kadar PSP, TV ve bira eşliğinde koltuğunda mayışmaya devam eden kocam, daha sonra Beşiktaş'taki müdavimi olduğu nargile kafeye terfi etmiş! Dinleniyor çocuk, yanlış anlamayın! Dönüşte buluştuk ve evimize gelip, Okan'ı izledik.

"Okan da boş boş izlenmez ki! Şarap açsak mı, İso?" :)

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Öykü'nün ve Hayattan ve Masallardan Biraz'ın bugün sayfalarını Atatürk'e ayırdıklarını gördüm. İçlerinden gelmiş ve içinden gelen herkes için de ortaya bir mim atmışlar. Çok hoşuma gitti...

Galiba bugün birçok kişiyle benzer duygular içindeydik zaten... Benim de bugün içimden Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ni desteklemek gelmişti mesela... (Bu konuyla ilgili olarak bizi harekete geçiren Ongun'un yazısına bakabilirsiniz. Bir şey yapamadığımızı, elimizin kolumuzun bağlı olduğu hissettiğimizde bir şeyler yapanlara yardım etmek doğru bir eylem olacaktır.) Ya da Bertolt Brecht'ten bir alıntıya blogumda yer vermek... Ama galiba ADD'nin bile Atatürk'ü çok doğru anlayamadığına ya da anlasa bile buna pek uygun davranmadığına şahit olduğumuz bu günlerde blogda Atatürk'e yer verme fikrine bayıldım. Ben de içinden gelen herkesin blogunun bir sonraki yazısını Atatürk'e ayırması için ortaya bir mim atmış olayım.

Gezindiğim sitelerde yer alan Atatürk sitesinde çok güzel resimler var. Benim en favorilerimden biri de her zaman "sonsuza dek bizimle" olacağının altını çizen şu resim olmuştur. Ama bu kez bilgisayarımın başındayken beni izleyen Atatürk'ü koymak istedim.

















Şimdiye kadar bana ait odalarımın hepsinin bir yerinde mutlaka bir Atatürk resmi olmuştur. Onun kararlı duruşunun ve muhteşem bakışlarının bana tuhaf bir şekilde güç verdiğini hissederim. Bu günlere nasıl geldiğimizi, bizlerin özgür birer vatandaş olarak yaşayabilmemiz için yapılan fedakarlıkları, aklın ve bilimin gücünü, bağımsızlığımızın önemini, millet bilincimizi, vatan sevgimizi, çok çalışmamız gerektiğini Ata'mızın bizlere inanan ışıl ışıl gözlerinden görmek istediğim için karşımda resminin durmasını istiyorum. Çağının çok ötesinde bir ileri görüşe, açık fikirliliğe ve stratejik dehaya sahip böylesi bir liderin bizim ülkemizin kurucusu olduğundan gurur duyduğum için karşımda O'nu görmek istiyorum. Umutsuzluğa kapılmamak, yılmamak, yorulmamak, korkmamak için O'nu karşımda görmek istiyorum. O'nu çok sevdiğim ve sonsuz bir saygı duyduğum için resmini gözümün önüne koyuyorum.

Atatürk'ün yolundan bir an bile ayrılmayacağımı biliyorum. İlkelerini ve devrimlerini içtenlikle benimsiyorum. Huzur içinde uyuması için bizlere bıraktığı devrimlerin ve Cumhuriyet'in bekçiliği sorumluluğundan bir an bile vazgeçmeyeceğime yemin ediyorum.

Atatürk'ü daha iyi anlamak, hakkında alışılmış cümleler dışında bir şeyler okumak isteyenler için bir kez daha Lord Kinross'un yanda resmini gördüğünüz Atatürk kitabını alıp okumanızı öneriyorum. Bir de Alfa Yayınları'ndan çıkan Erol Mütercimler'in Fikrimizin Rehberi adlı kitabın methini çok duydum ve aldım (ama henüz okuyamadığım için yorum yapamıyorum). Sonuçta Ata'mız hakkında yapılmış kapsamlı araştırma kitaplarından biri olduğu için okumadan da almanızı önerebilirim diye düşünüyorum. Çünkü O'nu iyi anlamaya, tanımaya ve yol göstericiliğine her zamankinden çok ihtiyacımız olan bir dönemden geçiyoruz... Ama bunları atlatmak için muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki asil kanda olduğunu da elbette biliyoruz!

Bertholt Brecht'ten Bir Alıntı:

Naziler geldiler.
Önce komşularımı götürdüler, sonra yazarları…
Ses çıkartmadım.
Sonra komünistleri götürdüler.
Ses çıkartmadım.
Tekrar geldiklerinde sosyalistleri tutukladılar götürdüler.
Yine ses çıkartmadım.
Beni almaya geldiklerinde ses çıkartacak kimse kalmamıştı.



Bir Beyoğlu Triosu: Şeymel, Sergi, Söyleşi

Artık nezleden ve öksürükten ve dinlenmekten bıkıp Cuma akşamı saat dört civarında kendimi dışarı attım. Her zamanki buluşma noktamızdan Gizem'i aldığım gibi doğru Beyoğlu'na gittik.

Önce uzun zamandır keşfetmeyi planladığım Şeymel vintage dükkanını gezdik. Bay Retro gibi bir yer bekliyordum, ama o kadar büyük değil. Şeymel, daha kendi halinde ve küçük bir butik. Almak istediğim linkteki en üstteki lila küpelerin de satılmış olduğunu öğrenince mutsuz bir ifadeyle orayı terk ettik. Bu arada Şeymel'in olduğu Turnacıbaşı Sokak'ta (Galatasaray Lisesi'nden bir önceki, Galatasaray Hamamı'nın olduğu sokak) Bambi'nin outlet mağazası da varmış. Haberiniz olsun! Aşağıdaki resmi Şeymel'in web sayfasından aldım. Yolunuz düştükçe uğrayıp, yeni gelen parçalara göz atabileceğiniz bir yer olduğunu belirteyim.















Oradan çıktıktan sonra Yapı Kredi Sanat'ta görülebilecek Şükran Moral'in Aşk ve Şiddet adlı sergisini gezdik. Bu serginin bir fotoğraf sergisi olduğunu falan düşünmüştüm. O yüzden küçük çaplı bir dumur yaşadığımı itiraf etmeliyim. Çünkü 18 yaşından küçüklerin alınmadığı sergide sizi kocaman ve üzerinde kan damlaları olan bir vajina tablosu karşılıyor! Hemen karşısındaki ekranda ise sanatçının sergi açılışında canlandırdığı kısa bir video görüntüsünü izliyorsunuz. Yani aslında bir performans ve enstalasyon çalışmasını göreceksiniz. Kadın sünnetinden, çocuk yaşta yaşlı adamlarla evlendirilen kız çocuklarına, genç kızın çarşafa sokulmasından aile içi şiddete kadar kadına yönelik şiddetin bir kız çocuğunun hikayesi üzerinden anlatıldığı bu çalışma gerçekten insanda bir tokat etkisi yaratıyor. Fazla cesur bir anlatımı tercih eden Şükran Moral (bana bile fazla geldi yani, o derece!), tüylerimi ürpertti ve içimde bir tedirginlik hissi uyandırdı. Resmi aldığım YKY Kültür'ün web sitesinden sergi ve sanatçı hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz.

Sergiden sonra Yapı Kredi Sanat'ın Sermet Çifter Salonu'na geçtik ve 18:30'da başlayan "İki Yazar İlk Kitaplarını Anlatıyor" söyleşisini dinledik. Şair Haydar Ergülen ve yazar Faruk Duman'ın ilk kitaplarından bu güne yaşadıkları serüvenin hikayesinden "insanın kendini anlatabilecek kadar konuşabilmesinin kesinlikle gerekli olduğu" sonucunu çıkarabildik. :) Haydar Ergülen'in ODTÜ yılları, yazıları, yaşamı ve çeşitli konularla ilgili anlattıkları gerçekten çok keyifliydi. Şiir merakım olmamasına rağmen kendisine bu keyifli sohbetinden dolayı teşekkürlerimi yolluyorum.

Çıkışta Gizem'le Beyoğlu klasiklerimizden biri olan Mercan'a oturup balık tava, midye dolma ve bira sefamızı başka zamana ertelemek zorunda kaldık. Çünkü akşama doğru gitmeye başlayan sesim ve yanan gözlerim bana hâlâ hasta olduğumu hatırlattı! Biz de ayrılmadan önce başka bir Beyoğlu klasiğini gerçekleştirerek ayak üstü Kızılkayalar hamburgerlerimizi yedik ve tıpış tıpış evlerimize döndük.

Milk

1930 ile 1978 yılları arasında yaşamış olan Amerikalı politikacı Harvey Milk'in hikayesini izledim geçenlerde. Kaliforniya'da cinsel tercihleri bilinerek belediye meclisine seçilen ilk eşcinsel olan Harvey Milk'i Sean Penn canlandırıyor ve bu rolüyle de bu seneki En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'nı kapıyor. İzlerken bu ödülü fazlasıyla hak etmiş diye düşündüm.

İçinde yaşadıkları çevreye, sayıları destekçilerinden fazla olan köstekçilerine, en yakınları tarafından bile "farklı" ve "aykırı" görünmelerine aldırmadan davalarını sonuna kadar savunan ve hayallerinin peşinden koşan insanlara karşı sonsuz bir saygı duymuşumdur. Savundukları fikirleri onlar kadar ateşli bir şekilde desteklemediğim durumlarda bile yılmadan ve büyük bir cesaretle kendilerini ortaya koyma biçimlerini takdir ederim. (Bu arada merak eden varsa hemen belirteyim: insanların cinsel kimlikleriyle zerre kadar ilgilenmem! "İnsan" olmayı başardığı ve "insan" gibi yaşadığı sürece herkes nasıl mutlu oluyorsa, öyle yaşamalıdır diye düşünürüm.) İşte bu filmde de böyle bir direniş ve kimlik kabul ettirme mücadelesi anlatılıyor. Evet, biraz uzun anlatılıyor. Biraz da History Chanel belgeseli tadında bir anlatım var. Bu yüzden yer yer sıkılabilirsiniz. Uyarımı yaptıktan sonra, buna rağmen filmi beğendiğimi de söyleyeyim.

Gay haklarını savunan bir eylemci ve politikacı olan Harvey Milk, uzun çabalar sonrasında 1977'de idare meclisine seçilir ve Amerika'da ilk gay devlet adamı olarak tarihe geçer. Ne yazık ki bundan bir yıl sonra 48 yaşındaki ölümü, yaşamının doğal akışının sonu sayılabilecek bir ölüm olmaz. Harvey Milk ve şehrin valisi George Moscone, bir süre önce istifa etmiş fakat görevini geri isteyen bir diğer meclis üyesi Dan White'ın suikastine kurban giderek yaşamlarını kaybederler. Ama bu cesur adamın ardından yanan mumların haddi hesabı yoktur. Sokakları dolduran yüzbinlerce eşcinsel için hak arayışı çoktan başlamıştır. Harvey Milk ölse de gay haklarının savunucusu ve sembolü olarak tarihe geçmiştir.

Filmin bir yerinde Milk şöyle der:

“Bu sizin için sadece politika, bense hayatımı istiyorum.”

O 'tuhaf' ve 'farklı' ötekilere, bu açık, net ve son derece basit bakış açısıyla bakmak bu kadar zor olmamalı, ne dersiniz?

(Resmi buradan aldım.)

21 Nisan'da Nilüfer Konserine

Daha önce yazmıştım, bir kez daha hatırlatmak istedim.

Pazar Günü Evde, Hafta Arası Boğaz'da Kahvaltı

Emirgan'daki Mehtap, kahvaltı için en sevdiğim yerlerden biridir. İlk başlarda alışık olduğum o eski yerinden taşındıktan sonra (şu anda Sütiş'in bulunduğu yer) yeni yerine bir süre alışamamış olsam da artık şimdiki yerini daha çok sevmeye başladığımı itiraf edebilirim. Daha ferah ve kocaman bir açık alanı ve denize çok daha hakim haliyle Mehtap hâlâ favorim olmaya devam ediyor.

Ne yalan söyleyeyim bu kez annemin aklına geldi oraya gitmek. Pazartesi günü gelir gelmez "yarın sabah Emirgan'a kahvaltıya gidelim" dedi. "Hani şu anneanneni de götürmüştük ya, işte oraya.."

Karar verildi. Salı sabah kahvaltımızı Emirgan'da Mehtap'ta yaptık. Bol bol anneannemi de anmayı ihmal etmedik. Trafiğin ve kalabalığın olmadığı hafta arası günlerinde Boğaz gerçekten de doyumsuz oluyor. Birkaç arkadaşımla daha bunu yapmayı konuşmuş, ama hayata geçirememiştik. Yaz günlerinin yaklaştığı bu dönemlerde bunu çok daha sık yapmalıyız diye düşündüm.

















1953'te çay bahçesi olarak kurulan Mehtap Kafeterya'nın hâlâ varlığını sürdürebilmesinin nedeninin bozulmayan hizmet kalitesi ve muhteşem yeri olduğunu sanıyorum. Küçük sahanlarda gelen menemeni, lezzetli kahvaltılıkları, bal-kaymağı, taze ekmeği ve mis gibi demleme çayıyla ev kahvaltısı lezzetine en yakın kahvaltıyı Mehtap'ta yiyebilirsiniz. Mis gibi Boğaz havasını içinize çekerek gazetelerinizi okuyabilir, kahvaltınızın üstüne güzel bir Türk kahvesi de içebilirsiniz. Ama biz bunu yapmadık. Çünkü kahvaltıdan ve güzel havadan aldığımız enerjiyle biraz yürüyüş yapmaya ve başka bir yerlerde kahvemizi içmeye karar verdik.

Yürüyüşü "biraz" abartmışız. Çünkü kahve içmek için oturduğumuzda Ortaköy House Cafe'deydik. O kadar keyif almışız ki neredeyse iki saat boyunca yürüdüğümüzü fark etmemişiz. Oturunca fark ettik, ama biraz geç olmuştu. Yorgunluk kahvelerimiz gelirken ayaklarımızdan da sanki "zonk" sesleri geliyordu. :) Yine de pişman değiliz! Hatta annemin bir dahaki gelişinde bu planı tekrarlamaya karar verdik.

O zamana kadar da hafta arası kahvaltı için uygun olabilecek isimlere bu teklifi götürmeyi düşünüyorum. Dur bir düşüneyim, kimler olabilir acaba? Gizem? Müge? Ezgi?... Belki Ayşe.. Eski günlerinde olsa Mutfak Faresi.. İlk aklıma gelen isimler bunlar, ama unuttuklarım da bu keyifli planı duyunca kendilerini hatırlatırlar diye umuyorum... Bir de nasıl yapsam da kocamı da bir sabah kaçırsam oralara diye düşünüyorum! Bu konuda önerileriniz varsa, kesinlikle duymak isterim. :)

Hırsız Site: Ucuz-Oteller.Info

Arkadaşlar Internet korsanlığı ile ilgili pek çok şey duymuşsunuzdur. Ben de duymuştum, ama başıma geldiğini düşünmüyordum. Ama gelmiş! Siz de yazılarınızı bu sitede görürseniz şaşırmayın. Hiçbir izin almadan, referans olarak adımı ve sitemi göstermeden bütün yazılarımı ve fotoğraflarımı olduğu gibi almışlar. Herhangi bir iletişim numarası, maili falan da yok.. Şoktayım! Bakarsanız, bütün yazılarım tanıdık gelecektir.

http://ucuz-oteller.info

Hırsızları tanıyalım, onlardan uzak duralım! Bundan sonra yakaladıklarımı "web yüzsüzleri" olarak en azından buradan ifşa etmeyi düşünüyorum. Her türlü korsanlığın, hırsızlığın ve yüzsüzlüğün mübah olduğu bir coğrafyada ve devirde web yüzsüzleriyle ilgili pek bir şey yapılamayacağına göre ancak bu kadarı elden gelecek demek ki!

Bilginiz olsun istedim.

Jean Georges Vongerichten’ın Baharat Pazarındaydık

Gözünüze, diğer dört duyunuza, ruhunuza ve midenize hitap eden bir yemekten kalkınca hissedilen o mutluluk duygusunu bilirsiniz, değil mi? İşte Çarşamba günü kocamın annem ve beni öğle yemeğine davet etmesi üzerine gittiğimiz Spice Market'ten çıktıktan sonrasını o mutluluk duygusu içinde geçirdik.

New York’taki restoranı ile üç Michelin yıldızlı şefler arasına girmiş olan Fransız şef Jean Georges Vongerichten’ın Güneydoğu Asya mutfağına yerel dokunuşlar ve kendi yorumunu kattığı bu restoran gerçekten harikaymış. Açıkçası hakkında hep olumlu yorumlar duyduğum bu restoranın biraz abartılmış olabileceğini düşünüyordum. Hani New York ve Londra'dan sonra İstanbul'da ve W Hotel'in içinde açılmış olması falan bende biraz "yemek" için değil de "hava" için gidilebilecek bir yer olduğu izlenimi uyandırmıştı. Ama hiç de öyle değilmiş. Üç Michelin yıldızlı Şef'e ben de beş İmge yıldızı veriyorum! :)

Öncelikle biraz dekorasyonundan ve ortamından bahsedeyim. Spice Market, daha çok akşamları birtakım yemekli organizasyonların düzenlendiği bir yer olduğu için aslında geceleri daha keyifli bir yer olabilecekmiş gibi görünüyor. Öğlen nispeten boştu (ve genellikle de öyle oluyormuş). Ahşap, kadife ve deri ağırlıklı bu loş ortamın çok sıcak bir havası var. Yazın ise terası açılıyormuş.
















Garsonlar çok güleryüzlü ve ilgililer. Siparişinizi aldıktan sonra elinizi silebileceğiniz küçük, bembeyaz ıslak havlulardan getiriyorlar. Hemen ardından ortaya sosuyla birlikte mercimekten yapılmış cips benzeri bir şeyler geliyor. Ardından üzerine incecik kaşar peyniri rendelenmiş edamame ve Vietnam usulü spring rolls geliyor ortaya. İlk denemeyi yapacak olan ben ve annem, içinde birkaç şeyden tadımlık bulunan "Bento Box" adı verilen öğle menüsünden alıyoruz (bkz. aşağıdaki resim). Ama şu "hindistan cevizi sütlü ve tavuklu çorba" konusunda biraz şüpheliyiz. Kendisine o çorbadan koca bir tabak söyleyen İso'cum asıl onun muhteşem bir şey olduğunu anlatmaya çalışsa da yüzümüzü ekşiterek birbirimize bakıyoruz. Ta ki o ilk kaşığımızı çorba kasesine daldırana kadar! Böyle bir lezzet olamaz! İçeriğinde yazan ve birbirleriyle alakasız görünen o kadar malzemenin ortaya böyle muhteşem bir bileşim çıkarmış olması bir mucize! Minik çöp şişlerde kuzu satayların acısı, safranı, altlarındaki sosun hafif karamelize ve tatlımsı tadı süper. Aynı şekilde sağ üst köşede gördüğünüz çuprayı da hangi baharatlarla ve ne yaparak hazırladılarsa süper bir iş yapmışlar. Salata ve buharda pişmiş yasemin pilavı çok lezzetli.


















Üzerine de Spice Market'e ait özel kutularında sorbelerimiz geliyor. Annemle ben çilekli ve kırmızı şaraplı sorbelerden söylüyoruz. İso'cum ise onu daha önce denediği için mangolu sorbe söylüyor. Ama İso'cum çilekliyi ben de mangoluyu daha çok beğendiğim için sorbelerimiz el değiştiriyor. Artık karnımız doydu, keyfimiz yerinde. İso'cum işine dönerken biz de annemle Nişantaşı'nda bir tur atmak üzere ondan ayrılıyoruz.

Bu arada fiyatlardan hiç bahsetmedim, değil mi? Valla nasıl ki yemekleri yalnızca menüdeki açıklamalara bakıp anlayamıyorsanız, nasıl ki malzeme ve baharatların o mucize bileşimlerini sadece tadarak anlayabiliyorsanız, fiyatları da öyle menüden bakarak anlamanız mümkün değil! Çünkü menüdeki fiyatlar pek sevimli duruyorlar. Hatta sık sık gelmeyi bile düşünebileceğiniz kadar uygun ve sevimli! Ama akşam İso'cumdan öğrendiğime göre gelen hesap pek de öyle değilmiş.. O yüzden içtiğiniz suya, kolaya, gelen mercimek cipsine falan dikkat!! İçeceklerin her birine bir kasa içecek fiyatı, gelen üç dört parça cipse de üç dört kilo mercimek fiyatı ödeyebilirsiniz! Yani pek de sık sık değil, oldukça nadir gidilse iyi olacak bir yermiş. :) Ama yine de oradan o kadar mutlu ayrıldık ki ben bile sinirlenemedim bu duruma. Sadece doğru bilgilendirme yapmak amacıyla sizleri uyarmak için bu notu da ekleyeyim dedim.

Şimdiden afiyet olsun..

Rezervasyon için Tel: (212) 381 21 21

Cimbom'lu Lalelerim

Size lale raporumu sunacağımı söylemiştim. Şimdiye kadar sesim soluğum çıkmayınca bozguna uğradım sandınız, değil mi? "Laleleri çıktıysa göstermeden duramaz, çatlardı şimdiye kadar" da demişsinizdir.. "Gitti oralara, bir de çiçek pazarından lale tohumlarını toplayıp geldi bakabilecekmiş gibi" diye de içinizden geçirmişsinizdir... "Peahh! Çiçeklerin önünde fotoğraf çektirmeye benzemez bu iş," demiş miydiniz? İtiraf edin bakalım!

İşte lale raporum:















Lalelerin tohumlarının bile görünmediği ilk resim 8 Mart'ta çekilmiş. Hemen yanında dört tane sarı-kırmızı lalenin göründüğü resimler 18 ve 23 Mart tarihli. Alt sıranın en solundaki resimde aynı tohumdan ikinci bir lalenin daha fırladığını görüyoruz (26 Mart). Hemen yanındaki resimde sarı-kırmızı lalelerim giderek coşarken ortada bir tane kırmızı bir ufaklık ortaya çıkıyor (30 Mart). Dün (1 Nisan) itibariyle ise o kırmızı ufaklıkların sayısı da dördü buluyor.

Az önce balkona baktığımda bu kırmızı ufaklıkların büyüdüklerini ve altlardan yeni kırmızı lalelerin çıkmak üzere olduğunu gördüm. Sarı-kırmızılılarla ise vedalaşmak üzereyiz. Gördüğünüz gibi bir yeteneğim daha ortaya çıktı. Lale yetiştirebilen bir blog yazarıyım ben! :) Gerçi bunu kendime mal etmem ne kadar doğru bilmiyorum. İstanbul olarak bu kışı Amsterdam gibi geçirdiğimiz için laleler de kendilerini memleketlerinde sanarak coşmuş olabilirler.

Sonuç ne olursa olsun, onlar sahibinin sesi ve benim Cimbom'lu lalelerim işte. Ve bir iki hafta içinde ayrılacak olsak da seneye yine buluşacağız onlarla. İstanbul'da lale zamanı bu kez benim balkonumda başladı, a dostlar! :)