Kızcağız!

Dün elimde Migros poşetleriyle apartmandan içeri girerken altımızdaki kuaförün sahibi Nihat Bey'le karşılaştım. Selamlaşma faslından sonra gülerek bana "O gün İhsan Bey'i az kalsın siz diye başka biriyle buluşturuyordum!" dedi. Ben de iki doz içtenlik, üç doz ayıp olmasın nüansı(karşımdaki kişiye karşılık bâbında) ve beş doz da şüphe içeren dört numaralı İmge gülüşümle "Nasıl yani?" diye sordum.

- "İhsan Bey tam aşağıdan kapıyı çalıyordu ki ben karşıdan siz geliyorsunuz sandım. Ama tam size benziyordu.. Böyle elinde Migros poşetleri, saçlar toplu, lastik ayakkabılar falan..."

(Eyvah! Mahalledeki imajım bu herhalde! Altımızdaki kuaför Migros poşetlerinden bir uzvummuş gibi bahsediyor!!)

- "Öyle mi? Sonra ne oldu?"

- "İhsan Bey, zile basmayın, İmge Hanım geliyor işte diye gösterdim! Tam o sırada o bayan başka bir sokağa dönünce anladık siz olmadığınızı!"

- "Aman aman Nihat Bey! Bu tarz yanlışlıkları pek sık yapmıyorsunuzdur umarım!"

Neyse gülüştük ve ben eve çıktım. Ama bir gün önce kapıyı çaldıktan sonra eve geç gelen İso'cuma neden geciktiğini sorduğumda bu hikayeden hiç bahsetmemiş olduğu ve sadece Nihat Bey'le ayak üstü sohbet ettik dediği aklıma geldi. Ve aynı hızla da aklımdan çıktı.

Sonra akşam yemeği sonrası Lost'un 5. sezonunu izlerken dizinin etkisiyle olsa gerek bende de anlık bir flashback oldu ve İso'cuma dönüp, "Dün Nihat Bey yoldan geçen birini ben sanmış?" diye sordum. Evet, bu bir soru cümlesi değil farkındayım, ama o anki tonlamam bu cümleyi kesinlikle bir soru cümlesi yapmıştı.

İso da bana döndü ve "Hımm, evet, bir tane kızcağız, eli kolu dolu geliyordu, Nihat..."

İşte söylediklerinin geri kalanını dinlememi engelleyen bir sözcük: "kızcağız!"

- "Demek kızcağızdı ha?"
- "Yok yani, lafın gelişi hani..."

Bende nedense bir kızcağız fobisi oluştu. Aslında nedeni belli sayılır. Çünkü genelde İso'cumun "Ben ok atmaya gidiyorum, animatör bir kızcağız çağırıyordu herkesi" ya da "bardaki kızcağız mohito önerdi" ya da "gereksiz yere kötü davrandı kızcağıza" falan gibi yorumlar yaptığı her seferinde -cağız ekinin söz konusu "kızcağız" karakteri için fazladan kullanıldığını düşünmüşümdür!! Benim bildiğim -ceğiz, -cağız ekleri acıma ifadesi olarak kullanılırlar. Ama bizdeki durum biraz farklı! Genellikle hiç -cağız'lık durumu olmayan, hatta yanında kendinizi -cağız gibi hissedebileceğiniz gayet muntazam hatun kişiler için "kızcağız" diyor benim kocam!! :)

Mahallemizdeki kızcağız ile ilgili durumu biraz daha kurcalayacaktım ki parmaklıkların ardındaki Sayid araya girdi ve kendisine "Nasılsın?" diye soran Sawyer'a o gün bugündür aklıma geldikçe beni kopartan o sözleri söyledi: "12 yaşındaki Ben Linus bana tavuklu sandviç getiriyor. Nasıl olmamı bekliyorsun?" (Yazarken kendimi tutamıyor ve yine gülüyorum..:)) )

Neyse, bundan sonra kızcağız konusuna dönmek biraz zor oldu ve zaten İso'cum bu kez gerçekten de -cağız ekini doğru yerinde kullanmıştı diye düşünüyorum. Ama yine de gözümü dört açıp, yakınımızda elinde Migros poşetleriyle apartmanına giren kadınları inceleyip, kapsamlı bir analiz raporu çıkarmayı da yeni misyon edindim kendime.

Kızcağızmış!! Peaah!

Bizim Şarkılarımız

26 Temmuz Pazar akşamı Timur Selçuk & Nükhet Duru konserindeydik. "Bizim Şarkılarımız" temalı bu konserde gerçek sanatçıların müziklerini ve şarkılarını dinlemenin ne kadar iyi geldiğini anlatamam.

Önce Nükhet Duru'dan başlayayım. Muhteşem bir ses, doğal olarak sergilediği kadınsı duruşu ve bu duruşunu daha da vurgulayan işveli, cilveli, fıkır fıkır halleriyle çok hoştu. Gerek başsolist, gerek solist olarak, gerek Timur Selçuk'un söylediği şarkılardaki Fahriye Abla ya da Muammer Bey'in gözdesi Despina'yı canlandıran bir yan rol oyuncusu olarak her haliyle sahneyi dolduruyordu. Oğlunun isteği üzerine ikinci kez Destina'yı söyleyerek bizleri de mutlu etmiş oldu. Anılar, Melankoli, Beni Benimle Bırak, Ben Yine Sana Vurgunum gibi pek çok şarkıyı o güzel sesiyle tek başına söyledi. Beyazın çok yakıştığını düşündüğüm bir isim olduğunu dün bir kez daha teyit etmiş oldu, çünkü ilk bölümde giydiği beyaz elbisesiyle gerçekten çok hoştu. Yalnız sahnede hikayeler anlatma işini başkalarına bırakarak, cilveli tavırlarıyla şarkı söylemesinin kendisine daha çok yakışacağını düşünüyorum.













(Resmi Hürriyet'in web sayfasından aldım.)

Usta piyanist, besteci ve yorumcu Timur Selçuk ise her haliyle harikaydı. Sanatının yanı sıra o ilkeli, saygın, tavırlı ve eğilmez bükülmez duruşuna şahit olmak da çok keyifliydi. İğneli yorumları, şarkıları ve dokundurmalarına bakarak gerçekten de kendi deyimiyle "paşaların paşası" Ata'mızın izinde olmaktan gurur duymaya devam eden ve bunu açıkça söylemekten çekinmeyen sanatçılarımızdan biri olduğunu gördük Pazar akşamı. İlkeli, işini düzgün yapan, aydın, özgür düşünceli ve saygın kişiliklerin sıkıcı, sevimsiz, aksi, vs. olarak nitelendirildiği günümüz Türkiye'sinde Pazar akşamı Timur Selçuk ile aynı havayı solumak bizim ruhumuzu aydınlattı ve bize ilaç gibi geldi. Asla güncelliğini kaybetmeyecekmiş gibi duran Pireli Şarkı (aslında bir Orhan Veli şiiri, ama Timur Selçuk tarafından şarkı haline getirilmiş) ve Dönek Türküsü'nü piyanosunun başında hop hop hoplayan küçük dev adamın yorumlamasıyla dinlemek süperdi. :) Bir Faruk Nafiz Çamlıbel şiiri olan İnme, tabi ki Endülüs'te Raks ve İspanyol Meyhanesi gibi klasikleşmiş şarkıların yanı sıra babası Münir Nurettin Selçuk'u anarak söylediği Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın ve Kalamış şarkılarını canlı canlı dinlemek doyumsuz bir keyifti. Beyaz Güvercin şarkısında babasına eşlik eden balerin Mercan Selçuk 'un zarafetine ve asil görüntüsüne bayıldım. Dedeyi ve babayı biliyoruz; dolayısıyla üçüncü kuşakta sanatla iç içe bir yaşam süren bu genç ve güzel ve en önemlisi çağdaş Türk kadınını gördüğümüze de şaşırmamak ve Selçuk ailesiyle belki de bir kez daha gurur duymak gerekiyor.

Bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm şarkılarını keyifle dinlediğimiz bu muhteşem ikili, bundan 26 yıl önce Şan Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen ve o dönemler kapalı gişe izlenen konser programı ile bizlerle buluştu. Ancak 1983 yılının kapalı gişe konserlerinin 2009 yılında Harbiye Açıkhava'nın maksimum %70'ini doldurabildiğini görmek beni en çok üzen noktalardan biri oldu. Zaten böyle ortamlardan çok keyif almakla birlikte her seferinde düşünmeden edemediğim bir soru da gecenin sonunda yine aklıma takıldı: Bundan 30 sene sonra bizim nesle ait böyle düzgün, kaliteli projelere imza atmış ve kalıcı işler yapabilmiş sanatçılarımız olacak mı?

Aslında içten içe bu soruya çok karamsar bir yanıt veriyordum. Ama ne yalan söyleyeyim bu konserde Mercan'ı gördükten sonra yine bir umut ışığı kapladı içimi. Ve bu kez daha da keyifli ayrıldım Harbiye Açıkhava'dan...

Teşekkürler büyük usta Timur Selçuk! Teşekkürler Nükhet Duru!

Neyse ki, büyük ustanın da dediği gibi 'bu şarkılardan anlayanlar hâlâ yaşıyorlar'!!

İki Lezzet Önerisi (18+)

Geçen hafta sonu Dido ve Ongun ikilisiyle eski çılgın üniversite geceleri gibi bir gece geçirmeye karar verdik. Beyoğlu'nda atıştırmalık bir şeyler yiyip, o bar senin bu bar benim gezelim, her yerde birer ikişer bira içelim, sonra akşam Kızılkayalar'dan birer hamburger atıp evimize dönelim dedik. Ongun hepimize attığı mailde programı şöyle belirlemişti:

19.30 taksimde buluşma
20.00 hızlı yemek (misaller: mercan, pano,vs)
21.30 kalkış
21.45 1.mekan
22.45 2.mekan
23.30 3.mekan
01.15 4.mekan
03.00 5.mekan
04.30 Kızılkayalar
05.00 evde son bira (bu madde İmge&İso için geçerlidir)
05.30 2 alka-seltzer alış ve yatış


İşte bu programı biraz farklı da olsa uygulamaya geçirebildik. Buluşma sekizi buldu ve artık üniversiteli bünyesine sahip olmadığımız için 3 mekanla yetindik, ama konsept tamamdı. Hatta Ongun o kadar hazırlıklı gelmişti ki bir mekandan kalkıp, başka bir mekana giderken "ne yapsak, nereye gitsek?" diye düşünmek için vakit kaybetmememiz için mekan listesi hazırlayıp, yanına almıştı. Şimdi liste diyince aklınıza benim kapsamlı listelerim gelmiş olabilir. Ongun'un da benim kardeşim olarak hazırlamış olduğu listeyi merak etmiş olabilirsiniz. İşte Ongun'un son derece kapsamlı ve üzerinde zaman harcanmış listesi:


















Etkilendiniz, değil mi? :)

Neyse, gelelim asıl konuya. Yani neden beş mekan değil de üç mekanda pes ettiğimiz konusuna! Bunun asıl sorumlusu kesinlikle Babylon yakınlarındaki barlardan biri olan Kino Garden'da içtiğimiz o muhteşem fındıklı votka shot'lardı. O kadar lezzetli bir tadı vardı ki kaçar tane içtiğimizi bile hatırlamıyorum. Zaten o zamana kadar içtiğimiz bira sayısı da bir hayli fazla olunca oradan kalkıp gittiğimiz dördüncü mekan ancak evimiz olabildi!

Elbette, bu lezzet İso'cumun ağzına bir kez bulaştı mı onu durdurmanın mümkün olmayacağını biliyordum. Kesinlikle evde de yeni takıntımız olacağı belli olan bir içki çeşidiyle karşı karşıyaydık. Ve bu Cuma akşamı bu harika lezzeti evde denedik. 1 ölçü yanda gördüğünüz fındık şurubuna 1 ölçüden biraz fazla (1.1 ölçü diyelim) votka ekliyor ve iyice karıştırıyorsunuz. İçeceğiniz günün sabahı yaparsanız, akşama kadar süper bir soğukluğa ulaşmış olur. Sonra da buz gibi shot'lar (ya da bizim gibi yudumlar) halinde biralar arasında tüketiyorsunuz. Fındık şurubunu marketlerde göremedik. Gören olursa haberim olsun lütfen. Ama bizim gibi içkisepeti'nden de sipariş verebilirsiniz.




İkinci önerim ise en sevdiğim iki Türk markasından biri olan Efes'e ait bir ürün: Efes Dark Brown. (Sevdiğim diğer Türk markası da Turkcell'dir bu arada..) Kahve aromalı dark biranın muhteşem lezzetini mutlaka denemelisiniz. Unutmayın, bu biranın kırk yıl hatırı var. :)

Tatil Köyü İnsanları

Biliyorsunuz geçen haftalarda bir hafta tatil yapıp dönmüştüm. Ve bir şey fark ettim. Aslında insan bir hafta boyunca işi gücü olmadan boş boş etrafına bakınırken çok şey görüyor ve duyuyormuş. Aslında bu da iş edinilebilecek bir şeymiş ve çok keyifliymiş. İşte gözlemlerim sonucunda ortaya çıkardığım "tatil köyü insanları" raporumla karşınızdayım. Bu kitleyi altı kategoride incelemeyi uygun gördüm. Türk ve yabancı kadınlar, erkekler ve veletler kategorilerindeki gözlemlerim tamamen subjektiftir, genellemelere dayalıdır ve benim bir haftalık tatilimde incelediğim örnek gruba özeldir. O yüzden "ama ben böyle yapmıyorum" diye yorum yazanlara uçan tekme atabilirim!

Yabancı Veletler:

(Aslında onlara velet demeye dilim varmıyor, ama genel olarak çocuk sesi duymaktan o kadar bıktım ki bir süre tüm çocukları "velet" olarak görebilirim. Daha önce de bahsetmiştim: uzun bir süre oyuncak bebek bile görmek istemiyorum!)

* Kendi hallerinde, kendilerine yeten, kumsalda oyuncaklarıyla oynayan, simitlerini kolluklarını takıp kıyıda yüzen genellikle Nivea reklamlarındaki şekerparelere benzeyen veletlerdir. Kimseye zararları dokunmaz, sesleri solukları pek fazla çıkmaz.

* Obez olanlarına rastlanmamıştır. Hatta hepsi inceciktir.

* Tabaklarına yiyecekleri kadar yemek alır ve yemeklerini yerler.

* Daha büyükleri şemsiyenin altında anneleriyle birlikte kitap okur, kendi başlarına bulmaca çözer, iPod dinler, vs.

* Anne babaları onlara bir yetişkin gibi davranır. Onlar da bir yetişkin gibi davranmayı çocuk yaşta öğrenirler.

Türk veletler:

(Sözüm meclisten dışarı, ama bu kez en korkunçlarına rastladık!!)

* Gördüğünüz anda uzaklaşın!! Çünkü bu tür en tehlikelisidir. Az önce bahsettiğim tehlikesiz olan türleri de kışkırtır ve bir canavarlar ordusuna dönüştürebilirler. Grup halinde olanlar en korkunçlarıdır. Bunların seslerinin kesildiği saatlere tanıklık etme keyfini yaşayamazsınız, çünkü uyandıkları an ciyaklamaya başlayıp, yatana kadar faaliyetlerini sürdürürler.

* Anne-babalarının yanından ayrılmazlar. En fazla yanlarındaki şezlonglarda uzanan ailenin çocuğuyla anne-babaların zoruyla kaynaşırlar ve ilk yarım saat içinde saç saça baş başa kavga ederler. Öyle Mini-Club'a katılmak, masa tenisi oynamak ya da başka sporlarla ilgilenmek gibi bir merakları yoktur. Onlar anne babalarıyla uğraşmak için varlardır!! Bir annenin 8-12 yaş arası kendisini sürekli takip eden iki çocuğuna çıldırmış bir halde şöyle bağırdığına şahit oldum: "Çocuklar özgürsünüz burda, gidin yaaa!! İstediğiniz yere gidin, istediğiniz zaman gelin, gidin, bir şeyler yapın!!"

* Sürekli bir ilgi bekleme hali içinde oyunlarını oynarlar ve teşhir merakına sahiplerdir. "Annneeee!!! Bak atlıyorum!" "Annneeeee!! Bak ters atlıyorum!" "Annneeee! Bak Merve'yle birlikte atlıyoruz!" türünden cümleleri yüksek perdeden söyleyerek tüm gün boyunca annelerine, babalarına, kardeşlerine ve arkadaşlarına yaptıklarını göstermeye çalışır ve etraflarındakilere cinnet geçirtirler. "Babaaaaa!! Geeell!! Kale yaptım!!!" "Anneee! Hadi yüzelim!!" "Anneeee, kolluğumu getiirrr!!!"

* Konuşmayıp, bağırarak iletişim kurdukları yetmiyormuş gibi bir de ağlarlar. Evet, bunca yıllık tatil köyü deneyimime dayanarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim: tatil köyünde ağlayan bir çocuk gördüğünüzde onunla Türkçe konuşabilirsiniz. (İmgeleme'den yararlı bilgiler) Ama konuşmanın işe yaradığı bir vakayla karşılaşan olursa haberim olsun lütfen! O çocuğu ve aileyi özel gözleme tabi tutmak isterim. Uzun süreli, şımarıkça ve çok yüksek sesle ağlayan bu veletler susturulamadıkları için genellikle anne veya babalarının kucağında uzaklaştırılıyorlar. Çocuğu uzaklaştıran anne ya da babanın geliştirdiği yöntemin etkililiğine göre yeniden ortama dönme süreleri 15 ilâ 45 dakika arasında değişiyor. Bu sürenin kız çocuklarında daha uzun sürdüğü de gözlenmiştir. Ama yirmi dakika boyunca "Vööööö!!!" diye ağlayan erkek bir yaşam formu da gördüm ve şahsen öyle bir çocuğun annesi olsaydım aile karizmamızı çizdirmemek adına onu susturmak için her şeyi yapardım! Bir de uyandırma zili gibi her sabah kahvaltıda aynı saatlerde ağlayan bir erkek velet vardı. O yüzden ne olur ne olmaz diyerek her iki cinse karşı dikkatli olmanızı öneririm.

* Obezlik sınırındadırlar. Ve kıtlıktan çıkmışçasına yemek kuyruğuna girip, her yemekten tepeleme doldurur, o tabağı hakladıktan sonra bir daha açık büfeye gider ve bu işlemi yaklaşık sekiz kez tekrarlar. Hepsi kilolulardır. Hepsinde kocaman bir göbek ve gıdı vardır. Normal yemeğin dışında aralarda kurulan salatalık büfesinin, dondurma standının saatini bilir ve beş dakika öncesinde yerlerini alıp onları da yerler. Bunlara bir "dur!" diyen olduğu görülmemiştir.


Yabancı Kadınlar:

* (Antalya bölgesi genellikle Rus turistlerle dolu olduğu için) normalin üstünde bir güzelliğe sahiplerdir. Ama "ben güzelim" edasıyla dolaşmazlar. Güzelliklerinin farkında değillermiş gibi davranmaları onları daha güzel ve doğal kılar.

* Plajda plaj giysileriyle dolaşırlar. Akşam fazla makyajlı ve gösterişli olurlar. Bunu güzel olmak adına yaparlar ama genellikle rüküş olurlar. Yani şahsen plajdaki bikinili halleri daha hoştur! (ama bana ne, değil mi?!)

* Tüm gün şezlonglarında uzanıp, kitap okurlar. Anne olanların tek farkı çocuklarını görebilecekleri bir şezlongta uzanmalarıdır.


Türk Kadınlar:

* Etli butlu hallerinden belli olurlar. Çocukların beslenme alışkanlıklarının kime çektiği hemen anlaşılır! Yerinden kalkamayacak kadar üşengeç olup çocuklarına "Caaan, bana da bir dondurma al!" bağırarak talimat verenler olduğu gibi çocuklarının arkasından tabakla koşturan ve hatta iskelede atlayan çocuğu merdivenden her çıkışında "Aferin anneme, al bakiym şundan bir kaşık!" diyerek ağzına meyveli yoğurt tıkıştırmaya çalışan cinsleri de mevcuttur.

* Çocukların bağırma huylarını da kimden aldıkları bellidir. Çünkü anneler de hem çocuklarıyla hem de arkadaşlarıyla bağırarak konuşurlar.

* Kadınlar arasında kitap okuyanlar olsa da anneler arasında kitap okuyanına rastlanmamıştır. Çünkü onlar da kendilerini oyalamayı bilmedikleri için kocalarına, çocuklarına, arkadaşlarına ve arkadaş çocuklarına musallat olurlar. "Ayşee!! Annen hâlâ odada mı? Niye gelmedi bu saate kadar?" ya da "Muraaatt, kulağın ağrır, atlama artık evladım!!" ya da "Oyaaa!! Oyaaa!! Ay duymuyor yaa!! OYAAAA!! Fazla uzaklaşma, emi!" gibi nidalarıyla plajlarımızı şenlendirirler. Halbuki kalkıp, çocuklarının yanına gidip, dertlerini anlatsalar hem ses tellerine hem bizim sinir sistemimize hem de çocuklarının eğitimine katkıda bulunacaklar ama umurlarında mı sormak lazım!

* Komik kıyafetlerle dolaşırlar. Ne yapsalar olmaz yani! Markalara o kadar para saçarlar, ama yine de vücutlarına yakışanı giymeyi beceremezler. Susam Sokağı'ndaki Minik Kuş'a benzeyenini bile gördüm! Bir de pembe ve yeşilli zuzaylılar vardı ki evlere şenlik!

Yabancı Erkekler:

* İçki göbeği olan ama yine de içmeye tam gaz devam eden, sahilde gamsızca uzanan, arada kitap ve gazete okuyan, sonra denize giren, sonra sahilde uyuyan, uyanınca içmeye devam eden, acıkınca yemeğini yiyen, sonra müzik dinleyen, sonra denize giren, sonra yine içen ve aldırmaz halleriyle şu curcuna tatil köyü dünyasının tadını en çok çıkaran insan türüdür. Sanki iki tuştan ibaretmiş gibi görünürler: "Ignore (Yoksay)" ve "Enjoy (Keyfini Çıkar)" (Boşa demiyorum, ben yanlış doğmuşum, erkek olmalıymışım diye...:))


Türk Erkekler:

* Yukarıdaki özelliklerin aynısı Türk erkekleri için de geçerlidir. Fark yaratan tek şey cep telefonudur. Telefonlarını ellerinden düşürmezler!

* Bir de çocuğuyla ilgilenmeye çalışıp, onuncu dakikada vazgeçerek "Bak, bir tatilim var, seninle uğraşamam! Kendine gel!" diye bağıran uç bir örnek vardı, ama genel durumu bozmaz herhalde!

Şimdi bu dev araştırmanın sonuç bölümüne geliyoruz. Sizi en çok ilgilendiren bölüm de burası olacaktır. Çünkü bir tatil köyüne gittiğinizde şezlongunuzun ya da restoranındayken masanızın konumunu nasıl belirleyeceğinize dair özet ipuçlarını sunacağım sizlere:

1) Üzerine kolluk, simit, çocuk terliği, plastik kova ve kürek gibi oyuncaklar bırakılmış şezlonglardan uzak durun.

2) Eğer bütün boş şezlongların yanında 1. maddede saydığım çocuklara ait gereçlerden bulunuyorsa, o zaman çocuğun cinsiyetini saptamaya çalışın. Ve mümkünse erkek çocuk yanı bir şezlong kapın. (Genellikle kolluklar üzerindeki karakterler çocuğun cinsiyetini ele verir. Barbie'li kolluklardan uzak durun!!)















3) Yine illa ki çocuk yanı olan bir şezlong tutmak zorundaysanız, üzerinde yabancı dilde resimli çocuk kitabı olan bir şezlongu tercih edin. Bu kitap, Bay Yanlışların aksine Doğru Ahmet gibi davranan bir aileye ait olması muhtemel bir objedir. Bu aile sabah 9:00-11:00 ve akşam 16:00-18:00 saatleri arasında yanınızda uzanacak, sonra odalarına çekilecektir. Düşük sesle çocuğuna kitap okuyan bir anne, umursamaz ve sessiz bir baba ve kitabını okuyup uykuya dalan bir çocuktan ibaret bir grup olacaktır. Yanında oturmanız tavsiye edilir.

4) Eğer yan yana birkaç tane şezlong üzerinde Hürriyet gazetesi, cep telefonları, kıtlık yaşanması ihtimaline karşı sabah kahvaltısından kaçırılmış bir tabak poaça, Elif Şafak'ın Aşk kitabı, yirmi tane boş bardak duruyorsa arkanıza bakmadan kaçın!! Çünkü çok tehlikeli bir grupla karşı karşıyasınız demektir. Çünkü birkaç tane Türk aile yan yana oturmuşlardır ve o ortamda sessizlik yaşanma ihtimali sıfıra yakındır.

5) Hamile yanını tercih edebilirsiniz. Hele hamile bir kadın ve annesi tatil yapıyorsa, hemen onların yanındaki şezlongu kapmaya bakın. Onlar da 3. maddede olduğu gibi belli saatlerde güneşe çıkacak ve huzur içinde dinleniyor olacaklardır.

6) Restoranlarda ise masanızı belirlerken en önemli unsur ortadaki tabak sayısı ve tabakların doluluk oranı olacaktır. Elbette, bir de masaların yanındaki çocuk arabaları ve mama sandalyeleri... Açık büfeye doğru on beşinci seferini yapan ve masasına yirminci tabağı getiren yaşam formlarından uzak durun!

Biz genelde (3) ile (5) arasında yer tutuyorduk ve son iki güne kadar da nispeten mutlu sayılırdık. Ta ki arkamıza (4) gelip de huzur ortamını yok edene kadar!! Aman Tanrım, çoluk çocuk, kadın erkek ne kabus bir gruptu onlar öyle! Pembe etekli Minik Kuş'un sesi hâlâ kulaklarımda!! Aynı gruba ait yaklaşık 7 kişilik bir veletler ordusu da son gün kıyıda denizanası bulup, çığlık çığlığa bütün sahile ilan ettiler. Bilmiyorlardı ki doğa bile onları sahilden kovmak için kendi yöntemini geliştirmeye çalışıyordu!

Neyse, bu upuzun yazıdan çıkan asıl sonuç, pek çok konuda olduğu gibi yine kendine ve başkalarına karşı saygılı olmak ve kendinden sonraki nesillere de bunu öğretebilmekte yatıyor belli ki.

Keyifle anacağınız tatillerinizin bol olması dileğiyle...

10 Yıl Aradan Sonra MFÖ

Sene 1999... Bilkent Üniversitesi'nin Bahar Şenlikleri'nde MFÖ konserindeyiz... İso'cum ve ben... İso'cum beni davet etmiş ve Düldül'e atlayıp gelmişiz. Henüz çiçeği burnunda bir çiftiz. Tanışalı iki ay bile olmamış. Birlikte geldiğimiz ilk konser... Ankara'da süper bir Mayıs akşamı... Üniversite kampüsünde çimlerin üstünde kalabalığın ortasında İso'cumla birlikteyiz. MFÖ sahneye çıkıyor. El ele dinliyoruz konseri.. Sonra İso'cumun eli belimde, sonra yüzü ve konuşurken nefesi kulağımda ve boynumda.. Her esintide benim saçlarım onun birkaç günlük sakallarına takılarak, utangaç gülümsemeler, kaçamak öpücükler, kızaran yanaklar, daha hızlı atan kalplerimiz eşliğinde süper bir konser izliyoruz o gece.. MFÖ bize çok iyi geliyor!

4 Temmuz 2009, Cumartesi günü Antalya'ya gitmek üzere sabahın köründe havaalanında uçağımızı beklerken kahvelerimizi içip gazeteye bakıyorduk. Orada "17 Temmuz'da Kuruçeşme Arena'da yapılacak MFÖ konserine bilet kazanmak isteyenler şu numaraya mesaj atsınlar. Mesaj atan ilk 50 çifte MFÖ konseri bileti veriyoruz!" yazan bir kutucuk gördüm. Kimsenin Cumartesi sabahın köründe mesaj atmayacağını düşünerek, "buna kesin bilet kazanırız" dedim ve mesaj attım. 11 Temmuz Cumartesi günü, tatilimizin son gününde sahilde gazetemizi okurken de kazananlar listesinde adımı gördüm. Bingo!! Ve 10 yıl sonra İso'cumu ben MFÖ konserine götürdüm.. Yalnız bu kez Düldül yerine Beşiktaş'tan 20:20'de kalkan Dentur teknesine atlayarak geldik konser alanına.. :) (Kuruçeşme Arena'da yapılan konserlere gidiş-dönüş için Beşiktaş, Kabataş, Üsküdar ve Kadıköy'den kalkan Dentur teknelerini kullanmanızı tavsiye ederim. Hem büyük kolaylık hem de büyük bir keyif oluyor. Bu fikri kim düşündüyse tebrik ediyorum.)














Yılların MFÖ'sü nasıl anlatılır bilemiyorum. Yaşsız, biraz arızalı ("yerinde bir doz arızalılık" özelliğinin her insana lazım olduğunu düşünüyorum!) , fazlasıyla enerjik ve hayat dolu bu üç adamın sinerjisi anlatılmaz yaşanır dersem abartmış olmam. Sahneleri yine çok keyifliydi. Zaten her yaş kategorisinden yüzlerce insanın bütün şarkılara eşlik edebilmesi az şey olmasa gerek. Gerçekten de üniversiteliler, bizim gibi otuz yaş grubu, kırklı ve elli yaşlar (ve her zamanki gibi en öndeki yerinde yaşsız olduğunu düşündüğüm,keyifli yaşam üstadı bir isim daha, Hıncal Uluç :) ) hep bir ağızdan şarkıları söyleyip, aynı derecede keyif alabiliyorsa bu büyük bir başarı olmalı. Bu üçlü dün akşam İstanbul'a son derece pozitif bir enerji yaydı. (Ama ne yalan söyleyeyim, ben en pozitif enerjiyi Özkan'dan alıyorum her zaman! İtiraf ediyorum, MFÖ'nün Ö'süne bayılıyorum.)

Ali Desidero, Mecburen, Psikopatım, Bodrum Bodrum, Vurgun Yedim, Yandım Yandım, Ah Bu Ben, Sarı Laleler, Benim Hâlâ Umudum Var, Olduramadım, Ele Güne Karşı ve daha bir dolu keyifli parçayı MFÖ'den canlı canlı ve Boğaz'a karşı dinlemenin keyfini anlatamam. MFÖ'ye bize on yıl aradan sonra yaşattıkları bu keyifli gece ve hatırlattıkları için kocaman teşekkürlerimi gönderiyorum. Ama galiba işin en keyifli bölümü elimi tutan sıcacık ellerin İso'cumun elleri olmasıydı. Ve utangaç gülümsemeler ve kaçamak öpüşmelerin yerini alan o kocaman sevgi ve güven dolu bakışlar, dokunuşlar, gülüşler ve öpüşler... Bu hissi kesinlikle hiçbir şeye değişmem!

sen olmasan buralara gelemezdim ben,
sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden


Notlar:

1) Birileri lütfen Mazhar Alanson'un giyim kuşamına el atsın. Ama bu kişi sevgili eşi Biricik Suden olmasın! :)

2) Uzun zamandır MFÖ dinlememişim. iPod kontrol edilecek, eksikler tamamlanacak!

3) Ah Bu Ben şarkısında gözlerimin dolmasını bir yaşlanma alameti olarak gördüm ve biraz tırstım!


(Resmi buradan aldım.)

Mesnevi'de İdefix Kampanyası

Sizlere daha önceki yazılarımdan birinde Elif Şafak'ın Aşk adlı kitabını okuduğumu, çok beğendiğimi ve o kitap sayesinde Mesnevi'yi okumaya ve Mevlana'nın felsefesini daha derinlemesine öğrenmeye karar verdiğimi yazmıştım. Ve ilk adımı attım. Bugün altı ciltlik Mesnevi elime ulaştı.


















Altı ciltlik haline bakıp da korkmayın. Çok şeker boyutlarda altı kitap geldi bugün evime. Mini ansiklopedi gibi düşünün. Sayfa kalitesi, yazılar, sayfa dolulukları bakımından da insanın hemen alıp, okuyup, bitiresi geliyor! Ama kocamla verdiğimiz kararı bozmaya hiç niyetim yok. Bundan böyle ikimizin de işinin olmadığı akşamlarda Mesnevi geceleri düzenleyeceğiz evde. Her Mesnevi gecesinde birkaç sayfa okuyup, üzerinde tartışıp, notlar alacağımız ufak bir ajandayla birlikte bu başucu kitabını önümüzdeki yıl ailemizin üçüncü üyesi haline getirmeyi düşünüyoruz. Umarım başarabiliriz.

Neyse, tabi ki alacağımız Mesnevi'yi seçerken "ay ne şeker boyutlarda, yerim ben onu ablası" diyerek kararımızı vermedik. Mevlâna'nın on sekizinci kuşaktan torunu Veled Çelebi'nin Türkçeleştirdiği, Mevlana araştırmaları konusunda en büyük otoritelerden olan Abdülbaki Gölpınarlı tarafından gözden geçirilen ve düzeltilen, Doğan Kitap bünyesinde yayına hazırlanan Mesnevi'yi aldık. Orijinal fiyatı 99 TL olan bu seriyi kısa bir süreliğine İdefix'ten %40 indirimle, yani 59 TL'ye alabilirsiniz. Mesnevi almak isteyenler için büyük bir fırsat olduğunu düşünerek sizleri de bu konuda bilgilendirmek istedim.

Not: Aşk'la ilgili yazımdaki notlarda "Şeb-i Aruz törenlerine gidilecek" de demiştim ve Dido da bu konuda soruşturmalarına başladı. Ama şimdi düşünüyorum da acaba Mesnevi'yi okumayı bitirdikten sonra mı yapmalıyız bu Konya turunu? Sanki daha mantıklı olacak gibi. Ne dersin İso'cum? 2011'e atalım mı bu planımızı? Cevabını bekliyorum, ona göre Dido'ya da haber verelim. :)

İmge'nin Gözlüğünden Amara Dolce Vita (2)

Evet, kaldığım yerden devam ediyorum. Hepiniz çaylarınızı, kahvelerinizi alın ve toplanın bakalım!!

YEME-İÇME:

* Benim için bir tatil köyünde deniz, plaj ve güneşlenme alanlarından sonra en önemli kategori budur. Ana restoranın sunduğu yemeklerin kalitesi ve çeşitliliği, a la carte restoranların sayısı, konseptine uygunluğu, barlarda verilen içkilerin çeşit bakımından zenginliği, servis edildikleri bardaklar, soğukluk ve sulandırılma dereceleri, garsonlar, temizlik kategorilerinde tesise not vermek için yine gözlerimi dört açmış iş başındaydım. Genel olarak yeme-içme konusunda Amara Dolce Vita'ya 10 üzerinden 8 veriyorum. O iki puanı da tatlılar ve pancake/waffle konusunda uğradığım hayal kırıklığı, snack restorandaki Oğuz adlı garsonun gıcıklığı, a la carte restoranlar ve nargile içilen ayrı bir kafe olmamasından dolayı kırıyorum.

- Sabah kahvaltısını ve akşam yemeklerini ana restoranda yedik. Yemeklerin lezzeti ve çeşitliliğinden memnun kaldık. Göz boyayan değil, gerçekten her biri ayrı ayrı lezzetli yemeklerden oluşan bir çeşitlilik vardı. Tematik günler (Türk gecesi, balık gecesi, Asya lezzetleri gecesi, vs) konusunda çok başarılı olduklarını söyleyemem. İçecekleriniz garsonlar tarafından masanıza servis ediliyor. Garsonlar son derece ilgili ve güleryüzlüler (favorim aşağıda sol alt köşedeki son gece resmimizi çeken Muzaffer oldu). Tatil köyü kahvaltısının takıntısı pancake olan bendeniz, buradaki pancake'ten hiç memnun kalmadım. Ama onun yerine çikolata soslu mini krepler de işimi gördü sayılır. Kendileri göbek bölgemde duruyorlar şu anda! :)

- Öğleden sonra saat 15:00 gibi snack restoranda bir şeyler yiyorduk. Burada da isteyen kumpir, hamburger, pizza, makarna, tavuk çevirme, vs gibi yemekler yerken, isteyen ızgara et ve sebze, salata, karpuz+peynir gibi seçenekler de bulabiliyordu. İçecekler yine masanıza servis ediliyor. Kahvelerin, şarapların, kola ve diğer meşrubatların, biranın tadı ve ısısı tam ayarında geliyor. Standart bir tatil köyü snack restoranından daha güzel olduğunu söylemeliyim.

- A la Carte restoranlar çok çeşitlilerdi, ama iki tanesi hariç hepsi kapalı ortamlardı ve önlerinden geçerken en fazla bir-iki masanın dolu olduğunu görüyorduk. Bu sene başlayan bir uygulamayla rezervasyon problemi yaşanmaması için bu restoranların sembolik bir ücret (kişi başı 10$) karşılığında kullanılmasına karar vermişler. Ancak pek uzun süreli bir uygulama olacağını düşünmüyorum, çünkü hemen hemen hiçbirinde doluluk görmedim. En özellikli ortamı olan da bir önceki yazımda da bahsettiğim Pescatore gibi görünüyordu.

- Barlardan en çok sahildeki Havana Beach Bar'ı (gündüz) ve Irish Pub'ı kullandık. Gün içinde Havana Bar'da oturan konukların serinlemesi için tepeden biraz su püskürtülüyor. Hani Migros'ta marulların üzerine püskürtüldüğü gibi (en alt sırada ortadaki resimden anlayacaksınız)... Biz genelde armutların üzerinde yanında lokum ile servis edilen Türk kahvemizi için buraya geliyorduk. Nargile içmek için de burayı kullanmanız gerekiyor. Bu arada yalnızca ilk gün ve son gün ETS'nin bizi havaalanına götürecek aracını beklerken gördüğümüz Lobby Bar'daki Martini Rosso sunumuna da dikkatinizi çekiyorum (altta sağda). Süper, değil mi?

- Ayrıca bunların dışında aralarda kurulan stantlarda günün saatine göre buz gibi Mohito, kavunlu, sütlü ve dondurmalı süper bir içecek, tuzlu salatalık, haşlanmış mısır, dondurma, vs gibi bir dolu şeyin servis edildiğini görebilirsiniz. Güneşlenme alanlarına konulan buzdolaplarında her an şişe su, soda, ayran ve Fayrouz bulmanız mümkün. Buzdolaplarının yanında duran mini dolaplarda ise rulo halinde küçük sarı havlulardan bulunuyor. Sıcaktan bunalanlara!














* Tesiste havlu kartı ve bileklik kullanılmıyor. Her sabah kapınıza üzerinde "Günaydın!" yazan otelin karton çantalarına yerleştirilmiş gazeteniz bırakılıyor. Bu yüzden içimden geldi ve kendilerine 10 puan yollamaya karar verdim.

ANİMASYON & AKTİVİTE:

* Animasyon ekibi rahatsızlık vermeden sürekli bir aktivite içinde, ama şahsen step&aerobik dersinden çok memnun kalmadım. Her gün aynı ders yerine dönüşümlü dersler konulabilirdi diye düşünüyorum. Ayrıca normalde 17:00-18:00 arasındaki ders geç başlayıp geç bittiğinden dolayı tam öğleden sonranın en keyifli saatlerinden 1,5-2 saat çalmasına gönlüm razı olmadı. O yüzden genelde bulutlu olan ilk üç gün katıldım, sonra katılmadım. Şimdiye kadar gördüğüm en kötü Türk gecelerinden biri düzenlendi. Ama ondan bir gün önceki Çin Akrobasisi Şovu ve iki gün sonraki Beach Party'de yapılan havai fişek gösterisi ve samba ekibindeki kızlar çok başarılıydı. Zaten bunlar dışında da güleryüzlü ve ilgili animasyon ekibiyle pek alakamız olmadı.

PALMARIA SPA:

* Bulutlu günlerden biri olan Salı günü (7 Temmuz) kendime spor izni verdim. Ve kendimi tesisin içinde faaliyet gösteren Palmaria SPA'ya atarak Elif'in hünerli ellerine teslim ettim. Önce hamam, kese ve köpük banyosunda hamur kıvamına geldim. Hünerli eller bornozumu giydirip, beni sol üst köşede gördüğünüz minderlere yatırıp, yeşil çayımı getirdi. Yaklaşık yarım saatlik bir dinlenme molası verdim. Sonra ise aynı hünerli eller jöle kıvamına gelmiş olan beni, altta resimlerini gördüğünüz odalardan birine alarak vücut masajına başladılar. Kalkmam oldukça zor oldu, ama o bir saatten sonra kendimi nasıl zinde ve dinlenmiş hissettiğimi anlatamam doğrusu. Benim için burası tesisle ilgili en keyifli hatırladığım deneyimlerden biriydi. Elif'e buradan bir kez daha teşekkürlerimi ve sevgilerimi gönderiyorum. Kısacası otelin SPA merkezine uğramayı unutmamanızı öneririm. Çeşitli vücut bakımları, masajlar ve terapi çeşitlerinin olduğu Palmaria SPA'da daha uygun fiyatlı Happy Hours paketleri de bulunuyor. Kataloglarını mutlaka inceleyin.














Galiba anlatacaklarım sonunda bitti. Artık eksik kalan bir şey olduysa da çok kayda değer olmadığı için unutulmuştur diye düşünebilirim sanırım. Aslında tatil değerlendirmesi çok kişiye özel bir şey. Kişinin beklentileri, umdukları, karşılığında buldukları ve bulamadıkları, tarzı, tatil anlayışı, tatil ihtiyacı gibi pek çok faktöre bağlı olarak binlerce kişiden binlerce farklı yorum alınabilir. Bunlar benim gözlüğümden bakınca gördüklerinizdi. Kendi gözlüğünüzden bakmak için de gitmenizi önereceğim kaliteli tesislerden biri olduğunu söylemeliyim. Memnun kalmadığım(ız) noktalara fazla takılmamaya çalışarak, İso'cumla birlikte çok keyifli bir tatil yapıp, geldik.

Ama son bir not da eklemeden geçemeyeceğim: Bu deniz Club Voyage'da olsa, oranın müdavimi olabilirdim gibi geliyor bana.

İmge'nin Gözlüğünden Amara Dolce Vita (1)

Evet, işte beklenen an geldi. Gittiğimiz tatil köyü ile ilgili detaylı değerlendirme yazısına başlıyorum. Peki, bunu neden yapıyorum? Çünkü tatil köyünü tercih eden insanların aradıkları tek şey huzurlu bir şekilde dinlenme, yeme-içme, eğlenme ve spor ve deniz gibi aktiviteleri bir arada yapabilme şansı. Her şeyin kaliteli bir şekilde önüne sunulduğu bir alana kendini bir haftalığına kapatıyorsun aslında. Dolayısıyla o "kendini oraya kapatmış olma" durumundan dolayı normal şartlarda belki de çok da gözünüze batmayacak şeyler bu kez batıyor! En ufak bir eksikliği gözünüzde büyütme nedeniniz de bu zaten! Kapandınız ya hani, artık kurtuluş yok, verilen hizmete "eyvallah" demek durumundaymışsınız gibi bir çaresizlik hissine kapılabiliyorsunuz. O yüzden her türlü detayı bilerek gitmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Neyse, kocamın beğendiği ve tekrar gelelim dediği Amara Dolce Vita'yla ilgili benim içimin ısındığı ve ısınmadığı noktalara geliyorum.

DENİZ:

* Tek kelimeyle muhteşem. En dalgalı halinde bile pırıl pırıl, koyu lacivert, Mavi Bayraklı süper bir deniz.. Nokta!

GÜNEŞLENME ALANLARI:

* En beğenmediğim yerlerden biriydi. Zaten havuz kenarını tercih etmiyoruz. Deniz kenarında da üstü tamamen gölgeliklerle kaplı boylu boyunca üç sıralık alanın altında balık istifi dizilmiş şezlonglar. Sabahın köründe yer tutmak için üzerlerine atılmış havlular, çocuk kollukları, terlikler, vs. (En son yaklaşık 7 sene önceki Magic Life Kemer World tatilimizde sabah 6'ya dönüşümlü olarak saat kurup, kalkıp yer tutup uyuyorduk! Aklımıza o kabus anları geldi bir an! Neyseki burada sekizde kalkınca da "sinsice araya sızma" yöntemiyle yer kapabiliyorduk, ama zaten asıl sorun en nihayetinde yer bulmak değil, "yer bulma stresine girmekti.") En ücra köşelerde bile çocuk çığlıkları!! Ayrıca dekorasyon niyetiyle asılmış o beyaz tülleri de pek bir itici buldum. Bu kadar büyük bir tesiste kesinlikle yetişkin plajı ve yetişkin havuzu ve hatta yetişkin restoranı gibi 16 yaş ve üstünün girebileceği yerler olması gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan Club Voyage Belek Select süperdi! Zaten yetişkin iskelesinde denizin üzerinde sakin ve telaşsız güneşlenebilmek başlı başına süperdi. Burası bunun için pek uygun değil!

ODALAR:

* Odalar kocaman. Kasanın da bulunduğu şifreli bir özel odanız var. Bavulları oraya atıp kitliyorsunuz, hem odanız dağılmıyor hem de eşyalarınız güvenli bir şekilde sizi bekliyor. Yataklar üç kişilik! Valla doğru duydunuz! (Hatta resmi aşağıda) O kadar ki uyku sersemi gecenin bir köründe İso'cumun yanımda olup olmadığını anlamak için bacağımı uzatınca kocama ancak dokunabildim. :) Hem küvet hem duş var. Ama gel gelelim bizim kaldığımız Club Odaları inanılmaz rutubetliydi. Ayrıca sinek kovuculara rağmen her sabah uyandığımda birkaç yerden şişlendiğimi fark ediyordum. Bir de odayla ilgili İso'cumun hiç akıl sır erdiremediği, "Allah Allah, sana ne yahu, sanki burada yaşayacağız bundan sonra!!" tepkisi verdiği son bir yorum daha: Dekorasyonu inanılmaz itici buldum! (Zaten otelin pek çok yerinde bunu hissettim diyebilirim)














YERLEŞİM:

* Tesis aslında devasa bir tesis, ama gözünüze hiç de öyle gelmiyor. Zaten gerçekten de kullandığınız alanların tamamı belli bir yere sıkıştırılmış gibi. İki tane de ana bina ve büyük havuz var göze çarpan. İşte o kadar! A la Carte restoranların neredeyse tamamı içeride. Yani yazın asla tercih etmeyeceğim klimalı ortamlarda! Geniş bir alana serpiştirilmiş açık hava mekanlara yayılmayı tercih eden bendenizin zevkine yine uymadı işte! Ama sonradan bunun nedeninin Kemer'in doğa yapısından kaynaklanabileceğini düşündük. Denizin hemen dibinde yükselen dağlardan dolayı fazla bir alan kalmadığı için böyle bir yapılanmaya gidilmiş olabilir. Ayrıca doğayı korumaya özen gösteren bir tesis olduğu da her halinden (kayalara oturtulmuş Pescatore Balık Restoranı'ndan (bkz. aşağıdaki resim), restoranın bahçesinde kesilmeyip etrafına masalar kurulmuş ağaçlardan (yine bkz. aşağıdaki resim), muz ağaçlarından, mini hayvanat bahçesinden) belliydi. Bu açıdan tesise on puan veriyoruz. (Ama "nerde o Voyage'daki her biri ayrı bir köşedeki restoranlar, çimlerde oturup bira içtiğimiz sessiz sakin Efes Bira Evi, hey gidi hey" demeden de geçemiyoruz!) Bir de hayvanat bahçesine oraya konulan keçiler ve tavşanlarla akşam yemeği tabaklarımızda karşılaşıp karşılaşmadığımızı da düşünmedim değil hani!! :))














Neyse, şimdilik bu kadar, ama devamı gelecek. İkinci yazımda da genel olarak restoran, cafe ve barlar, aktiviteler ve gözüme çarpan diğer noktalardan bahsetmek istiyorum. Takipte kalın!

Amara Dolce Vita

Her sene yazın bir haftalık tatil köyü molası verme alışkanlığımıza geçen sene ara vermiştik. Bu sene kaldığımız yerden devam edelim diyerek Kemer'de bulunan Amara Dolce Vita adlı tatil köyünü seçtik. Bu tatili ayarladığımızda Şubat ayının sonuydu ve günler geçmek bilmedi diyebilirim! Ve nihayet yaz geldi, Haziran bitti ve attık kendimizi o çok özlediğimiz Kemer sularına.
Tesisin genel olarak güzel bir tesis olduğunu söyleyebilirim. 163.000 m2’lik bir alana yayılan tesis Tekirova’nın en uç noktasında bulunuyor. Yaklaşık bir kilometrelik plajıyla, içinde bulunan pek çok restoran, bar ve havuzuyla, aktiviteleriyle ve SPA merkeziyle tam kapsamlı bir tatil köyü. Tesisin ve denizin genel görünümünü aşağıdaki resimlerde ve web sayfalarında görebilirsiniz.















Bir sonraki yazıda tesisle ilgili genel değerlendirmemi yapacağım. Pek çok hoşluğu olan bu tatil köyüne nedense tuhaf bir şekilde içim ısınamadı! Memnun kalmadığım noktalar çok ufak ve önemsiz detaylar ve belki de çok fazla beklentiyle gittiğim için öyle hissettim, ama ne yapsa kendini beğendiremedi bana kerata! :) Neyse, sonraki yazımı okuduktan sonra kılkuyrukluk yapıp yapmadığıma karar verirsiniz artık... (Zira artık bildiğiniz üzere böyle bir yanım da vardır benim!) Ama ne olursa olsun Kemer'in denizinin bir numaralı hayranı olan bendeniz için yalnızca bu muhteşem denizi için bile önerebileceğim bir tesis olduğunu söylemeliyim.














Haksız mıyım, ne dersiniz?

Kocam İçin Bir Hikaye

İki derviş uzun bir tefekkür molası sonrasında dergahlarının bahçesinde oturmuş nargile tüttürüyorlarmış. Dervişlerden bir tanesi diğerine son derece kızgınmış. Diğerine dönmüş ve şöyle demiş:

- Bre kardeşim, öyle güzel diyarlara gittik, gezdik, gördük, geldik de bir tane bile düzgün fotoğraf çekmez mi insan? Bu genç yaşlarımıza dair adam gibi hiçbir resim olmayacak sayende!

Diğer derviş gücenik bir şekilde kızgın olana dönmüş,

- Benim gönül gözüm bu fotoğrafların hepsini güzel görür nur yüzlüm. Hem bilmez misin sanki, önemli olanın suretimiz değil maneviyatımız olduğunu.

- Doğrudur, zira maneviyat da bir yere kadar. Gönlüm pek ol vermiyor bu resimlere! Yaşın ilerlemiş, ellerin titrer olmuş yüce derviş.

- A benim güzel kızım, iyi diyorsun, hoş diyorsun da bu saatten sonra gençleşecek değiliz ya. Giderek daha titrek olacağız elbet. Var mıdır bu işe bir çaren?

Tam o sırada kızgın olan dervişin başına bir hünnap tanesi düşmüş ve yüzü aydınlanmış. Bulduğu çareyi diğeriyle paylaşmış ve diğer derviş de onun bu önerisine çaresiz ol vermiş. Araları düzelen dervişler ağaçtan bir tabak hünnap toplayıp, afiyetle yemişler! :)


Not: Tatil yazılarım ve fotoğraflarım yolda!

Çivisi Çıkmış Dünya

Tam da tatil öncesi alıp okuduğum bu kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum, ama zamanlama konusunda benden daha akıllıca davranmalısınız. Bu kitap asla bir tatil öncesi kitabı değil, tatil kitabı değil ve hatta yaz kitabı da değil. Aslında zaten Amin Maalouf'un da hiçbir zaman "light" bir yazar olmadığını biliyoruz. Kitabın adı "Çivisi Çıkmış Dünya - Uygarlıklarımız Tükendiğinde". Yani aslında kendim ettim kendim buldum. Şu güzel havalarda, içim cıvıl cıvılken, dünya umurumda değilken (!) böyle bir kitabı okumayı seçtim ve bunaldım!

Şaka bir yana, Lübnan doğumlu ve yıllardır Paris'te yaşayan, ekonomi ve toplumbilim okumuş bir gazeteci-yazar olan Amin Maalouf'un dünyanın gidişatıyla ilgili görüşleri gerçekten de okunmaya değer. Hem Doğulu hem de Batılı bakış açısıyla bizlere sunduğu yorumu olabildiğince tarafsız ve fazlasıyla gerçekçi (dolayısıyla fazlasıyla acı!).

Kitapta genel olarak Amerikan politikaları, Arap ülkelerindeki genel durum, Avrupa Birliği gibi ekonomik ve siyasi konuların yanı sıra küresel ısınma, doğal felaketler ve enerji kaynakları gibi tüm dünyayı ilgilendiren konular da yer alıyor.

Türkiye ve Atatürk konusuna da değinen yazar, siyasette dinin kendisinin bir amaç olmadığından, yalnızca düşüncelerden biri olduğundan bahsediyor. Dolayısıyla meşruiyetin en inançlı olana değil, mücadelesi halkınkiyle aynı olana verileceğini söylüyor. İşte Atatürk'ün farkının ortaya çıktığı nokta da tam olarak bu! Ayrıca Amin Maalouf, Doğu'da Atatürk'ün bir yandan Avrupalılara karşı mücadele verirken bir yandan da Türkiye'yi Avrupalılaştırmayı düşünmesini bir çelişki olarak düşünen insan sayısının çok az olduğundan bahsediyor. Bunun nedeninin ise Atatürk'ün herhangi bir tarafa karşı savaş vermemiş olması olduğunu söylüyor. "O, bir yerli olarak değil, diğer herkesle eşit bir insan olarak saygı görmek adına mücadele etmiştir ve halkına haysiyetini geri vermiştir." Şahsen bu satırları okurken Atatürk'ün ülkemin kurucusu olmasından, ulu önderim olmasından ve benim ben olabilmemi sağladığından dolayı bir kez daha gurur duydum.

Kitapta "ötekilere" karşı yapılan ayrımcılığın tehlikelerinden, Arap alemindeki manevi bilinç eksikliğinden, Batı'da ise manevi bilinci bir egemenlik aracına dönüştürme eğiliminin yarattığı olumsuzluklardan, hoşgörüsüzlükten, çıkarcı politikalardan çarpıcı örneklerle bahsediliyor. (Arap aleminin bin yıl önce hoşgörebildiği birtakım şeylere bugün tahammül edememesi gibi. Örneğin, Kahire'de 1930'da yayımlanan bazı kitapların bugün dine aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanması. Ya da 9. yüzyılda Bağdat'ta Abbasi halifesinin huzurunda Kuran üzerinde tartışmalar yapılabilirken bugün pek çok İslam şehrinde ve hatta üniversitelerinde bile bunun düşünülemez bir hale gelmesinden söz ediliyor.)

Kısacası dünyanın durumuna genel bakış anlamında herkese çok şey katacağını düşündüğüm bir kitap. Ve müjde:















Gördüğünüz gibi Temmuz ayı boyunca Amin Maalouf kitaplarını YKY'den %25 indirimle alabilirsiniz. Henüz okumamış olanlara Semerkant ve Doğunun Limanları kitaplarını da öneriyorum.

Ama unutmayın: Kitapları Temmuz ayında alsanız bile Ekim sonundan önce okumaya başlamayın! Güneşli havalarda içimize kara bulutlar çökertmenin alemi yok, değil mi? :)

Bavul Hazırlığı

Gezmeyi seven biri olarak işin bavul hazırlığı kısmından da hiçbir zaman fazla şikayet etmemişimdir. Hatta bavul hazırlamak, bavul boşaltmak ile karşılaştırıldığında keyifli bile olabilir. Ama yine de insanı strese sokan bir tarafı vardır bu bavul toplama işinin. Aslında işin kendisi değil fikridir insanı geren! Gereken her şeyi yanına almak zorundasındır ve eksik bir şey olmamalıdır! İşte bu aşamada benim kapsamlı listelerim devreye girer.

Gerçi bu listelere rağmen arada ufak tefek bazı detayların unutulduğu olabilir. Dido & Ongun'un düğününde Ongun'u (yani damadı!) evde unutup, otele ve kuaförlere dağılmak üzere şehre inmek için yola çıkıp, site güvenlik görevlisinin annemi aramasıyla yarı yoldan dönmemiz gibi! Oysa her şeyi de yazmıştım listeme! :)

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Genellikle bizim tatil bavulu hazırlama sürecimiz benim liste hazırlamamla başlar. Listede cımbızdan, bikiniye, pamuktan, tel tokaya kadar her şey olmalıdır. Gelin hep birlikte örnek bir yaz listesini gözden geçirelim:

* Otel rezervasyon formları ve uçak biletleri (varsa Internet araştırmalarımdan topladığım notlar),

* Fotoğraf makinesi + şarjı

* Cep telefonu + şarjı

* iPod + şarjı

* Kitap (ama sahilde okunacak türden bir şeyler) + Not Defteri & Kalem

* Yedek lens + lens solüsyonu + gözlük

* Güneş gözlüğü

* Güneş kremleri (60, 30, 20, 15 SPF)

* Deodorant, parfüm

* Bikini, pareo, plaj terliği, şapka (Yaşasın!! İyi ki ikoncan falan değilim ve plaj için sadece bu kadarını yanımda götürmem yetiyor!!)

* Plaj çantası ve akşam çıkarken otelin oda kartları, fotoğraf makinesi ve cep telefonu gibi ıvır zıvırları koymak için küçük ve pratik bir çanta daha...

* İç çamaşırları (annem bir seferinde listemi gördüğünde "Bu maddeyi yazdığın iyi olmuş, mazallah poponuz açıkta kalabilirdi!!" diye dalga geçmişti benle. Ama işin detayını kendisiyle paylaştığımda bana hak vemişti. İç çamaşırı maddesi açık renk pantolon ve eteklerin altına giyilecek açık renk iç çamaşırlarını koyma, spor yaparken ya da boyundan bağlı elbisenin altına kullanacağın çamaşırları göz önünde bulundurma gibi alt maddeleri de kapsıyor. O yüzden lütfen karşıma geçip de öyle alaylı alaylı sırıtmayınız!)

* İlaç (alkol aşımına karşı Alca-Seltzer, başağrısı için Novalgin, suda eriyen Aspirin , ne olur ne olmaz diye Benical Cold, kronik aft problemimize karşı Kenacort, suni gözyaşı damlalıkları...)

* Takı & Toka (Bu konuda avantajlı sayılırım. Takıyla pek aram yoktur, kıvırcık saçları kendiliğinden tepede topuz yapmak mümkündür. Dolayısıyla at kuyruğu ve yanlardan toplamak için birkaç parça şey alıp, bir iki tane de küpe atsam yeter bana..)

* Şampuan, jöle, perma tarağı

* Nemlendirici krem (yüz ve vücut için)+ Yüz sabunu

* Makyaj + makyaj temizleme malzemeleri + pamuk

* Gecelik

* Cımbız

* Diş fırçası + macunu

* Bozulan ojelere yama yapmak için oje. (Bu arada seyahatler sırasında en kolay oje olan sedefli beyaz oje seçilir. Genellikle bir haftada hiçbir şekilde bozulmadığı için kendisine minnettar kalınır. Bozulacak olursa da üstüne ufak rötüşlar yapmaya müsait bir seçimdir.)

* Spor ayakkabı + spor çorap + spor şortu/eşofmanı + spor tişörtleri

* Gündüz için bikini üstü etek ve şortları

* Gece giyilecek hafif elbiseler + altına bir çift düz sandalet, bir de dolgu topuk sandalet (Hem rahat olsun hem de boyu uzun göstersin diye. Malum insan genellikle tatilde enine uzadığı için boyu da uzatmanın bir yolunu düşünmek gerek!)

Ohh! Nihayet bitti! Bak yine aklıma ikoncanlar geldi! Ben bile bavula koyacak bu kadar çok şey buluyorsam, kim bilir onlar nasıl gidiyorlardır tatile!

Neyse, gelelim İso'cumun bavul hazırlama sürecine... Onun da işi çok zor, yazık valla! Bin tane şey düşündü zavallı! PSP mi alsam mı almasam mı? Pinpon raketimi koydum, squash oynar mıyım acaba? iPod ve kitap aldım. Şapkamı ve şort mayomu koydum. Birkaç tişört, kısa kollu gömlek ve bermuda... Sonra "Ben senin gibi bavul yapamıyorum, sen çok güzel yerleştiriyorsun giysileri" diye İmge'ye gaz verilir. Eşyaların hepsi yatağın üstüne atılır. Ve bavul süreci başladığı hızla biter! Hatta sefaya geçilir: "Balkonda nargile yaksak mı, İmgoş?"

-"Spor ayakkabını koydun mu, İso?"
-"..."
-"Güneş yanığına karşı kremlerini?"
-"..."
-"Plaj terliğini unutma!"
-"..."
-"Deodorantın?"

-"Ya öfff yaa, onları sen hazırlamayacak mıydın?!!"


Hımmm, bavul hazırlama işinin bende yarattığı stresin kaynağını buldum galiba! Meğer bilmediğim başka sorumluluklarım da varmış! :)

Neyse, yine de şikayetçi değilim. Bavullar beni korkutamaz, seyahatten ve tatilden soğutamazlar! İşte o kadar!

Sinirlendin mi? Tae-Bo Yap, Geçer!

Neşeliyken, sinirliyken, canınız sıkılıyorken, yerinizde duramıyorken, coşmuşken, yani kısacası her durumda yapabileceğiniz en güzel sporun tae-bo olacağını söyleyebilirim. Yani bana iyi geldiği kesin, ama sizin adınıza konuşmayayım. Ancak sinirliyken yapılmasını kesinlikle tavsiye ettiğimi söylemeliyim. Acayip iyi geliyor. Renginiz atmış bir şekilde girdiğiniz dersten yüzünüzde gülücüklerle çıkacağınızı iddia ediyorum!

Şimdi ilk olarak en öndeki yerinizi alın ve aynadaki aksinize konsantre olun. Çünkü gördüğünüz bu yüz, artık sizin yüzünüz olmayacak. Artık karşınızda yumruk ve tekme atmak istediğiniz kişiler sizi bekliyorlar! İmgeleme zamanı! Isındıktan sonra önce düz yumruklarla başlıyoruz. Sağ ön, sol ön, sağ yan, sol yan... Tek yumruk hareketleri için "daha az gıcık olduğunuz" insanları aklınıza getirin. Sizle fazla bir alakası olmayan, televizyonda görüp gıcık olduğunuz kişiler, politikacılar, uzak komşuların komşularıyla ilgili hikayelerde gıcık olduğunuz karakterler, vs... Yani yüzünü gözünü dağıtmak istemeyip, biraz hırpaladıktan sonra bırakmak istediklerinizi... Asıl keyifli bölüm kombinasyonlarda başlıyor. Sağ ön, sağ tekme, sol ön, sol tekme... Hımmm, ikili kombinasyonlar için daha yakın birilerini seçmelisiniz ki keyfi olsun! (Her anlamda) uzak akrabalar ("uzak" olmalarının bir sebebi vardır elbet!), sinir bozma potansiyeli olan iş arkadaşları, patronlar, eski arkadaşlar ("eski" olmalarının bir sebebi vardır elbet!) gibi.. Ama asıl keyifli bölüm şimdi geliyor. Dörtlü kombinasyon! Sağ ön, sağ aparkat, sağ diz, sağ tekme... Sol ön, sol aparkat, sol diz, sol tekme... Veeee tempooooo!!!

İşte bu bölümde sizi kimse tutamaz! En gıcık olduklarınızı düşünmelisiniz. Ağzını, burnunu kırıp, dişlerini dökmek, beynini sarsmak istediklerinizi bu kategoriye alın. Bir de bu tempolu dörtlü kombinasyonları yaparken Cüneyt Arkın misali grupları yere serdiğinizi de imgeleyebilirsiniz. Mesela dört hareketin her birini uygulayabileceğiniz dört kişilik bir aile, dört kıl iş arkadaşı ya da dönüşümlü olarak ikişer kez darbe vurabileceğiniz bir ana-kız, abla-kardeş gibi!! (Nedense aklıma hep dişiler geliyor! Neyse, dişiler bu durumu anlayacaklardır!) :)

İşte başlıyoruz! Ve sağ yumruğu ağzında sakız, elinde çanta, kaldırımlarda fink atan ve bizi dünyanın sonuna doğduğumuza inandıran komşu kızına göndererek başlıyorum. Sol yumruk üç kuruşluk aklıyla televizyonlarda ahkam kesen sabah programı sunucusuna gidiyor.

Sağ tekme bir politikacıya, sol tekme bir diğerine, ama kim oldukları bana kalsın!

Sağ diz yıllardır hem karısı hem çocukları hem de sevgilisiyle mesut bir hayat süren komşunuza; sağ tekme ise onun sevgilisi olan ve hem kocası hem çocukları hem de komşunuzla mesut bir hayat süren kadına gidiyor! Sağ aparkat bunu ballandıra ballandıra anlatan mahallenin dedikoducu teyzesine, sol aparkat ise "erkektir, yapar, elinin kiridir" diye elindeki örgüden başını kaldırmadan yorum yapan diğer teyzeye gidiyor. Tempooooo!! Sol diz bu hikayeye gülene, sol tekme üzülene , bir yumruk da böylesine yoz ve ikiyüzlü bir hayatın yaşanmaması gerektiğini düşünemeyenlere gitsin!!

Yeni bir ikili kombinasyon başlıyor. Zıpla! Yan dön, en pis bakışını takın, düz yumruk ve yan tekme! Düz yumruk okumayanlara, yan tekme okuduğunu anlamayanlara gidiyor! Sekiz defa!

Şimdi sola dönüyoruz. Bu kez düz yumruk karşısında biri konuşurken sözünü kesen dinleme özürlülerine, sol tekme ise sabit fikirli papağanlara gidiyor! Sekiz defa! Durup baksak mı acaba değişen bir şey oldu mu diye? Yok ya, böyle gelmiş böyle gider bunlar!! Biz temizlik harekatımıza devam edelim.

Sağ tekme çocuk katillerine, sol tekme kafa kesip kaçanlara, sağ yumruk namusunu korumak için on dört yaşındaki kızını oğluna öldürtenlere, sol yumruk ise düğün yerinde katliam yapanlara gidiyor!! Saydır!!!

Sağ yumruk sokak hayvanlarına eziyet edenlere, sol yumruk çevreyi kirletenlere ve harcadığı elektrik ve suyun da doğayı baltaladığının bilincinde bile olmayanlara gitsin! Saydır!!!

Sağ tekme görgüsüzlere, sol tekme para, statü ve güzellik gibi maddi zenginliklerle kalıcı dostluklar, iyi evlilikler, doyumlu bir hayat gibi manevi zenginlikler elde etmeye çalışıp, bunu başaramayınca da bunalıma giren yarım (pardon çeyrek) akıllılara gidiyor!! Sağ yumruk marka panosu gibi dolaştığında kendini asilzade sananlara, sol yumruk ekmeğin fiyatını bilmeyecek kadar bu dünyadan kopuk olanlara, sağ tekme sahte "halk adamlarına", sol tekme din tacirlerine! Tempoooo!!

Sapıklara, her anlamda sahtelere, ikiyüzlülere, yalancılara, temelsizlere, hadsizlere, basiretsizlere, uydum akıllılara, kendini cin sanan salaklara, cinliklerini bir kez olsun hayırlı bir iş için kullanmamışlara, laf ulaklarına, laf ebelerine, altın semerine rağmen eşekliği baki kalanlara, özgürlük düşmanlarına, özgürlüğü yanlış anlayanlara ya da anlamayanlara, çifte standart uygulayanlara, formalitelere aşık olanlara,televizyon reklamından öğrendiği asit erozyonundan korkup beynindeki erozyona aldırmayanlara, kendi eksikliklerini başkalarının artıları üzerine püskürten kompleks abidelerine saydır, saydır, SAYDIIIIIRRR!!!

- "İmge, iyi misin?"
- "İyiyim hocam, süperim, bomba gibiyim!"
- "Hımm, oldu! Biz yer hareketlerine geçtik de haber vereyim dedim!"
- "..."