...Hayat...

İnişleri var, çıkışları var...
Çıkışlarda sorgusuz sualsiz, tadını çıkararak, bayılarak, tüm güzellikleri hak ettiğimize inanarak yaşıyoruz...
İnişlerde ise en isyankar halimizle didik didik sorguya çekiyoruz onu... O soğuk ve sevimsiz sorgu ışığını gözünün içine tutup "ne hakla bana bunu yaşatırsın?" diyoruz...
Oysa bizimle bir derdi yok onun..
Hayatın ta kendisi bu inişler ve çıkışlar...En doğal haliyle karşımızda...
Onu bu en doğal haliyle kabul edip, elimizden gelenin en iyisini yaparak yaşadığımızda anlamlıyız.

Ben bir süredir hayatın çıkışlarındayım...
Sağlıklı ve mutlu olduğum, sevdiğim ve sevildiğim sürece zaten hayat bana güzel..
"2012'yi çok sevdim, tadını çıkarıyorum, her şey harika gidiyor..." diyordum dün öğlene kadar.
Ve Pazartesi akşamından itibaren yine aynı şeyleri diyeceğimi biliyorum. 
Hayat, bize bir güzellik yapıp çok geç olmadan bize bir erken uyarı sinyali gönderdi.
Bize de ona bu uyarısından dolayı teşekkür etmek düşüyor.

Yine de hayatın bize mini bir sorgulama molası yaşattığı bir süreçten geçiyoruz ailece.
İyi günde olduğu gibi kötü günde de birlikte olarak...
Mutluluğu, mutsuzluğu, paniği, korkuyu, şoku, hastalığı, sağlığı paylaşarak.

Yani..
Yeni geldim, ama yine gidiyorum. 
Babamın vücuduna geçici bir süreliğine yerleşmiş olan küçük davetsiz misafiri kovma timinin bir parçası olarak...
Onu yerleştiği yerinden sonsuza dek kovup, geleceğiz.
Bir dahaki buluşmalar yine kutlama buluşmaları olacak.
Yine rakı kadehleri kalkacak, yine mangallar yanacak, yine kahkahalarımız çınlayacak.
Yani çıkışlara az kaldı..
Şimdi birkaç basamak inme zamanı.
Sadece birkaç basamak...
Birlikte, birbirimize tutunarak..


Not: Tekrar görüşünceye dek hoşça kalın. Ve olumlu her türlü enerjiye, düşünceye, duaya, dileğe, niyete açık olduğumuzu bilin, olur mu?   








Yatay Kulem :)

Gördüm ki Euphoric bir dalga başlatmış, Leylak Dalı da kendisine katılmış. Eksik kalmayayım ben de kendi yatay kulemi paylaşayım dedim. :) İşte benim okunmayı bekleyen kitaplar rafımda duranlar:


Her zamanki gibi Hansel ile Gretel de onların bekçiliğini yapıyorlar. Bu yatay kule dışında Aralık ayındaki İdefix Sanal Kitap Fuarı'nda alınmayı bekleyen bir de sanal kulem var. Belki bir ara onları da paylaşırım. Ama şimdi sırada gezi notları var.  

Umarım herkes hoş gelmiştir. Eğer hepimiz hazırsak, Budapeşte notlarımı yazmaya başlıyorum. Benden ayrılmayın.

Deneyimin Ötesi

Dün sürekli bulunduğu ortamdan şikayet etmek yerine hayatındaki hoşlanmadığı şeyleri değiştirmek adına cesur bir adım atan bir arkadaşımla buluştum. İso'cum hep bankadan ayrıldıktan sonra yüzümün ifadesinin değiştiğini söylerdi bana, Pelin'de de aynı olumlu değişikliği gördüğüme çok sevindim. Uzun süredir görüşmemiş olduğumuz için başta bu güzel değişim süreci olmak üzere birçok şey konuştuk. Birbirimizi güncelleme mekanı olarak da Kanyon'daki House Cafe'yi seçtik. Öğlen kalabalığında bile House Cafe'nin servis hızı ve çalışanların güler yüzlülüğü benden tam not aldı. Gerçi bir pipetimiz unutuldu ve iki üç denemeden sonra peşine düşmekten vazgeçtik ama olsun. Bir de orası açık hava kategorisinde olduğu için sigara içilebiliyor. Sigaraya bir şey demiyorum da yanımızdaki masada içilen iki purodan dolayı bir an Pelin'le birbirimizi göremez olduk diyebilirim! Sonunda çareyi masa değiştirmekte ve çay&kahvemizi puroculardan uzak bir köşede içmekte bulduk. 

Saat 3 gibi Pelin'den ayrıldıktan sonra metroyla Beyoğlu'na attım kendimi. Pera Müzesi'nde yeni açılan ve 30 Eylül'e kadar devam edecek olan Deneyimin Ötesi sergisini görmek istiyordum. Yaz sezonunda kültür-sanat etkinliklerine verilen doğal ara sonucunda sergi gezmeyi ve tiyatroları ne kadar özlediğimi fark ediyorum bu aralar. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin çalışmalarının sergilendiği Deneyimin Ötesi'nde resim, heykel, seramik, yerleştirme, sahne tasarımı, grafik tasarım, fotoğraf ve sinema dalında eserler sergileniyor.  

En üstteki üç kat sergiye ayrılmış. Beşinci kattan gezmeye başlarsanız karşınıza ilk olarak halının üstüne bağdaş kurarak oturmuş size bakan turuncu bluzlu ve kot şortlu kızla karşılaşacaksınız. Gül İclal Öner'in Öfori (yoğun mutluluk hali) adlı çalışması bu. Aşağıdaki kolajda  öforik kızımızı görüyorsunuz. Hemen arkasındaki otoportreler ve kolajlar da çok güzeldi bu arada. Kolajın sol üst köşesindeki çalışmanın adı El. 11 adet dijital baskının yer aldığı eser Kıvılcım Güngörün'e ait. Sağ altta Sinem Değer'in Masa ve Sandalye'si bulunuyor. Sol altta  yerde duran kırılan kalemlerden oluşan çalışmanın adı ise İnfaz ve Onur Fındık'a ait. Ortadaki minyatür maket çalışmasına da bayıldım.   


Sergide çok beğendiğim tablolar da oldu. Özellikle Osman Kerkütlü'nün kadın portresiyle Şafak Gürboğa'nın erkek profili tablolarına bayıldım. Tuval üzerine yağlı boya olarak yapılmış bu çalışmalar neredeyse fotoğraf gerçekliğindeydi. Hayran kaldım. Sağ alttaki kadın resmi ise PVC üzerine karışık teknik ile Candan Öztürk tarafından yapılmış. Üstte soldaki doğa tabloları Ayşegül Karakaş'a, sağdaki Yangın tablosu ise Onur Baycan'a ait ve hepsi de yağlı boya.   


Aşağıda ise ağırlıklı olarak tekstil ve moda tasarımı çalışmalarını görüyorsunuz. Favorim sol üstteki Victorian Romance adlı pirinç üzerine altın kaplamadan yapılmış takı tasarımı oldu. Yanındaki "Tanrı Kraliçe'yi Korusun" yüzüğüyle birlikte bu iki takıyı tasarlayan isim Senem Pelin Akdaş. Onun altındaki siyah dantel ve titanyum dikişle yapılan ve gümüş-titanyum sıkıştırma bölümü olan eldivenler, yani Beddua çalışması Müjgan Emre Eroğlu'na ait. Alttaki ekranda Fatih Çevik'in MTV için hazırladığı jenerik çalışması dönüyor. 


Bunlar dışında seramikler, CD ve dergi kapak tasarımları, tişört baskıları, fotoğraf çalışmaları ve daha pek çok çalışmaya yer verilen Deneyimin Ötesi kesinlikle görülmeye değer. Kuruluşundan bu yana her yıl yaz aylarında salonlarını genç sanatçılara ve sanat eğitimi veren kurumlara ayıran Pera Müzesi, bu yıl da İzmir’den Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni ağırlayarak yine harika bir iş yapmış. Hem Pera Müzesi'ne hem de bu genç sanatçılara teşekkürlerimi gönderiyorum. 

Yarın hepimiz için minik bir tatil başlıyor biliyorsunuz. Önümüzdeki dört günün tadını çıkarın, Çarşamba günü tekrar buluşalım, olur mu? :) Herkese şimdiden iyi bayramlar ve iyi tatiller!






Ankara Günleri

Geçtiğimiz hafta Ankara'da olduğumu söylemiştim. Hala olmanın dışında neler yaptın diye soranlara fazla bir şey yapamadığımı söyleyebilirim. Ama yine de doğumdan önceki gün İso'cumla birlikte Tunalı'da bir tur atmayı ihmal etmedik. İso'cumun Hoşdere üzerindeki evinden çıkıp, yürüyerek Kuğulu Park'a kadar indik. Yıllardır görmediğim kuğuları ve ördek sürüsünü izledik. 


Sonra Karum'a bir bakalım dedik. Karum'un her geçen gün daha da boş ve keyifsiz bir yer haline dönüştüğünü gördük üzülerek. Çıkıp Tunalı'da yürümeden önce Ceviz Cafe'de bir Türk kahvesi molası verdik. Hem Pazar günü hem de yaz mevsimi olduğundan dolayı Tunalı da pek kalabalık değildi. O zaman biz de oturup akşamki Aspava buluşmasına kadar biraz Tunus Caddesi'ndeki New Castle'da zaman geçirelim dedik. Tabi Guinness'lerimiz eşliğinde.. Sonra da Küçükesat'ın en sonundaki Aspava'lardan birinde ailelerle buluşup bir Ankara klasiğini daha yerine getirmiş olduk. :)


Pazartesi ve Salı günü hayırlı bir iş için TOBB ETÜ Hastanesi'nde toplandık ve Duru'yu karşıladık. Pazartesi akşamı İso'cum İstanbul'a vardığında ben de onun gençlik yıllarındaki odasına yerleşmeye hazırlanıyordum. (O odada 13 yıl öncesinden kalma çok komik bir anımız var, hatırlatın da bir ara anlatayım olur mu?) Orada geçirdiğimiz iki gün içinde yemek molası için Armada'ya kaçtığımız oldu. Armada'nın yemek alanına bayılmadım ama bana BMW kazandıracağını bildiğim için bir şey demeden sessizce yemeğimi yiyip hastaneye döndüm. :)

İso'nun döndüğü günden itibaren de gelin olarak evdeki krallığımı ilan ettim. :) Her sabah kayınvalidemin hazırladığı Pazar kahvaltısı tadında kahvaltılarla güne başlayıp, üstüne köpüklü Türk kahvelerimizle Ankara'nın serin havasında balkonda sohbet ederek devam ettik. Kahvaltıda her gün kokusuyla beni benden alan taze kekikli özel Ayaş domatesi ve közlenmiş biberin eksikliğini hissediyorum bu hafta burada (gelir gelmez köz tavası aldım ama kendime yapmaya üşeniyorum işte, ancak hafta sonu kahvaltısında yapabilirim bunları). Bir de kayınpederim nereden bulup getiriyorsa o harika şeftalileri özlüyorum burada. Her gün öğleden sonra bir porsiyon tatlı niyetine o şeftaliyi yiyeceğim saati bekliyordum diyebilirim.:) Sonrasında yaprak sarmaları, güllaçlar, ev yapımı poğaçalar, reçeller falan derken hem şımardım hem de çaktırmadan besiye çekildim. Rengim koyu olduğu için herkes zayıfladığımı sanıyor galiba, yok öyle bir şey, göz yanılsaması o.. :)

Kayınpederimin maç izleyeceği bir akşam da kız kıza bir gece yapalım dedik. Zeynep, iş çıkışı beni Didolar'dan ve kayınvalidemi de evden alarak bizi Panora'ya götürdü. O, giyim mağazalarında dolaşırken biz de Mudo Concept'te kendimizi kaybettik. O sırada birlikte bir ayna fotoğrafı çekmeyi de ihmal etmedik tabi. Biraz mağaza turundan sonra mojito'suyla ünlü Branca'ya oturduk. Serin bir Ankara gecesinde mojito, şarap, çay ve atıştırmalıklarımız eşliğinde bol bol kulak çınlattık.


Branca'nın ortamını ve servisini çok beğendim. Alışveriş merkezinin içinde olmasına rağmen aslında dışında olan, terasının ve içerisinin ambiyansı keyifli, yiyecek ve içecekleri lezzetli, güler yüzlü ve hızlı servisi ile çok başarılı bir yer. Denemek isteyenler buradan detaylı bilgi alabilirler. 

Son gün sabahtan bir kez daha Tunalı'ya inebildik ve bu kez kahve molamızı Elizinn'de verdik. Ben Türk kahvesi, kayınvalidem ise cafe latte söyledi. Hatırlatmalarımıza rağmen 40 dakikada gelen kahvelerimizin ikisinin birden fotoğrafını çekemedim çünkü benimki hiçbir şeye benzemiyordu! Yeri ve tatlıları harika olan Elizinn'in notunu servis hızı ve kalitesinden dolayı  bu sefer kırıyorum. En fazla bir şans daha veririm kendisine, o da eski günlerin hatırına... Ama ben o gün çok mutluydum, çünkü Yargıcı'nın yüzde 70 indiriminden harika bir ganimet düşürmüştüm, o yüzden Elizinn'in uyduruk kahvesi benim keyfimi kaçırmazdı! :)

Bu küçük keyif kaçamakları, gece yapılan balkon sohbetleri, sabah kahvesi dedikoduları, kayınpederle günlük bilgisayar dersleri (yeni laptop'a alışmaca :) ), her yerinden anılar, tanıdık sesler, kokular, hisler fışkıran -ama zaman geçtikçe de giderek yabancılaşan- bu şehirde -kulağımda genelde bu müzikle- daldığım nostalji molaları dışında Ankara günleri Duru'nun pembe dünyasıyla dopdolu geçti.


Uzun bir aradan sonra bu Ankara buluşması çok iyi geldi hepimize. Bakalım bir sonraki ne zaman olacak? Bir dahaki sefer için aklımda planlar var bu arada. Hem görüşmek istediğim kişiler var hem de Ankara'yı biraz turist gibi gezerek Kale'ye, müzelerine, Anıtkabir'e, ODTÜ'ye ve şimdi aklıma gelmeyen ama uzun süredir görmediğim pek çok yere yeniden uğramak istiyorum. Sonra methini çok duyduğum Çukurambar'daki Teppanyaki'yi denemek istiyorum.Tüm bunlar için de kar kış gelmeden, en geç Ekim sonuna kadar bir kez daha Ankara yapmak şart oluyor sanırım.

Minik notlar: 

1) Ankara'nın hiç sevmediğim kuru havası yazın pek güzel geldi. Evet, bir hafta krem dolu bir varilde yaşasam ancak kendime gelebilecek kadar kurudum ama İstanbul'un nefes alamadığımız nemli havasından sonra gerçekten iyi geldi.

2) İ. Melih'in çalışkan (!) işçilerinin sabahın 7.30'unda başladıkları Hoşdere'deki yol çalışması nedeniyle sabahları her zamankinden çok daha tatlı uyanıyordum!

3) Uzun aralardan sonra aile, akrabalar, büyük sofralarda hep birlikte yenen yemekler, hepsi iyi hoş ama İstanbul'daki iki kişilik kocaman dünyamı da pek özlemişim çaktırmadan. Ee, tekrar hoş geldim o zaman..:)





Aşk...



Bir varmış bir yokmuş..
Bundan tam 13 yıl önceymiş..
Kısacık bir süredir birbirlerini tanıyan üniversite son sınıftaki bir genç kız ile MBA son sınıfta okuyan bir delikanlı ilk kez buluşmaya karar vermişler..
Kızın evine çok yakın, bahçe içinde, sessiz, sakin, huzurlu bir mekan olan Sera'ya gitmişler.
Bir iki kadeh bir şeyler içip sohbet etmişler.
Kızın birlikte yaşadığı kardeşi şehir dışındaymış. Zaten kız da ertesi günü yolcuymuş. Kısa bir tatil için ailesinin yanına gidiyormuş.
Ama yine de delikanlı onu evine bırakırken bu geceyi kısa kesmek istememiş. Onu Hatır Sokak'taki evine kahve içmeye davet etmiş.
Kahvelerini içerken uzun uzun sohbet etmişler.
Ama bir kere içleri kıpır kıpır olmuş artık... Bu güzel sohbet bu geceyle sınırlı kalsın istememişler.
Bir dahaki buluşmayı iple çekmeye başlamışlar.
Sonra bir dahakini, sonra sıradakini...
O zamandan beri de bir daha hiç ayrılmamışlar.
Sayısız deneyime imza atmışlar birlikte. Sayısız buluşmaya, sohbete, heyecana, kavgaya, kahkahaya.. Önce sevgili olmuşlar, sonra dost olmuşlar, yıllar sonra da ikisini bir araya getirerek evlenmiş ve iki kişilik dev kadrolarını kurmuşlar. O ilk buluştukları 26 Mart 1999 gününü de evlendikleri 14 Ağustos 2004 tarihini de hep yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle hatırlamışlar.

Yani sevgili okurlar, biz ermişiz muradımıza, siz de çıkabilirsiniz kerevetine. :)

Hoş Geldin Durucuk! :)

Hani bu yazıda bahsetmiştim size hala oluyorum diye, hatırlıyor musunuz? İşte 6 Ağustos'ta hala oldum ben (tabi İso'cum da enişte olup İstanbul'a döndü aynı gün). Dido ve Ongun'un güzel kızları -yani yeğenim :)- Duru dünyaya geldi ve tüm aileyi şenlendirdi. Geçen hafta boyunca Ankara'da mis gibi bebek kokusu dolu günler geçirdim. Hayatımda ilk kez bu kadar minik bir canlıyı kucağıma aldım, hatta almakla kalmayıp saatlerce minnak tepkiler vererek ve sesler  çıkararak kucağımda uyumasını seyrettim. Korunaklı ortamından çıkan küçüğün yeni dünyasına alışmasına tanıklık ettim.   Annesinin ve babasının şaşkınlık ve hayranlık dolu heyecanlarını paylaşmaya çalıştım. Ve bu hafta sonu da taze hala kimliğimle evime döndüm. 


Bu arada uzun zamandır aktive etmediğim gelin kimliğimi de bol bol kullanmış oldum geçen hafta boyunca.:) Başka bir yazıda ondan da bahsedeceğim. Ama artık İsosunun sevgilisi kimliğime bürünme zamanı. Sanırım en sevdiğim kimliğim bu ve ne yalan söyleyeyim özlemişim...

Ne diyelim, hoş geldim...Aman dikkat edin her an yeniden uçup gidebilirim! :)

İyi haftalar...




Ramazan'da Bir Çocuğumuzu da SEN Güldürmek İster misin?


LÖSEV, Türkiye genelinde yaklaşık olarak 11.500 lösemili aileye mutluluk kolileri dağıtıyor.


Vakıf, zorlu tedavi sürecinden geçen lösemili ve kanserli çocukların moral kazanmaları için Türkiye’nin dört bir yanında Ramazan’da iftar yemekleri de düzenleyerek yüzlerce aileye ulaşıyor. Eğer sen de bir koli mutluluk armağan etmek istersen farklı paketlerdeki yardım seçeneklerinden en uygununu seçip bu kutsal ayda desteğini gösterebilirsin.

   

Detaylı bilgi için www.losev.org.tr sitesi veya www.facebook.com/losev0660 Lösev Facebook sayfasını ziyaret edebilirsin. Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile paylaşımlarınla destekleyebilirsin.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

Paula & Günlerin Getirdiği

Tatil kitaplarım aşağıda duruyor. Bu kez Isabel Allende'nin genç yaşta porfiri hastalığı nedeniyle ölen kızının öyküsünü anlattığı Paula ve genel olarak ailesiyle ve kendi yaşamıyla ilgili yazdığı Günlerin Getirdiği romanlarını okudum. Büyükannesi ve büyükbabasının öyküsünü anlatan Ruhlar Evi'ni de izlemiştim. Dolayısıyla artık Isabel Allende'nin dedesinden torununa, eski gelininin şimdiki lezbiyen ilişkisinden, ölen kızının kocasının yeni doğan ikizlerine, şimdiki kocasının kaybolan uyuşturucu bağımlısı kızına kadar ailesinin her üyesini kendi ailemden daha iyi tanır kıvama geldim bu iki kitapla birlikte. 

Paula'yı beğendim, ama Günlerin Getirdiği'nden aynı tadı alabildiğimi söyleyemem. Aile zaten ilginç ve anlatım dili güzel ama galiba yazarı daha iyi tanıdıkça onun kişiliğinin bazı yönlerine gıcık olmuş olabilirim. Müdahaleci babaanne halleri, oğlunun yeni eşiyle ilişkisini bozmak pahasına eski eşiyle görüşmeye devam etmesi, kendine güvensiz halleri, bazı yerlerde bencilliğini fazlaca ortaya dökmesi, vs. Buna doğallık, samimi itiraflar da diyebiliriz, ama bunların "kontrollü" olanı aynı etkiyi yaratmıyor bana göre. Sanırım Nermin Bezmen'den soğuduğum aynı nedenden dolayı biraz soğudum kendisinden. Geçer, panik yok, ama bundan sonra kişisel yaşam öykülerini okurken iki defa düşünmeliyim. (Kendim de blogda çok fazla kişisel yazı yazmamalıyım. Yoksa artık çok mu geç? :) )

Neyse. Paula ile başlayalım. Gerçekten çok acı bir hikaye ve zorlu bir süreç (yaklaşık bir yıl bitkisel hayatta kalan kızı) yazarın yaşadığı. 28 yaşında, özgür ve yardımsever bir ruh olan evli kızı Paula'nın basit bir soğuk algınlığı ile başlayan hastalığının ne aşamalara geldiğini anlatıyor. Kızının yanındaki yatakta yatan bir hasta yakınının dediği gibi: "koma hali rüyasız bir uyku, insan hayatında gizemli bir parantez." Ve ne yazık ki bu kez parantezden sonra hikaye devam etmiyor. Hastanede kızının başında beklerken terapi niyetine yazmaya başladığı notlar, daha sonra bir kitap haline getirilmiş. O süreç boyunca yazarın hissettikleri, yaşananlar, Paula'nın kocasının çektiği acı, bir yandan iyi niyetli çabalar öte yandan özensizlikler, ihmaller, her şey çok güzel anlatılmış. Okumanızı öneririm.  


Zaman zaman Paula'ya seslenerek yazdığı Günlerin Getirdiği sayesinde tanıdığım aile üyeleri arasında en sevdiğim karakterlerden biri Ramon Amca oldu. Yazarın annesinin ikinci eşi, yani üvey babası (ama hemen hemen hiç tanımadığı öz babasından çok daha sevgi dolu ve ilgili bir baba). Isabel Allende bir yerde şöyle demiş:

"Ramon Amcam bana hayat için en yararlı donanımı vermiştir: iyi olanı hatırlamak için seçici bir bellek, şimdiki zamanı mahvetmemek için mantıklı bir ihtiyat ve geleceğe bakabilmek için etrafa meydan okuyan bir iyimserlik." (Bu açıdan Ramon Amca'yı biraz İso'cuma benzetmedim desem yalan olur. Hımm, uzun zamandır telefondaki ismini değiştirmemiştim İso'cumun, bir süre Ramon mu yapsam acaba? :))

Yazar, kitabın bir yerinde yazı yazmanın hokkabazlık gibi bir şey olduğunu söyleyerek şapkanın içinden tavşanlar çıkarmak yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapmak gerekir diyor. O anlamda başarılı bir hokkabaz olduğunu söyleyebilirim. Çünkü kitapları zevkle okunuyor, karakterleri harika tanıtıyor (o kadar ki ailedeki karakterlerin hepsini yolda görsem tanıyabilir, onlara beğenecekleri bir hediye falan seçebilirim), hikayesi de genellikle ilgi çekici oluyor. 

Yazarın kitaplarının en sevdiğim yanlarından biri de Şili'deki siyasi düzen, din ve ahlak kurallarının toplum üzerinde kullanılış biçimi ve sosyal yaşam hakkında verdiği bilgiler. Örneğin, anaerkillik safsatası! Yazara göre kadınlar "...sadece evlerinin dört duvarı arasında söz sahibidirler. Erkekler ise siyasal ve ekonomik iktidarı, kültürü ve görenekleri denetim altında tutarlar, yasaları yapıp onları gönlünce uygularlar; toplumsal baskılar ve yasal kurgu, fazla ileri giden kadınları yola getirmeye yetmediğinde de, yadsınamaz ataerkillik damgasını taşıyan din girer işin içine. Bu durumun bağışlanamaz bir yanı da, girişken oğullarla uysal kızlar yetiştirerek bu sistemi sürdürüp güçlendirme işini bizzat anaların üstlenmiş olmasıdır. Oysa bu işi başka türlü yapmak üzere aralarında anlaşabilmiş olsalardı, bir kuşak yetişecek sürede maçoluğun kökünü kazıyabilirlerdi." Fazla yabancısı değiliz bu sistemin değil mi? Son iki cümleye de o kadar katılıyorum ki, her zaman kadınların izin verdiğini düşünmüşümdür bu düzenin böyle sürmesine.  

Günümüzdeki din anlayışı ile ilgili de bir alıntı yapayım:

"...insanlar Tanrı'yı alıp kaçırdılar. Yüzyıllar boyunca nasıl olup da ayakta kalabildiklerini ve hâlâ da nasıl yayıldıklarını anlayamadığım saçma sapan birtakım dinler yarattılar. Amansız dinler bunlar, sevgiyi, adaleti ve hayırseverliği telkin ediyorlar, ama bunları kabul ettirebilmek için şiddete başvuruyorlar. Bu dinlerin en önde gelen kişileri, insanları yargılıyor, cezalandırıyor, neşenin, zevkin, merak duygusunun ve hayal gücünün karşısında kaşlarını çatıyorlar. Benim kuşağımdan pek çok kadın kendimize uyan bir maneviyat yaratmak zorunda kaldık, çünkü ataerkil tanrılar bize göre değil: onlar erkeklerin isteklerinin ve günahlarının kefaretini bize ödetiyorlar."

Sırf bu düşüncelerini dile getirmesinden dolayı bile bence kocaman bir "eline sağlık"ı hak ediyor Isabel Allende. Bu arada az önce öğrendim ki bugün de kendisinin doğum günüymüş. İyi ki doğmuş ve nice yaşlara..:) Henüz tanışmadıysanız kitapları arasında hâlâ en favorilerimden biri olan Aşktan ve Gölgeden ile ilk adımı atmanızı öneririm.

Haftaya yine buralarda değilim. Hayırlı bir iş için Ankara'da olacağım. Beni özleyin olur mu? :)
İyi hafta sonları..

Kaş'ta Ne Yedik Ne İçtik

Kaş'ta kaldığımız 8 gece boyunca üç akşam yemeğini otel dışında yedik. İkisini de aynı yerde. Geçen sene sadece lokmasını yediğimiz "Mama's Kitchen" Bi Lokma'nın bu kez yemeklerini de deneme fırsatımız oldu. İlk olarak İso'cumla birlikte meşhur yaprak sarmasını yeme hayalleriyle gittik. Ama o akşam çok sıcak bir akşamdı ve önden gelen kocaman meze tabağı ve zeytinyağlı karides güveç dışında bir şey yiyecek halimiz kalmadı. Meze tabağı çok başarılıydı, karides güvece ise İso'cum bayıldı ama ben her zaman tereyağlı olanını tercih ederim. "Tüh ya, yine deneyemedik yaprak sarmasını, mantısını derken" hafta sonu kaçamağı için son anda Kaş'a gelmeye karar veren Umay&Ata ikilisi sayesinde Cuma akşamı tekrar aynı yere geldik. Bu kez daha deneyimli olduğumuz için doğrudan bir mantı bir de yaprak sarması söyledik ve afiyetle yedik. Yaprak sarması çok lezzetliydi, mantı da güzeldi ama hayatımın mantısı falan diyemeyeceğim (hayatımın mantısı neyse artık? :)). Yaprak sarmasının da anne usulü servis edilmesinin daha iştah açıcı olduğuna oy birliğiyle karar verdik. Hani böyle tek tek tabağa sıralanmış değil de tepeleme doldurulmuş halde. Oy birliğiyle karar verdiğimiz bir diğer konu da yaprak sarmasının tokken bile yenebilecek bir yemek olduğu ve insanın kendini durdurmazsa bir  tencereyi rahatlıkla götürebileceği oldu! :) Bi Lokma'nın yemekleri, sahipleri, çalışanları ve hizmeti çok başarılı. Sıcacık ve şirin bir mekan. Kaş'ta mutlaka denenmesi gerekenlerden. Buradan daha fazla fotoğrafa ve iletişim bilgilerine ulaşabilirsiniz. 


Hazır böyle keyifli bir dörtlü olarak toplanmışken o akşama yemekten sonra da devam ettik. Esebileceğini düşünerek hemen Bi Lokma'nın karşısındaki Deja Vu'ya geçtik. Orada da sohbet ve liman manzarası eşliğinde biraz oturduktan sonra otellere dağıldık. Kaş'ta yemek için değil de içmek için tercih ettiğimiz diğer bir mekan da rengarenk tahta sandalyeleri ve kaldırıma taşan tıklım tıklım kalabalığıyla Mavi (bir Kaş klasiği) oldu. Oraya da hem İso'cumla baş başa hem de Serdar&Mine ikilisiyle Üzüm Kızı buluşması sonrasında olmak üzere iki kez uğrayabildik. (Bu arada aklıma gelmişken insan profili açısından Kaş'a Cihangir'in Antalya şubesi diyebiliriz sanki. Cumartesi akşamı Mavi'deki tiyatrocuları bir araya getirsek çok sıkı bir dizi kadrosu oluşturulurdu gibi geldi bana.:)) Bu gidişte bir kez de Mavi'nin üstünde ışıklı tabelası görünen Queen Bar'a uğrayıp bir caipirinha  denemesi yaptık ama pek başarılı bir deneme olduğunu söyleyemeyeceğim. 


Meyhane olarak geçen seneden beri hayalleriyle yaşadığımız Üzüm Kızı'na gittik son gecemizde. Bu kez Serdar&Mine ikilisiyle birlikte kurulduk masamıza. Geçen sene 25 Temmuz'da gitmişiz, bu sene de 28'inde oradaydık. Umay&Ata ikilisi de son gün arayıp iki kişilik yer bulabilmişlerdi, dolayısıyla o gece onları kısacık da olsa bir kez daha görmüş olduk. Mezeler, ambiyans, sohbet yine çok keyifliydi ama bu kez bir şeyler -bi tık- eksik gibiydi. Mezelerde ve özellikle topikte o geçen seferki damağımızda kalan tadı bulamadık gibi. En son gelen deniz ürünleri kokoreçlerin de sunumu yine çok güzeldi ama bir bölümü tabakta kaldı. Bu durumu Şake Hanım'ı ortalarda görememiş olmama bağladım içten içe. Acaba onun elinin lezzeti değmemiş olabilir miydi bu kez yediğimiz mezelere? Ne olursa olsun Üzüm Kızı da bizim için bir yaz ritüeli olmaya devam edecek gibi görünüyor. Başımızın üstünde rengarenk kabaklar, deniz kabukları, masamızda harika lezzetler, dostlar ve bir büyük Yeni, kulağımızda Zeki Müren şarkıları olan bir yer bize göre ancak mini bir cennet simülasyonu olabilir.:)  Bu arada minik bir not: Kaş'taki Üzüm Kızı'nın başka bir yerde şubesi yok. İstanbul'daki Üzüm Kızı ile ilgili olumsuz yorumlar çok fazla olduğu için hatırlatmak istedim. Bu ikisi apayrı mekanlar ve İstanbul'dakini bilmem ama Kaş'taki -artık popüler mekanlar arasında olmasına rağmen- halen çok keyifli ve özellikli bir yer.


Ama Mine'nin kaldıkları pansiyon sahibinden öğrendiği ve bir daha ki sefer denenmek üzere düşülen bir not var aklımda: Limanağzı'nda Kordon Balık. Bir de Bahçe Balık gözüme hep çekici geliyor ama henüz denenmedi. Meydandaki Maraş dondurmacılarından en Maraş dondurmasına benzeyen bir tanesi test edildi, ama eh işte, çok da onaylanmadı. Yani daha çook çalışmam lazım çooook!! :)


Tatilde olanlara son not: Tadını çıkarın, çok çabuk bitiyor!