Hoş Gel 2014


2013'e veda ederken düşünüyorum da birçoklarının aksine ben 2013'ü sevmişim. Kendi adıma yeni yıldan değil hayattan en çok istediğim şey kendimin ve sevdiklerimin sağlıklı olması ve ağız tadıyla yapılan bol bol seyahattir. 2013 sağlık anlamında bizleri çok üzmediği gibi seyahat anlamında ise adeta patlama yaptırdı. Çoğu birkaç hafta, hatta gün önce planlanan birbirinden güzel kısa ve uzun seyahatler ve yaz tatilleri yaşadık İso'cumla.  Hele kapanış adeta bir rüyaydı (bitmesin diye yazmayı geciktirip uzattıkça da uzatabilirim, haberiniz olsun.:) )! 

Ülkemde yaşananlarla ilgili de mutsuz falan değilim. Elbette inandıkları adil ve demokratik düzeni savunurken canlarından, gözlerinden, bir sürü beyinsel yeteneğinden olan, işkence gören, suçsuz yere gözaltına alınarak tacize uğrayan canlar için içimiz yandı. Ama ses çıkarmanın, yıllardan sonra kıpırdanmış olmanın, sömürü ve ben yaptım oldu düzenine yeter demenin hazzını, heyecanını ve içimizde yarattığı umudu nasıl unuturuz. En basitinden doğa böyle düşünenlere minnettar, Gezi Parkı'ndaki ağaçlar böyle düşünenler sayesinde hâlâ ayaktalar. Ve doğa ile el ele ve onun düzeniyle uyum içinde olmak paha biçilemez. Ben 2014'te de doğanın  o muhteşem düzenine inanmaya ve ondan dersler çıkarmaya devam edeceğim. 

Son dönemde yaşananlar da yine verecek hesabı olanlarla ilgili gelişmeler. Doğayla, insanlıkla, ahlakla, dinle imanla, adaletle ilgisi olmadan müthiş bir çıkar düzeni kurarak şimdiye kadar çarklarını döndürmüş, birbirlerini desteklemiş grupların birbirlerine köstek olduklarında neler olacağını.bekleyip göreceğiz. Bu kadar büyük bir yozlaşma döneminin çalkantısız olması düşünülemez zaten. Yani 2014 güllük gülistanlık falan geçmeyecek ülkemiz için. Orası açıkça görünüyor. Ama geçirdiğimiz zorlu süreçlerin sonrasında aklın, mantığın, sağduyunun hakim olduğu, insana verilen değer, saygı ve adalet duygusunun, hoşgörünün yüksek olduğu bir düzen kurulmasını can-ı gönülden diliyorum. 

Ee bizde böyle, memleket meselelerine girince çıkılmıyor değil mi? Neyse, bu bir kutlama yazısıydı, o yüzden bir an önce kendimizle ilgili dileklerimizi dileyip bu konulardan çıkalım. 

2014'ten kendi adıma yine sağlık (ruhen ve fiziken) ve mutlu seyahatler, heyecan verici deneyimler, ruhumu zenginleştirecek etkinlikler diliyorum. Ayakkabı kutuları dolusu olmasa da olur (:P), ama bol kazanca asla hayır demem. Aklı fikri olana bol para iyidir; istediğin şeyleri yapmana, istemediğin şeyleri yapmamana olanak tanır. O da gelsin o yüzden, hatta aksın (derken yine MP bileti almadığımızı fark ettim)..:) Önümüze güzel işler, keyifli projeler, bayılacağımız sürprizler çıksın. Maddi ve manevi anlamda bolluk ve bereket dolu, harika bir yıl olsun 2014. Sevdiklerimiz için de aynısı olsun ki mutluluğumuz kesintiye uğramasın.

İşte böyle.. Teşekkürler 2013 ve haydi, hoş gel 2014! :)   

Hoop Kaçtım Ben! :)

Bir süre buralarda görünmeyebilirim. Yılın son macerası için hazırım ve çoook heyecanlıyım! Fırsat buldukça Instagram ve Twitter hesaplarımdan paylaşımlar yapabilirim. Ama asıl dönünce anlatabileceğim bir sürü güzel deneyim yaşamayı, keyifli anılar arşivimi olabildiğince zenginleştirmeyi umut ediyorum. Bu seyahatle -ve aslında her seyahatle- ilgili tek dileğim sağlığımızın yerinde olması, Tanrı'nın yukarıda bir yerlerden yaptığımız planlara kıs kıs gülüyor olmaması ve Murphy'nin yanımıza uğramaması.:) İşin geri kalan keyif kısmını dostlarımızdan aldığımız hepsi birbirinden değerli tavsiyelerle hallederiz sanıyorum. Birbirimizi özleyelim olur mu? ;)

* Görsel buradan.

İki Film Üç Lezzet

Bayramda Balkanlar turunu yaptığımız sırada Sarajevo'yu gezerken rehberimizden duyarak not ettiğim In The Land Of Blood and Honey (Kan ve Bal Ülkesinde ya da bizde Türkçeleştirildiği adıyla Kan ve Aşk) filmini sonunda izledik. Angelina Jolie'nin yazıp yönettiği filmde Bosna'da Sırplarla Müslüman halk arasında yaşanan savaş sırasında yıllardır bir arada kardeşçe yaşayan grupların nasıl insanlıktan çıkarak düşman oldukları ya da düşman edildiklerini içiniz acıyarak izliyorsunuz. Film bir savaş ya da siyasi bir film değil. İşin bu kısmına eleştirel bir bakışla masum insanların yaşadıkları ruhsal ve fiziksel travmalara odaklanıyor. Ve bence bunu çok da içtenlikle yapabilmiş. Angelina Jolie de işin şov kısmında gibi gelmedi bana. Samimi bir şekilde ezilenin, masumun, zalimin zulmüne maruz kalanın tarafında olduğunu açıkça hissettirebilmiş bu filmde. Hikayedeki Sırp subay ile Bosnalı Müslüman kadının aşkı da savaş sırasında insanların kişiliğinin ne yönde değişebileceğini, aralarındaki sevgi ve güven ilişkisinin ne boyutlara gelebileceğini çarpıcı bir şekilde göstermeye yardımcı olmuş. Oyuncular çok başarılı. Savaşta yaşananlar çok etkileyici bir şekilde anlatılmış. Yaklaşık 4 yıl boyunca insanlık dışı bir vahşet yaşanırken tüm medeni dünyanın başını başka yöne çevirerek görmezden geldiği bu korkunç savaşı ve burada belki de en çok kadınların yaşadıklarını Angelina Jolie adeta herkesin gözüne sokmak istemiş. Çok da iyi yapmış. Sırf bunun için bile izlemeye değer. Ama bundan çok daha fazlasını bulacağınıza emin olun. Gerçekten çok güzel bir film, izlemenizi öneriyorum.


Sırada psikopat bir ikili var. Kendi çaplarında bir oyun oynuyorlar ama bu pek öyle dışarıdan bakıp da "ay ne güzel, çocuklar eğleniyorlar aralarında" diyemeyeceğiniz türden bir oyun! Haneke 97'de çektiği (ve izlemediğimiz) aynı isimli Avrupa filminin ardından 10 yıl sonra yine Ölümcül Oyunlar ile karşımıza çıkmak istemiş. Bu kez A.B.D versiyonuyla. Tatil için göl evlerine gelen mutlu ve varlıklı, tek çocuklu ve tek köpekli bir Amerikan ailesinin çok kibar bir şekilde yumurta istemek için evlerine gelen genç bir delikanlı sayesinde kendilerini şiddet ve psikopatlık dolu bir döngüde buldukları bir gerilim filmi bu. Ama Naomi Watts ve Tim Roth ikilisi bile filme bayılmamı sağlayamadı diyebilirim. Hatta Haneke işi olduğunu bilmesem hani şu uykun kaçınca TV'yi açtığında karşına çıkan türden bir korku filmine bile benzetebilirdim. Ama işin içinde Haneke varsa bir derdi de vardır bu filmi yaparken dedim ve buraya yazmadan biraz web'de araştırınca bu iki psikopatın aslında burjuvaziye saldırdıklarını öğrendim. Filmden bunu çıkaramamıştım, benim eksiğim olsa gerek. Yani zaman öldürmek için ortalama bir gerilim izleyeyim diyorsanız, izleyebilirsiniz. Onun dışında izlememek kayıp değil.

Gelelim lezzet önerilerine. Bizim evin sokağının sonunda uzun zamandır duyduğumuz minik bir İtalyan restoranını, pardon trattoria'sını deneme şansımız oldu geçtiğimiz haftalarda. Trattoria Serenzo'ya önce İso'cumla birlikte, sonra da baş köşeye Durukuş'u oturtarak maaile gittik. İki seferden de çok memnun kaldık. Henüz o meşhur iki kişilik deniz ürünleri tabağını deneyebilmiş değiliz ama onun dışında neredeyse her şeyi denemiş olmanın haklı gururuyla sizlere her çeşit makarna (özellikle deniz ürünlü harikaydı) ve risotto'yu gözü kapalı öneririm. Etler de çok lezzetliydi. Başlangıç olarak ise bruschetta, peynir tabağı ve dana dil alabilirsiniz (sayınıza ve keyfinize göre). Ve ne yaparsanız yapın tatlıya da mutlaka yer ayırın. Limonlu tiramisunun da hayranları olduğunu duydum ama bence klasik tiramisudan vazgeçmeyin derim. İtalyan şefin eli çok lezzetli, eşiyle birlikte işlettikleri bu minicik, sıcacık, gösterişsiz ama güzel restoran tam Avrupa sokaklarında rastlayacağınız türden ve sunum da güler yüzlü ve son derece ilgili Hasan Bey'in elinden olunca "gelsin bakalım bir şişe ev şarabı daha" diyeceğinizi garanti ediyorum. Bu arada biz de sayımız ve çıkardığımız gürültü bakımından İtalyan ailelerini aratmayarak konsepte uyum sağlamışız, değil mi? ;)


İkinci lezzet önerisi Özkanatçı Kardeşler. Sarıyer'de acılı ekmek ile servis ettikleri tavuk kanatların tadı anlatılmaz yaşanır. Bir hafta sonu sahil ya da orman yürüyüşü sonrasında kendinizi buraya atmanız ve bu lezzetin tadını çıkarmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Salaş ama temiz ve leziz bir durak. Servis hızlı. Tavuk kanatlarınızı cacık ve salata eşliğinde hüpletmelisiniz. İsterseniz bira da var. Mutlaka denemelisiniz. Tavuk meraklısı değilimdir, dışarıda da evde de pek tavuk yemem, ama burayı yazarken bile kokusunu duyuyorum ve ağzım sulanıyor.;)


Belgrad Ormanı yürüyüşlerimiz sırasında keşfettiğimiz diğer bir lezzet de Tarihi Bilice Börekçisi. Börekle hiç aram olmamasına rağmen ve hatta çoğu böreği çok yağlı ve ağır bulmama rağmen buranın üzümlü kıymalı ve patatesli böreğine bayıldım. Bir kere oturduğumuzda denediğimiz kahvaltılıkları ve menemeni de çok tazeydi. Ama oturmak için çok da harika bir ortamı olmadığını düşünüyorsanız evinizde yapacağınız kahvaltı ya da beş çayı için börek almaya uğrayabilirsiniz. Pişman olmayacaksınız. 

Ağız tadımız hep yerinde olsun e mi? :)

MSA'da #lezzetidogalliginda Ayfrost ile Neler Yaptık Neler :)

Geçtiğimiz hafta Salı sabahı saat 9.15'te yollara düştüm. Hem de yemek yapmak için! İso'cum sabah sabah içimde uyanan bu yemek aşkına çok şaşırmış olsa da (ki onu günün ilerleyen saatlerinde bir kez daha şaşırttım :) ) Dilara'dan asla hayır diyemeyeceğim bir teklif almıştım. MSA'da Ayfrost ürünleriyle tanışıp, yemekler yapacak ve sonra da onları afiyetle yiyecektik. Maslak'taki Beybi Giz Plaza'nın B Blok'unda yer alan MSA'yı çok duymuştum, ama ilk kez bir workshop'ına katıldım ve böyle sefa içinde yemek yapmaya bayıldım. Hatta hani diyorum ki kendimize pişireceğim yemekleri de gelip orada yapsam, önüme malzemeler, araç-gereçler hazır gelse, fırınım önceden ısıtılmış, yağlı kağıdım emrime amade uzatılmış olsa, bulaşıkları düşünmesem, bir de yemek yaparken bana şarap ikram etseler. Harika değil mi? Böyle olursa ben bile yemek yapmaya bayılabilirim.:) Neyse, ciddi olalım lütfen, önlüğümüzü de takalım, çünkü başlıyoruz ve daha dört çeşit yemek yapacağız! 


Önce tatlımızla başlayalım. Nefis bir vişne soslu limonlu cheesecake yapıyoruz söylemesi ayıp. Bisküvili tabanını ve iç harcını iki ayrı karton kalıba paylaştırıp fırına atıyoruz. En sonunda Ayfrost vişne ile üzerinin sosunu hazırlıyor ve hepsini ayrı ayrı paketleyerek evimize ağız tadı olarak getiriyoruz. :)


Cheesecake fırında yaklaşık 45-50 dk. pişiyor. Biz de o sırada Ayfrost barbunya ile zeytinyağlı barbunya ve Ayfrost karides ve kum midyesi ile de risotto'muzu pişiriyoruz. Barbunyaya ilave olarak sadece biraz salça ekliyoruz inanabiliyor musunuz? Geri kalan her şey aşağıda gördüğünüz üzere tertemiz ve taptaze paketlenmiş ve doğranmış şekilde hazır ve nazır bizleri bekliyor. Bayıldım ben bu işe.:)


Her şeyin kolayına alışmıştık ama risotto ile elbette biraz uğraşıyoruz. Ama olsun, bu benim ilk risotto yapma deneyimim (galiba Dilara'nın da öyleydi). O yüzden heyecan dorukta! Ve ah bu İtalyanlar! Her şeyleri lezzetli, her malzemeleri özel, her yemeklerinin kıvamını tutturmak bir iş. Yine de ilk deneme olarak hiç de fena bir iş çıkarmadık doğrusu (hatta bayıla bayıla da yedik hepsini, ama Hakan Şef'in risottosunu tadınca anladık ki bir tık daha sulu olabilirmiş bizimki). O sırada şarap ikramı da yapıldığı için keyfimiz bir kat daha artmış olabilir. ;)  


En son Ayfrost palamutları da doğranmış soğan-biber-domates karışımı ile birlikte iki yağlı kağıdın arasına yerleştirip fırına atarken öğlene kadar dört yemek pişirmiş olmanın haklı gururunu yaşıyorduk diyebilirim. Evet, annem olsa "tembele sor işin kolayını" diyebilirdi ama annelerimizin çağında yaşamadığımız gerçeğini de unutmamamız gerekir. Hele İstanbul'daki hızlı yaşama ayak uydururken yıprananlar için bu tarz ürünlerle yapılan pratik yemekler hayat kurtarabilir. Biz sizler için Ayfrost ürünlerini test ettik ve onayladık. Migros, Macro, Real, vs gibi büyük marketlerde bulabileceğiniz Ayfrost ürünlerini gönül rahatlığıyla kullanmanızı öneriyorum. Risotto ve cheesecake tarifleri için Dilara'nın yazısına göz atabilirsiniz. 


Sonrasında ne mi yaptık? Karnımız tok, akşam için tatlılarımız paketlenmiş, sertifikalarımız elimizde, Ayfrost hediyelerimiz çantamızda olduğuna göre geriye eksik olan tek şey kaldı: kahve ve biraz daha sohbet! Atlayıp taksiye doğruca Kanyon'daki The House Cafe'ye gidiyoruz. Hımm, sohbet sırasında elimde bir defter ve kalemin görüldüğü ve Dilara konuşurken notlar aldığım doğrudur. Ayrıca iyi insan olduğum da İso'cumun arkadaşıyla yaptığı sohbet sırasında adımın geçtiği an, tamamen tesadüfen yanlarında bitmemle kanıtlanmıştır. :) O gün de İso'cumun yıllardır görmediğimiz LA'de yaşayan kuzeni bizi rüyasında görmüştür. "Hayırdır inşallah"tır... Evet, evet, illa ki hayırdır.. :)

İyi haftalar hepinize..Ağzımızın tadı yerinde, keyfimiz bol olsun!

Pera Müzesi'nde İki Sergi Birden

26 Kasım'da açıldığını duyar duymaz koşup gittiğim asıl sergi, Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran'ın 1950-1962 yılları arasında sürdürdüğü kariyerine sığdırdığı yaklaşık 8000 negatif arasından seçilerek hazırlanan Zamansız Fotoğraflar sergisiydi. 


Hepsi birbirinden güzel onlarca siyah-beyaz fotoğrafın arasında kendimi kaybettim diyebilirim. Hatta keşke daha fazlası olsaydı diye düşündüm. İngiltere’de eğitim almış ve ünlü fotoğrafçı John Vickers’ın öğrencisi olmuş ülkenin en iyi kadın fotoğrafçılarından birinin evlenip de kariyerine son vermesi kulağa üzücü geliyor. Gerçi fotoğraf kadar büyük bir tutkusunun da eşi Özdemir Asaf olduğu söyleniyor. Yani dışarıdan bakana üzücü görünen bir şey, onun hayatını keyifle kaplayan ve diğer tutkusunu kendi isteğiyle geri plana attıran bir durumdu demek ki. Yine de keşke bırakmasaymış demeden edemiyorum. 


Aşağıdaki kolajda ilk sırada gördüğünüz köy yaşamına dair fotoğraflar ve kar fotoğraflarına bayıldım. Gerçek insanlar ve gerçek ortamları konu alan fotoğraflarının hepsi çok etkileyici. "Şairane olan her şey fotoğraf konusudur," diyen Yıldız Moran'ın hayatı şiir gibi gördüğü ve yaşadığı karelerinden de anlaşılıyor. 19 Ocak'a kadar bu güzel sergiyi mutlaka görmelisiniz. 


19 Ocak'a kadar devam eden bir diğer sergi ise 1940 doğumlu Yunan ressam ve heykeltıraş Sophia Vari'nin çalışmalarını bir araya getiren bir sergi. Müzenin 4. ve 5. katlarına yayılan çalışmalar fazlasıyla modern. Aşağıda gördüğünüz tuval üzerine çalışmaların sulu boya olduğunu da belirteyim. 


Doğduğu Yunanistan'dan ilham aldığı renkleri, hacme ve boşluğa dair arayışlarıyla bilinen bir sanatçı Sophia Vari. Kariyerine ressam olarak başladıktan sonra kendisini özgürleştirecek bir ifade aracının peşine düşerek heykelle buluşuyor. Bronz ve mermer ile yaptığı kendine özgü anıtsal formlarıyla da ün kazanıyor. Heykellerinin dışında yukarıdaki gibi resim çalışmaları ya da aşağıda sol üstte gördüğünüz gibi kolaj çalışmaları bulunuyor. 


Yukarıda sağ üstte gördüğünüz iki figür çok renkli bronzdan yapılmış Kral ve Kraliçe. Aşağıdaki kırmızı-siyah heykel ise Geceyarısı Güneşi. Aşağıda sağda bulunan beyaz epoksi kabartma formun adı Annelik. Yani ben yazayım da hani gitmeden ne ile karşılaşacağınızı bilin, ona göre.:P Bizim anladığımız dilden konuşmayan, baktığımız yerden bakmayan, değişik bir isim Sophia Vari. Tanıştığıma memnun oldum. Yıldız Moran fotoğrafları için gitmişken ona da bir selam çakmadan ayrılmayın derim.

Şimdiden iyi gezmeler..

Petersburglu Usta

Sergiler arası bir kitap molası verelim. Son bitirdiğim kitapla karşınızdayım: Petersburglu Usta. (Kitabın başlığındaki kesme işareti kullanımı yanlış olduğu için ben ısrarla  böyle yazmaya devam edeceğim.) Coetzee'nin okuduğum ikinci kitabı bu (ilki için tık tık). Ve yine harika bir anlatım var. Anlatılan kişi de Dostoyevski olunca tadından yenmiyor haliyle. Nobel jürisi de 2003 yılında aynı şekilde düşünmüşler ki vermişler edebiyat ödülünü bu güzel kitaba. 

1896 yılının sonbaharında Dresden'de yaşayan Dostoyevski'yi üvey oğlu Pavel'in gizemli ölümü ile ilgili olarak Petersburg'a çağırırlar. Oradaki alacaklılarına yakalanmamak için sahte bir isimle şehre dönerek bir süreliğine oğlunun kiraladığı odaya yerleşen öfkeli yazar, burada geçirdiği günler içinde hem oğluyla hem de kendiyle ilgili içsel bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğunda ona en çok yardımcı olan kişilerden biri de oğlunun da kaldığı odanın ev sahibesi Anna ve kızıdır. Ayrıca  olay sonrasında polisin el koyduğu Pavel'in günlükleri ve yazdıkları ve şiddet eylemlerine inanan bir devrimci olan Neçayev ile ilişkileri de yap-bozun eksik parçalarını tamamlamasına, aklındaki şüphelerden kurtulmasına -ya da belki de yeni şüpheler oluşmasına- yardımcı olacaktır.

Ve birkaç alıntı zamanı:

* Ölünün başında bekleyenlerin sofradaki yiyeceklerle içeceklere saldırışını düşünüyor. Bunda bir tür şenlik havası var, ölüme karşı bir meydan okuma: Bizi ele geçiremeyeceksin!

* (oğluyla ilgili anıları toplayıp biriktirmek isteyen yazarla ilgili) İnsanlar ölümü kabullenir, yas tutar, sonra unutur. Unutmazsak, derler, dünya çok geçmeden kocaman bir kitaplığa dönüşür.

* Bakınız kadınlar neden üstünlermiş? ;)


* Üniversitede insana tartışmayı öğretirler, tartışasın ki hiçbir zaman hiçbir şey yapmayasın. Tartışmak bir tuzaktan başka bir şey değildir. Konuşarak dünyayı düzeltebileceklerini sanıyorlar. Şunu anlamıyorlar: Her şeyin düzelmesi için önce kötüye gitmesi gerekir.

* Adalet, geniş bir sözcük. Adaletle hınç arasında bir çizgi çizilebilir mi? Neçayev'in özgünlüğü de burada yatmıyor mu? Kendisini Halkın İntikamı olarak adlandırıyor. Halkın Adaleti değil. En azından dürüst.

Siz de bu güzel kitabı okumak için benim gibi geç kalanlardansanız, daha fazla gecikmeyin derim. Coetzee'nin Dostoyevski'yi yeniden yaratması, onun düşüncelerini yazması, onun kafasının içine girebilmesi, iç çatışmalarını yansıtması özellikle başarılı.

Şimdiden iyi okumalar...

Poyrazla Gelen

Akademililer'de sergi gezmeyeli uzun zaman olmuş. O yüzden geçen hafta Cuma günü attım kendimi Beyoğlu'na. Önce Balo Sokak'taki Akademililer Sanat Merkezi'ne uğradım, sonra da Pera Müzesi'ndeki sergileri gezdim. Akademililer'de 7 Aralık'a kadar Vasıf Pehlivanoğlu'nun Poyrazla Gelen isimli sergisi devam ediyor. Sanatçının dördüncü kişisel sergisinde aşağıdaki fotoğraflardan da anlayacağınız üzere denizlerde ve tersanelerde geçen yaşamlardan sahnelere ve doğal anlara ait resimler yer alıyor. İş makineleri, tekneler, vinçler, ağları tamir eden balıkçılar, onları izleyen kediler... Resimlere bakarken adeta iyot ve yosun kokusunu alabiliyorsunuz.  


Üsttekiler denizle daha iç içe bir hayatı bize aktarırken alttaki resimler ise biz şehir insanlarının denizle olan romantik ilişkisine daha uygun. Marinalar, sakin sular, tekneler ve kayıklar... Nasırlı elleri, fırtınalarda idare edilen dümenleri, içe işleyen nemli soğukları, yağmur botlarını, güneşten kavrulmuş tenleri ya da kalın halatları aklımıza getirmiyor aşağıdaki resimler. Korunaklı bir bronzluğu, parmak arası terlikleri, meltem esintisinde bankta oturup derin maviliğe dalınan yaz akşam üstlerini, o mavi derinlikte süzülen yelkenlileri, rüzgarda dalgalanan hafif elbiseleri ve kadeh tokuşturma seslerini hatırlatıyor daha çok...


Akşam olunca ise denizin sefasını sürenler yazlık evlerindeki, teknelerindeki ya da otellerindeki bembeyaz çarşafların arasında uykuya dalarken, denizin tadını cefasıyla birlikte çıkaranlar ise Günün Yorgunluğu'nu (2011) aşağıdaki ilk resimde olduğu gibi atıyor olmalılar.


Elbette kedisiz bir Akademililer düşünülemez! :) Havalar soğumaya başladığına göre de günün kedisinin günün yorgunluğunu atmak için nereyi seçeceği çok belli sanırım: kaloriferin altına kıvrılmışız bile baksanıza.:) 

7 Aralık'a kadar bu sergiyi görme zamanınız var. Bundan sonraki karma serginin açılışı ise 13 Aralık olacakmış, bilginiz olsun. 

Şimdiden iyi gezmeler...





Zorlu PSM'nin Açılışını Yaptım: Jersey Boys ve Model

Zorlu açıldı. AVM'si çok keyifli değil, merakla beklenen, kuyruklara girilen restoranlarını denemedim ama İstanbul gibi bir yerde bulunmaz Hint kumaşı olmadıklarını düşünüyorum, ama PSM'sine yani Performans Sanatları Merkezi'ne gelince orada saygı duruşuna geçiyorum. Gerçekten harika bir gösteri merkezi yapmışlar ve harika yapımlarla da karşımıza çıkacaklar gibi görünüyor. Bakın onlardan ilki olan Jersey Boys geldi ve gitti bile. 13-24 Kasım arasında burada Zorlu'da İstanbullu seyircileriyle birlikte oldular hepimizin aşina olduğu pek çok şarkının sahibi olan bu grubun öyküsünü anlatan bu ödüllü Broadway oyunu. Oyun diyorum çünkü eleştirmenler de Jersey Boys'a müzikli oyun yakıştırması yapmışlar. O yüzden müzikal beklentisiyle giden bazı seyircilerin hayal kırıklığına uğradıklarını da duydum. Ben genel olarak oyunu beğendim ama bence de bu dörtlünün öyküsü müzikal olarak sahnelense daha iyi olabilirdi.

Dünya çapında 14 milyon izleyiciyle buluşan Jersey Boys, toplam 54 uluslararası ödül almış. En iyi müzikal albüm dalında Grammy dahil. Kendi şarkılarını yazıp, kendi seslerini yaratan ve henüz 30'una gelmeden tüm dünyada 175 milyon satış rakamına ulaşan Frankie Valli ve The Four Seasons'ın öyküsü gerçekten etkileyiciydi.  Sherry, Big Girls Don't Cry, Beggin' ve Can't Take My Eyes Off You gibi şarkıların yaratıcıları olan, Beatles-Beach Boys karışımı bir tarza (1950-60'ların Amerikan müziklerinin hastasıyız değil mi?) ve inanılmaz bir sese sahip bir solisti olan bu grubun hak ettiği şekilde isim yapmamış olması çok şaşırtıcı. Şarkıları dillerde ve başka ellerde, ama kendilerini tanıyan yok, yazık yahu! İso'cum o gün iş seyahati olduğundan gelemediği için çok üzüldü. Ben de ona plaklarını bulmaya çalışayım bari teselli ikramiyesi olarak.;) 

Bu arada aşağıda gördüğünüz üzere hem bu etkinliği hem de birazdan bahsedeceğim Model konserini @WingsCard ve @ZorluCenterPSM'nin Twitter üzerinden düzenlediği yarışmalardan kazandığım davetiyelerle izledim. Yani Twitter kullanıcısıysanız bu hesapları takibe alın derim.;)


Jersey Boys'u 23 Kasım gecesi İso'cum olmadığı için "gizemli" (kıh kıh.:) ) bir arkadaşımla izledikten sonra Model konseri için de arkadaş listemi gözden geçirmeye başlamıştım ki İso'nun o akşamki planı iptal oldu ve bana eşli edebildi. Yuppi! Grubun Levlâ'nın Hikayesi isimli yeni albümlerinin lansman konseriydi 28 Kasım akşamı yine aynı salonda düzenlenen konser. Ama elbette eski şarkılardan da bol bol -hatta daha bol- söylendi ve cover parçalara da yer verildi (favorilerimden biri de Demir Demirkan'ın Zaferlerim'i oldu). Fatma Turgut'un sesine yakışmayan bir parça var mıdır acep? 2 saatten uzun süre ara vermeksizin harika şarkılarla ruhumuzu doyuran Model'in yeni albümü de çok güzel olacağa benzer. Kendileri de yapmaktan çok keyif almışlar belli ve ilk albümleri çok başarılı olduğu için işleri biraz zor tabi. Bir de sanki yeni albümde biraz daha sertleşmişler. Hayat hepimizi daha sert yapıyorum, azizim. Yaşla birlikte yumuşayacağımıza sertleşiyoruz maalesef. :P Şaka bir yana, bu sert tarz da çok yakışmış. Ben zaten çok seviyorum Model'i ve Fatma Turgut'un sesini, yorumunu. O yüzden sanırım ne yapsalar yakıştırırım.

Zorlu PSM'deki etkinlikleri takip etmek için buraya uğrayabilirsiniz. Ya da Facebook sayfalarını takibe alabilirsiniz. Ben şimdiden gözüme 7 Aralık'taki Fındıkkıran balesini kestirdim bile. İstanbul'a yakışan bu harika gösteri merkezinin hakkını el birliğiyle vermeliyiz diye düşünüyorum. Ne dersiniz? 

Müzik dolu bir hafta olsun hepimize.