Marsilya

Bir önceki yazımda gezimize Marsilya'dan başladığımızdan bahsetmiştim. Öğlen bavullarımızı otelimize bırakıp düştük yollara. Yürüyerek on beş dakika içinde şehir merkezindeydik. Şehir merkezi dediğim yer aslında kısaca Old Port (yani Vieux Port, yani Eski Liman). Efsaneye göre Marsilya'nın 2600 yıl önce Yunanlı denizci Protis ile Ligurialı prenses Gyptis'in yaşadıkları aşk ilişkisinden doğduğu varsayılıyor. Bu aşk çocuğunun da kalbi işte bu liman bölgesinde atıyor. 


Bir koy oluşturan bu limanın iki kıyısından manzaralar yukarıda. Koyun birleştiği yerde de bir dönmedolap var. Zaten şehrin ortasında atlıkarınca ya da dönmedolap gördüğünüz yerde anlayın ki ecnebi bir memlekettesiniz.:P 

Limanın çevresinde hem ana caddede hem de ara sokaklarda bir sürü restoran, kafe ve pub bulunuyor. Keyifli ve canlı bir bölge. Kıyılarının da bir ucunda 13. yy'dan kalma Saint-Jean Kalesi, diğer ucunda ise 14. Louis'nin halk isyanlarını bastırmak ve hatta halkı isyan fikrinden caydırmak için 17. yy'da yaptırdığı Saint-Nicholas Kalesi bulunuyor. Her ikisini de gezmedik. 

Şehrin alışveriş bölgesi Panier District. Ne alırım diye sorarsanız, yanıtı sabun! Provence bölgesindeki Marsilya'nın sabunları, kumaş kokuları, kolonyaları, losyonları, vs meşhur. Ve gerçekten de inanılmaz güzel ve yoğun kokuları var.    

Şehrin elbette bir Belediye Binası (Hotel de Ville) ve Opera Binası da mevcut. (Uzatmaya çalışıyorum, farkında mısınız? Çünkü yapılacak şeyler neredeyse bitmek üzere.;) )



Şehirde bence Eski Liman ile birlikte görülmesi gereken en önemli yer Notre Dame de la Garde Bazilikası. Şehrin tepesinden meydan okuyan ve otelimizin penceresinden bile görünen bu muhteşem yapıya giden otobüsler var (60 no'lu otobüs). Ama biz etrafı açık turist treniyle gitmeyi tercih ettik. Ne bileyim, gözümüze pek şirin geldi. Hop on- hop off otobüslere bile hayatında binmemiş bir çift olarak ilk kez böyle bir şey yapıyoruz. :) Belediye Binası'nın karşısında bu trenin durağını göreceksiniz. Ve hazırsanız harika manzaralar eşliğinde tırmanışa geçiyoruz. 


Marsilya'Roma İmparatoru V. Charles'a karşı korumak için 1524'te I. François tarafından yaptırılan Garde Kalesi'nin kalıntıları üzerine 1864'te inşa edilen bu muazzam bazilikanın deniz seviyesinden yüksekliği 149 metreymiş. Aslında kaleden de önce orada 1214 yılında kurulan minik bir şapel varmış. Denizcilerin eşleri oraya gider ve kocalarının sağ salim denizden dönmeleri için adaklarda bulunurlarmış. Yapının en tepesine sonradan eklenen ve Christofle sponsorluğundaki altın yapraklarla kaplanmış Meryem Ana ve İsa heykeli yaklaşık 10 metre yüksekliğinde ve 4,5 ton ağırlığındaymış. Marsilyalılar bu bazilikaya "koruyucu annemiz" diyorlarmış. Tepede öyle bir rüzgar vardı ki anlatamam. Martıların rüzgardan korunarak yatış biçimlerine bakar mısınız? :)


Evet, işte şehir bitti. Elbette gezmeye kalksanız bir sürü müze, dükkan, kale, saray, ara sokak, vs bulursunuz. Longchamp Sarayı ve Panier District gezilebilirdi mesela ama (daha çok Arnavut kaldırımlı Old Town göreceğiz diye pas geçtik doğrusu). açıkçası bizim bir buçuk günlük turumuzun şehre ayırdığımız kısmı bu kadardı. Artık yeme-içme zamanı!

Neler yedik?

Marsilya'nın en önemli yemeği buldukları her çeşit balığı içine doldurdukları ve baharatlı (ama çok üzgünüm bulaşık suyu gibi görünen) bir suyla pişirdikleri bir tür balık çorbası olan bouillabaisse. Ben normalde bile güzelim balığın çorba yapılmasına karşı olduğum için bununla hiç işim olmaz demiştim zaten. Ama İso'cum elbette denedi. Bana da bir kaşık verdi ve kararımın doğru olduğuna bir kez daha emin oldum! :) Ben de paşa paşa etimle ve patates kızartmalarımla mutlu mesut saatler yaşadım. Restoranlarla dolu sokaktaki en dolu, en Fransız yoğun yer olan L'Ecallier'i tercih ettik ve memnun ayrıldık. Ama gezinin geri kalanında yediklerimizle kıyaslayınca gayet ortalamaydı diyebilirim. 


Onun dışında Marsilya'da ve Eski Liman çevresinde olduğumuz zamanları genellikle The Queen Victoria Pub'da geçirdik desem? Ah, bu bizim İngiliz ruhumuz! ;) Ama bahçesi en keyifli görünen pub oydu, n'apalım. "Getir evladım bize oradan biraz zeytin... İkinci biralarla midye alalım... İçimiz kazındı, ustaya söyle üçüncüyle de bize biraz patates kızartıversin..." :P


Neyse efendim, benim Marsilya ile ilgili anlatacaklarım bu kadar (beklentim de bu kadardı zaten). Görmeseniz bir şey kaybetmeyeceğiniz güzellikte bir şehir burası. Gördüğüm her yeni yer beni mutlu eder, o yüzden bana hepsi güzel. Ama sırf Marsilya'yı görmek için giteye değer mi bilmem. Ancak bizim gibi daha uygun bilet bulursanız ve sonrasında oradan bir sürü başka yere gidecekseniz, kısa süreli bir durak yapılabilir. Yarın kahvaltıdan sonra Aix en Provence'a gidiyoruz. Orayı daha çok sevecekmişim gibi bir his var içimde.;)

Fransa ve Kuzeybatı İtalya Kıyılarına Bir Ki Bir Ki... :)

Tadı damağımızda kalan bir geziden daha dönmüş bulunmaktayız. Önce bu kıyıları gezmek isteyenlere ilham vermesi açısından rotamızdan, şehirler arası ulaşımlardan (ve fiyat bilgilerinden) ve otellerimizden bahsedeceğim size. Daha sonra detaylı bir şekilde gezdiğimiz her şehirden, hatta köyden bahsetmeye geçebilirim. Genellikle turlarda Cote D'Azur ya da gemi turlarının bir durağı olarak Cenova ya da Milano turlarında günübirlik Liguria (kuzeybatı İtalya) kıyıları alternatifleri görebilirsiniz. Ama İmgeleme solarak sizlere Marsilya'da başlayıp, Cenova'da biten 8 günlük bir program sunmak üzereyim, hazır mısınız? ;)

Öncelikle itiraf edeyim: Marsilya aklımda bile yoktu. Nice'te başlayıp Cenova'da biten bir tur planlamak üzereydim ki uçak bileti fiyatlarına bakınca Cumartesi günü Nice yerine Marsilya'ya gidersek hem sabah erken saatte orada olabildiğimizi ve gün kaybı yaşamayacağımızı, hem de toplam fiyatın yaklaşık %30 daha ucuz olduğunu görerek programa Marsilya'yı da ekledim. Dolayısıyla 19 Nisan sabahı havadaydık! 


Marsilya havaalanına indikten sonra hemen Platform 2'ye giderek on beş dakikada bir kalkan shuttle otobüslere binip yaklaşık yarım saat içinde Saint Charles Garı'nda olduk. Fiyat kişi başı yaklaşık 8 Euro, binerken ödeme yapabiliyorsunuz. Garın hemen karşısında yer alan Holiday Inn Express'teki odamız hazırdı. Her zamanki gibi Booking.com'dan ayarladığımız bu otelden çok memnun kaldık. Kesinlikle öneriyorum. 3 yıldızlı olmasına rağmen odaların büyüklüğü gayet yeterli, yataklar rahat, çarşaflar, banyo ve havlular temiz, kahvaltısı güzel, personeli ilgili, ücretsiz wi-fi her yerde çalışan ve en önemlisi de yeri süper merkeziydi. Şehir merkezine yürüyerek en fazla 15 dakikada ulaşabildiğiniz bir bölgede yer alıyor. Ve gar semti olmasına rağmen etraf tekinsiz değil. 

Marsilya'daki ikinci günümüzde methini birkaç arkadaşımdan duyduğum Aix en Provence'e gitmeye karar verdik - ki size de öneririm çünkü Marsilya'yı bir günde bitirirsiniz ve bu kasaba da görülmeye kesinlikle değer. Haritada gördüğünüz üzere şehre çok da yakın ve otobüsler yine havaalanı shuttle'larının kalktığı yerden kalkıyor. Yaklaşık yarım saatte bir otobüs var ve yol da yarım saat sürüyor. Fiyat kişi başı 5.20 Euro, otobüste ödeyebilirsiniz. 


İki gece Marsilya'da kaldıktan sonra 21 Nisan sabahı istikamet Nice diye düştük yollara. Bu kez trenle ve iki buçuk saatlik bir yolculuk bizi bekliyor. Biletimizi garda indiğimiz ilk gün almıştık. SCNF trenleriyle iki kişi toplam fiyat 74 Euro. Araştırırken görmüştüm, Nice'te otel fiyatları biraz pahalı. Hele sahile iner ve dört-beş yıldıza çıkarsanız oldukça pahalı. Bizim gibi oteli sabah kalkışta ve gece 12'de yatmaya geldiğinizde görüyorsanız o paraları vermeyi tercih etmeyebilirsiniz. Uygun fiyatlı oteller de genelde Nice Ville tren garının çevresinde yer alıyor. Ben de ilk önce oralardan bir otel rezervasyonu yapmıştım. Sonra birçok Internet yorumunda ve giden arkadaşlarımızdan gar çevresinin pek sevimli yerler olmadığını öğrenerek değiştirdim ve Hotel Boréal'de yer ayırttım. Gidince gördük ki doğru kararmış! Yani konum anlamında. Otel Marsilya'daki kadar güzel bir 3 yıldızlı değildi. Daha küçük bir odası ve banyosu vardı. Ama fiyat-fayda dengesi açısından on numara beş yıldız verebilirim. Çünkü o bölgede bir otele gar bölgesindekiler kadar bir para ödemiş olduk. Ve temizdi. Ve merkeze yürüyerek 10-15 dakikaydı. Öneririm.

Üç gece kaldığımız Nice'te ilk gün şehri gezdik. İkinci gün Eze köyüne ve Monaco'ya gittik. Üçüncü gün ise Saint Paul de Vence köyüne ve Cannes'a gittik. Eze için otobüsler Place Garibaldi'deki saatin altından kalkıyor. Eze bir dağ köyü olduğu için ya dağa direkt giden 82 ya da 112 no'lu hatta ya da önce deniz kısmına giden 100 no'lu hatta binip sonra 83'e geçeceksiniz. Otobüs fiyatları 1,5 Euro. Yarım saatlik bir yol. Oradan Monaco'ya yine 82 no'lu otobüsle ya da saatleri uyarsa önce otobüsle tren istasyonuna gidip trenle gidebilirsiniz. Ama Eze'i mutlaka görün derim. Bence Monaco'dan daha etkileyiciydi. Monaco'dan Nice'e ise zaman tasarrufu yapmak ve trafiğe takılmamak için otobüsten pahalı olsa da trenle dönmelisiniz. Tren de 7 Euro gibi bir şeydi kişi başı. 

Nice'ten Saint Paul de Vence'e gitmek için de yine otobüsü tercih edin derim. 400 no'lu otobüs Place Massena'ya çok yakın bir yerden kalkıyor. Bunların yerlerini Tourism Information'dan aldığınız haritaya işaretletirsiniz zaten.;) Burası da mutlaka görülmesi gereken ve hatta benim Fransa sınırları içinde gördüğüm yerler arasında en sevdiğim duraktı. Yol 40 dakikaya yakın sürüyor, fiyatlar yine 1,5 Euro. Oradan Cannes'e  gitmek için önce geldiğiniz otobüse binip Cagnes sur Mer durağında iniyor, orada 200 no'lu otobüse biniyorsunuz. İndi, bindi, bekledi, buldu, bulamadı, her şey dahil maksimum 45 dakikada Cannes'dasınız. ;) Cannes'dan Nice'e mutlaka trenle dönün. Otobüs 1 saat 40 dakika sürüyormuş, trafik olursa daha fazla. Tren ise bir saat. Tren yolculuğu yapmayı özledim, diyordum gitmeden önce. Artık gönül rahatlığıyla trene doyduğumu söyleyebilirim. Buyrunuz bu da iki parçalı tren selfie'si. ;)


Geldik 24 Nisan'a. Garda Gölü maceramızdan sonra İtalya'da tren fobisi geliştirmiş olan bendeniz Cenova yolculuğu için sabahın köründe İso'cumu da ayağa kaldırıp, henüz gardaki büfeler bile açılmadan ilk treni yakalamak için garda hazır ve nazır bekliyordum. :) Nice'ten Cenova'ya direkt tren yok. Önce Ventimiglia'ya gidiyor, oradan Cenova trenine biniyorsunuz. O yüzden Nice'te makineden bilet alırken Cenova'yı göremezseniz panik yok! Ventimiglia'ya biletinizi alın ve 45 dakika sonra İtalya topraklarında olun (bakınız harita). Ondan sonra bol bol Cenova treni göreceksiniz, merak etmeyin. Biz bunu kuyrukta 45 dakika harcayarak zor yoldan öğrendik tabi. Bir de birkaç gün sonraki biletlerinizi şehre indiğiniz gün alın, n'olur n'olmaz! Nice-Ventimiglia-Genova gidiş iki kişi için toplam 30 Euro gibi bir şeye mal oluyordu diye hatırlıyorum. Toplam süre de yaklaşık 3,5 saat. Cenova'daki birkaç istasyondan bizim ineceğimiz merkezi durak budur:  


Bu garın hemen karşısında bu kez dört yıldızlı otelimiz Hotel Continental bizi bekliyor. Aldığı yüksek değerlendirme notunu sonuna kadar hak eden, merkezi konumu, tertemiz, geniş odaları, uygun fiyatı ve ilgili çalışanlarıyla süper bir otel. Kesinlikle öneririm. Ayrıca hiçbir plan yapmadan şehre inmiş olsanız bile resepsiyondaki Elisa ile konuşarak hem gezi planınızı oluşturabilir, hem de günübirlik geziler ve havaalanı transferiniz için shuttle zaman çizelgelerini alabilirsiniz. İtalyan aksanıyla konuştuğu İngilizcesinin de hastası olduk, durmadan bir şey sorasımız geldi diyebilirim.;) Soldaki bina Piazza Principe garı, hemen karşısında Cenovalı kaşif ve denizci Kristof Kolomb heykeli ve arkasında kocaman Grand Hotel Savoia'yı görüyorsunuz. Bizim otelimiz ise onun hemen sağındaki, daha küçük olan beyaz binaydı işte.  


Her zamanki gibi ilk gün şehri gezdikten sonra ikinci gün Cinque Terre ve Portovenere, sonraki günse Portofino ve Rapallo yaparak günübirlik gezilerimizi tamamladık ve 27 Nisan sabahı yine bu beyaz binanın önünde durağı olan Volabus shuttle'ı ile 20 dakikada havaalanına geldik. Shuttle saatleri burada, fiyat kişi başı 6 Euro.  

Cinque Terre'ye trenle gitmek mantıklı. La Spezia trenlerinin Sestri Levante yönüne gidenlerini kontrol edin. Ondan sonra da Monterosso, Riomaggiore ya da Vernazza üçlüsünden birinde inebilirsiniz. Cinque Terre beş köyden oluşuyor, bunlar arasında trenle ya da tekneyle (Portovenere'ye de) ulaşım mümkün. Yazısına sıra geldiğinde daha detaylı anlatacağım. Ama yapmanız gereken hangilerini görmek istediğinizi seçip, tren saatlerini ve tekne saatlerini alıp gününüzü en etkin ve kendi istediğiniz şekilde planlamak olacak. Gidiş-dönüş yaklaşık 3-3,5 saat sürüyor. 

Portofino'ya direkt tren yok. Ama yine Cinque Terre'ye giderken bindiğiniz trenlere binip Santa Margherita Ligure durağında inebiliyor ve hemen önünden 15 dakikada bir kalkan 82 no'lu otobüsle de 20 dakika içinde Portofino'ya varıyorsunuz. Tren ve otobüs için kişi başı 5 Euro falan ödüyosunuz ve yaklaşık bir saat içinde orada oluyorsunuz. Oradan Rapallo'ya saat başı kalkan teknelerle geçebilir, Rapallo'dan da trenle Cenova'ya 45 dakikada dönebilirsiniz. Cinque Terre köyleri arası ve Portofino-Rapallo tekneler biraz pahalı. Kişi başı 7-8 Euro gibi fiyatları var. Ama hem zaman açısından işinize yarayabilir, hem varış noktanızdaki köyleri, kasabaları denizden fotoğraflamak imkanınız olur, hem de iyot kokusunu içinize çekerek yolculuk yapmak paha biçilmezdir. ;) 

Peki, ben deli miyim bu kadar uzun uzadıya size bütün bu rotayı anlattım? Tabi ki hayır. Seyahat sever okurlarının işini kolaylaştırmak isteyen bir blogger ve gezmeyi de feci ciddiye alan, disiplinli, programlı bir gezginim sadece. Ama işin sefa kısmını da asla atmamam! Zaten ben atlayacak olsam da işin "sadece sefa kısmında" olan İso'cum atlatmaz.;) O yüzden biz pek kapsamlı ve güzel bir denge tutturmuş bir seyahat ikilisiyiz sanırım.  O zaman hadi başlayalım! ;)


Not

Gözünüz korkmasın bu kadar çok detaydan ve bilgiden. Tek tek şehirleri anlattığımda hepsi yerli yerine oturacak ve daha anlaşılır olacak. Yani bu yazı sadece yeri geldikçe göz atmak için kullanacağınız bir kılavuz niteliğindedir. 

Sergi Haberi: Sandık Odası

Haftaya başlarken gelir gelmez gitmek istediğim bir sergi haberi ile karşınızdayım. Basın bülteni aşağıda...

Yüzümüz geleceğe dönük, adımlarımız çağın temposuyla güdümlü yürürken, yanımızda götüremediklerimiz tüm sıcaklığıyla orada bekler. Ne zaman bir şeyleri özlesek ya da eksikliğini duysak, biliriz ki geçmişin şefkatli yüzü orada karşılayacak bizi. Kapısını araladığımızda, tanıdık bir sıcaklık saracak içimizi. Çocukluğumuzun neşesi, gençliğimizin coşkusu; anımsadıkça bizi kâh gülümseten, kâh hüzne sürükleyen anlar, mekanlar, simalar… Hayatımızın tüm renkleri orada saklıdır çünkü. Nereden gelip nereye gittiğimizi bilen; bizi bizden iyi tanıyan eski bir dosttur Sandık Odası.






Gelin hep birlikte girelim Sandık Odası’na. Büyük ustalar tutsun elimizden, unutulmaz tablolar, heykeller yol göstersin. Renklerin fırça darbeleriyle geçmişten geleceğe taşıdığı İstanbul’u gezelim birlikte. Abidin Dino, Üsküdarlı Cevat Göktengiz, Nazmi Ziya, Hüseyin Avni Lifij, Zeki Kocamemi, Abidin Elderoğlu, Naci Kalmukoğlu, Ercüment Kalmık, Turan Erol, Eren Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Malik Aksel, Sevinç Altan, Mustafa T. Tokad, Hayri Çizel, Mehmet Ali Laga, Roberto Ferri, Ugo Riva ve Federico Severino'nun eserlerinde yaşayan anılarla buluşalım. Unuttuklarımızı hatırlayalım, hatırladıklarımızı analım.

16 Nisan - 4 Mayıs 2014 tarihleri arasında "Sandık Odası" isimli resim sergisini Galeri Selvin'de görebilirsiniz.

Galeri Selvin

Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy,Beşiktaş/İstanbul

Tel: 0-212-263 74 81
Pazar günleri hariç her gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.

Dövüş Gecesi ve Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda

Bugün çok işim var. Bavul hazırlıkları, evdeki kalan yemekleri bitirmeye uygun bir menü seçimi ;), kişisel bakım, vs ile dolu keyifli bir organizasyon günündeyim. Önümüzdeki hafta sizi muhtemelen Instagram hesabımdan güncelleyeceğim. Marsilya, Nice, Cenova ile ilgili önerilerinizi beklerim. Buralarda olmasam da hesabımı fırsat buldukça kontrol ederim diye düşünüyorum. 

Gitmeden hemen size bir oyun bir de kitaptan bahsetmek istedim. Çünkü dönüşte de spor, rejim ve çeviri üçlüsüyle geçirmeyi planladığım yoğun bir Mayıs ayı beni bekleyecek. E bir de seyahat yazıları planlanacak. O arada bir de muhtemelen laptop'ım değişecek. Benim gibi bir teknolojik-değişim-sevmez ona alışmaya çalışacak, falan filan. O yüzden hemencecik yazıp, atıyorum bu yazımı da bloga.

Dövüş Gecesi

Kaçırmamanız gereken bir DOT oyunu daha: Fight Night yani Dövüş Gecesi. Oyun demeli miyim buna bilmiyorum gerçi. Adeta bir seçim simülasyonuna dahil olduğunuz bir kendinizi ve sistemi sorgulama gecesi de diyebilirim. Bir uygulamalı eğitim programına katılmış gibi hissedebilirsiniz kendinizi. Hatta Ongun'un tanımı süperdi: self-judgement workshop. ;) 


Bakalım seçimleriniz sizi nereye götürecek. O tehlikeli "çoğunluk"un bir parçası mı olacaksınız, içinizdeki devrimciyi mi ortaya çıkaracaksınız? Çoğunluğun bir parçası olduğunuz zaman hissedeceğiniz o yalnızlık, eksiklik duygusuyla başa çıkabilecek misiniz? Sistemden yana mısınız, sistem karşıtı mısınız? Sahi sistem tam olarak ne sunuyor size? Seçim yaparken seçim yaptığınızı sanıyor olmayasınız? Belki de tam tersine bir şeylere mahkum ediliyorsunuz? Ya da sistem adil mi? Neye göre eleniyor adaylar, o kriterler senin kriterlerine uygun mu? "Ötekilere" hoşgörü seviyeniz ne durumda? Elinizde oy verebileceğiniz aletlerle akışını yönlendirebildiğiniz oyundan aklınızda deli sorularla ayrılıyorsunuz. Çok fazla anlatmak istemiyorum, tadı kaçmamalı. Ama oyunculuk falan değil burada ön planda olan. Sizi sorgulama yapmaya yönlendiren keyifli bir deneyimden söz ediyorum. Mutlaka görmelisiniz. DOT Tiyatro her işiyle bizi kendine hayran bırakmaya devam ediyor. Bir kez daha tekrar edeyim: İyi ki varlar!

Biletler için:  0-212-251 45 45, 0-212-232 48 28

Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda

Kitap önerim ise Yılmaz Özdil'den. Yılmaz Özdil'i seversiniz sevmezsiniz ama kitabı her halükarda öneririm, çünkü son 12 yıldır başımıza neler geldiğini nefis bir kronolojik sıralamayla anlatıyor.Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda kitabında sadece iktidarın yaptıkları değil, muhalefetin de yaptıkları ve yapmadıklarına, o yıl dünyada ve Türkiye'de olup biten önemli olaylara ve bizim sosyal hayatımızdaki değişikliklere de yer veriliyor. Yılmaz Özdil'in kısa ve öz ve )konular itibariyle olabildiğince) esprili anlatımıyla da hızla okunarak hafızalarınız tazelenebiliyor. "Vay be, doğru bak bunları da yaşamıştık," diye yeniden hatırladığım o kadar çok şey oldu ki. Bunları yaşamış bir toplumun bir parçası olarak da artık hiçbir abuk subuk uygulamaya, söyleme, eyleme şaşırmamamız da o kadar normal ki. Ve bunların normal gelmesi o kadar korkunç ki! 

2002-2013 yıllarını kapsayan bir arşiv niteliğinde kütüphanenizde bulunmasını öneririm. Evet, sinirleriniz biraz bozulacak ama n'apalım. Ya bu deveyi güdeceğiz... ya da güdeceğiz. Bir şekilde öğrenerek, gelişerek, birlik ve beraberlik ruhu içinde bir şeyleri değiştirmek bizim elimizde. 

Artık kaçıyorum izninizle. İşlerime dönmem, bir hafta boyunca ayağımı bastığım her yabancı şehre, kasabaya, köye alışmam, yolunu yordamını öğrenmem, ısınmam ve aşık olmam lazım. İşim çok zor, anlayacağınız. Bana şans dileyin.;)

Yemyeşil Adana

Adana'da sadece midemiz değil gözlerimiz de bayram etti desem yeridir. Önceden de bilirdim Adana'nın parklarını, yeşilliğini ama bu kez gözüme başka bir güzel geldi diyebilirim. İstanbul'da şehir içinde artık hemen hemen hiç yeşil göremez olduğumuz için, mini minnak parkçıklara çölde vaha muamelesi yaptığımız için midir bilmem bu kez buralara çok daha değer bilen gözlerle baktım sanırım. Gelin önce Merkez Park'a götüreyim sizi. Adana için bir nevi New York'un Central Park'ı ya da Londra'nın Hyde Park'ı diyebiliriz buraya. 10-15 dakikada parkın etrafından bir tur atarak sizi gezdiren Toros Ekspresi'ne binerseniz büyüklüğünü ve güzelliğini çok daha iyi anlıyorsunuz. Ekspres dediysem bildiğin çocuk treni gibi bir şey.:P Annem "seveceksin, hem güleriz de.." diye elimden tuttuğu gibi beni bindirmeye kalktı, ben "e hadi kırmayayım bari, karizmayı da dağıtacağız ama neyse, kem küm.." diye bindim ve fakat buna rağmen size de binmenizi tavsiye ediyorum.:) Elbette hafta sonu yerine hafta arası gitmeyi tercih edebilirsiniz parkın huzurlu güzelliğini yaşamak adına.


Tren yolculuğumuz sırasında gördüklerim aşağıda. Bir sürü de çağdaş heykel serpiştirilmişti parka sanırım Karnaval etkinlikleri kapsamında. Dönüp bakacaktım ama sonrasında annemin arkadaşlarıyla çay bahçesinde mini bir mola verince unuttum. Parkın zevkli peyzajı dışında nehrin karşı kıyısındaki Sheraton Otel'in yerinin güzelliği ve arkasından kapkara bulutlar yükselen Sabancı Merkez Camii fotoğrafım da görülmesi gerekenler arasında.:P


Tabi bir de Adana'nın sürreel ağaçları. Parkta göremezseniz üzülmeyin, şehir içindeki tüm ağaçlar böyle ya küp gibi ya da tepsi gibi dümdüz budanmış. İlk birkaç tanesini iyi niyetli bulduk ama şehrin tamamının çığrından çıkmış olduğunu görünce böyle marjinallik olmaz dedik! ;P İlgili kişiyle tanışmak ve kendisini ilgi duyabileceği bir sanat alanına yönlendirerek ağaçları elinden kurtarmak isterdim! 


Bu arada doğal yaşam mı dediniz? Turumuzu bitirdikten sonra nehir kenarındaki çay bahçesinde otururken etrafımızda kazlar, ördekler, tavuklar, oğlaklar, hatta tavuskuşları geziniyordu desem? Hatta İso'cum o sırada Adana'ya gelmek için uçağa binmek üzereydi ve konuştuğumuzda arkamda öten horozları falan duyunca şehir dışında bir çiftlikte falan olduğumu sanmıştı. Çok güzeldi çoook...  


Nehir kıyısındaki bu devasa parkın dışında şehrin içinde de bu kadar olmasa da oldukça büyük bir park var: Atatürk Parkı. Girişindeki Atatürk heykeli ve havuzuyla, ağaçların altındaki oturma alanlarıyla, çiçek öbekleriyle ve çay bahçesiyle burası da çok huzurlu bir mola yeri olabilir. 


E tabi bir de kebap yemek dışında yerimizden kalkmak istemediğimiz evin bahçesini de hesaba katmalıyız. Bahar ayında ekstra güzel olan (ve bakmayın ikliminin sıcak olmasına Adana'da bahçe mevsimi çok kısa çünkü yaz aylarında her şey sıcaktan kavruluyor) bahçe bu kez on gün önceki fırtınadan nasibini almış halde karşıladı bizi ama biz şehir uğultusuna, egzoz dumanına, beton görmeye alışkın apartman insanları için yine de cennetti. 


Hava mis olunca, mideler de günlerdir et ve rakıya doymuş olunca Pazar günü hepimiz gün boyu ev giysileriyle çimlerde yayılarak şarap, meyve, çerez, ıvır zıvır ile kapanışı yaptık. Pek de güzel oldu doğrusu.

Ve bir Adana faslı daha böylece kapanmış oldu. Seneye Nisan'da yeniden görüşmek üzere, Adana. Hep böyle güzel ve sıcak kal, olur mu? ;)

Adana Demek Besiye Çekilmek Demek! :)

En basitinden havaalanından çıkar çıkmaz on beş dakika içinde kendini bir kebapçıda bulmak demek. ;) Bu sefer bizim için ilk durak Hacı Bayram'daki Birbiçer oldu. Ve İso'cum geldiğinde bol bol kebap yeneceği için ben kendimi ciğere vermeye karar verdim ilk gün. Mmmm... kokuyu alabiliyor musunuz? Nefis!


Benim orada olduğum ilk günlerde hava bulutlu ve esintiliydi. Bir gece yağmur bile yağdı. Ama o hali de çok keyifliydi doğrusu. Tişört üstü ince bir ceketle idare edilebilen ve yine açık havada oturulabilen bir havaydı ne de olsa. O yüzden bir #gununkahvesi molasını annemle birlikte Kayıkhane'de verdik. Çukurova Üniversitesi'ne ait bu mekan bizim aslında güneşin altında akşamüstü birası durağımızdı. Ama keyif katleden son kanunlarımız sayesinde üniversiteye ait olduğu için artık içki servisi yapılmayan bu göl kenarındaki kafeye bu kez kahve içmeye gittik. 


Yine annemle öğle duraklarımızdan bayıldığım bir tanesi de Mesken oldu. Açık havada üstü kapalı (hatta rüzgar olduğunda yanları da muşamba storlarla kapanabilen) salaş bir yer. Ama nefis pirzola, salata, yoğurt üçlüsü sizleri bekliyor ona göre. Ayrıca öyle İstanbul'daki gibi doğada yemek yiyelim diye iki saat trafik çekmeden, yer bulur muyum derdi olmadan gidip, etrafınızda uçuşan beyaz güvercinler eşliğinde manzaraya karşı yemeğinizi yiyebileceğiniz bir yer. Akşam için olmasa da öğlen ya da akşam üstü için tercih edebilirsiniz. Mutlaka deneyin. 


İso'cumun adeta rüyalarına giren Suat Usta'nın yerinde sıra. Cuma akşamı onu havaalanından aldıktan sonraki ilk durağımız Doyum Ocakbaşı oldu. Eski yerlerinin de müdavimiydik bilirsiniz. Sonra kapanıp, minik bir Ankara macerası yaşadıklarını ve yine, yeniden kendi topraklarına döndüklerini duyduk. Onu da İso'nun bir akşam Suat Usta'ya telefon etmesiyle öğrendik ailecek. Diyorum, onun ayrı bir merakı var Suat Usta'nın kebabına. :) Ama tutturduğu kadar da vardı yine. Her zamanki gibi favorimiz oldu onun bize hazırladığı sofra. Kebap, külbastı, kaburga, tahinli salatası, fındık lahmacunu ve peynirli pidesi, yeşillikleri, sarımsaklı fırın domatesi, ezmesi, her şeyi her zamanki gibi harikaydı.   
Üstüne ailecek kendimizi İso tarafından kötü alışkanlıklar edinmeye bıraktık evimizin bahçesinde.;) İso'nun yanında getirdiği purolar ve babamın Küba'dan getirdiği Havana Club rom eşliğinde Adana havasında bildiğin Küba esintisine teslim olduk. Ve gece saat bir buçuğa kadar sohbet eşliğinde teslimiyetimiz sürdü. Sonra birden acaba paçacıya gitsek mi diye yavaş yavaş birbirimizi gaza getirerek düştük yollara. Evde giydiğimiz eşofmanlar, şallar, gözlükler, yarısı çıkmış makyaj eşliğinde falan Seyhan Paça'ya attık kendimizi. Çürük, mumbar ve şırdan gibi insanlıktan çıkmamıza neden olan bilimum şeyleri yedikten sonra rahatlayıp, evimize dönüp uyuduk. 


Ertesi gün babam sabahın köründe kalkıp kongresine nasıl gidebildi bilmiyorum ama biz ancak 10.30'a doğru uyanabildik. Zaten Karnaval'ın asıl günü olan 12 Nisan Cumartesi olduğu için de yayılarak kahvaltı, gazete, bahçede kedi-köpek sefası yaptıktan sonra öğleden sonra attık kendimizi sokaklara (burada bahsetmiştim). Günün kebabını da kortej sonrası Merkez Park öncesinde Kebap 52'de yedik bu kez. Evet güzeldi (zaten Adana'da kötü kebap yemeniz mümkün değil bana göre), ama kesinlikle bir Suat Usta değildi! ;) Üstüne künefesini hiçbir şeye değişmeyeceğim Yıldızoğlu Künefe'de ağzımızı tatlandırdıktan sonra ver elini Merkez Park dedik. 


Park çıkışında da sokaklardaki insan kalabalığı ve Karnaval coşkusuyla Taps'te devam ettik geceye ama söz konusu Adana olunca ondan bahsetmeye gerek bile duymuyorum sevgili okur. Ayrıca Zeynep Ablacığımın bizim için hazırladığı sarımsaklı köftelerden, el açması böreklerden ve bavula atarak İstanbul'a getirdiğim içli köftelerden ya da Ayten Teyzemin bana sardığı ve yine İstanbul'a taşıdığım lahana sarmalarından da davamızla ilgisi olmadığından bahsetmiyorum. Bunların tamamının sadece ve sadece kotumun düğmesinin kapanmamasıyla ilgisi olabilir, o kadar! ;) Yazarken fark ettim ki biraz abartmışız! Ve programımıza göre Nisan ayında rejim falan mümkün görünmüyor. O zaman "Mayıs'ta rejim keyfi" fotoğrafları paylaşırım artık sizinle, n'apayım? ;)   


Adana'da Portakal Çiçeği Karnavalı

Bu sene daha önceki yazımda belirttiğim üzere Portakal Çiçeği Karnavalı'nı görebilecek şekilde Adana'ya gitmeye karar verdik. Ama açıkçası pek de bir beklentimiz yoktu. Hatta ortama şöyle bir bakar, kaçarız kebaba diyorduk ki en son gece 10'da parkta klasik müzik dinliyorduk! Adana'da bu sene öyle görüntülere şahit oldum ki hâlâ şoktayım. Kadınlarıyla erkekleriyle sokağa dökülmüş bu kadar modern, neşeli, keyifli bir kalabalığın benzerine Türkiye'nin herhangi bir yerinde zor rastlayabilirsiniz. Portakal çiçeklerinin kokusu yaklaşık on gün önceki fırtınanın etkisiyle azalmış olsa da insanların coşkusu, üç güne yayılmış etkinliklerin (ama asıl günü Cumartesi'ydi) güzelliği görülmeye değerdi. 

En baştan alayım. Ben Salı akşam Adana'ya gittiğim için karnaval karşılama komitesini göremedim elbette. Ama Cuma'dan itibaren gelen arkadaşlarım ve İso'cum havaalanında Karnaval gazetesi, Ezgi'nin şarkısı ve minik kaplarda ikram olarak verilen turunç reçelleriyle karşılandılar. Hoşluğa bakar mısınız? Gazetede etkinlik programı, haberler, son sayfasında şehir merkezinin haritası bulunuyordu. Ayrıca şehrin birçok yerinde üç ayda bir yayınlanan ve restoranlardan konserlere, şehirle ilgili bilgilerden haritaya kadar içinde bir sürü yararlı bilgi barındıran GoAdana rehberini de şehrin birçok noktasından ücretsiz alabilirsiniz. Ben torpilliydim, korteji izlerken bizzat rehberi hazırlayan ekipte bulunan arkadaşımla karşılaşıp, onun elinden aldım rehberimi.;) 


Cumartesi Gazipaşa Bulvarı'ndan başlayıp İstasyon Meydanı'nda bitecek korteji izlemek için kaldırımda kendimize güzel bir köşe bulduk. Değişik kostümleriyle, şapkalarıyla, pankartlarıyla önümüzden gruplar geçmeye başladı. En göz alıcı olanların açık ara Ç.Ü. Güzel Sanatlar Tekstil Tasarım Bölümü olduğunu düşünüyorum. Fıstık gibi hatunların hem giysilerine hem de saçlarına hayran olduk.   


Sonra bir ara cadıların arasında kaldık! Süpürgeleriyle, şapkalarıyla ve burunlarıyla bu cadılar hiç de korkutucu değillerdi. Hatta pek güleryüzlüydüler.:)


Sonra sırasıyla o kadar çok grup geçti ki önümüzden. Hepsi cıvıl cıvıl, kahkahalar eşliğinde, enerjimizi yükselterek, mendiller sallayarak, çiçekler atarak... Okullar, üniversitelerin çeşitli bölümleri, mezun grupları, Adanaspor taraftar grubu, Rotary ve Lions üyeleri, dernekler, STKlar, daha neler neler...


Bulvarın diğer yarısından geçen motorcuları ve Vosvoscuları yarım yamalak görebildik. Gerçi motorcuları daha sonra trafiğe kapalı Şinasi Efendi Sokak'ta motorlarını park etmiş halde gördük ama sayılmaz değil mi? Aşağıda sol altta Ayşe Arman'ı traktörün üstünde görüyorsunuz. Adanalı gazeteci olarak o da ailesiyle birlikte traktör üstünde korteje katılmıştı. Bugünkü yazısında da var. Bakın burada. Aşağıda ortadaki ALA grubunda ise Müge yürüyor.:) Zaten kortejde ya da sokaklarda ya da oturduğumuz yerlerde o kadar çok tanıdıkla karşılaştık ki. Ee küçük şehir, herkes yüz yıllardır arkadaş, o kadar ki anneler babalar bile tanıyor birbirini ve çocukları. Diğer çocukluk arkadaşım Müge ve eşiyle kaldırımda sohbet edip, çocuklarıyla balon savaşı yaparken, kortejde Ressamlar Derneği'yle birlikte yürüyen annesine el sallıyorsun mesela! Künefeciden çıkan Deniz ve ailesiyle künefeciye giren ailemiz birden on kişilik bir kokteyl sohbet grubuna dönüşüyor. Elimizde içkilerimiz eksik bir tek. Only in Adana! :) Bu arada biz TACliler niye yürümedik ki? Adımızın içinde Tarsus var diye mi? Ama çoğumuz Adana'dan gidiyorduk okula.. Seneye TAC mezunları yürürse ben de olurum içinde, şimdiden söylüyorum. 


Ve şehrin üç ana bulvarını turlayan büyük kalabalık en son İstasyon Meydanı'nda toplandı. Burada Karnaval'a davet edilmiş Adanalı ünlülerin kısa ve öz konuşmalarının hemen ardından bizim kız Ezgi açılış şarkısını söyledi.:) Mendillerimizle ailecek kendisine eşlik ettikten sonra Gökçe konserine kalmadan kendimizi kebapçıya attık. Biraz enerji toplayalım da günün diğer yarısına geçelim dedik.  


Adana'yla ilgili bir yemekler ve parklar yazısı daha gelecek, ama önce şu coşkuyla Karnaval'ı bir yazayım dedim. O yüzden yeme-içme önerilerimi merak edenler biraz sabır lütfen. Beklediğinize değecek ama. :)

Programa göre akşam 21.30'da Merkez Park'ta Çukurova Senfoni Orkestrası'nın konseri başlayacak, sonrasında da dilek fenerleri (ya da  İso'cumun deyişiyle umut balonları ;)) uçurulacak yazıyordu. Gündüz gördüğüm bu harika kalabalığa rağmen yine akşamından fazla bir beklentim olmadan gittim diyebilirim parka. Çünkü Adana burası. Rahatına düşkün memleket. Gün boyu sıcakta yürüdüler, eğlendiler, coştular, tamam. Artık kebap, rakı, künefe eşliğinde yayılmaca zamanı değil mi? Hem klasik müzik dinlemek için ayakta parkta toplanmak da neymiş, diye düşünebilir insanlar demiştim. Ve Adana bir kez daha yanılttı beni. Akşam parktaki çimlerin üzerinde toplanan nefis kalabalığı, konser ortamını, müziği, ışıkları, dilek fenerlerinin güzelliğini görünce ağzımı kapatmakta zorlandım diyebilirim. Gerçekten beni gözü kapalı getirip bu parka atmış olsalar ve etrafımdaki herkes yabancı bir dil konuşuyor olsa çok rahatlıkla Avrupa'da bir açık hava etkinliğindeyim diyebilirdim. İnsanlar keyifle dans ediyor, klasik müzik dinliyor, sohbet ediyor, dilekler tutup gökyüzüne bırakıyor, açık havada, nefis kokular eşliğinde... Ne kadar özlediğimiz güzellikler bunlar. Ve insanlar ne kadar canla başla sahipleniyor aslında güzellikleri. 


Veee uçtu uçtu dileklerimiz uçtu! :)


Bu fikri ortaya çıkaran, destekleyen, katkıda bulunan ve katılım gösteren herkese binlerce teşekkür etmek gerek. Halkın nelerden hoşlanabileceği ile ilgili dersler çıkarmak gerek. "Halk bunu istiyor" diye ahkam kesenlerin halkı hiç tanımadığını (ya da tanımanın işlerine gelmediğini) bir kere daha açıkça gördük. Klasik müziği de Gökçe'yi de dinlemeye gelen halktı, kızlı erkekli (!) yürüyen halktı, hiçbir taşkınlık olmadan sokakları gündüz ve gece coşkuyla dolduran da halktı. Dilek feneri uçuran polisler de halktı, peri kostümlü kızını elinden tutup parka getiren mütevazı ve muhafazakar giyim-kuşamlı anne-baba da halktı. Taraftar grubu da halk, biz de halkız ve keyifle bir arada olabiliyoruz işte, bu kadar!  Elbette bir de kadın eli değen, kadın ağırlığı olan ortamların medeniyet seviyesini ne kadar yükselttiğine dikkat etmek gerek. Karnaval'da kadın etkisi hissedilir ölçüdeydi bana göre. 

Adanalılıkla gurur duyan tiplerden değilimdir. Hiçbir yerlilikle gurur duymam. Doğum yerin seçebildiğin bir şey olmadığına göre memleket aidiyetinin gurur duyulacak bir yanı olmadığını düşünürüm. Ama bu yıl bu etkinliği gördükten sonra Adana'yla, Adana halkıyla gurur duydum. Yediğiniz bütün kebaplar ve içtiğiniz bütün şalgamlar helal olsun size Allahın adamı Adanalılar! :))

Sergi Haberi: İç Güç

10 – 30 Nisan 2014
Lokomotif Grup Resim Sergisi


İç güç; insanın dışındaki bütün varlıklarda, onların kendi doğalarına içkin ve -kendilerinde bütün- bir payda olarak duruyordur ve büyük ihtimalle de bu canlılar, deneyimlemiş olsunlar ya da olmasınlar kendi güçlerine hiçbir zaman yabancı kalmamışlardır. Yani bir leopar ya da bir çınar, bir afetten ya da insanın şerrinden bir şekilde paçayı kurtardığında, o zamana kadar işletmek zorunda kalmadığı bir iç güç karşısında, kendini tanıma ve potansiyelini deneyimleme imkanı bulursa, bu kendine bakışını değiştirir mi bilemiyoruz ama bilinçli varlık olan insanda değişimin gözlenebildiği bir gerçek. Bunun için, bin yıllardır -kendini tanıma- insanın değişmez yazgısı ve temel varoluş prensibi olarak zorunluluğunu sürdürmekte...

 Ayşenur Artar
 Esra Kizir Gökçen
Justin Eccles

Bu sergi, katılan her sanatçının kendi bakış açısından "iç güç" temasından ne anlaşıldığı ve bunun nasıl anlamlandırıldığının çeşitliliği üzerinedir.

 Laurel Eccles
Evren Gül

Sanatçılar:

Ayşenur Artar
Esra Kizir Gökçen
Evren Gül
Justin Eccles
Kerem Ağralı
Laurel Eccles
Serhat Koçak
Taylan Akdağ
Zafer Erkan

AdresSaint Joseph Lisesi Sergi Salonu / Moda - Kadıköy

Şimdiden iyi gezmeler.

Galeri Eksen'de Dostoyevski ve Adana'da Portakal Çiçeği ;)

Kendimi güzelliklere, ama sadece güzelliklere bırakma çalışmalarım son sürat devam ediyor. Bu kapsamda dün attım kendimi Nişantaşı'na. İlk durak Galeri Eksen oldu. Genç sanatçı Çağdaş Erçelik'in Dostoyevski'nin kahramanlarını yorumladığı resim ve heykel sergisini görmeye gittim. Çok sevdiğiniz yazarlardan birinin romanlarındaki kahramanları, olayları bir sanatçının resim ya da heykele dönüştürmesi nefis bir kombinasyon değil mi sizce de?


Yeraltından Notlar'daki o hafif arızalı karakter yukarıda biraz İlber Hoca tribi atmış bize farkındaysanız. :P Aşağıdaki kolajın sol üst köşesinde de o var. Sağ üst köşede ise Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u duruyor. Cinayeti işlemiş, odasına gelmiş, şok içinde "Tanrım ne yaptım ben?!" derken. Raskolnikov'u alt sıranın ortasında da görebilirsiniz, cinayeti kafasına koyduğu an itibariyle. Sağ altta Karamazov Kardeşler, sol altta ise İnsancıklar çalışmaları var. Budala, Ecinniler, Kumarbaz gibi romanlardan sahneleri ya da karakterleri anlatan daha pek çok eser 14 Nisan'a kadar Galeri Eksen'de sizleri bekliyor. Çok güzel bir sergi, bence kaçırmayın. 

Galeri Eksen adres: Maçka Cad. No:29 Nişantaşı, Tel: 0-212-219 08 50


Buradan çıktıktan sonra hemen yakınlardaki Milli Reasürans Sanat Galerisi'ne de uğradım ne var ne yok bir bakayım diye. Orada da 26 Nisan'a kadar devam edecek güzel bir fotoğraf sergisi var. Hasan Deniz'in Alte Liebe adlı sergisi de görülmeye değer. Hatta alt sıranın ortasındaki fotoğrafı bana hediye getirirseniz pek memnun olurum. ;) 


Saat 18.00'de The Sofa Hotel'in SPA'sındaki Budi'yle randevuma hâlâ biraz zamanım olduğunu görünce minik bir serotonin molası daha vermek için attım kendimi Caffe Nero'ya. Bu kış evde içtiğim birkaç tane dışında hiç sıcak çikolata içmediğimi fark ettim. Ve en favorilerimden biri olan Hot Chocolate Milano'dan hemen küçük boy bir kaçamak yaptım (diğer favorim için bakınız Ara Kafe'nin Meksika usulü sıcak çikolatası). Artık masaja gidebilirim. Her zamanki gibi önce girişteki Mehmet Günyeli'nin Yeryüzünün Renkleri tablosuna bir selam çakarak.   


Çıkışta İso'cum beni alır da eve de onunla birlikte dönersem o günden başka ne isterim değil mi sevgili okur? Bir de tabi bugün uzuuun bir zamandan sonra Adana'ya gidiyorsam. Hem de Portakal Çiçeği Festivali'ne denk geliyorsam. Üstelik bir de festivalin şarkısını canım arkadaşım Ezgi'nin sesinden dinliyorsam.


O zaman Pazar'a kadar İstanbul size emanet. Ben biraz portakal çiçeği (ve kebap :) ) kokularını içime çekip döneceğim, olur mu? :)

Nuh-Büyük Tufan ve Kadı Nimet ve Dostlarla Muhabbet :)

Anlaşıldı. Güzel haberler duymak mümkün değil memlekette! O zaman ne yapıyoruz? Kendimize güzellikler yaratıyor ve o güzel dünyamızda yaşıyoruz. Ruhsal ve bedensel sağlığımızı korumak için bir süreliğine kendimizi dış dünyaya kapatıyoruz. Biraz da biz görmüyoruz, duymuyoruz, bilmiyoruz bakalım. Evet, bilgi almak, haberdar olmak çok güzel, ama bir süreliğine "cehalet mutluluktur" diyerek Tivitır Mivıtır'a pek göz atmamaya çalışıyoruz. Yoksa bitmeyen baş ağrıları, sivilceler, dışarı çıkmak ve insan görmek isteğinin kaybolması, depresyon belirtileri eşliğinde evde eşofmanla pineklemek, uykusuzluk ya da fazla uyku, depresif yeme-içme bozuklukları eşliğinde bir bahar geçireceğiz gibi görünüyor. Oysa bunu hiç hak etmedik biz. 

İşte bu ruh hali içinde Cumartesi planımızı yaptık acilen. Önce saat 15.00 matinesine Nuh - Büyük Tufan filmine gittik. Darren Aronofsky'nin yönetmenliğini yaptığı bir filme Holivud Molivud demeden gideriz zaten. İyi ki de gitmişiz. Russell Crowe'un Nuh Peygamberi canlandırdığı filmde her dinde yer alan Nuh Tufanı efsanesi müthiş bir görsellikle (3D) anlatılmış. Filmde doğal olarak en ön plana çıkan Russell Crowe dışında Anthony Hopkins, Jennifer Connelly ve Emma Watson gibi isimler de rol almış. Tanrı'nın iyice yoldan çıkan insanlığı cezalandırmak için gönderdiği bu Büyük Tufan'da Nuh'a büyük bir misyon yükleniyor. Tufana meydan okuyacak bir gemi inşa ederek her canlıdan birer çifti o gemiye almak ve tufan sonrasında kurulacak o yeni dünyaya götürmek. Yeniden başlayacak yaşamda her canlıya yer var ama kötülük potansiyeli büyük hasarlara yol açabilen insanoğlu cezalı, onlara yer yok... mu acaba? İzleyip görün bakalım. Sanki bence Nuh Peygamber sevgi, şefkat, merhamet, acıma ve insani zaafların yanı sıra adaletsizliği de temsil etmiş gibi biraz. O güçlü, Tanrı'nın isteklerini yerine getirecek bağlılık ve dirayetteki koskoca Nuh'a pek yakıştıramadığım zayıflıklar sergiledi yer yer. Ama n'apalım, bu efsaneyi de böyle kabul edip bağrımıza basacağız elbet. Filmden çıktığımda bizdeki bu kötülük ve vicdansızlık salgını için de bir tufan etkili olabilirdi diye düşünmedim değil bu arada. Filmi kaçırmayın. Gerçekten etkileyici. 

Sinemadan çıkışta saat neredeyse 17.30 olmuştu. Biraz oralarda oyalandıktan sonra attık kendimizi Beşiktaş'a. 18.45 vapuruyla Kadıköy'e geçmek için iskelede beklerken de bu güzellikleri seyrettik doya doya. İçimize iyot kokusunu çektik, gitarlarıyla Levent Yüksel, Sertab, Zaz çalan gençler vapurda yüzümüzü güldüren mutluluk nedenlerimiz oldular.   


İndikten sonra postanenin önünde fuşya laleler ve etrafındaki adını bilmediğim mor çiçekler bizi karşıladı. Sonra Kadıköy'ün capcanlı sokaklarında dolaştık her zamanki gibi çok keyif alarak. Karşıya çok az geçsek de Kadıköy'ü her seferinde o kadar severek dolaşıyoruz ki. Enerjimizi yükselten, mutlu eden, harika bir etkisi olduğunu fark ediyoruz her seferinde. Yeme içme dükkanları, balıkçıları, kitapçıları, antikacıları, birahaneleri, büfeleri, kafeleriyle her seferinde bizi kendine hayran bırakıyor bu canım semt. Gözüme çarpan güzelliklerden bazıları da aşağıda. İmge Sahaf'ı bu kez didikleyemedim, kapanmıştı, ama önünde fotoğrafım yok demeyeceğim atrık. 


Akşam bizim Anadolu Yakalı canlarla buluşacaktık - Müge&Recep ikilisi. Yerimizi Kadı Nimet olarak belirleyip, 20.30'a doğru terastaki masamıza kurulduk. İtiraf ediyoruz: Ongun'un arkadaşıyla gittiği ve bize Whatsapp'tan fotoğrafını gönderdiği o meze aşkına seçtik burayı. Fotoğrafı garsonumuza göstererek sipariş verdiğimiz başrol mezesinin levrek dolma olduğunu öğrendik. Onun dışında harika bir fıstıklı peynir ezmesi, zeytin ezmesi, balık pastırması, patlıcan salatası, ahtapot salatası, levrek marine, kalamar ve balık kokoreç de denediklerimiz arasındaydı. Zaten balığa değil mezeye doymaya gitmiştik. Misyonu tamamladık Bi' Büyük eşliğinde. ;) Sohbet her zamanki gibi süperdi. Memleketi yine kurtaramadık ama enseyi de karartmadan kalkabildik en azından masadan. Bu da bir başarı sayılabilir bu günlerde, değil mi?  
  

Çıkışta Fazıl Bey'in Türk Kahvesi'nde kahve ve lokum molası vermiş olmamız sizi yanıltmasın. Elbette gece henüz bitmedi. Bu dörtlünün bir cila atmadan dağıldığına şahit oldunuz mu hiç şimdiye kadar? Geçen sefer Belfast'ı tercih etmiştik. Bu kez kalabalığı yine sokağa taşmış olan Belfast ve Ayı'nın yanından geçerek istikametimizi Barlar Sokağı'na çevirdik. Bahane Kültür'de birer Bomonti içerken kimleri yad etmedik ki... Barış Mançolar, Adile Naşitler, gözlerimizde yaşlar, ama ağlamaktan değil gülmekten oluşan cinsten.:P Unutulmaz muhabbetlerden biri döndü o gece yine orada, çok şey kaçırdınız sevgili okur. :)


Ayrılırken saat 1'e geliyordu ve sokak hâlâ o kadar canlı ve doluydu ki. Bayıldım! Sokakta hayat olması en sevdiğim şeylerden biri. Özellikle de böyle sohbetin bol pozun, piyasanın az olduğu süssüz püssüz, müzikle ve gençlerle dolu mekanlar favorim. Dilerim ruhumuza çok iyi gelen bu canlılık, bu enerji hiç tükenmez, hatta hep artarak devam eder ve salgın gibi şehrin pek çok semtine yayılır.   

Güzellikleri paylaşacağımız bir hafta olması dileğiyle...