Duvarların Dili

Pera Müzesi'nde 13 Ağustos'tan itibaren çok ilginç bir sergi başladı, biliyor muydunuz? Graffiti ve sokak sanatı ile ilgili örneklerin yer aldığı bu sergide Türkiye'den ve dünyadan farklı jenerasyon ve disiplinden sokak sanatçılarının çalışmalarını görebilirsiniz. Bunların yanı sıra Paris'te yeraltı mezarlarındaki sokak sanatı örneklerini görebilir,  kalıp boyama ile yapılan örneklerin videosunu izleyebilir, duvar yazıları fotoğrafları da görebilirsiniz. 


Üç kata yayılan bu serginin bir de Beşiktaş ve Beyoğlu'ndaki çeşitli noktalarda yer alan dış mekan bölümü var. Abbasağa Parkı, Ihlamurdere Caddesi, Beyoğlu Camialtı, Ortaköy Kültür Merkezi, vs gibi yerlerde bu sergi kapsamındaki sokak sanatı örneklerine rastlayabilirmişsiniz. Ben henüz sadece müzedekileri görebildim. Ve onlar arasında en bayıldıklarımdan biri de Herakut'un aşağıdaki çalışması oldu. Bir çıkmaz sokak köşesi gibi görünen enstalasyonun her köşesindeki yazılara bayıldım. 

"Life and death are twins... even when apart, they feel each other's presence. (Yaşam ve ölüm ikizlerdir... ayrı olduklarında bile birbirlerinin varlıklarını hissederler.)" Ya da bu. Ya da kaplumbağanın önündeki düşünce baloncuğunda yazan "I was contemplating whether turtles really are like burocrats (yanlış yazmış ama olduğu gibi bıraktım :P) or faster. (Düşünüyorum da kaplumbağalar gerçekten bürokratlar kadar yavaşlar mıdır, yoksa onlardan daha mı hızlılardır.)"


Graffiti kültürü, 1970lerde Amerikan rüyasının sorgulandığı bir dönemde New York'ta yaşayan azınlık Afrika ve Hispanik kökenli gençlerin, varoluşlarını ifade etme ve alanlarını belirleme ihtiyacı ile doğmuş olsa da artık "çağdaş kent sanatı" olarak çok daha geniş kitlelerle kabul gören bir akım olarak yoluna devam ediyor. Genç ve protest ruhu ile klasik sanattan ayrılsa da sanat olduğu tartışılmaz. Tam da bu bağlamda alttaki kolajın sol üst köşesindeki söze katılmamak mümkün mü: "Art is anything you can get away with! (Sanat, birlikte kaçabildiğin her şeydir!)


Duvarların Dili Graffiti / Sokak Sanatı sergisi 5 Ekim'e kadar devam edecek. Bence o zamana kadar yolunuzu mutlaka Pera Müzesi'ne düşürün ve birbirinden ilginç sokak sanatı örneklerini kendi gözlerinizle görün derim. 

Bu arada bana biraz müsaade. Sezon finali yapıp geleceğim. ;) 
Blogdan olmasa da Instagram, Twitter ve Facebook'tan sesimi duyururum fırsat buldukça. 

İyi hafta sonları. 

İstanbul Unveiled

Dün akşam Şerif Yenen'in 25 yıllık turist rehberliği ve seyahat yazarlığı deneyimini aktararak, her detayıyla birebir uğraşarak, İstanbul'u benzersiz kılan yönleri ortaya çıkarmak için yaklaşık üç yıllık bir çalışmayla yarattığı İstanbul Unveiled'in basın toplantısı için Hard Rock Cafe'deydim.

Amerika, Hırvatistan, Polonya, Bulgaristan, Azerbaycan'da birçok film festivalinde değişik dallarda ödül almış olan “İstanbul Unveiled” bir belgesel film niteliği taşıyor. Tamamını izleyeceğimizi sanmıştım, ama kesitler izleyerek Şerif Bey'den bilgiler aldık. Evimize dönerken de İstanbul Unveiled DVD'lerimizi yanımıza almayı elbette unutmadık. Mercan Dede, Baba Zula ve Burhan Öçal projeye müzikleriyle katkıda bulunmuşlar. Onların dışında da izlerken göreceğiniz üzere her dalda pek çok işinin ehli ismin katkısı göze çarpıyor.

Şehri ziyaret eden Amerikalı genç bir kadın turistin gözünden anlatılan İstanbul'da pek çok yere ve isme konuk oluyorsunuz, ama ne yazık ki yine de yetmiyor. Bir saate sığabilen İstanbul bu kadar. Ne yazık ki şehre her yıl gelen yaklaşık 10 milyon turistin yüzde 99'unun İstanbul'da ortalama 2-2,5 gün geçirdiklerini düşünecek olursak aslında İstanbul'da ne kadar az yer görüp ve nispeten sınırlı bir fikir edinip ülkelerine döndüklerini tahmin edebilirsiniz. Şerif Yenen de buradan yola çıkarak yabancı turiste Topkapı Sarayı, Sultanahmet Cami ve Ayasofya üçgeninden daha fazlasını göstermeyi misyon edinmiş.

Bu belgeselde Amerikalı Jessica Berkmen'ın

-Asena'dan oryantal dansın inceliklerini öğrendiğini,


-Nadir Güllü ile baklava yapılışını izlediğini,


-Burhan Öçal ile rakı-balık sofrasına oturduğunu,


-Süleymaniye Hamamı'nda sefa yaparken kendisine masaj yapan tellağa merak ettiği soruları sorduğunu,


-İstanbul Modern küratörlerinden Çelenk Bafra ile bu modern sanat müzesini gezdiğini,

-Nick Merdenyan'dan hat ve tezhip sanatını gözlemlediğini,

-Sema töreni izleyerek Mevlevilik ve semazenler hakkında bilgi aldığını,


-Demet Sabancı'nın yalısına konuk olarak Boğaz'daki yalıları dışarıdan görmenin dışında, içindeki hayata da tanıklık ettiğini,


-Kahve falı baktırdığını,


-Tülin Şahin ve Dilek Hanif ile moda ve tasarım sohbetleri ettiğini,

-Sultanahmet Camii'nin imamı Emrullah Hoca ile İslam dini üzerine sohbet ettiğini ve merak ettiklerini sorduğunu,

-Vedat Başaran eli değmiş Türk mutfağıyla tanışmasını,


-Nakkaş Halı'da kültürümüzün bir parçası olan halı ve kilimlerin dokunuşu hakkında bilgiler almasını izleyeceksiniz.

Kesinlikle çok güzel düşünülmüş bir proje. Güzel bir İstanbul tanıtımı. Kültürel etkileşimler serisinin önemli bir parçası. Şerif Yenen'in bireysel olarak maddi ve manevi çaba ve katkılarıyla ortaya çıkmış -elbette güzel olan her proje gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan destek falan görmemiş- ve bizi yurtdışında başarılı bir şekilde tanıtacağını ve İstanbul'a gelme hissi uyandıracağını düşündüğüm bir çalışma olmuş. Hak ettiği maddi ve manevi karşılığı almasını dilerim. Başta Şerif Yenen olmak üzere emeği geçen herkesin eline sağlık diyorum. Umarım bu projeler ciddi anlamda destek bulur ve serinin devamı gelir.

İstanbul Unveiled tanıtım videosunu izlemek isteyenler buraya. Satın almak isteyenler buraya ya da buraya. Hard Rock Cafe'ye gidip bira içmek isteyenler ise buraya. :P


Haftanın Filmleri

Benim için unutulmaz kitaplardan biri olan Lizbon'a Gece Treni'nin filminin çıktığını 2013 Şubat sonunda Berlin'de gezerken görmüştüm. Festivale katılacağı için afişleri her yerdeydi. Benim de o andan itibaren izlenmek üzere aklımın bir köşesine yazıldı.  Pascal Mercier'in bu nefis romanını daha önce de edebi eserleri sinemaya uyarlayan yönetmen Bille August beyazperdeye uyarlamış. Konusunu linkte verdiğim kitap yazısında detaylıca anlattığım için tekrar anlatmıyorum, ama şunu söylemeliyim ki ikisinden biri için zamanınız varsa Profesör Raimund'un Lizbon'a yaptığı hem fiziksel hem ruhsal yolculuğun romanını okumanızı kesinlikle öneririm. Hatta önce romanı okursanız, sadece onunla kalabilirsiniz ki o tat bozulmasın. Ama filmi izlediyseniz ya da illa izleyecekseniz de kitabı okumayı ihmal etmeyin. Filmden sıkılmayacaksınız, hatta sırf Lizbon görüntüleri ve Jeremy Irons için bile izlenmeye değer bir film. Ancak kitapla karşılaştırma şansı olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar. Kitap o kadar sizi alıp götüren bir derinliğe sahip ki eminim iki saatlik hiçbir uyarlama okurunu kesmeyecektir. Yani önerim: izleyecekseniz izleyin, ama mutlaka okuyun! ;)

Diğer film önerim ise The Best Offer olacak. Orijinal adı La Migliore Offerta olan bir İtalyan yapımı olan bu güzel filmin başrolünde Geoffrey Rush var ve nefis bir oyunculuk sergiliyor. Keyifle izleyebilmeniz için film hakkında çok az şey söylemem gerekiyor. Sadece şunu bilin: bir gün deneyimli ve kuralları olan profesyonel bir antika uzmanı ve müzayedeci olan Virgil'in (Geoffrey Rush) karşısına onu çok etkileyecek, gizemli bir müşteri çıkar. Güzel ve genç bir kadın olan bu müşterinin gizemini çözmek için birtakım ilkelerinden taviz vermeyi bile göze alan Virgil, ilerleyen zamanlarda feci bir şekilde kendini kaptırmıştır. Bu durumun onun hayatında nelere mal olacağını görmek için filmi izlemelisiniz. Ya da duyguların da tıpkı sanatın kendisi gibi taklit edilebilirliğini görerek bunalmak için filmi izleyebilirsiniz. Karar sizin. Ama bu filmi  mutlaka izleyin.


Şimdilik bu kadar. Yarın kaprisli ayağım izin verirse (!) Pera Müzesi'ndeki Duvarların Dili sergisini gezerek sokak sanatı örneklerini görmek istiyorum. Bilahare paylaşırım. 

İyi haftalar...

Bir Kitap, Bir Film, Bir Mekan

Elime almamla bitirmem bir oldu, ama sevdim mi sevmedim mi karışık duygular içindeyim. Selçuk Erez'in Öpüşmek Yasaktı Düşünmek De adlı kitabından bahsediyorum. Kendi gençlik dönemindeki Türkiye'ye ışık tuttuğu yönleri açısından hoşuma gitse de, edebi tat anlamında çok güzel bir roman okuduğumu söyleyemem. Yine de Nazi baskısından kaçarak İstanbul Üniversitesi'nde öğretim hayatlarını sürdüren başarılı ama bir şekilde muhalif Alman profesörlerin (o kadar ki o zamanlar Avrupa'da "Yeryüzünün en iyi Alman tıp fakültesi İstanbul'dakidir" denirmiş), 6-7 Eylül olaylarının, Menderes dönemi söylemlerinin (ve günümüzle benzerliğinin) ve halkı sadece terör ve dehşetle korkutan eski diktatörlerle, halkı korkutmanın yanı sıra yaptıklarının haklı ve demokratik şeyler olduğuna inandıran günümüz diktatörlerinin hikayelerini  okumak ilgi çekiciydi. Tüm bunlara İstanbul'un varlıklı ailelerinden birinin oğlunun önce çocuk, sonra genç delikanlı, ailesine göre nispeten muhalif ve politik bilinci daha yüksek bakış açısından baktık. Bu da bende biraz baş karakter günah çıkarıyormuş gibi bir izlenim yarattı; o yüzden de kitaptan aldığım tadı biraz azaltmış olabilir. Sonuç olarak yazar da okur da Türkiye'deki zihniyetin ve meselelerin yıllar içinde zerre kadar değişmediğini kabul ediyor kitabı okuyunca. Selçuk Erez, çağla ve akılla bağdaşmaz yasakları yok etmek için çabamızı sürdürdüğümüzü ama şimdi çok daha umutlu olduğumuzu söylüyor. Bense bir okuru olarak aynı çabanın yıllardır sürdürülmesinin bizim umutsuz vaka olduğumuzu gösteren bir durum olduğunu düşündüm ne yazık ki. 

Gelelim izlediğimiz filme. Prisoners adlı 2013 yapımı film uzun zamandır izlenmeyi bekliyordu. Sonunda geçen hafta izledik ve çok sevdik. Özellikle Hugh Jackman'in oyunculuğu tek kelimeyle harikaydı. Filmin konusu ise kısaca şöyle: Şükran Günü'nde bir araya gelen iki komşu aile, günün ilerleyen saatlerinde iki küçük kızlarının ortadan kaybolduğunu fark ederler. Her yeri arayıp taramalarına rağmen, kızlara ulaşamayıp polise haber verirler. Daha sonra polisin de yeterli olmadığını düşünen babalardan biri olan Keller (yani Hugh Jackman), olaya kendi el atmaya kalkar. Dolayısıyla bir yerden itibaren suç ve masumiyet başrolleri değişir ve emniyete/adalete güven sorgulamaları başlar.

Bir iki noktayı çözememiş gibi olduk, kafamıza tam oturmadı; bir de şu en son Keller'ın çaldığı düdük, ah o düdük... Böyle soru işaretli bitirmesinler filmleri ya. Ben hep olumsuzu düşünen taraf olarak üzülüyorum sonra. Ama bunlar dışında genel olarak filmi heyecanla izledik ve beğendik. Güzel bir psikolojik gerilim. Size de tavsiye ederim.


Mekan önerim ise Nopa olacak. Hatta doğrudan Yelp yorumumu yazayım, kolay olsun:

Atiye Sokak'taki daha kafe tarzı yerlerin arasında şık restoran olarak tek alternatif gibi burası. İş yemekleri için güzel bir seçim olabilir. İzole iç avlusunun tasarımı ve dekorasyonu çok zevkli. Ayrıca şehrin göbeğinde olmasına rağmen tamamen apayrı bir yerde havası yaratıyor avlu ortamı. Yemek sırasında sakin bir müzik, sonrasında sadece masalardaki sohbetin sesi duyuluyor. Sessiz, nezih, huzurlu bir ortam. Etleri ve başlangıç ya da yan lezzetler tabakları lezzetli, kokteylleri ve şarap menüsü başarılı. Biraz pahalı olduğunu söylemem gerek ama kendini konumlandırdığı nokta itibariyle zaten İstanbul'daki belli başlı birkaç yerden biri olmaya aday. Yine de bu fiyat seviyelerine çıkıldığında tercih edilebilecek, ambiyansı güzel pek çok başka yer var İstanbul'da. O yüzden bence burası bir süre sonra Nişantaşı'na yakın iş insanlarının iş yemekleri için tercih ettikleri bir mekana dönüşür gibi geliyor bana. Gitmeyi düşünüyorsanız rezervasyon yaptırmanızı öneririm: 0-212-327 58 68. 
Şimdilik bu kadar. Deneyim biriktirmeye devam! ;) 

Canım Benim


10. yılımız mı 15. yılımız mı kutlu olsun canım benim? ;) Hadi evlilik tarihini yıldönümünü sayalım bu kez: 10. yılımız kutlu olsun! Birlikte nasıl geçtiğini anlamadığımız kadar güzel, mutlu, sağlıklı ve aşk dolu on yıllar geçirelim e mi? 

Hep yanımda ol, hep beni ben yapan o en kıymetlim ol.

Öptüm, eve gelince daha çok öpeceğim. ;) 

(Biraz özel bir post oldu ama siz de yabancı değilsiniz nasılsa ;) )

Oradan Buradan: Bir Kitap, Bir Dizi, Bir Veda

Tatil dönüşü hayat nasıl geçiyor derseniz hafiften tatil modunda geçiyor diyebilirim. Ama püfür püfür deniz kıyısında geçen bir tatil değil de hamama kapatıldığım bir tatilde gibiyim. Üstelik kese ve köpük masajı yapmaya gelenim de yok! :P Şaka bir yana İstanbul yazın çok sevimsiz bir şehir olmaya başlamadı mı sizce de? Tabi ki bunda İstanbul'un değil, her karışı beton kaplayan ve doğanın dilinden hiç anlamayan, hatta doğayla en uyumsuz canlı türü olan insanların suçu olduğu konusunu tartışmaya bile gerek görmüyorum. İnsanoğlu hakkında böyle de boyumdan büyük bir genelleme yaptıktan sonra Türk insanoğlusunun fikri, zikri, aklı, mantığı hakkında daha spesifik değerlendirmeler de yapabilirim ama korkmayın; ne sizin ne kendimin moralini bozmayacağım bu cinnet sıcaklarında.

Onun yerine bu boğucu günlerimin en aksiyonlu aktivitesi olan kitaplarımdan bahsedeyim size. Tatilde yarısını okuyarak İstanbul'a getirdiğim Drina Köprüsü'nü bitirmiş bulunuyorum. Balkanlar gezisinden döner dönmez aldığım, yani neredeyse bir senedir okunmayı bekleyen Nobel ödüllü yazar İvo Andriç'in bu nefis romanıyla eski Bosna'ya ve oradaki farklı etnik ve dini kimliklerin bir aradaki yaşamlarına yolculuk yaptım adeta. Tıpkı arka kapakta belirtildiği gibi burada anlatılan ne müthiş bir uyum hikayesi, ne de mutlak bir zulmün hikayesi. Zamanla, dünyadaki sosyal ve siyasi değişimlerle, savaşla birlikte doğal bir süreç olarak yaşanan toplumsal bir değişim. Ve sahnenin en önemli dekoru da Sokullu Mehmet Paşa'nın çocukluk hayali diyebileceğimiz Drina Köprüsü. Vişegrad'ın iki yakasını birleştiren bu taş köprü her dönem o kadar çok güzelliğe ve çirkinliğe, iyiliğe ve kötülüğe, doğruya ve yanlışa, mutluluğa ve mutsuzluğa, eğlenceye ve hüzne tanıklık ediyor ki... Ve tüm bunların tarafsız bir gözle anlatılması o kadar önemli ki. Ben sevdim bu romanı. Öneririm.

Genellikle evde geçirdiğimiz İstanbul yazının diğer en önemli aktivitesi de Breaking Bad'i bitirmek oldu. Çok dizi izleyen bir çift olmadığımız gibi izlediklerimizi de yaklaşık 5 sene geriden takip etmeyi tercih ediyoruz biz. Özellikle Lost sonrası buna dikkat ediyoruz. Bir bitsin, bir görelim insanlar son sezondan sonra da hâlâ "süperdi!" yorumunu yapabiliyorlarsa o zaman geçiyoruz başına. :P 24 ve Breaking Bad de bu anlamda gerçekten süperdi! Yalnız bu diziyle ilgili insanlık için küçük kendim için büyük bir noktaya feci takıldım. Bu Walter White gitti koskoca Heisenberg oldu, adeta efsane oldu, Gus'ı falan hakladı, bilmem kaç leşini dünya üzerinde zerresi bulunamayacak şekilde kimyasal çözeltilerle yok etti, ama gel gör ki adam hâlâ evinde beyaz don ve beyaz fanila ile yatağa girmekten vazgeçmedi!! O karizmaya, o kötülük potansiyeline, o egoya beyaz donu gördükçe "bizimle deyılsin!" demek geliyordu içimden.


Solda "my family, my cancer" diye bu işe nispeten masumane (!) duygularla başlayan adamla, sağdaki ifadeye sahip olan "bad guy" hiç bir olur mu? Tarzını yansıtmak adına hiçbir şey yapamıyorsan bile en azından yatarken bir siyah boxer ve gri tişörte (bak söylerken bile don&fanila demiyorum renk değişince ;) ) geç be adam!

Neyse, iki geyik de yaptık, iyi oldu, eğlendik. Ama dün gerçekten çok üzüldüğüm Robin Williams'ın ölüm haberine de değinmeden geçemeyeceğim. Bazı insanların ölümsüzlüğü ne kadar tartışılmaz bir biçimde açık değil mi? Dünyanın her köşesinden gelen mesajların ortak bir yönü de Robin Williams'ın ölümünün insanlarda aileden birini kaybetmişlik gibi bir his yaratmasıydı. Haberi duyar duymaz ben de bana ilham veren, birlikte çok eğlendiğim, çok şey öğrendiğim bir tanıdığımı kaybetmişim gibi üzüldüm. Her ne kadar uzun zamandır gördüğü depresyon tedavisi, alkol ve kokain sorunları ve bu dünyada daha fazla kalmamayı seçmiş olması çok üzücü olsa da ne mutlu insanların ruh dünyalarında böyle güzel bir iz bırakabilerek bu dünyadan ayrılmış olması.


Güle güle güzel adam. Sözlerini, mesajlarını kulak arkası etmeyeceğimizden emin olabilirsin. Gittiğin yerde huzuru bulman dileğiyle.

Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi

Ya da diğer adıyla plazalar arasında bir vaha. Beybi Giz Plaza'da bulunan Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi gerçekten nefis çalışmalara ev sahipliği yapıyor.  Özel koleksiyon müzesi niteliğinde olan bu küçük ama çok güzel müze, koleksiyoner Elgiz ailesinin çağdaş sanatı desteklemek amacıyla açtıkları, kâr amacı gütmeyen ilk müzelerden biri. Süreli ve sürekli sergilerin yayıldığı geniş bir kapalı alan katının dışında bir de açık hava sergi alanı  bulunan müzenin Teras Sergileri'ndeki gencecik sanatçıların yaptıkları modern heykeller kesinlikle görülmeye değer.

Ama önce içeriden başlayalım. Yerli ve yabancı birçok çağdaş sanatçının eserinin bulunduğu bu iç kısımda ilginç video ve enstalasyon çalışmaları da bulunuyor. Türk sanatçılardan birkaç örnekle başlayayım. Üstteki iki yağlıboya tablo Mustafa Karyağdı'nın plaj ve sahil temalı çalışmaları. Bu aralar ben de plajlardan bir günlüğüne kalkıp da sandığa gelmeye üşenenlere özel bir çalışma ortaya çıkararak çağdaş sanatçılar arasına zirveden giriş yapmayı planlıyorum!  


Üstteki kolajın alt sırasının ortasında bulunan pembe kapı elbette Burhan Doğançay'a ait (nur içinde yatsın). Hemen sağındaki Kimlik adlı çalışma Bedri Baykam'ın; solundaki Kumsalda ise Kezban Arca Batıbeki'nin eserleri. 

Aşağıdaki kolajda aynı isimli iki çalışma bulunuyor: Zaman. Biri Julian Opie'nin açılan, içilen ve boş olarak buruşturulup atılan sigara paketleri şeklinde zamanı yorumladığı çelik üzerine yağlı boya yerleştirmesi. Diğeri en sağdaki Elke Krystufek tablosu. Ortadaki kadın figürüne bayıldım bu arada: Luca Zampetti'nin ahşap üzerine kara kalem ve reçine çalışmasının adı Dominique'in Utangaç Cinselliği. David Lachapelle'in kırmızı rujlu Uma Thurman'ının adı Dedikodu. Hemen yanındaki Çok Demokratik Bir Resim, İnfilak Etmek adlı çalışma ise Volkan Diyaroğlu'na ait. 


Terasa geçmeden Jan Fabre'nin şu ilginç heykeline de göz atmak ister misiniz? Adı Meleklerin Yükseliş Duvarı, açıklama ise aşağıda yer alıyor. 


Şimdi açık havaya çıkma zamanı. Bu aralar İstanbul'da saçma sapan yağan sağanak yağmurlar, fırtınalar ve hortum tehlikeleri göz önüne alınarak belki de bu terasın biraz daha korumaya alınması gerektiğini düşünmedim değil. Gerçi belki de uzun uzun plazaların yarattığı beton duvarlar arasından herhangi bir hava koşulu buraya geçebilmeyi başaramıyordur! Her neyse... Teras Sergileri'nin bu sene üçüncüsü gerçekleştiriliyormuş (şimdiye kadar neden bilmiyordum ben burayı diye kızıyorum kendime!) ve buradaki eserlerin hepsinin ortak özelliği yapan sanatçıların yaşlarının 40'ın altında olması.  


Gerçekten çok güzel modern heykellerin olduğu, 1500 metrekarelik bu terastaki çalışmalar çakıl taşlarının üzerine yerleştirilmiş. Aralarında harika işler var. En favorilerim alt sırada yer alıyor: Ahmet Özparlak'ın plaza uzunluğu yarışına gönderme yaparak plazanın üstüne eşek diktiği (1) Benimki Daha Uzun; Aycan Güler'in Yağmur adlı mermer pelerini; ve Derya Özparlak'ın üzerinde renkli mikrofonlar olan kürsüsü Renkli Yalanlar.

Bu güzel müzeyi gezmek için mutlaka zaman ayırın derim. Ulaşım metroyla da çok kolay (İTÜ Ayazağa durağı). Giriş ücretsiz. Saatleri öğrenmek için buraya bakın, çünkü bazı günler kapalı ve diğer günler de erken saatlerde kapanabiliyor. Girişte Teras Sergisi katalogunu alabiliyorsunuz, kapalı alandaki çalışmaların isimleri ve açıklamaları zaten yanlarında var. Daha ne olsun? Size sadece tadını çıkarmak kalıyor işte. Çıkarın! ;) 

Not: Çok daha fazla fotoğrafı Facebook sayfama albüm olarak yükleyeceğim, ilgilenenleri beklerim. 

İyi haftalar... 

Tatil Kitaplarım: Dünya Ağrısı ve İstanbul Kırmızısı

Geçtiğimiz hafta yaptığımız sessiz, sakin ve huzur dolu deniz tatilimiz sırasında 2,5 kitap bitirdim. Kalan buçuğu hâlâ okuduğum için onu sonraki yazıya bırakıyor ve sizi hızlıca  bitirdiğim iki kitaba götürüyorum.  


İlki bayıldığım kadın yazarlardan biri olan Ayfer Tunç'un son kitabı Dünya Ağrısı. Anadolu insanını çok iyi tanıdığını ve anlattığını düşündüğüm bir yazar Ayfer Tunç. Dar kalıplara mahkum ve durağan taşra yaşamının boğuculuğunu iliklerinize kadar hissedebilirsiniz bu kitabı okurken. İstanbul'da felsefe okumak ve hem fiziksel hem ruhsal keşiflere çıkmak isterken babasının ölümü sonrasında aile otelinin işletmesini devralmak, evlenip yuva kurup, taşrada kök salmak kaderine razı olan Mürşit karakterinin çile doldurur gibi zoraki bir hayat yaşaması içinize dokunuyor. Bunun aslında bir kader değil de konfor sınırından çıkma cesaretini bulamayan bir insanın hayatının doğal sonucu olduğunu görmek ise hem Mürşit'e hem biz okurlara daha da ağır geliyor. Mürşit bu ağırlığı, üzerindeki bu "dünya ağrısını" hafifletmek için en birincil yöntem olarak belli ki bir kişisel kaçış içinde olan Madenci dostuyla her akşam yaptığı rakı sohbetlerinden yararlanıyor. Bu iki hayat bezgininin sohbetleri ve hikayesi sayesinde siz de hem bu ikilinin hem de onların gözünden taşra yaşamının (hem de ülkemizin yakın siyasi tarihinin) ruhu kemiren dehlizlerine bir süre konuk oluyorsunuz. Birkaç alıntı:

...İnsana değmeden yaşanmıyor, insanoğlu insansız bir hayat bulamadı. Bu şehirde her şey insana fazlasıyla değerek, sürtünerek, gıcırdayarak, itişerek, gerginlik içinde yaşanıyor... 

...Kız evlatlar gider, özgür değildirler, asla olamazlar ama yine de giderler, bir kafesten başka bir kafese. Erkek evlatlar kalır, evlerin özgür demirbaşlarıdır onlar...

...Hayat bir koşu bandıdır, durmadan koşacaksın, durduğun an bant seni üstünden atar...

Hâlâ Ayfer Tunç'un en sevdiğim kitabı bu olmaya devam ediyor, ama yine de Dünya Ağrısı'nı okumanızı mutlaka öneririm.

İkinci tatil kitabım ise filmlerine bayıldığım Ferzan Özpetek'in İstanbul Kırmızısı oldu. Filmlerine karşı objektif olamadığım gibi kitabına karşı da olamayacağım üzgünüm. Ferzan Özpetek'in zihninin ürünü olan her şey ilgi alanıma giriyor doğrusu. Kitapta da onun yaşamına ve ailesine dair fikirler edindiğimiz bölümleri daha bir zevkle okudum diyebilirim. Adam ve kadının kitabın sonunda bir araya gelişlerini biraz "hoop, hadi artık uzatmayalım, final yapalım" tadında bulsam da ve bir romandan çok iki farklı kişinin günlüklerinden parçalar okuyormuşum gibi hissetsem de yine de sevdim. 

Bir aşk adamı olduğunu düşündüğüm Ferzan Özpetek'in şimdi hayaller kurmasına yardımcı olduğu ( ;) ), kırmızı ojeli elleri olan annesini ve "Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez" diyen Betül Teyzesini çok sevdim. Onun duygusal zenginliğinin ailesindeki bu harika kadınlardan beslendiğini düşünmemek mümkün değil. Ayrıca aşkın varlığına inanması bile benim de kendisine inanmam için yeterli bir sebep! ;) Şöyle demiş kitabın bir yerinde: "Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Yani sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur." Ve yine aşkla ilgili olarak: "Yara izi bıraksa da dağlayıcı bir damganın daha iyi olduğunu öğrendim; kışı andıran bir yürektense bir yangın yeğdir."

İyi okumalar...