Son dönemlerde izlediğim en keyifli seri Houdini'ydi. TV dizisi olarak birkaç bölüm halinde yayınlanan ve Macar asıllı Amerikalı illüzyonist Harry Houdini'nin (ya da gerçek adıyla Erik Weisz) hayatını anlatan bu seriyi mutlaka bir yerlerden bulup izleyin derim. Özellikle elleri ve ayakları kelepçelenmiş halde kilitli bir sandıktan ya da su dolu bir tanktan ya da aklınıza gelebilecek en sıkışık, klostrofobik ortamdan bir şekilde kurtulmayı beceren bu müthiş adamın numaraları, özel yaşamı (karısı Bess ve çok düşkün olduğu annesi ile ilişkileri), gösterileri sayesinde ya da başka şekillerde yaşamına giren ünlü isimler (pek çok kral-kraliçe ya da Sherlock Holmes'un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle ve eşi gibi) ve iç dünyasında gezinen bu diziye bayılacaksınız. Hele bir de Houdini'yi Adrien Brody'nin oynamasına daha çok bayılacaksınız. 1874-1926 yılları arasında yaşamış bu ilginç karakterle ben bu yaşımda bu dizi sayesinde tanıştım. Siz de geç kalmadan tanışın derim.
Gelelim Woody Allen'ın son filmi Magic in the Moonlight'a, yani bizde vizyona girdiği adıyla Sihirli Ay Işığı'na. Büyük beklentilerle izledim ama Colin Firth ve inançlı olmak ya da olmamak, mantık mı duygu mu konulu birkaç güzel diyalog dışında filme çok da bayılmadım. Aa pardon, az kalsın unutuyordum, tabi ki filmin geçtiği ortam ve döneme de bayıldım: 1920li yıllarda Güney Fransa. Yani nefis görüntüler sizleri bekliyor. Ama yani diğer Woody Allen filmleriyle kıyaslama götürmez bir şekilde yüzeysel ve çerez niyetine izle-unut bir film bence bu seferki.
Kısaca konusundan bahsedeyim: Ünlü bir sihirbaz olan Stanley (Colin Firth) akıl, mantık ve bilime fazlasıyla inanan, Tanrı'ya, metafizik dünyaya, doğaüstü güçlere karşı alaycı bir inançsızlığı olan bir adam. Hayatı boyunca medyumluk yaparak ruhlar alemiyle iletişim kurduğunu iddia eden birçok şarlatanın foyasını ortaya çıkarmasıyla da ünlü. Arkadaşı Howard'ın çağırması üzerine yine böyle bir vakayı deşifre etmek üzere Güney Fransa'ya gidiyor. Yani Sophie (Emma Stone) adında genç ve güzel bir medyumla tanışmaya. Ama işler biraz farklı gelişiyor bu ikili için. Nasıl mı? İzleyip görmelisiniz. Woody, Colin ve Provence hatırına izleyin diyorum ama. İsimler farklı olsaydı aynı şeyi demeyebilirdim. ;)
Bir de aylar önce Digitürk Festival kanalından kaydettiğimizi bile unuttuğumuz Augustine filmini izledik geçen hafta. 2012 yapımı filmin kadın oyuncusu Soko'ya hayran kaldım diyebilirim. Çok zor bir rolü çok başarılı bir şekilde oynamış.
19. yüzyılın önde gelen Fransız nörologlarından biri olan Dr. Jean Martin Charcot ile bir histeri krizi sonucu vücudunun bir kısmı felç olan gencecik bir kız arasındaki hasta-doktor ilişkisini ele alan filmin konusu çok sıradan gibi görünse de aslında ilişkinin detaylarında çok şey gizlenmiş. Örneğin, hastasıyla çok yakından ilgilenen Dr. Charcot'un tartışmalı yöntemler kullanarak genç kızın histeri krizlerini tetiklemesinin ardında belki de tedavi etmekten çok teziyle Akademi'den ödül alma beklentisi yatıyor. Zavallı kızın durumunu bir sirk maymunu gibi izleyen diğer meslektaşlarının bakış açıları sorgulanıyor. Dr. Charcot'un hastasına karşı duyduğu cinsel arzunun etik ve vicdani boyutu ele alınıyor. Sizi nelerin beklediğine dair kısa bir özet için şu fragman videosuna da bakabilirsiniz:
Sigmund Freud'un da hocalarından biri olan Jean Martin Charcot ile hastası Augustine arasında yaşanan ve gerçek olaylardan esinlenilerek çekilmiş filmin yönetmeni Alice Winocour. Değişik festivallerde ve farklı dallarda 11 kez ödüle aday gösterilmiş olan filmin dört tane de ödülü var. Ve bunlar da filmin kadınları Soko ile Alice tarafından kazanılmışlar. Bence hafiften kasvetli havasına rağmen izlenmeye değer bir filmdi. Öneririm.
İyi seyirler!
İyi seyirler!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder