Maraz ve Kahperengi

Hande Altaylı'nın Delice'sini beğenince burada da bahsettiğim gibi Maraz ve Kahperengi kitaplarını da kayınvalidemden alıp İstanbul'a getirdim ve geçtiğimiz hafta ikisini de bir solukta bitirdim. İyi ki Hande Altaylı ön yargımdan kurtulup romanlarıyla tanışmışım, çünkü hem romanlarına hem de onun o güçlü kadın karakterlerine bayıldım desem yeridir. 

Maraz, tam da arka kapağında yazdığı gibi bir kitap: "bazen hayatın sigortaları atar, ışıklar söner ve her yer karanlığa gömülür." Gerçekten de birkaç aydır işsiz olan Aslı, mutlu gittiğini sandığı evliliğinin de çatırdamasıyla birlikte hayatında yeni bir döneme girer. Babasının yıllar önce kendisinden boşanıp başka bir kadınla evlenmesini hâlâ atlatamamış olan dırdırcı annesi ve içine kapanık, hüzünlü ve kimseyle bir şeyler paylaşmadığı için Brüksel'deki hayatını neden bırakıp döndüğünü de kimsenin bilmediği kardeşi Zeyno'nun da Aslı'ya bir faydası yoktur! Yine de sigortalar sonsuza dek attığı şekilde kalmaz, ışıklar yeniden yanar hayatta. 

Aslı'nın hayatında ışıkların yeniden yanacağı zamana kadar yaşananları okumak isterseniz Maraz tam size göre. Aslı da tam bana göre bu arada. ;) Çok sevdim duruşunu, tarzını. Yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almayan, sözde iyi, gerçeklikten uzak ve proje bir tip olduğunu geç de olsa gördüğü ve kabul ettiği kocası Ali ile ilgili sözlerini de alıntıladım aşağıdaki kolajda.


Kahperengi, Yaslıhan adında bir Kuzey Ege köyü ile İstanbul arasında Narin'in sevgisiz ve yoksulluk içinde geçen çocukluğu ile genç bir avukat olduğu şimdiki yaşamı arasında gelip giden bir roman. Ana karakter yine güçlü ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış, kaderine meydan okuyarak mahkum olduğu şartlardan kurtulabilmiş, gen ve güzel bir kadın olan Narin. Yine de onun Yaslıhan yıllarına dönüp baktığımızda ailesindeki pek çok karakteri, İstanbul'daki tutunma sürecine baktığımızda ise kardeşinden öte sevdiği yakın arkadaşı Deniz'i de çok iyi tanıyoruz bu romanda. Bir de hayatının her iki döneminde de sürprizli şekillerde ortaya çıkan Fırat var elbette. Büyük aşk Fırat! Gerçi ben Narin'in ona olan aşkına inandım da Fırat'ınkini pek inandırıcı bulamadım ama neyse artık, inanmış gibi yapacağım. 

Kendi kitabım olmadığı için altını çizip, en arkadaki boş sayfaya da altı çizili sayfaları not ederek okumadım ama telefonlar sağ olsun, altını çizmek istediğim yerlerin fotoğraflarını çekerek idare ettim bu kez. :) Ve aşağıdaki "yalnızlık" tanımlamasına da bayıldım. 


Hande Altaylı kitaplarında sevdiğim diğer bir şeyin de yaşadıkları her türlü olumsuzluğa karşı dimdik durmayı becerebilen kadınların sevgi ve aşk ile kendilerini iyileştirmeye asla hayır dememeleri oldu. Ders alınmalı!

***

Artık biraz ara veriyorum bloga. Muhtemelen Eylül'e kadar, ama plan yapmaya gelmeyen hayatın başımızın üstünde yeri olduğu için kesin bir şey söylemiyorum. Yine de içinizden koparsa güzel enerjilerinizi bize göndermenizi beklerim. Bu hafta sonundan itibaren ailemizle ilgili göndereceğiniz güzel ve olumlu dileklerinize ihtiyacımız var. Sağlığımızla ilgili her şeyin yolunda gitmesini can-ı gönülden diliyor ve Evren'in bizleri yeniden keyifli ve güzel günlerimize en kısa sürede döndüreceğine güveniyorum. Son birkaç hafta bizim için çok keyifli geçmemiş olsa da yine de şükredecek çok şeyimiz oldu, bundan sonrasında şükredeceğimiz şeylerin sayısının çok daha fazla olacağını biliyorum. Ve sonra da kutlama zamanları gelecek elbette. Hep öyle olmadı mı, yine olacak, eminim! 

İyi hafta sonları... 

St. Petersburg Yeme-İçme-Alışveriş Notları

Aslına bakarsanız öyle muhteşem tüyolar falan verecek değilim. Zaman az ve program yorucu olunca çok iyi olduğunu duyarak rezervasyon yaptırdığımız Terrassa Restaurant'a bile gidemedik. O zaman niye yazıyorum? Siz gidin diye. ;) Yeri de çok merkezi. Kazan Katedrali'ne yürüme mesafesinde. 

Öğle molalarını genellikle bira ve sandviç, kurutulmuş balık, blini adı verilen pancake çeşitlerinden seçtiğimiz atıştırmalıklar ile geçiştirdik. Nevsky Prospekt üzerindeki adını bardakların üzerinde gördüğünüz o birahane çok güzel mesela. Ama adının ne olduğunu sormayın, bilmiyorum. ;)


Onun dışında İso'cumun borsch çorbası ve soslu köfte benzeri bir yemek yediği, benimse Baltık Denizi balıklarından birini denediğim Beatnik, gece belli bir saatten itibaren DJ müziği ile daha kulübe dönüşen, sadece yazları açık olan trendy cafelerden biri.  Had safhada yorgun ve aç olduğumuz ilk günün gece on buçuğunda oturduğumuz için tek ye-kalk müşterisi de biz olduk sanırım. ;)


İkinci gün akşam için turistik bir yer olsa da yine de merak ettiğimiz ve yer ayırttığımız Troika'ya gittik. İzlediğimiz şov, yediğimiz yemekler ve içtiğimiz bir şişe şampanya için iki kişi yaklaşık 110 USD ödedik ve kesinlikle değdiğini söyleyebilirim (tur şirketleri içki hariç kişi başı 65 ila 85 Euro arasında bir rakama götürüyorlar ama metroyla gitmek çok kolay, aklınızda olsun). Gitmeden önce web sayfasındaki mail adresinden iletişim kurabilir, restoran müdürü Elena'ya selamımı söyleyerek en ön masayı ayırtabilirsiniz. Ciddiyim. Ben de İstanbul'a gelirse ona nefis tüyolar vereceğim karşılığında. ;) Varyete şovundaki kızlar ve kostümler de turistik olsa bile bence renkli ve görülmeye değerdi. Evet bir Lido değil belki ama Marakeş'te Chez Ali'ye gitmek gibi bir şey işte, olmazsa olmuyor böyle deneyimler. ;)



Çıktıktan sonra kaldırımlarda aşağıdaki gibi yazılar ve numaralar görürseniz şaşırmayın. Rusya'dasınız ne de olsa, relax bi zahmet, rahat olun. ;)


Bir de çok alakasız olacak ama Rus yemeklerine zaten pek meraklı olmadığımız için gözümüze çarpan bir Kore restoranı olan Bab Jib'i denedik bir gün. Otelimize de yakın bu restoran iki saray gezisinden sonra o kadar iyi geldi ki midemize anlatamam. Little little in the middle usulü bir sürü şey denedik ve hepsini de sevdik. Ama size St. Petersburg'da Kore restoranı, pardon cafesi de, önermeyeyim değil mi? Yine de dursun buralarda. Belki bizim otelde kalırsınız, adı sanı aşina gelir, denersiniz siz de. 



Alışveriş olarak

* Votka alacaksınız illa ki. En iyi votkanın Beluga olduğunu da duymuşsunuzdur. Bunun dışında Tzar Tsarskaya Zolotaya votkası (ki Çar Votkası da diyebiliriz ve üzerindeki pencerede bizim Deli Petro'yu görerek kendisini tanıyabiliriz) ve artık Türkiye'deki freeshop'ta da bulunan Russian Standard votkalarından kendinize ve hediye alabilirsiniz.  

* Kürk ceket, manto ve kalpak almak için en uygun yerde ve mevsimdesiniz. Hepsi indirimde ve soğuk memleketin son derece kaliteli ürünleri kürk karşıtı olmayanları bekler. Atkı, bere, kaşkol gibi ürünleri ise yazlık sarayları ziyaret ederken gittiğiniz kasabalardaki standlardan neredeyse St. Petersburg'dakilerin yarı fiyatına alabilirsiniz. 

* Matruşka bebeklerin ve Faberge yumurtalarının envai çeşidini alabileceğiniz topraklardasınız.  

* Havyarsız asla, diyen varsa aranızda yine tam yerindesiniz. Özellikle çok pahalı olan siyah havyarın en iyisini alabilirsiniz buradan. 


Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz yer Nevsky Prospekt üzerinde yer alan Eliseyev Emporium adlı bir şarküteri-cafe. Vitrinini ve binanın güzelliğini gözden kaçırmanız mümkün değil, hareketli oyuncaklardan oluşan çok şirin bir düzenlemesi var. Hiçbir şey almasanız bile içinde mutlaka bir tur atın derim. 


Aynı şekilde Nevsky üzerinde görmeniz gereken bir diğer bina da Singer House. İçinde bir kafe ve çok katlı kitapçı da bulunan ve aynı zamanda House of Books (Kitap Evi) olarak da adlandırılan bu müthiş binayı da gezmeden geçmeyin derim. Burada zevkinize göre St. Petersburg ile ilgili kitaplar, kartpostallar, magnetler de bulabilirsiniz.  


Galiba bu kategoride unuttuğum bir şey kalmadı anlatacak. Genel olarak St. Petersburg tam bir Avrupa şehri. Tekrar gidilebilir, diye kafamızda not düştüğümüz yerlerden. Kültür-sanat ve yeme-içme anlamında alternatifler cennetindesiniz aslında. Düşünsenize şehirde tam beş opera binası var. İnsanın aklına ister istemez yıllardır öyle harap bitap halde duran AKM geliyor. :( Her çeşit mutfağı bulmanız mümkün. Rus zengini ile bizim kültürsüz-görgüsüz zenginimiz arasında da benzerlikler olduğu için sadece gösteriş ve görgüsüzce para saçmak için gidilen, ultra lüks yerleri de bolmuş (ki bizden uzak olabilir, sakıncası yok). Gece hayatı çok renkli. Bekar erkekler için daha da renkli olduğunu tahmin edebiliyoruz. ;) Düz ayak, engebesiz, yürüyerek gezmesi keyifli bir şehir. Mevsiminin çok kısa olması da onun gibi bir güzelin tek kusuru olsa gerek. Israr etme, yaşamak için gelemem o soğuğa, ama gezmek için bir daha gelirim sevgili Leningrad. O zamana kadar hoşça kal...

Puşkin Kasabası'nın Katerina Sarayı

Eveet, bir yazlık sarayla daha karşınızdayız sayın okurlar. Bu kez içinde fotoğraf çekilebilen bir saray var karşımızda. Bahçeleri Peterhof kadar ihtişamlı olmasa da binası, iç süslemeleri, içindeki mobilyaları ve eşyalarıyla en az onun kadar güzel bir saray burası da.


Yine 18. yüzyılın başlarında Büyük Petro'nun karısı I. Katerina tarafından yazlık saray olarak inşa ettirilen bu saray, tıpkı Peterhof gibi II. Dünya Savaşı'nda Nazi saldırılarından büyük zarar görerek adeta baştan yapılmak zorunda kalmış. İç dekorasyonu ise önce I. Katerina'nın kızı Elizabeth tarafından, sonra da II. Katerina tarafından baştan aşağı değiştirilmiş. İç ve dış süslemelerde gerçek altın kullanılan sarayın özellikle taht salonu, yemek salonu ve balo salonundaki ışıltıdan gözlerinizi koruyun derim! Altın kaplı kabartmalar ve sütunlara bakarken tavanlardaki nefis resimleri ve yerdeki parkeleri, halıları da sakın ola ki pas geçmeyin.



Sarayın fotoğraf çekilemeyen tek bölümü Kehribar Odası olarak bilinen Amber Room. Altın varaklar ve kehribar süslemelerden kör olacağınız 55 metrekarelik bu odada 6 ton kehribar kullanılmış! Ayna çerçeveleri, duvar panelleri, süsler püsler, her şey kehribardan. Nazi saldırısından kurtulamayan bu muhteşem oda dünyanın sekizinci harikası sayılıyor. Odanın değeri ise 300 milyon pound civarındaymış. Detaylı fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.  

Buradaki altın ve amber zehirlenmesinden sonra diğer odalarda göreceğiniz, tamamı orijinal dekoratif objelerin ve mobilyaların güzelliğini de gözden kaçırmayın. 


Son olarak saraya adını veren ve son halini almasını sağlayan II. Katerina'nın giysisinin kağıttan yapılmış modelini de paylaşayım sizlere. Bu giysileri gördükçe bile insanın şükredesi geliyor iyi ki o zamanlarda doğmamışım diye. Ayol takı-toka takmaya bile üşenen biriyim ben. Hele evde falan belimi sıkan bir lastik hissine bile tahammülüm yok. Her gün korseler, perde gibi ağır kumaşlar, mücevherci vitrini gibi gerdanlarla falan dolaşmak bildiğin eziyetmiş hani. ;)


Bir de Puşkin kasabası isminden de söz etmem gerek elbette. Aslında orijinal adı Çar Kasabası anlamına gelen Tsarskoe Selo olan bu kasabaya Sovyetler Birliği döneminde Puşkin'in adı veriliyor. Ünlü yazarın okuduğu lise de burada, hemen Katerina Sarayı binasının yanında, yazarın bir heykeliyle birlikte yer alıyor.

Artık kapanış yazısını yazsam iyi olacak sanırım. Yeme-içme-alışveriş notlarıyla veda edeceğim bu gezi yazısı dizisine de. Üç günlük geziden bu kadar yazı çıkarabildiğim için de kendime alkış mı tutsam, yoksa abarttın, yıkıl karşımdan mı desem bilemedim. Takdir sizin artık. ;) 

Peterhof Sarayı

St. Petersburg gezimizin bir gününü iki tane yazlık saray gezmeye ayırdık. İkisi bir arada biraz fazla oldu, kabul. Ama ikisi de gerçekten görülmeye değerdi. Yine de birinden birini seçmek zorundaysanız, en görülmeye değer olanının Peterhof Sarayı olduğunu söyleyebilirim.  

Yine Çar I. Petro'nun Avrupa hayranlığı nedeniyle ortaya çıkan bir saray bu. Versailles'ya benzeyen bir yazlık saray istiyorum diyerek bu sarayı yaptırmış. 1700lerin başlarında tamamlanan sarayın ilk hali şimdikinden çok daha farklıymış. Zamanla hem saraya hem de bahçeye eklemeler yapılarak şimdiki haline dönüşmüş bu saray. İçinde fotoğraf çekilmeyen bu sarayın içinden bile daha güzel olan kısmı ise bahçeleri. Ama sarayın da neye benzediğini görelim tabi önce. ;)


Finlandiya Körfezi'nin güney kıyısında yer alan bu yazlık saraya Baltık Denizi yoluyla ulaşım da mümkün. Sarayın önünde uzanan havuz, nilüferlerle dolu bir kanal boyunca devam ederek Baltık Denizi'ne açılıyor. 


Saray bahçelerinin en etkileyici bölümü ise hiç şüphesiz fıskiyeleri. 142 fıskiye ve 64 çeşme var bu sarayda. Aralarda da 37 adet yaldızlı bronzdan yapılmış heykel. Suyu bol memlekette, engebeli arazide ve çift seviyeli bir sistemle kurulmuş bu bahçe düzeninde fıskiyelerin pompayla ya da dışarıdan destekle çalıştırılması gerekmiyor. Hiç anlamadığım fizik kuralları sayesinde fıskiyeler doğal olarak fışkırıyorlar zaten. Hatta bu sistemin nasıl çalıştığını anlatan bir bölüm bile varmış sarayın içinde. Ben üzümü yiyenlerdenim, bence siz de sistemi falan boş verip fıskiyelerin tadını çıkarabilirsiniz, sakıncası yok. ;)



Bu arada bu güzel saray da şehirdeki diğer pek çok yapı gibi II. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından ele geçirilerek üs olarak kullanılmış. Ancak bahçedeki heykeller bombalamalardan zarar görmesin diye gömülerek saklanmış ve sonra sapasağlam yeniden yerlerine dikilmişler. Harika bir çözüm olmuş, helal olsun akıl edene.

Sırada Puşkin Kasabası'nda yer alan Katerina Sarayı var. Yine bir yazlık saray bizi bekliyor, atlayın otobüse, gidiyoruz. 

Bir Cafe, Bir Film, İki Kitap

Bayram tatili dönüşü ciddi anlamda dağılmış ve neredeyse hâlâ da toparlanamamış durumdayım. Dolayısıyla iki haftadır zamanımın çoğunu evde geçirdim diyebilirim. Ama yine de Karaköy'deki 2 Cafe, yeni yer keşfi olarak haneye yazdıklarımdan. Hani BaltazarPim ve Dandin tarafına doğru geçip Tükkan'a gittiğiniz ara sokak vardır ya. Hafta sonlar Souq'un kurulduğu yer de buralardadır ama hiç cafe ya da restoran yoktur buralarda. İşte orada şirin bir cafe açılmış, adı da 2. Menüde soğuk ve sıcak çay ve kahve çeşitleri, birkaç tatlı ve birkaç da sandviç çeşidi yer alıyor. Minik bir mola için renkli ve şeker bir yer, aklınızda olsun. 


Okuduğum iki kitaba gelince ilki, kendi hayat öyküsünden yola çıkarak "marjinalliğin kitabını" yazan Henry Miller'ın Çılgın Üçlü romanıydı. Roman adeta yüksek bir kafayla yazılmış olduğu hissini uyandırdı bende. Yazarın ikinci karısı June'un lezbiyen sevgili yaparak Avrupa'ya kaçıp, bir süreliğine kendisini terk etmesinin öyküsünü yazan yazar, tutkuyla aşık olduğu karısını "ikiyüzlülükten oluşan, gerçek bir bal peteği" olarak tanımlıyor. Yazarın pek de işe yarar bir şeyler yazmadığı, karalamalarını sürekli yırtıp çöpe attığı bir dönemde, karısı ise çalıştığı barda zaman zaman müşterilerle de birlikte olarak eve ekmek -pardon içki ve uyuşturucu- getiriyorken (!) bir anda bu muhteşem düzene bağımlı, sorun küpü, ressam bir kadın daha ekleniyor. Vuhuuu! Seyreyleyin cümbüşü a dostlar! Ben şahsen Henry'nin bu ikilinin arasına bodoslama dalacağını düşünüyordum bu "geniş" bakış açısıyla ama aşık olunca işler bizim hayallerimizde yarattığımız fantezi boyutundan biraz farklı ilerliyormuş. Bir sürü sorun, kavga, kıskançlık krizi, hırçınlık, küsme ve bunalım bir ev ortamı sizi bekliyor kısaca. Okuması da pek kolay bir kitap değil, ancak birçok yerde toplumla, insanla, Amerikan kültürüyle ilgili göze çarpan nefis çıkarımlar için bile okumaya değer.   


İkinci kitap önerim ise Delice olacak. Yazarlığına biraz ön yargı ve şüpheyle yaklaştığım için Hande Altaylı'nın hiçbir kitabını almamıştım şimdiye kadar. Ama daha fazla dayanamadım, merakıma yenik düştüm ve Delice'yi okumaya karar verdim. Bir günde de bitirdim. Ve de Çakalağzı Köyü'nün ikiyüzlü, dedikoducu insanlarının hikayesini çok sevdim. Köyün çirkini Meryem ve köyün delisi Kazım'ı ayrı ayrı sevdim ve ikisi için de içim acıdı. Ama ne olursa olsun yine de en dürüst, en hissettiğini yaşayan, en tutkuyla sevmeyi bilen karakterlerin onlar olduklarını düşünerek bir yandan da tüm çektiklerine ve mevcut koşullarına rağmen helal olsun dedim ikisine de. İnanmayacaksınız ama Aliço'yu bile sevdim. Galiba en sevmediğim karakter Nurdan oldu. Ama sezgilerime güvensem de neler çevirdiğini hiç tahmin edemedim doğrusu! Sonuç olarak kolay okunan, karakterleriyle bağ kurabildiğim bir romandı bu. Diğer romanlarını da merak ettirdi bana. Hatta hafta sonu sevgili kayınpederimin biraz morale ihtiyacı olabilir diye düşünerek bir Ankara çıkartması yapmışken kayınvalidemin kitaplığından Maraz ve Kahperengi'yi de kapıp getirdim yanımda.

Aşağıdaki filmi ise St. Petersburg dönüşü uçakta izleme fırsatım oldu. Şans Ayağıma Geldi adıyla yaratıcı Türkçeleştirme yapılmış The Cobbler filmini izlememde Dustin Hoffman'ın oynadığını görmemin etkisi olsa da tavsiye ettiğimi söyleyemem. İzlemeseniz de olur, hatta daha iyi olur. ;)


Ama ne olursa olsun bu vasat filmde bile hoşuma giden, aklımda yer eden bir alıntı oldu ki bahsetmeden geçemeyeceğim. Filmde babadan oğula geçmiş ayakkabı tamirciliği mesleğini sürdüren Max'in rutin yaşamı, babasından kalma eski bir tamir makinesinin sihri ile değişir. Max, bu eski makinede tamir edilen ayakkabıları giydiğinde o ayakkabının sahibine dönüşmektedir. Ancak babasının da dediği gibi "kendini başkasının yerine koymak bir ayrıcalıktır, ama aynı zamanda önemli bir sorumluluktur da." Doğru söze ne denir der, sırf bu sözü duymak için de filmi izlemenize gerek bırakmadığım için kendimi takdir ederim. ;)

İyi haftalar!