Bologna

Şimdi sizi bir ay öncesine, 21 Nisan gününe götürüyorum. Floransa'dan ayrılıp bir geceliğine Bologna'ya geldiğimiz güne. San Gimignano ile birlikte daha önceki İtalya seyahatlerimizde hiç yolumuzun düşmediği şehirlerden biri burası. Burada da şehrin adeta simgesi sayılan eğik kuleleri Torre Garisenda ve Torre Asinelli'nin hemen yanıbaşında, tertemiz, çok merkezi, çok uygun fiyatlı ve çok tatlı sahibesi olan bir B&B'da kalıyoruz: B&B 051. 051 Bologna'nın uluslararası telefon kodu aynı zamanda. Burada bir gün içinde görülmesi gereken her yeri (detaylıca ve müze, vs gezileri olmasa bile) görürüz diye düşünmüştük. Yanılmamışız. Cristina'nın bize verdiği harita ve önerdiği restoranlar sayesinde ne Tourist Information'a ne de Internet'e bakmaya gerek kaldı bu arada. Giderseniz mutlaka ondan fikir alın derim. Üstelik bir de bizim gibi Kaş aşığı çıktı hatun, iyi mi! ;)


B&B'den çıkar çıkmaz eğik kulelerin temelinde buluyoruz kendimizi. Sonra da Bologna'nın hava yağmurlu da olsa güneşli de olsa korunmak için hiçbir şey yapmanıza gerek bırakmayan kemerli yapılarının arasında gezinmeye başlıyoruz. İstikamet meşhur Piazza Maggiore olsa da önce farklı dönemlerden kalma yedi kiliseye ev sahipliği yapmış olan -halen dördü ayakta- Santo Stefano'ya gidiyoruz. Burada çarmıha gerilmiş İsa'nın önünde duran mumlardan birini yakarak ilk kez bir kilisede bir dilek tuttum. Benim için Hızır, İsa, Musa, Evren, Allah, fark etmez. İçimden çok gelince ve içimden geldiği yerde dilemeye inanırım. Gerçekleşince dileğimi size de söylerim. Öncesinde olmaz ama, uğuru kaçar derler. ;)


Öğle saatlerinde acıkır gibi olunca önce bir tur Via Drapperie üzerinde bulunan Mercato di Mezzo adlı pazar yerindeki nefis büfemsi yerler arasında dolaşıp birer küçük bira ile aşağıda gördüğünüz ahtapot salatasını bölüştük. Sonra Cristina'nın dediği yerlerden biri olan 051'e oturup nefis bir şarküteri&peynir tabağı eşliğinde yeni şaraplar denedik. Burası da Via Pignattari üzerinde ve Mercato di Mezzo ile birbirlerine çok yakınlar. Her ikisi de Maggiore Meydanı'na çıkan ara sokaklar üzerinde ayrıca. Yerel şarap sorduğunuzda "lambrusco" önerebilirler, bence almayın. ;) Gazlı ve meyvemsi bir kırmızı şarap gazozu gibi bir şey. Şarap demem ona ayol! 


Karnımız doyduğuna göre artık Piazza Maggiore'ye bir göz atabiliriz ne var ne yok diye. Buradaki en önemli yapı kuşkusuz 14. yy'dan kalma Gotik San Petronio Bazilikası. Tuğla ön cephesiyle alışık olduğumuz görüntülerden farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Belediye Binası, Emniyet Müdürlüğü, Adalet Sarayı vs gibi resmi dairelerin olduğu binalarla çevrelenmiş bu ana meydanın bence Bazilika kadar etkileyici olan ikinci yapısı ise Neptün Çeşmesi (Fontana del Nettuno). 1567'de tamamlanan ve başta elbette Neptün olmak üzere harika heykellerle çevrelenmiş bu çeşmenin mimarı Giambologna'ymış. Bir de bir not daha: meydanın gündüzü olduğu kadar gecesi de çok fotojenik.



Burası da bittiğine göre şehre tepeden bakma zamanımız geldi demektir. Hayır, 500 basamak çıkacak göz yok bizde! O yüzden Asinelli'ye çıkmıyoruz. Onun yerine kişi başı 3 Euro vererek San Petronio'nun arkasındaki bir asansörle adı sanı olmayan bir seyir terasından şehre bakıyoruz. Gördüklerimiz hiç de fena değil. Daha ne görecektik ki zaten, kırmızı kiremitlerle kaplı Kızıl Şehir işte altımızda. Bence mantıklı bir alışveriş oldu bu. ;)


Bir günde ancak bu kadarı görünüyor valla. Biz akşamı ettik böyle gezinirken. Arada dükkanlara bakıp aperitivo molası falan da vererek yaptık bunları hatta. Hiç ulaşım aracı kullanmadan. O kadar küçük bir merkezi olan, derli toplu bir şehir işte burası da. Aslında büyük bir şehir tabi ve dev bir tren istasyonu var. Neredeyse havaalanı gibi. Ama üniversite ve ticaret şehri olduğu için ve konum olarak çok orta noktada olduğundan öyleymiş. Turistik gezi açısından bir, maksimum iki gün yeter diyorum şahsen.

Şimdi akşam yemeği zamanı. Bolonez sosun doğduğu topraklarda elbette bolonez soslu spa.., pardon tagliatelle yiyeceğiz. İtalyanların bolonez sosu asla spagetti ile yemediklerini, ev yapımı, taze tagliatelle ile birlikte servis ettiklerini unutmayın. Spagetti kuru makarna türü ve genelde ortası delik şeritlerden oluştuğu için bu sosun hakkını asla veremezmiş onlara göre. Bunu Cristina'dan öğrendikten sonra, tabi ki nerede yememiz gerektiğini de ona soruyoruz. Ve ilk kez hiçbir Internet araştırması yapmadan, onun dediği iki yerden birine atıyoruz kendimizi: Trattoria da Gianni.  Menüsü her ne kadar giriş-gelişme-sonuç ;) alternatifleriyle dolu olsa da bizde sadece tek bir tabaklık yer var. Onu da buraya kadar gelmişken yemeden gitmeyelim diye yiyoruz: birer kadeh şarap eşliğinde tagliatelle bolognese. Gerçekten enfes.


Yemek faslını kısacık pas geçmiş olsak da geceyi hemen bitirmek olmaz. Orada bir kadeh daha, şurada bir kadeh daha, hadi kapanış limoncello'su derken gecenin 12'si oluyor bile. Zaten şarap kadehleri elimin bir uzantısı, bir uzvum haline dönüşmüş olabilir bu gezi boyunca. Kıh kıh..


Neyse, külkedisine dönüşmeden odaya gitsek iyi olur. Yarın yine bir tren yolculuğu ile bu kez Venedik'e ulaşacağız. Gezinin en heyecanlandığım bölümlerinden biri geliyor, çünkü ben Venedik'e de hiç doyamamıştım ilk gidişimizde. Sadece bir güncük geçirmiştik ve hiç yetmemişti. Bu kez kanalların, köprülerin tam ortasında kalacağımız iki gecemiz var. Bakalım bizi neler bekliyor oralarda? 

Hiç yorum yok: