Bir Delinin Hatıra Defteri & İstanbul My Neon Love & Fences

Sonunda oldu! Tatbikat Sahnesi bünyesinde Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri'ni Biletix'e komisyon vermeden izleme ümidiyle sezon boyu beklemiştim. Baktım Tatbikat Sahnesi bu durumu çözemiyor -ki sezon başında telefonla gişemizden de bilet alabileceksiniz demişlerdi- ve tiyatro sezonu bitmek üzere başa gelen çekilir diyerek verdik yine zorunlu harcımızı ve aldık biletlerimizi. Nikolay Gogol'ün nefis metnini Erdal Beşikçioğlu gibi harika bir oyuncu nasıl oynarsa öyle olmuş işte oyun. Tek kelimeyle ŞAHANE! Tek perde ve bir saat Erdal Beşikçioğlu için çok yeterli olabilir, çünkü çok zor bir performans bence, ama bana yetmedi. Şöyle bir beş saat falan delirseydi diyorum canlı canlı karşımızda. ;) 


Geyik bir yana, sahnenin açılışında Popçirin'i o vincin tepesinden ayaklarını sarkıtırken gördüğümde duyduğum heyecan oyun boyunca devam etti diyebilirim. Küçük bir devlet memuru olan Popçirin'in patronunun kızına olan platonik aşkı, baskıcı Çar rejimine karşı durma çabaları, kendini İspanya Kralı sanması gibi durumları da içeren adım adım deliliğe gidiş öyküsünü böyle bir yapımla izlediğim için çok şanslıyım. Bir şekilde yakalayın ve izleyin derim. Ama Tatbikat Sahnesi'ne minik bir eleştirim olacak: salonun girişinde oyunla ilgili broşürler ve ana girişte ve salon girişinde bir iki afiş olsa hiç fena olmazdı.  

Bu arada bir de yemek eleştirisi yapayım: oyun öncesinde Uniq Hall'a erken gidip Rossopomodoro'da oturduk ve bir pizza ve parmigiana söyledik. Kusura bakmasınlar ama yediğimiz hiçbir yemeğin ve içinde kullanılan malzemelerin -parmesan, mozzarella, domates, zeytinyağı- İtalyanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktu. İtalyanlar buna izin vermez, bence özerkliklerini ilan etmiş olabilir buradaki şube, haberiniz olsun. Sadece pizza hamurunu beğendim diyeyim hadi! 

***

İstanbul My (Neon) Love

Bu bir sergi adı. Yeni açılan -daha doğrusu henüz yarım yamalak açılmış olan- Emaar Square Mall'ın açık alandaki galerisinde 7 Temmuz'a kadar gezebileceğiniz güzel bir sergi. AVM ise tam bir Dubai AVM'si. Güzel işletilir ve organize edilirse nispeten keyifli AVM'lerden olur, hani bir AVM ne kadar keyifli olabilirse. Örneğin Dubai Mall'da çocuk curcunasını hiç görmeden gezebiliyorsunuz, çünkü çocuk aktiviteleri hep bir yerde toplanmış. Ya da aynı tür restoranlar, kafeler, mağazalar aynı yerlerde bulunuyor. Burada Hermes, Vakko, sanat galerisi, Galeries La Fayette'in bulunduğu avluda Simit Sarayı görünce biraz tuhaf geldi ama dur bakalım, daha yeniler, üstlerine gitmeyelim dedik. Yine de benden Emir'e uyarı: Ortadoğu'nun en -belki de tek- vizyon sahibi, modern adamı olarak yönetim işini bize bırakmasın bence. ;)

Sergiye gelince dokuz farklı ismin İstanbul'a bakış açılarını, şehirle ilgili duygularını neon ışıklar kullanarak ifade ettikleri çalışmalar göreceksiniz. En sevdiklerim aşağıda:


Soldaki liste Onur Baştürk'e ait. Adı İstanbulizasyon. Her maddesine katılıyorum, aramızda katılmayan var mı? ;) Yanında alttaki neon parmak izi Zeynep Tosun'a ait. İstanbul'un kaotik yapısına gönderme yaptığı ID adlı çalışması. Üstünde Burcu Esmersoy'un köprüden ilham alarak ve seyahatlerinden dönerken hissettiklerinden yola çıkarak oluşturduğu Düşler ve Dönüşler çalışması var. İstanbul bir rüzgar gibi esti ve hepimizi değiştirdi, diyen kişi ise Arzu Kaprol. Hepsi ve çok daha fazlası Emaar Square Mall'da sizleri bekler. 

***

Ve iki baba oyuncunun baş rolleri paylaştığı nefis bir film var sırada: Fences. Denzel Washington'ın yönetmenliğini de üstlendiği  film 1950'lerde geçiyor. Her iki oyuncu da çok iyi oynamış ama sanırım favorim Viola Davis. Belki böyle düşünmemde filmin en başında Denzel Washington'ın canlandırdığı çöpçü Troy karakterinin hiç durmadan konuştuğu yaklaşık 15-20 dakikalık bölümün etkisi olabilir, itiraf ediyorum. Resmen "aaa başım şişti, gidin başka yerde oynayın evladım" teyzesi kıvamına geldim hatta. ;) Belki de kendine göre doğruları yapan ve doğru mücadele eden Troy karakterine ailesiyle ilişkilerine bakarak, benim içimin çok ısınamamasıyla ilgilidir durum. Ama Rosecuğum öyle mi? Nasıl tutarlı, nasıl sabırlı, metanetli, tevekkül içinde evinin kadını, çocuklarının anası, mutfakta aşçı, sokakta hanfendü... aaah n'oluyor bana bugün ya? Şu filmi yazsam yazı bitecek ama bir saattir takılıp kaldım. Dışarıda yağan yağmuru gazoz eşliğinde izlemek için yerimden kalkıyorum, vücudumdaki bir ağrının nedenini Gugıllayıp illa ki ölümcül bir hastalığa bağlayıp sıradaki felaket senaryosuna geçiyorum, sonra bir efkar kahvesi yapayım iyi gelir diyorum da içerken dudaklarım titremeye gözlerim dolmaya başlıyor. İyice sapıttım bu aralar. Astrolojik bir durum mu, meteorolojik bir olay mı, bana özel bir manyaklık mı yardımcı olursanız sevinirim. ;) Neyse, şimdi cildime kil maskesi yapıp, hortlak gibi döndüm yazının başına. 10 dakikada bitirdim bitirdim, bitiremedim unutun bu yazıyı. ;) 

Sonuçta Troy ve Rose 1950'lerin Amerika'sında yaşayan işçi sınıfından, Afro Amerikalı, iki yetişkin çocuğu olan bir aile. O dönemin şartlarında hem ırkçılık hem geçim anlamında sıkıntılar yaşıyorlar. Troy ilave olarak kendi aile geçmişinden gelen sıkıntıları ve yetiştirilme dezavantajlarını da ailesine yansıtan bir karakter. Sonuçta tiyatro izler gibi oyunculukları izleyeceğiniz, aksiyonsuz ama çok güzel bir aile hikayesi var karşınızda. Ve Troy'un iki oğlu olmak da zor ama ben yine de küçüğe daha çok üzüldüm diyebilirim. Aah ah, olan çocuklara oluyor anacığım. Bu filmi çocuklarının hayatlarını ve mutluluklarını engelleyecek travmalar yaratan tüm hasarlı baba ve analara adayarak yazımı bitireyim o zaman. Hahaha, hiç fena bağlamadım bence. Sizi de kendimi de artık bu yazıdan kurtarmak zorundaydım. Anladınız siz beni. Arkamdan "fekat iyi delirdi kız, valla çok güzel delirdi" falan diye konuştuğunuzu duyarsam bozuşuruz. Delilik konusuyla başladığımız için etkilendim galiba. Neyse, hayırlısı..;)

İyi seyirler. Hepsi için. ;)

Hiç yorum yok: