New York'ta Son Günümüz - Klasikler ve Alışveriş

Kaç gündür 40 derece sıcakta yürürken 20 Mayıs sabahı otelden ince montlarımızla çıktık. (Ayağım ayaklıktan çıktığı için ben mont altı parmak arası terliklerle devam ediyordum o ayrı ;) ) İlk durak kahvaltı için Friedman's oldu.  Hem otele hem de sonrasında alışveriş turu için uğrayacağımız Macy's'e yakın olduğu için ve Yelp puanına bakarak seçtik ve kahvaltımıza bayıldık. O kadar doyurucu tabaklar geliyor ki hiçbir yerde pancake'e sıra gelmedi, ona üzülüyorum. Tabi Haziran ortasında hâlâ "tüh pancake yiyemedim" diye üzülen bir tek ben kaldım sanırım. Haftaya Kaş'ta görürüm günümü! Neyse, bu yaz tek tutunacak dalım Rihanna, gördüm ki o da yaza hiç hazır değil, kıh kıh. ;)


Son günü alışveriş ve Central Park'ta yayılmaya ayırmıştık ki hava park havası olmadığından Rockefeller Center'ın önü, Grand Central, 5th Avenue, Trump Tower falan gibi klasik turistik durakları gezerek alışveriş yapalım dedik. Trump Tower'ın önü tahmin edebileceğiniz üzere tepeden tırnağa donanımlı polislerle korunuyordu. Ama polislerle selfie falan çektirmek de mümkündü hani, öyle ağır abilik taslamıyorlardı. Biz çektirmedik tabi ki, bizim bir ağırlığımız var zira. ;) 


Rockefeller Center'ın önündeki avluda 23 Haziran'a kadar Jeff Koons'un Seated Ballerina (Oturan Balerin) enstalasyonu görülebilir. Bizde olsa ifade özgürlüğü kapsamında "Batı'nın ahlaksızlığına hayır" diye bıçaklarla delik deşik ederlerdi heykeli ilk günden, çünkü kendisi şişme naylondan yapılmış bir heykel. Dolayısıyla da sert hava koşullarında güvenlik nedeniyle söndürmek zorunda kalıyorlarmış. 


Ve tabi ki Grand Central Terminal binası. İçini de dışını da çok seviyorum buranın, o yüzden tekrar görmek istediklerim arasında yer alıyordu. Dışarıdan çektiğim fotoğrafların birinde Chrysler Binası da göz kırpmış arkadan, o da iyi olmuş.


Neyse, yani kısaca anladınız siz beni: New York 101 tadında gezindik, biraz alışveriş yaptık ve yine ekiple buluşup İsocum'un isteği üzerine stadyum tadında bir Münih bira evinde oturduk ilk durak olarak. Jet-lag çarptı galiba kocacımı bu kez, zira kendisini Amerika'da değil Almanya'da sanıyordu mekan seçimlerinde! ;) Ben de uğraşacak halde değildim doğrusu. Ama döner dönmez ağırlığımı koydum: bundan sonra bir biergarten daha kaldıramayacak durumdayım, istediğin arkadaşınla gidebilirsin, ben de bir winehouse bulup sakin sakin şarabımı yudumlarım, pöf, biradan soğudum yahu! Gerçekten de döndüğümden beri içki detoksundayım. Neredeyse bir ay olacak ve çok ihtiyacım varmış fark ettim ki. Oradan çıktıktan sonra son bir buçuk saatimiz daha olduğunu görünce bizim otelin de yakınındaki YOTEL'in roofunda da bir şişe kapanış şarabı açmaya karar verdik.


Gece çok daha güzel görünüyordur ışıl ışıl ama ben akşamüstü de çok sevdim burayı. Sinema geceleri de oluyormuş hatta öğrendiğime göre. Artık bavulları kapıp JFK havaalanı yollarına düşme zamanı. İstanbul gibi trafiği hesaba katmamız gereken bir şehirdeyiz sonuçta, yolumuz uzun. Gerçi 8 milyonluk nüfusla bu haldelermiş ayol, bir de 18 olsa bizim gibi n'olur kim bilir? Şükredelim halimize, memleketim, çayım, yatağım falan söylemlerine de başlayalım yavaş yavaş. Ne de olsa dönüş yoluna girdik, motivasyon lazım di mi? ;)

Hadi bakalım, benim için seyahat sezonu kapandı gibi görünüyor. Güzel bir yaz ve Kaş sezonu olmasını diliyorum. Yaz hepimize çok iyi gelsin!

Chelsea Market, The High Line, West Village, Soho, Pier A

Ben 19 Mayıs'a, New York'taki ikinci günümüze dönüyorum bugün. Bu kez ilk durağımız Chelsea Market. Bu kapalı pazar alanına bayıldım. Bir sürü yeme-içme yeri ve minik dükkandan oluşan pazarda yok yok. Istakoz dürüm de bulabilirsiniz, Thai yemeği de; Anthropologie mağazası da görebilirsiniz vintage butiği de; tasarım çantalar da alabilirsiniz çeşit çeşit şarap da. Avrupa şehirlerinin meydanlarında kurulan pazarlar tadında, gezmesi çok keyifli bir durak. Mutlaka uğrayın.


Oradan çıktıktan sonra kendimizi The High Line'ın neredeyse başlangıç noktasına atıyoruz. Gökdelenlerin arasına yürüyüş yolu, yeşil alan ve sanat serpiştiren aklı tebrik etmek gerek. Biraz olsun o devasa binaların boğuculuğundan kurtaran bir yer insanı. Çeşitli noktalarından inilen merdivenlerle aşağıya, yani şehre ayak basmak mümkün. Ve aşağıda da bir sürü sanat galerisi bulunuyor. 



The High Line'ın bir ucu da Whitney Museum of American Art. Ayağım iyi olsa gezmeyi planladığımız, ama MOMA ile birlikte bir dahaki sefere gezeriz diyerek bu kez sadece el salladığımız bir müze. Günün geri kalanında Greenwich Village, West Village ve Soho sokaklarında dolaşıp yemek ve kahve molaları veriyor, biraz da mağaza geziyoruz. Bu semtlerde de tuğla evler, değişik ve özel butikler, Avrupa benzeri kafeler, restoranlar bulabilirsiniz. Bu arada gezerken fark ettik ki biz Amerika'da Avrupa'yı arıyoruz ve ondan izler bulduğumuz yerlerini seviyoruz galiba. ;) 

Öğle yemeği molası için Mighty Quinn's Barbeque'yu tercih ettik. Klimalı herhangi bir yer de olabilirdi bana göre, ama kaburga çılgınlığı yaşayan İsocum için burayı bulduk Yelp'ten. Çok başarılı bir yer, haberiniz olsun. Hamburger ve diğer et çeşitleri de harika görünüyordu.  


Akşam yine bizim klasik NYC çetesi bir araya gelecektik. ;) İlk durak olarak Pier 26'daki City Vineyard'a gittik. Ama oturacak yer olmadığı için ve ne yazık ki bende de ayakta duracak hal olmadığı için şansımızı başka bir Pier'de deneyelim dedik. Serdar'ın yalancısıyım ama bana Hugh Jackman'in tam da oralarda, Manhattan manzaralı terası olan bir evde oturduğunu söyledi. Ah! Bir kapısını çalsak mı diye düşündüm, ama zaman yoktu. Zaten çat kapı olmaz öyle, bir dahaki sefere bir ev hediyesi de alıp öyle uğrarım artık. ;)  


Uber'e atlayıp Pier A'e gittik ve Tracy sayesinde Harbor House'da bir masaya atabildik kendimizi. İki saat sonra falan sizi deniz manzaralı açık havaya da alabiliriz dediklerinde masamıza öyle bir yerleşmiştik ki kaldırabilene aşk olsun. Biz burada iyiyiz, birkaç galon daha bira getirirseniz daha iyi olacağız, mealinde bir şeyler söylediğimizi hatırlıyorum en son. Ve gece boyunca karnımız ağrıyana kadar güldüğümüzü. Sonra çıkışta Türk usulü böyle bir yerdeki masa sayısı, ortalama hesap ve aylık/yıllık getiri hesaplarını yaptıktan sonra ertesi gün başka bir bira çeşmesinin önünde buluşmak üzere bir hatıra selfie'si çekip evlere ayrıldık. ;)

Sırada son gün durakları var. Sonra artık New York bitiyor. Kaş bavulunu toplama zamanı geliyor. Özledim Merkez! ;)

Gölge

Nasıl güzel bir kitap bitirdim tadı damağımda kalan anlatamam. İsmail Güzelsoy'un Gölge adlı son romanından bahsediyorum. 1800lü yılların İstanbul'unda geçen hüzünlü bir masal tadında. Halat üzerinde yürüyen, uyuyan, yaşayan ve son ana kadar ismini bilmediğimiz bir çocuk ve can dostu maymunu Leylifer'in öyküsü bu. İkisi de erken yaşta annesiz kalmış küçük ruhlar. Hem yaptıklarının farkında olarak ya da olmayarak şehirde ayakta kalmaya çalışıyorlar, hem de şehir halkına çeşitli sürprizler, mucizevi deneyimler yaşatıyorlar. Ta ki Akif Efendi'nin konağında yaşamaya başlayana kadar da saf, sade, sevgi dolu ve mutlu yaşamlarına devam ediyorlar aslında. Çocuk bu konak sayesinde hayatının ilk aşk deneyimini de yaşıyor ama hem o aşk hem de o Akif Efendi'nin tuhaf çalışmalar yaptığı bodrum katına sahip o konak bu ikiliye çok da iyi gelmiyor. Masallar hep mutlu sonla bitmediği gibi bu hikaye de pek mutlu devam etmiyor maalesef ama Gölge son zamanlarda okuduğum en akılda kalan hikayelerden biri olarak zihnimde baş köşelerden bir köşeye oturuyor.

Bu arada III. Murat zamanında birçok alanda yararlanılan ve evcil hayvan olarak da çokça beslenen şehirdeki tüm maymunların bir mollanın lafıyla katledildiğini öğrenerek bir kez daha hem insanoğlunun din diye kurduğu düzenden hem de buna göz yuman ikiyüzlülüğünden tiksindim! İstanbul'da dallarında maymun asılı olmayan ağaç kalmamıştı, diye anlatılan hikayenin yaşandığı günü düşünmek bile tüylerimi ürpertti. Nasıl bir virüstür bu insanoğlu, anlaşılır gibi değil!

Alıntılar

* "...Benim yaralarım hiç iyileşmedi, ya onlar bana alıştı ya ben onları bir süreliğine unuttum. bu kısa hikayeye de zaman dedim..."

* "...Bir insan yaşayacağı hayattan zevk almayı arzuluyorsa geleceğe kör kalmayı tercih etmeli..."

* "...Beni ve hayallerimi çalma, olduğu gibi anlat, hatalarıyla, eksikleriyle. Bırak yanlış anlasınlar. Durup dururken kimse kimseyi yanlış anlamaz. Her yanlış anlama bir reddediştir zaten..."



*  "...Delileri zararsız kılan tek şey, onların kendilerini sağlıklı sanmalarıdır. Bir deli, deliliğinin farkında ola ola bunu sürdürüyorsa onun adı kötülüktür ve onun yapacaklarının bedelini başkaları ödeyecek demektir..."

* "...Hep görmek istediğim şeylere bakmış, baktığım şeyleri gördüğümü sanmışım meğer. Bu da bir tür körleşme değil mi?.."


* "...Dünya masallara inananların cehennemi, masallarla alay edenlerin cennetinden başka bir şey değil..."

Mutlaka okuyun bu güzel kitabı.

Akciğer

Sezonun en merak ettiğim oyunlarından biriydi Akciğer. Engin Hepileri'nin kurduğu Tiyatro.iN bünyesinde oynanan 2016-17 sezonu oyunu Akciğer'in baş rollerinde de yine Engin Hepileri ve Nergis Öztürk oynuyor. Biz Moda Sahnesi'nde sezonun son oyunlarının oynandığı günlerden 5 Haziran'ı yakalayabildik geçtiğimiz hafta. Moda Sahnesi'ne ilk kez gidiyorum ve sahnesine, sahnelenen oyunların fazlalığına, yerine, çay-kahve içilebilecek graffitili duvarların önündeki ahşap banklarına bayıldım. 


Oyunu çok merak etmem nedenim ise konusu ve Engin Hepileri'nin oyunculuğunu izlemekten çok keyif alıyor olmamdı. Konuyla başlayacak olursam, kısaca tartışması hiç bitmeyecek olan "bu dünyaya çocuk getirmeli miyiz, getirmemeli miyiz?" sorusu diye anlatabilirim. Karar verirken yaşanan gel-gitler, karar anından sonraki süreç, hiç bitmeyen acabalar. Bu soru, bir çiftin içine düştüğü boşluğu ima eden boş bir alanda, delicesine dönüp duruyor, yazmış oyun broşüründe. Gerçekten de sahne bomboş. Sadece genç bir çift ve çocuk konusuyla ilgili soru işaretleri var. 


İşin biraz daha felsefi boyutuna odaklanılsaymış bence daha keyifli olurmuş, bu oyunda ise daha klasik bir şekilde kadın-erkek ilişkileri/farklı bakışları açısından ele alınmış konu. Hatta kadının başladığı nokta ile geldiği nokta o kadar kaderci ve arabeskimsi oldu ki bir yerde acaba yazarı Türk müydü bu oyunun falan diye düşündüm (hani İncir Reçeli'ni yazan cinsten biri olabilirdi pekala). ;) Ama Duncan Macmillan yazmış ki kendisi baya da genç ve aklı başında bir  İngiliz gibi göründü bana. ;)

Oyunculuklara gelince her iki oyuncu da çok başarılı olmasına rağmen sanırım bu kez Nergis Öztürk'ü bir tık daha severek izledim. Kadın dayanışması olabilir, bakmayın bana. ;)

Yıllardır iyi bir seyirci olarak tiyatro camiasıyla ilgili merak ettiğim bir konuya da değinmeden geçmeyeyim. Koskoca İstanbul'da Mehmet Birkiye'nin yönetmediği ve Cem Yılmazer'in sahne ışığını düzenlemediği oyun sayısının yok denecek kadar az olması ilginç değil mi? Bu adamlara bir şey olursa tiyatro biter diye ödüm kopuyor vallahi. ;)  

Neyse, Akciğer için sezon kapanmış olabilir ama bu oyun mutlaka önümüzdeki sezon da oynayacaktır diye düşünüyorum. Gelişmeleri Moda Sahnesi'nin web sayfasından takip etmenizi öneririm. Haziran ayındaki diğer etkinlikler için de mutlaka sayfaya göz atmalısınız zaten.   

İyi haftalar!

New York Notları - Brooklyn

18 Mayıs Perşembe sabahı Washington Union Square tren istasyonundan trenimize binip, yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonrasında öğlene doğru New York'ta olduk. Amtrak trenleri eski ama gayet rahattı ve en önemlisi bizi zamanında istediğimiz yere getirdi. New York Penn Station'da indikten sonra W 42nd St üzerinde bulunan Travel Inn'e ulaşmamız yaklaşık 15 dakika sürdü. Bu arada 40 derece sıcağın olduğunu ve Times Square ve tren istasyonu arasındaki en curcuna bölgede olduğumuzu düşünün. Şehrin kokuları, kaotik trafiği ve kalabalığı bir an acaba Hindistan'da mıyım hissi uyandırdı içimde! Merkezde, uygun fiyatlı konaklama arıyorsanız otel de gayet ideal bu arada. Times Square'e üç blok, yani 7-8 dakika yürüme mesafesinde.  Sadece iki gece kalacağımız için de curcunanın göbeğinde olup her yere yakın olmak iyi fikir diye düşünerek burayı seçmiştik. Sıfır beklentiyle gittik, oldu bence. ;)


Otelden çıkar çıkmaz da Bubba Gump'ta bir şeyler yesek, sonra mı devam etsek derken bir de baktık ki Times Square'e arabasıyla dalan manyak ortalığı çoktan dağıtmış. Her yerde panik havası. Yedi paralel cadde ve sokağa kadar polis boşaltıyor falan. Resmen gözlerimize inanamadık. Sadece 15 dakika farkla olay yerinde değildik! Onlarca polis arabası, ambulans, FBI aracı, siren seslerini ise bizzat yaşadık. Bir de insanın üstüne üstüne gelen gökdelenlerin arasında bu panik hali iyice klostrofobikti. Ama durduk yerde bile korkacak bir sürü neden bulan ben, orada olayı izleyebileceğimiz bir köşe bulsak Türklüğüyle İsocum'a tutturdum. Olayın terör bağlantısı olabileceğini, her an bir yerlerde bomba da patlayabileceğini düşünüp bir yandan da film setinin içindeymiş gibi hissederek içinde de kalmak istemek değişik bir durumdu. Baktık ki en sonunda neredeyse Bryant Park'a kadar her yeri kapattılar, biz de birkaç sokak ötede ne olduğuyla hiç ilgilenmeyen parktaki huzurlu kalabalığın arasına karıştık. Onlar öyleyse, biz zaten turistiz, istediğimiz kadar vurdumduymaz olabiliriz değil mi? ;) Bu arada video İsocum'un videosu olsa da benim de arka planda kendi yaptığım canlı yayının sesi geliyor. ;)


Burada biraz dinlenip ilk şoku atlattıktan sonra kendimizi Brooklyn'e attık. Ayaklarım gezinin ilk gününden itibaren haşat olduğu için Brooklyn Köprüsü'nden yürüyerek geçme planı yine başka bir bahara kaldı. Onun yerine kendimizi doğrudan DUMBO'ya atıp, önce Atrium'da bir şeyler atıştırdık. Hemen karşısındaki West Elm'de nefis dekorasyon ve mutfak eşyaları vardı. Ve adını hatırlayamadığım ama çok güzel bir kitapçıyı gezdik, şu DUMBO yazısının arkasında görünen.  



Sonra tabi ki Once Upon a Time in America filminin afişindeki kareyi kendi fotoğraf makinemizle çekebileceğimiz o meşhur noktaya uğradık. 


Brooklyn Heights sokaklarında dolaşıp, Promenade'inden de Manhattan siluetini seyretmeyi de ihmal etmedik tabi. Burası apayrı bir havada, o bayıldığım tuğla evler ve ağaçlı sokaklarla dolu, huzurlu, çok keyifli bir semt. Sokaklarda Paul Auster'ı görür müyüm diye bakınıp durdum ama olmadı. Sıcaktan evine kapanmıştır adamcağız, haklı. ;)


Bir aşağıdan bir de yukarıdan Manhattan gökdelenleri görüntüsü de paylaşayım sizlerle. Ondan sonra artık feribota binip Williamsburg'e gideceğiz. Akşam dev kadro ile buluşma bizi bekliyor çünkü. ;)


Ve büyük buluşma için sosis & bira sever çoğunluğun isteği doğrultusunda Radegast Biergarten'a karar verilmişti. Hem aileden sevdiklerimizle hem de aile sayılan dostlarla harika bir gece geçirdik o akşam. Harika haberler aldık ve bu haberlerin şerefine de biralarımızı tokuşturduk. Çok çenemiz düştü, çok güldük.


En iyi ağrı kesici ve yorgunluk giderici ilaç yanında mutlu hissettiğin insanlar değil mi zaten? Sabah altıdan beri korkunç bir sıcakta kilometrelerce yol yürümüş olmamıza rağmen gece bitsin istemedik. Zaten bitirmedik de. ;) "Gelin sizi Boğaz'a götürelim," diyen kuzenlerin peşine takılıp Brooklyn Barge'a giderken saat gece on biri çoktan geçmişti. Ama hakkını verelim şimdi, onların Boğaz'ı da hiç fena değilmiş, değil mi? ;)


Sonunda hepimizin çene düşüklük seviyesi azalmaya başlayıp da "bir tane daha içersem acımam şuracıkta uyurum" noktasına geldiğimizde saatlerimiz gece 1.30'u gösteriyordu. UBER gelip de bizi bir an önce otelimize atsa kesinlikle çok iyi olacaktı. Hem daha Cuma  ve hatta Cumartesi günü bizi bekliyordu. Enerjiyi ekonomik kullanmak gerekirdi diyeceğim, ama kime diyorum değil mi? ;)

Anna Laudel'de Botero ve Cennet Mahkumu

En son Pera Müzesi'nde çok geniş kapsamlı bir sergisini gezmiştim 85 yaşındaki Kolombiyalı ressam Fernando Botero'nun. Üstünden yedi yıl geçmiş, merak edenler için yazısı burada. Daha sonra çeşitli müzelerde karşıma çıkar çıkmaz tanıdığım resimleriyle favorilerim arasındaki yerini aldı. Tanımamak mümkün değil zaten Botero figürlerini. Hepsi tombul, hepsi capcanlı ve rengarenk, Güney Amerika ruhuna uygun, tuvalde fırlayıp kocaman sesleri, kahkahalarıyla dans etmeye, içmeye, sevişmeye başlayacakmış gibi duran tipler bana göre. Hayat var Botero'nun kadınlarında ve erkeklerinde. Doğallık, tabusuzluk, gelişine yaşamak var. Galiba ondan seviyorum ben bu adamı. 


Bronz ve mermer heykelleri ve kömür çizimlerinde bile müthiş bir canlılık ve renk var bana göre. "Hayatım boyunca heykeltıraş olmak istedim ama bunu yapabilmek için resmi bırakmam gerekiyordu" diyecek kadar da heykel yapma tutkusu olduğunu bu sergi sayesinde öğrendim.  


Bu güzel ve fazla zamanınızı almayacak minnak sergiyi 25 Haziran'a kadar Bankalar Caddesi'nde Salt Galata'nın karşısında yer alan Anna Laudel Contemporary galerisinde ücretsiz görebilir, sergi kitabını da oradan temin edebilirsiniz. Zaten koskoca Kolombiyalı ressam Günlük Yaşamın Şiiri - Hayattan Sahneler ile ayağımıza gelmiş, görmezsek ayıp olur değil mi? ;)

***

Kitap önerim ise İspanyol yazar Carlos Ruiz Zafon'un Cennet Mahkumu olacak. Birbirinden bağımsız ve okurun istediği sırayla okuyabileceği bir üçlemenin kitaplarından. Diğer ikisi Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu, ki hemen almayı düşünüyorum ikisini de. İlk kez okuduğum bir yazar olmasına rağmen diline ve hikayenin kurgusuna bayıldım. 

Hikaye 1957 yılının Barselona'sında geçiyor gibi görünse de sık sık faşist Franco hükümetinin zulüm rüzgarları estirdiği 1940'lı yıllara da dönüyor. Ve en güzeli mis gibi kitap kokusuyla dolu Sempere ve Oğulları kitapçısında geçiyor. Üstelik bir de Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı diye bir cennet vaat ediyor ki uslu bir şirin olursanız belki bir gün orayı da görebilirsiniz. ;)

Daniel ve babasının sahip olduğu Sempere ve Oğulları'nın Noel'e hazırlandıkları heyecanlı günlerde gizemli bir yabancının bir sırrı açıklayacağını söylemesiyle birlikte işler bambaşka bir boyut alıyor. Kitapçıda çalışan ve aynı zamanda Daniel'in yakın dostu olan Fermin Romero de Torres'in de bu sır hakkında birinci elden bilgi sahibi olduğu anlaşılıyor. Geçmişteki olaylar ve kişilerin bugünkü yaşamlarına etkilerini anlamak ve çözmek de Daniel ile Fermin'e düşüyor.  Çok sürükleyici ve etkili bir roman. Üçlemenin diğer iki üyesini de merak ettiren cinsten. Okumanızı tavsiye ederim. 

Alıntılar
* "..Nerede okuduğumu anımsamıyorum ama aslında hiçbirimiz bir zamanlar olduğumuzu düşündüğümüz kişi değilmişiz ve yalnızca asla yaşamadıklarımızı anımsıyormuşuz.."
* "...ilk üç ayın en kötüsü olduğunu söyleyen mahkum sayısı pek az değildi. Daha sonraları umudunuzu yitirince zaman daha çabuk geçiyor ve anlamsız günler ruhunuzu öldürüyordu..."
* "...Bu dünyada gerçeği söylemenin dışında her şey bağışlanabilir..."
İyi haftalar hepimize! 

Boğaziçi - Mimari Doku, Semtler ve Yalılar

Şerif Yenen ile İstanbul Unveiled projesi sayesinde tanışmış ve ülkemizin, özellikle de İstanbul'un tanıtımı adına yaptığı bu harika çalışmasına hayran olmuştum. Daha sonra Şerif Yenen Travel kültür gezilerini takip etmeye başladım ama 28 Mayıs Pazar gününe kadar hiçbirine katılma fırsatı bulamamıştım doğrusu. Ben de az gezgin değilimdir, bilirsiniz ;), o yüzden bir türlü istediğim turlara denk gelememiştim. Uzatmayayım, en sonunda geçtiğimiz Pazar günü Dr. Sedat Bornovalı ile Boğaziçi, Mimari Doku, Semtler ve Yalılar gezisine katılma fırsatım oldu. Şerif Yenen'e ayrı, Eminönü'nde başlayıp, aynı yerde biten bu dört saatlik turda verdiği yaklaşık yarım saatlik mola dışında hiç durmadan, keyifli anlatımıyla bize Boğaziçi'ni dolu dolu anlatan sanat tarihçisi, profesyonel tur rehberi ve tercüman Dr. Sedat Bornovalı'ya ayrı, ama her ikisine de kocaman teşekkür ediyorum. Ne anlamlı, ne güzel bir emektir bu yaşadıkları şehre verilen. 


Tahmin edeceğiniz üzere başladığımız noktadan Dolmabahçe'ye gelene kadarki bölüm içler acısıydı. Galataport inşaatı bitiyor Kabataş'taki Martı inşaatı başlıyor. Her yer vinçler, çimento makineleri, denizi dolduran o kazıklarla dolu. Sedat Bornovalı'nın dediği gibi galiba denizi doldura doldura iki yakayı birleştirecekler sonunda!

Aslında kıyılarda pek çok yerde içinizin cız ettiği anlar oluyor. Doldurulan alanlara yapılan otel havuzları, restoranlar, kötü yapılmış restorasyonlar, yıkımlar, yanmış bekletilenler (GSÜ Kütüphanesi gibi), otoparka dönüştürülenler, sonra üstüne yine otel inşa edilenler, falan filan. (Reina ve Kuruçeşme GS Adası da iç acıtıyor o halleriyle, etrafını örtseler ya diğer yerler gibi.) Ama kaçışı yok galiba artık. Bu şehir ve özellikle Boğaz kıyılarında boşluk kalması yasak gibi. O yüzden iyi restore edilen ya da yeniden inşa edilen yerlere şükretmek gerek sanki.


Neyse, Tarabya'yı geçip 3. Köprü'ye selam edene kadar yolumuz var daha Avrupa kıyılarında. Hemen sinirimizi bozmayalım, daha sinir olacak çok şey olacak. ;) Şöyle sol üstteki gibi şirin, tek katlı, ağaçlar içinde yalı bulmak zor. En favorilerimden biriydi o yüzden. Diğer ahşap gibi görünenlerin çoğu bile betonarme üzerine ahşapmış mesela. Eskiden Kuruçeşme Arena olan alana da Mandarin Oriental geliyormuş. Kuruçeşme Divan'ın yerine de yine bir butik otel inşaatı var. Bebek'ten Hisar'a kadarki sahil yolu da doldurma kazıklarıyla falan göz kanatıyor! Sağ altta İngilizce alt yazılı semtimizden geçiyoruz: Baltalimanı=Portaxe. ;) (Kıh kıh, Sedat Bey'in esprisini çaldım.;) )


Rumelihisarı'nın içine mescit oturtulmasıyla ilgili hop oturup hop kalkanlardan biri de bendim ancak Sedat Bornovalı, bunun aslında doğru bir uygulama olduğundan bahsetti. Hatta keşke eski halinde olduğu gibi içindeki ahşap evlerin de yapılıp tarihin canlandırılması ve korunması da mümkün olsa ve gerçek anlamda Rumelihisarı'nı yaşatsak diye de ekledi. Adını unuttuğumuz birçok semt olduğundan da söz etti Sedat Bey. Örneğin, Emirgan ve Baltalimanı arasındaki Boyacıköy. III. Selim bu semte fes kırmızısını boyayan boya ustalarını  yerleştirdiği için adı öyleymiş. Böyle de bir hikayesi olan bir semte adıyla hitap etmek lazım, "Emirgan'ın oralar işte" denmez ki, değil mi?

Bu arada her ne kadar 18 yıllık İstanbul hayatımda Avrupa Yakası'nda oturmuş olsam da yalımı kesinlikle Anadolu Yakası'nda istiyorum, haberiniz olsun. ;) Sebebi tabi ki güneş! Avrupa Yakası'ndakiler donuyordur ayol, hep gölge, karanlık. Ama Anadolu Yakası öyle mi? O poyrazlı, buz gibi Mayıs sonu gününde bile güneşin altında sefa yapabiliyorlardı, gözlerimle gördüm. Biz o sırada teknede kulaklarımıza bandana sarmış montumuzun üstüne şal dolamış gezerken bütün o "cemaat dünyasının ünlü isimleri" bahçelerindeki bambu koltuklarında uzanıyorlardı. Bir gün karşılarına çıkıp "o Mayıs öğleni vapurdan geçerken el salladığınız o fakir ama gururlu kadın şimdi yan komşunuz oldu, çaya beklerim," diyeceğim. ;)) Yok ya, çok masraflıdır o evler şimdi, almayayım ben. (Büyük düşünemeyenlerde bugün. ;) )


Şaka bir yana, haksız mıyım? Harika görüntüler değil mi? Çoğunun sahiplerini, kimlerin yaşadığını da öğrendik ama tabi ki söylemeyeceğim. Sonra tembellik yapar, tura katılmazsınız çünkü. ;) Hatta bu kadar yazı ve fotoğraf yeter diyerek Kuleli Askeri Lisesi, Beylerbeyi Sarayı ve Kız Kulesi ile kapanışı bile yapıyorum.


31 kilometrelik Boğaz boyunca ne evler, ne hikayeler, ne tarih var görülecek. Çok güzel bir şehir burası bizlere rağmen. Hatta orijinal yalıların koruları, haremlik ve selamlıklarıyla birlikte aslında şimdikilerin yirmi katı falan alana sahip olduklarını düşünürsek, yeniden inşa edilen bu şehrin kıyılarını hâlâ nispeten yeşil ve az katlı bile bulabiliriz. Birden bir optimist oldum sanki. Boğaz havası yaradı sanırım.;)


Şimdi biraz Şerif Yenen tarafından hazırlanmış ve tur sırasında bizlere dağıtılan Boğaziçi ve İstanbul haritalarını, planlarını inceleyeyim de bilgilerimi tazeleyeyim. Siz de bu programı yakalayabilirseniz mutlaka katılın derim, değdiğini göreceksiniz. Boğaz havası değil, böyle kıymetli insanların varlığı asıl içimizdeki optimizm rüzgarlarını estiren.