Blog San Francisco'ya İniş Yaptı! :)

Evet, artık beş gün boyunca kalacağımız üçüncü durağımız ve bu tur içinde en merak ettiğim şehir olan San Francisco'ya geldik. Otelimiz Union Square'e çok yakın, merkezi konumu, temizliği ve yatağının yumoşluğuyla gönüllerimizi fetheden Hotel Nikko San Francisco'ya vardık. Girişte bizi karşılayan yılbaşı ağacını görünce otelle ilgili biraz korkmadık desem yalan olur. Hani ağacı böyleyse diye. :) Neyse ki genel anlamda çok memnun kaldık. Eksileri: oda biraz küçüktü (ya da Mandalay Bay'in kocaman odasından sonra öyle gelmiş olabilir) ve Internet için ekstra günlük ücret istiyorlardı (ki ödemedik elbette çünkü her yerde free wi-fi bulmak mümkün). Ayrıca booking.com yerine otelin kendi web sayfasından rezervasyon ve ödemeyi yapsaydık Internet'in de oda ücretimize dahil olacağını biraz geç fark ettik. O yüzden bir kez daha hatırlatıyorum: her yerden fiyat ve fırsat bakmayı unutmayın.


Şimdi kendimizi sokaklara atabiliriz, çünkü burası yürüyerek keşfedebileceğiniz harika bir şehir. Avrupa şehirleri havasında. Üstüne bir de mis gibi okyanusu var alabildiğine. İnişleri yokuşları mevcut ama yormuyor insanı. Yorulursanız da metrosu, otobüsü, nostaljik tramvayı mevcut, istediğiniz her yere kolayca ulaşmanızı sağlayan. Havası göründüğü kadar sevimli olmayabilir. Yani güneşe bakıp da sevinç çığlıkları atmadan bir kez daha düşünün ve sokağa tedarikli çıkın. Rüzgar olmasa bile okyanusun neminin içinize işlediğini hissedeceksiniz. Özellikle de sabahları ve akşamları. Yoksa hava sıcaklıkları korkunç değil, yine 10lu derecelerde. Sokaklarında fotoğraf çekmeye doyamadığım bir şehir oldu burası. Şirin dükkanları, cafeleri,  restoranları, Viktorya tarzı evleri, bonus kafalı ağaçları, birbirinden liberal insanları ile bu şehir bir harika dostum, dedim. Hatta sık sık "ne dersin, taşınsak mı buraya? Sizin sektörün de en gelişmiş olduğu yerlerden biriymiş bak. Evet, işte tam şu sokakta bir ev tutarız. Şarap ve peynirimizi şuradan alırım. Şurada yürüyüş yaparım. Hafta sonları günübirlik..." diye bitmek bilmez pembe panjurlu ev versiyonu fantezilerle İso'cumun başının etini yediğim de oldu (ki Barselona'da da aynısını yapmışlığım vardır ve İso da çocuk kandırır gibi "ileride yazları ev kiralarız oradan," falan diye beni susturmanın yolunu bulmuştur. Susmuş olabilirim ama aslında "ileri"yi bekliyorum, sadece o bunun farkında değil. :) ). Yalnız sokaklardaki güzelliklere bakacağım diye kafanız havalarda gezerseniz her an bir evsize takılıp düşebileceğiniz de bir şehir burası. Amerika'nın en yüksek homeless nüfusuna sahipmiş. Hatta hava koşulları nispeten iyi diye evsizler Doğu'daki şehirlerden buraya gönderiliyormuş. Kokuları feci ama hiçbir zararları yok. Ve dikkatimi çeken şey de şu oldu ki şehirde yaşayanlar onların sokaklarda sürdürdükleri bu yaşama ciddi anlamda destek oluyorlar. Şehirle ilgili genel olarak aklıma gelen bir şey de kafayı bulabileceğiniz yeşillikteki kokusu! ;)

Neyse, lafı uzatmadan sizi kahvaltı için Yerba Buena Gardens'ın içinde yer alan Samovar Tea Lounge'a alayım. Burası bir kültür sanat merkezinin park alanında yer alan, çok hoş bir cafe. Akşamüstü  chillout session için de ideal olabilir. Burada da yine şehirde dikkatimi çeken bir konuya değinmeden geçmeyeyim. Aslında diğer şehirlerde de ama en çok San Francisco'da dikkatimi çeken "obez Amerikalı" tiplemesine hiç rastlamamam oldu. Menülere sağlıklı pek çok alternatif eklenmiş, organik gıda pazarları, sağlıklı yemekler sunan restoranlar, vejetaryen mutfak, sağlıklı atıştırmalıklar, vs gibi beslenme trendleri ön plana çıkmış. Ve şehirde her saat koşu ya da yürüyüş yapan insanlara rastlamak mümkün. Pek çok konuda onların döndüğü yere hâlâ son sürat gitmeye bayılan bizler için bu durumun bir örnek teşkil etmesini dilerim. Samovar da sağlıklı kahvaltı ve sandviç menüsü, nefis masala chai ve diğer çay çeşitleri ile gerçekten çok leziz ve huzurlu bir yerdi. Tavsiye ederim.

Kahvaltı bittiyse hemen toparlanın çünkü mont almaya gidiyoruz! Evet, artık trençkotlardan ayrılma zamanı, zira içimizin titrediğini hissediyoruz. Satış elemanı şehirdeki ilk günümüzde alışverişe çıkmış olmamıza şaşırsa da sadece mont alıp gezmeye devam edeceğiz deyince bizi anlayışla karşılıyor.:) Union Square çevresi alışveriş için de ideal. Aradığınız bir sürü markayı burada bulmanız mümkün. Ayrıca dev bir Macy's de emrinize amade. Hatta en üst katında da meşhuuuur Cheesecake Factory bulunuyor. Bir (ya da birkaç) ara uğramalısınız, çünkü kendisi onlarca çeşidiyle sizi bekliyor olacak. 


Montunuza kavuştuktan sonra klasik bir turist aktivitesi olarak Powell St'ten nostaljik tramvaya (cable car) binebilirsiniz. İlk duraktan bineceğiniz için tramvayın geliş yolunun bitiminde döner platform üzerinde manuel olarak döndürülerek dönüş yoluna geçişine de şahit olacaksınız. Öğrenmenin yaşı yok gerçekten.;) İki farklı rota var: biri Mason-Powell, diğeri Hyde-Powell. Siz ikinciye atlıyorsunuz ve Lombard Street durağına kadar tıngır mıngır ilerliyorsunuz San Francisco sokaklarında. Yokuşları çıkarken inip arkadan itsek mi diye düşündüğünüz de oluyor gerçi! Biletinizi binince alabiliyorsunuz ve kişi başı 6$ ödüyorsunuz.   


Lombard Street'in özelliği ne diye sorarsanız, aşağıdaki fotoğraflara bakabilirsiniz. Saatte 5 mil yani 8 km hızla inebileceğiniz denli kıvrımlı, yokuş aşağı bir sokak. Yokuş boyunca sıralanmış evler ve park ettikleri arabalarının duruşu da görmeye değer. Google Görsellerde bende olduğundan çok daha güzel fotoğraflar bulabilirsiniz. Elbette tepeden çekilmiş fotoğraflarda sokağın nasıl kıvrılarak aşağı indiği daha net görülüyor (yakınlardaki Coit Tower bunun için ideal, şehre ve okyanusa tepeden bakmak için de öyle, aklınızda olsun, ama biz gitmedik).


Biz de kıvrılarak aşağı indikten sonra Bambi'nin rotasını takip ederek denize doğru yürümeye başlıyoruz. Yol üstünde ayna gördük mü kaçırmama durumumuz bu gezide de devam ediyor elbette. ;)


Deniz kıyısına iniyoruz dediğime göre sıradaki yazıyı az çok tahmin edersiniz sanırım: Fisherman's Wharf, Pier 39 ve deniz aslanları bizleri bekler! Bence bekletmeyelim onları, değil mi? :)

Las Vegas Günlerinden İki Muhteşem Deneyim: Grand Canyon ve Ka

Las Vegas'ta geçirdiğimiz dört günün bir günü Grand Canyon turuna katıldık. Burası için Türkçesi olan Büyük Kanyon'u kullanmak içimden gelmiyor. Büyük, burayı tanımlamak için o kadar küçük kalıyor ki! Grand yine bir derece; daha bir muazzamlık, muhteşemlik, daha bir "awesome!"luk, "amazing!"lik var gibi içinde. O yüzden bırakınız Grand Canyon diyelim bu olağanüstü etkileyici oluşuma. 


Günübirlik Grand Canyon turlarını incelediğinizde karşınıza en sık çıkacak iki rotadan bahsedeyim. (En vahşi görüntülerin olduğu North Rim zaten kışın günübirlik turlara kapalı) Birincisi West Rim. Burası meşhur Skywalk'ın (dev uçurumun üzerine uzanan yuvarlak balkon) olduğu yer. Las Vegas'a daha yakın (2,5 saat mesafede). Çok daha kalabalık ve turistik attraksiyonların daha fazla olduğu kısmı Kanyon'un. Diğer turlara göre de biraz daha pahalı. Diğer rota ise South Rim. Las Vegas'a beş saat uzaklıkta. Daha sakin. Genellikle Grand Canyon ile ilgili herhangi bir yerde gördüğünüz görsellerin büyük çoğunluğunun çekildiği yer. Gerçek Kanyon burası deniyor. Biraz daha ucuz fiyatlar. Bunun nedeni insanların aynı gün içinde 5 saat gidip 5 saat dönmeyi göze alamayıp, bir yandan da "buraya kadar gelip Grand Canyon'u da görmeden dönmedik" demek için biraz daha turist yolma yeri olan West Rim'i tercih etmeleriymiş. Biz de asıl olayın burası olduğunu öğrenince bir günümüzü yollarda geçirecek olsak da burayı görmeliyiz diyerek düştük yollara.


Buraya konaklamalı gelmeyecekseniz tur düzenleyen şirketlerden biriyle gelmenizde yarar var çünkü dönüşte zifiri karanlık, ışıksız yollarda araba kullanmak sizi zorlayabilir. Biz bu şirketi kullandık ve gitmeden önce turumuzu satın aldık. Karşınıza çıkan ve Strip üzerinde ofisleri olan her tur şirketinin az çok aynı ayarda olduğunu da yorumlardan öğrendik. O yüzden kafanıza göre birini seçebilirsiniz. (Otobüsler bizim eski şehirler arası otobüslerimiz gibi, fazla bir konfor beklemeyin. Giderken Hoover Dam'in yapılışını ve Grand Canyon'ın hikayesini anlatan kısa filmler izleyerek, yemek molası vererek falan yolu anlamıyorsunuz ama dönüşte aptal bir filmin kafanızda çınlayan sesi, zifiri karanlıkta sadece 20 dakika mola vererek beş saat yol gitmek biraz sersemletici! Ama değer mi? Kesinlikle değer! Hayatımda gördüğüm en etkileyici doğal oluşumdu diyebilirim, bakmalara doyamadım.)  

Söylememe gerek yok herhalde: Grand Canyon oldukça soğuk olacaktır. Bizim gittiğimiz  17 Aralık günü yine hem ısı hem de bulutsuz/sissiz bir gün olması açısından çok şanslı bir gündü. Elbette yine de soğuk olduğunu tahmin edersiniz. Ve henüz kendime bir mont alamamış olan bendeniz trençkot altını ve üstünü destekleyerek farklı ve çok güçlü bir Meksika stili oluşturdum kendime. Hatta bir ara İso'cum "bence herkes şu an 'keşke şu Meksikalı kız gibi giyinseydik' diye geçiriyor içinden" dedi gezerken. Günün kombini solda..:)

10 saat otobüs yolcuğu yaşayacağınız günün yaklaşık 3 saatini Grand Canyon'da geçireceksiniz. Ve o 3 saatin bir saniyesinde bile gözlerinizi bu muazzam güzellikten başka yana çeviremeyeceksiniz. Dünyanın 2 milyar yıllık jeolojik tarihinin her katmanında gözlendiği ve Colorado Nehri'nin de etkisiyle şekillenmiş olan bu muhteşem doğa görüntüsü karşısında büyülenmemek imkansız. Keşke zaman sınırı olmaksızın önünde oturup saatlerce o katmanlara, o renklere, o dokulara dalıp gitsem, diye düşünüyor insan.

Grand Canyon'ın uzunluğu 446 km olup genişliği yer yer 26 km'ye kadar çıkabiliyor. Derinliği ise 1.8 km'ye ulaşıyor. Yürüyüş yolunda ve otobüslerin mola yerlerinde hem bilgilendirici hem de doğal hayatı korumakla ilgili uyarı niteliğinde birçok pano var. Bunlara da göz atmadan geçmeyin derim, çünkü gerçekten pek çoğunda ilginç bilgiler var. Zamanda yolculuk yaparken 1,84 milyar yaşında bir kayaya dokunmak ise paha biçilemez!


Grand Canyon size her noktasından sunacağı muhteşem görüntüler ve heybeti ile unutamayacağınız bir deneyim olacak."Bu Evren'de bir tozsun" hissine kapılıp gidebileceğiniz yerlerden biri. Sakın ola ki yoluna üşenip de gitmemezlik yapmayınız. Yol yorgunluğu akşam güzel bir banyo ve uykuyla geçer ama Grand Canyon etkisi bir ömür boyu zihninizde yer edecektir.

Sırada Cirque du Soleil'in Ka adlı şovu var. Hayatımda etkileyicilik anlamında yakınından geçen bir şey izlemediğim bu muhteşem şovun turneye çıkabilecek bir yapım olmadığını sanıyorum. Öyle bir altyapının kurulabileceği imkanlarda sahne sayısı bile çok azdır diye düşünüyorum ve Türkiye'deki sahnelerin bunlar arasında henüz yer almadığından eminim. Henüz şov başlamadan bile MGM Grand'in sahnesi karşısında ağzımız açık kalmıştı, ki performans sırasında kullanılan hareketli, dev platformlarla birlikte ağzımızı bir daha kapatabilmemiz mümkün olmadı. (Koca sahnenin zemininin 90 derece dik konuma geldiğini ve bu dik düzlemde bilgisayardaki bir savaş oyunundaymış misali dövüş figürleriyle savaşan insanları düşünün. İşte şöyle bir şey.)

Cirque du Soleil'in Las Vegas'ta sahneledikleri pek çok yapım var. Şehrin tüm otellerini kapatmışlar da diyebiliriz. En ilgi görenlerden biri -hatta belki de ilki- Ka (O'nun da çok etkileyici olduğunu duydum izleyen bir arkadaşımdan). Krallığın ikizleri şerefine düzenlenen bir davetle ve kılıç gösterileriyle açılır sahne. Kutlama havası yaşanmaktadır krallıkta. Ama bu mutluluk pek uzun sürmeyecektir. Kısa bir süre içinde ikizler birbirlerinden ayrılmak zorunda kalacak ve düşmanlar tarafından uzak diyarlarda sürgüne mahkum edilmeye çalışılacaklardır. İkizlerin bu dış mihraklardan (!) kurtulma süreçlerinde başlarına gelen maceraların anlatıldığı performansı nefesinizi tutarak izleyeceksiniz. İnanılmaz bir akrobasi, dövüş sanatları şovlarıyla gerçekleştirilen savaş sahneleri, tepenizden uçan insanlar ve oklar, halatlardan atlayanlar, masalsı görsel efektler, müzik, her şeyiyle ama gerçekten her şeyiyle kusursuz bir şovdu Ka.


Gerçi aylar önce bir kusur olmuş ne yazık ki. Soluğumuzu tutarak ve korkarak izlediğimiz kadar varmış meğer, çünkü 31 yaşında ve 22 yıldır profesyonel olarak akrobatlık yapan iki çocuk annesi  olan oyuncularından biri 30 Haziran 2013 tarihli gösteri sırasında yaklaşık 30 metreden düşerek yere çakılmış. 29 yıllık Cirque du Soleil tarihinde bir ilk olan bu acı olayı önce şovun bir parçası sanan oyuncular, kadının gerçekten öldüğünü anladıklarında şoka girmişler. Oyun durdurulmuş ve 17 gün de ara verilmiş. Haberin detayları burada. Böyle bir sahne kazası gerçekten çok korkunç ve umarım bir daha yaşanmaz.

Yazarken ve Youtube videolarını izlerken bir kez daha heyecanla hatırladım bu harika gösteriyi. Keşke bir Cirque du Soleil gösterisi daha izleme şansımız olsaydı. Bu arada biletleri alırken yine fırsat araştırmayı unutmuyorsunuz. Ben Ticketmaster, Expedia ve Lastminute'e bakıp tam birine karar vermek üzereyken bir de otelin web sayfasına bakayım dedim ve bingo! Diğerlerinde 3. kategori için ödeyeceğim bir fiyata 1. kategoriden bilet alabileceğimi gördüm. Umarım günün birinde  bu harika şovu izleme fırsatınız olur. Las Vegas'ın en güzel gecesiydi bana göre Ka'yı izlediğimiz gece. Zaten bir daha Las Vegas'a gidecek olursam "gündüz alışveriş ve yemek, gece Cirque du Soleil ve içmek" şeklinde bir plan yaparım sanırım.;)

Artık başka bir şehre geçme zamanı. Hazırsanız yarın sabah uçağıyla San Francisco'ya geçiyoruz. Bavul toplama zamanı! :)

Karanlıkta Diyalog

İnanılmaz bir deneyim! Mutlaka yaşamalısınız. Zaten tatilden döner dönmez şehre bağlanma noktam olan Gayrettepe metrosunda gözüme çarpmıştı. Gördüğüm anda da merak edip bugün saat  15:00 için biletimizi almıştım.

Ve açıkçası önceden bilet aldığım için de biraz üzüldüm, çünkü hava çok güzeldi, tam sahilde yürüyüş yapabilir, hatta belki dondurma bile yiyebilirdik, falan filan. Kapalı, karanlık alandaki bir etkinliğe hava kötüyken de gidebilirdik. Şimdi bunu düşündüğüm için bile utanıyorum, çünkü bir etkinliğe falan gitmemiştik biz. Çok sayıda insanın yaşadıkları yaşama tanık olmaya, onların yardımıyla ve kontrollü bir ortamda onların gerçekliklerini biraz olsun anlamaya gitmiştik. Bu bilinçle ve niyetle giderken bile yarattığımız gündelik, sıradan, basit, aslında olmayan ama var ettiğimiz sorunlar yine tokat misali yüzüme çarptı. 

Bizler yaşam şımarıklarıyız (ve hep söylerim, umarım şımarıklığı abartmadan da hep öyle kalırız). Güneşli havada 1,5 saat kapalı ortamda geçireceğimiz için üzülürken aslında güneşi görmeyen, sadece tenlerindeki ısısını hissedebilen insanların yaşamlarına konuk olmaya gittiğimizi bile unutacak kadar şımarık olabiliyoruz. Ve yaşadığımız her saniye herhangi bir engele sahip olmamızın an meselesi olduğunu da unutuyoruz. Tamam, bunu sürekli aklımızda tutarak yaşamak da hastalıklı bir durum olurdu herhalde, ama empatinin kıyısından bile geçmiyoruz çoğu zaman. Bence işin en acı kısmı bu. 

Karanlıkta Diyalog yaklaşık 1,5 saat sürüyor. İçeri girerken daha gözlerinizin nispeten bir şeyler seçebileceği bir karanlıkta size beyaz bastonlarınızı veriyorlar. Görme engellilerin en büyük desteği olan bu bastonu nasıl kullanmanız gerektiğini söyleyerek 8 kişilik grubunuzu görme engelli bir rehbere teslim ediyorlar. Ondan sonrasında rehberiniz ve grubunuz tamamen karanlıkta kalıyor. Öyle böyle değil, tam bir karanlık! Karanlık fobisi olanların etkilenebileceği, olmayanların ise fobi geliştirebileceği bir ortam. Birlikte gelenler birbirinden medet umarak sürekli bir temas halinde olmayı istiyor ama herkes duruma yabancı ve kimse hiçbir şey görmüyor. Ama rehberimiz Mehmet Ali Bey'in sesini ve talimatlarını takip ederek ve beyaz bastonlarımızla şehirde gezinmeye başlıyoruz. Bir parktan geçiyoruz. Kuş seslerini duyuyor, çiçeklere dokunuyoruz. Manav tezgahına uğruyoruz. Vapura biniyoruz martı sesleri, rüzgarın esintisi ve dalgaların salınımı eşliğinde. Beyoğlu'nda tramvaya biniyoruz mesela, fasıl seslerinden Çiçek Pasajı'nın yakınlarından geçtiğimizi anlıyoruz. Sonra bir duvar boyunca ilerlerken posta kutularını, panjurları, duvara dayanmış bir bisikleti, evin panjurlarını hissediyoruz dokunarak. Evimize geliyor, kanepeyi bulup oturuyor, görme engelliler için hazırlanmış (duygular, mimikler, sözsüz jestler seslendirilmiş) Babam ve Oğlum'dan bir sahne izliyoruz. Bir duvarda kendi ismimizin baş harfini bulup, rehberimizin bize verdiği karton ve kalemlere Braille alfabesindeki karşılığını yazmaya çalışıyoruz. Sonra bir kafeye giderek kahvemizi alıyor, masalara geçiyor ve sohbet ediyoruz. Tüm bunları hiçbir şey görmeden yapıyoruz. Ve sonra her detayı deneyimlememizi sağlayan ve panik olduğumuzda bizi rahatlatan Mehmet Ali Bey bizi çıkarıyor. Onunla biraz daha sohbet ediyor, bize bu inanılmaz ve gerçekten yaşanmadan anlaşılamaz deneyimi yaşattığı ve başka bir gözle bakmayı ve görmeyi öğrettiği için çok teşekkür ediyoruz.

Çıktıktan sonra içimden geçenler ise şunlar oluyor:

- İlk girişteki karanlığın çok feci olduğunu düşünmüştüm. Hani aşırı kalabalıklarda da üzerinize çöken o fenalık hissine kapılır gibi oldum bir an. 

- Sonra  "aa evet çitler, burada da çiçekler ve bank var" ya da "vapurda gittiğimi hissedebiliyorum" falan gibi şeyler düşünerek, görme duyusu olmadığında diğer duyularının belki de daha iyi çalışarak sana yardımcı olduğunu ya da diğer duyularını kullanmayı öğrendiğini fark edip seviniyorsun. Görmesen de geçtiğin yerleri gözünde canlandırabiliyorsun işte, oluyor bu iş!

- Sonra aklına güvenli olduğu kesin bir ortamda, bir rehberin talimatlarıyla ilerlediğin geliyor. Ama görme engelli olsan ve şehirde sokağa çıksan ne yapacağını düşünüyorsun ve yine korkuyorsun. Örn, sohbet sırasında öğrendik ki rehberimiz ilk kez bu etkinlik alanını keşfetmek için Gayrettepe metro durağına gelmiş. Evinden çıkıp, tamamen yabancı bir durağa gelip, hangi çıkıştan hangi merdivenden ilerleyeceğini öğrenip, dev bir etkinlik alanını keşfedip, bize anlatacak duruma gelmesi inanılmaz geliyor. Bunu öğrenerek şehir hayatını devam ettirecek aşamaya gelmenin ne kadar zaman alacağını düşünüyorum. 

- Sonra diğer duyularımı kullanarak bir sürü ortamı zihnimde canlandırabildiğimi düşünürken doğuştan görme engelliler aklıma geliyor. Referans alınabilecek herhangi bir kayıt yoksa zihinde, onlar denizi, parkı, bahçeyi, arabayı, yolu, elmayı, kediyi, vs nasıl canlandırıyorlar diyorum. Hangisi daha avantajlı bir durum diye düşünüyorum içimden sanki çok önemi varmış gibi. 

- Sonra biraz sinirleniyorum ve yine hayatın adaletsizliğine karşı isyan doluyorum. Neden bazı insanlar bazı engellerle mücadele etmek durumunda kalarak başlıyorlar hayata? Evet, harika idare ediyor olabilirler, tamamen alışmış olabilirler, başka bir alternatif bilmeden mutlu mesut yaşıyor olabilirler ama yine de neden  senden benden daha fazla mücadele etmek zorunda kalıyorlar? Neden limitsiz bir dünyada birtakım limitlere maruz kalıyorlar? Neden sadece görme engelliler için seslendirilmiş bir filmi izleyebiliyorlar da hepsini izleyemiyorlar? Neden bazı kitaplar, bazı yerler, bazı deneyimler de hepsi değil? 

- Sonra  yatışıyorum. Her duyusu tam olanların bile ne kadar eksik yaşayabildiğini düşünüyorum. Bu insanların gücüne hayran oluyorum. Gerçekten bir duyunun engeline çarpmış olabilirler ama pek çok anlamda sezgilerini fazlasıyla geliştirmiş olduklarını görebiliyorsunuz. Ve senin şimdiki durumun içinde isyan ettiğin şeylere isyan etmeyen, karşında son derece sağlam duran, hayatta birçok şeye senden daha hazırlıklı ve olgun bakan insanlar var karşımızda. Önlerinde şapka çıkararak eğilmek gerek. Ama bu kadarla da kalmamak gerek:

Örneğin, Mehmet Ali Bey'e şehir yaşamındaki en büyük zorluğu sorduğumuzda bastonlarıyla kaldırımı referans alarak yürüdükleri için kaldırıma park eden arabalar, kaldırımdaki babalar, tabelalar, saksılar ya da uygun yerleştirilmemiş çıkıntılı ilan panolarının kendilerine çok sıkıntı yarattığını, bunlara çok sık çarptıklarını söylüyor. "Belediye otobüsü duraklarında gelen otobüs ve güzergahı anons edilse" ne güzel olurdu diyor. Mütevazı bir adam o. Çukurlara, standarttan ve sistemden uzak şehir planlamamıza falan değinmiyor bile. Bu ikisi bile bizi çok rahatlatırdı, diyor.  

Yani bizim onlara saygı duymak ve hayran kalmak dışında da yapacağımız çok şey olmalı. Hem devlet ve belediyeler olarak (ki kime diyorum ben?!), hem de onlarla birlikte aynı şehir yaşamını paylaşan insanlar olarak onlara yardımcı olmalıyız. Yardımcı olmak derken de zaten yürütebildikleri işlerini daha da kolaylaştıracak şekilde davranmaktan bahsediyorum. Yürümesine yardımcı olmak için kolunu acıtarak tutup, bastonunun dengesini bozarak çekiştirmek yardım olmuyor mesela. O zaten yürüyebiliyor. Ama sıkıntıda olduğunu hissettiğinizde yanına gidip yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak ve onun yönlendirdiği şekilde yardım sunmak önemli. Saygılı olmak önemli. Bizden daha zor bir hayat sürdüğünü bilmek, anlamak önemli. Bu hayata çok yakın olduğumuzun farkında olmak önemli. Öyle bir durumda isteyebileceklerimizi düşünmek, onlara da istediklerini sunmak önemli. Yani aslında onlarla diyalog halinde olmak çok önemli. Her zaman biz ve onlar olarak ayrı dünyaların insanı olacağımızın garantisi yok. Onları da biz yapmak, bize yaklaştırmak önemli. 

- Sonra beyaz bastonu yerine bırakıyor ve çıkıyoruz. Şükrediyorum (bu kez her zamanki kadar coşkulu ve mutlu değil, biraz buruk ama).

Ve bir kere daha tekrar ediyorum: İnanılmaz bir deneyim! Mutlaka yaşamalısınız. 



Las Vegas: Oteller ve Alışveriş

Las Vegas'taki otellerin hepsi birbirinden lüks ve gösterişli. Birçoğu belli bir temaya göre tasarlanmış, düzenli olarak şovların yapıldığı, bir ucundan bir ucuna yürürken dahi yorulabileceğiniz dev casinolara sahip ve içindeki sahnelerinde birbirinden güzel dünyaca ünlü gösterilerin  düzenlendiği, alışveriş merkezleri, restoranları, marketi falan olan, kısacası içinden çıkmadan bile üç-beş gün geçirebileceğiniz yerler. Dolayısıyla turistik gezi kapsamına otel gezmeyi de dahil ediyorsunuz.

Hotel Bellagio bunlar arasındaki en favorilerden biri. Havuzunda öğleden sonra saat 15:00'ten itibaren yarım saatte bir çeşitli müzikler eşliğinde izleyebileceğiniz fışkiye şovları harika. Birkaç kez denk gelip izledik ama bizdeki pek işe yaramayan fotoğraflardan ziyade Google Görseller ve Youtube'da Bellagio Fountains diye arama yapmanızı öneririm. Ayrıca içindeki gittiğimiz dönem itibariyle Christmas için süslenmiş olan limonluk (Conservatory) ve ana lobinin tavanındaki rengarenk aydınlatmalar da bir harikaydı.



Bellagio Fountains dışında Mirage'daki Volcano'yu da görelim diye not düşmüşüm giderken. O yüzden görelim diye gittik. O da her akşam 17.00'den itibaren saat başı patlıyor. Ama bana sorarsanız onun bir numarası yok arkadaşlar. Hatta içimizden "Hey adamım, senin sorunun ne ha? Bundan çok daha iyisini yapabilirdin. Lanet olsun!" diye geçirdik (dublajlı aktardım :) ) Video yüklerken sorun oldu, ben de Youtube'a yükledim. Bakınız şöyle bir şeyden bahsediyorum işte.

Tema otelleri arasında en favorilerim The Venetian ve New York New York oldu. Venedik'e gidip kanallarda gondolla süzülebilir, Dükler Sarayı'nda kalabilir, Rialto Köprüsü'nden geçebilir, San Marco Meydanı'na çıkan şirin ara sokaklarda alışveriş yapabilirsiniz. Meydanın girişindeki iki sütunda bizi karşılayan kanatlı aslan ve St Teodor heykeli bile oradaydı. O derece Venedik'ti yani!


New York ise gökdelenleri, Özgürlük Heykeli, kendine has binaları ve kafeleriyle tam bir New York'tu. Buranın bir de roller coaster'ı var göreceğiniz üzere ama bizim ilgimizi çeken kısım daha çok casino'su (uğurlu gelen tek yerdi!) ve Nine Fine Irishmen adlı Irish Pub'ıydı.


Bu arada roller coaster demişken Strip'in bir ucundaki Stratosphere'in tepesinde de bir sürü attraksiyon olduğunu unutmayın. Benim yaşlı bünyem kaldırmaz öyle yüz küsürüncü kattaki thrill ride'ları, skyjump'ları falan ama alana mani olmam. Buyrunuz detaylar.

Bu arada Paris temalı otelin içine girmedik ama dışarıdan da neden hiç fotoğraf çekmemişim bilmiyorum. Çünkü Opera Binası, Zafer Takı, Paris kafeleriyle ve Eyfel'iyle ona da hayran kalmıştım. Neyse, hayran kalacak bir sürü güzel yapı var Las Vegas'ta: Cosmopolitan, Wynn, Caesar's Palace, MGM Grand, vs. Hepsini gezmek mümkün olmadığı gibi bir tanesinin bile içini tamamen gezmek insanı haşat edebilir.  O yüzden gördüklerimiz bize yeter diyerek bir Bubba Gump molası verebiliriz. (NY'ta aşık olmuştum, 7 yıl sonra yine buluştum.:) Bir dahaki buluşma daha kısa sürede olsun mümkünse)  Enerji toplama zamanı!


Alışveriş:

Alışverişe pek de bayılmayan bir çift olarak Amerika bizi de biraz bozmuş olabilir. :P Yok ya, böyle dediğime bakmayın, bir devasa outlet'e bile gitmedik diyeyim anlayın durumumuzu. Özellikle de sınırlı bir zaman için yurt dışındayken -ve özellikle ben- alışveriş için saatler harcamayı ciddi bir kayıp olarak görüyorum. Ayrıca artık her şey burada da bulunuyor, yurt dışından alışveriş imkanı tanıyan web siteleri var, dolaplarımız dolup taşıyor ve her yıl giyilmeden eskiyenler enkazına onlarca parça ekleniyor. O yüzden ben poşet taşıma ve bavul yerleştirme stratejileriyle kendini kaybederek o shopping mall senin bu outlet center benim diyenlerden değilimdir. Bir de bu kadar dev ortamlar, bu kadar bol seçenek benim gibi kararsız ve her anlamda en mükemmel alternatifi arayan birini yoruyor. (Şu markanın şu modelinin şu rengini ancak şu fiyata kadar alırım kafasıyla yapılan alışveriş yanımdakini de yoruyor olabilir.:) O yüzden biz İso'yla alışveriş sırasında ayrılır, otelde buluşuruz. Geldiğimizde İso sevdiği şeyin her rengini alıp, üstüne bir bira bir de ayak masajı molası verip bir sürü poşetle gelirken ben genelde dolaşmaktan ayaklarım iptal olmuş ve ellerim bomboş ya da böyle çorap falan gibi gereksiz minik bir poşetle odaya gelirim! Amerika'dan bir Michael Kors çanta bile almadan döndüm desem durumumu daha iyi anlarsınız sanırım, zira almadan geleni dövüyorlar diye düşünmekteyim.)

Neyse, daha fazla uzatmadan Las Vegas'ta gitmeniz gereken alışveriş duraklarını açıklıyorum:

* Premium Outlets North & Premium Outlets South olmak üzere iki adet outlet center bulunuyor. Strip üzerinden geçen SDX otobüsleriyle buralar gidebiliyorsunuz. Yaptığımız toplam alışverişin çoğunu oradan yaptık ve geriye dönüp bakınca daha fazlasını da yapabilirmişiz dedik. Siz giderseniz fırsatları silip süpürün, çekinmeyin. Derli toplu, çok kocaman değil ama aradığınız pek çok şeyi bulabileceğiniz bir outlet.

* Outlet değil ama Fashion Show Mall içinde bir sürü marka ve Macy's, Neiman Marcus gibi department store'lar var.

* Planet Hollywood'un içinde yer alan Miracle Mile Shops'ta da bir sürü marka var ama üstteki seçenekleri taradıktan sonra burayla işiniz olmaz.

* Bir de sadece Las Vegas'ta değil diğer şehirlerde de "amaaan hiç işim olmaz" deyip de önünden geçip gitmemeniz gereken üç mağaza var: Ross, Marshalls ve T.J.Maxx. Buralar tıklım tıkış askıları, düzensiz yerleştirmeleri, uzun kuyrukları ile pek albenili bulmayacağınız mağazalar. Ama içinde bir sürü güzel markanın birbirinden güzel fırsatlarını barındırıyorlar söyleyeyim. Alternatif daha az ama markalar ve fiyatlar gerçekten süper! İtinayla didikleyiniz derim.

* Bir de ıvır zıvır ihtiyaçlarınız için (otele su götürmek, diş macunu mu bitti ne, Türkiye'ye göre pek ucuzmuş dur ben bir Organix saç bakım yağı alayım, Blistex dudak bakım kremi alayım, yarın Grand Canyon yolu için kraker, meyve suyu, boyun yastığı, vs alalım, ateşim çıkıyor gibi Vicks'in parasetamollü bir ilacını alalım gibi gibi) yine her şehirde göreceğiniz Walgreens ve CVS Las Vegas'ta 24 saat açık olacak, haberiniz olsun.

Benden şimdilik bu kadar. Yazımı bitirdiğime göre hafta sonu başlayabilir! :)
Hepinize iyi hafta sonları

Son Okunanlar ve İzlenenler İtinayla Yazılırlar :)

Tatil dönüşü yılbaşı, evdeki işler, çeviri, sosyalleşme konusunda arayı kapatmaya çalışma, bir ay aradan sonra yeniden spora başlama, rutin sağlık kontrolleri, kişisel  bakım ve onarım çalışmaları derken blogun başında geçirilen zaman azaldıkça azalıyor haliyle. Ve daha şehri yaşamak anlamında da istediğim kıvamda değilim. Dikkat ederseniz sergiler, tiyatrolar, sinema konusunda geçen senelere göre bir gerileme var. Son zamanlarda şehirde pek yaşamadığım için şehri yaşayamamış olabilirim gerçi.:P 

Neyse, yazılacak çok şey var. Elbette öncelikle son geziyle ilgili yazacaklarımı bitirmem gerek. Bu arada evdeki kültür-sanat etkinlikleri kapsamında kitap okumaya ve film izlemeye (Moviemax Festival bağımlısı olduk geldiğimizden beri) tam gaz devam ediyorum ve onlar da bir yandan birikiyor. İşte birikmesin diyerek kısa kısa, birer ikişer cümleyle son dönemin hoşuma gidenlerini paylaşayım dedim.

Dr. Gray Small'ın 30 yıl boyunca kurgudan çok daha ilginç vakalarının yer aldığı kitap seyahat sırasında bana eşlik etti. Doktorun o fazla "Amerikalı" tarzı sizi rahatsız etmezse okumaktan zevk alacağınız bir sürü hikaye olacak karşınızda. Benim en ilgimi çekenler altında yatan nedenin fiziksel olduğu düşünülüp psikolojik çıkanlar ya da tam tersi. Yani ters köşeye yatıran vakalar değişikti. Ayrıca empati yetisi sayesinde karşındaki kişinin ruhsal durumunu kendi içinde hissedebileceğini ya da kahkahanın kaygı ve bastırılmış dürtüler gibi rahatsızlık verici duyguları keyifli duygulara dönüştüren bir savunma mekanizması olduğunu öğrenerek empatiden uzak, kahkaha dolu bir yaşam benimsemeye karar verdim. Hımm, böyle okuyunca öğrendiklerimi çok doğru yorumlayamamış olabileceğimi düşündüm bir an.:) Neyse, atar kahkahamı geçerim, bundan sonra böyle. :) Bir Psikiyatristin Gizli Defteri okumuş olmaktan pişman olmayacağınız kitaplardan. Önerilir. 

Sırada filmler var. Bunları bu hafta boyunca blogun sağ üst köşesindeki Öneri bölümünde görmüş olabilirsiniz. Leonard Cohen'in şarkısının adını taşıyan 2011 yapımı Take This Waltz, rutine binmiş evlilik/ilişkilere kadın gözünden bakıyor. Cesur, doğal ve gerçekçi bakıyor. Sonunda da rutinin boğuculuğuna dair bir reçete verseydi iyiydi, diyorsunuz ama vermiyor. :) Bizde !f 2012'de gösterilmiş olan bu filme ben bayıldım. Fazlasıyla sansürlü izlediğimizi ve aslında bu yüzden anlam kaybı da olduğunu Youtube'daki sayesinde anladım. Özel istediğinle ekstra ücret ödeyip aldığın bir kanalda sahnelerin kesilmesini, sigaranın buğulanmasını falan hiç anlayamayacağım sanırım! Diğerlerinde de anlamıyorum ya neyse! Kurallar, saatler koyarsın, olur biter. Filmi izleyin ama, çok güzel.


2007 yapımı The Grocer's Son sırf Fransa'nın Provence bölgesindeki köylerde ve kasabalarda geçtiği için bile izlenmeyi hak ediyor. İçinde de geçmişten kalan aile travmaları ve bir tutam da aşk barındırdığı için tadından yenmiyor. Tavsiye edilir. 

Son olarak Aramızda Bebek Var adıyla Türkçeleştirilmiş A Happy Event adlı harika bir film var sırada. Çocuk yapmanın anneyi ve babayı geçici bir süreliğine birer zombie'ye dönüştürdüğü gerçeğini hepimiz biliyoruz. Peki ilişkilerine verebileceği hasarın boyutlarını biliyor muyuz? Pek happy başlayan bu hayırlı event, gözümüzün önünde bildiğiniz kabusa dönüştü sevgili okur. 2011 yapımı, doğal oyunculukların olduğu, konunun çok gerçekçi ve iki taraf açısından da objektif bir bakış açısıyla işlendiği, süper filmlerden. İzleyin derim. 

Ve bir kitapla bitireyim yazıyı, kısa ve öz yazmayı beceremediğimi bir kez daha kanıtlayarak..:P Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş kitaplarını çok severek ve ciddi biçimde sarsılarak okumuştum. Son kitabı Ve Dağlar Yankılandı da bittikten sonra okuma sıralamam ve favori sıralamam aynı kaldı  diyebilirim. Bu kez hikaye beni dağıtmadı, çünkü yazar biraz dağılmış, onu toparlamaya çalıştım okurken.:) Instagram'da kitabın fotoğrafını eklediğimde de benzer yorumlar gelince yalnız olmadığımı fark ettim. Orada yorum olarak yazdığım şeyi tekrarlayacağım: Markos, annesi ve Thalia'yı romandan çıkarırsanız hiçbir şey eksilmeyeceği gibi kafa karışıklığı da olmayacak. Onlar hikayeyi gereksiz uzatıp, ilgiyi dağıtan yaklaşık 50 sayfalık bir bölümü oluşturuyorlar. Genel anlamda romandaki hikayeyle pamuk ipliği bağı oluşturan Markos'un yerine tanıdığımız ya da tanımadığımız herhangi bir karakter ya da isimsiz bir mektup bile olurmuş bence. Bir de yazar bu romanında bir sürü konuya el atmak istemiş. Öyle olunca da kitap biraz Mahsun Kırmızıgül filmine dönmüş.:) Oysa Afganistan'da siyasi hayatta yaşanan karmaşanın insanlar ve aileler üzerinde yarattığı dramatik etki anlatmakla bitmez ki. Yani Khaled'cim bu seferki çabanı yine takdir etmekle birlikte, bu romana "eh işte" diyorum. Bundan sonra romanlarını yayınlanmadan önce taslak halinde İmge Ablana gönderirsen o, senin için gerekli düzeltmeleri yapacaktır. Sonra eleştirilerle falan uğraşmazsın, e mi canım?. :)

Haydi ben kaçtım, çevirim beni bekler.

Yetişkinlere Özel Oyun Parkı: Las Vegas

15 Aralık sabahı yeniden Los Angeles havaalanındayız. Arabamızı teslim edip bu kez Las Vegas'a yapacağımız iç uçuş için terminalimizi buluyoruz. Kontrolden geçerken o koca kuyruğun içinden beş kişiye birer kart uzatıyorlar. Bir de bakıyoruz ki laptop, bot, mont, kemer, ıvır zıvır çıkarmadan güvenlikten elini kolunu sallayarak geçme hakkı kazanmışız! Biz hemen Las Vegas'a giderken böyle bir şans yakalamış olmayı kumar bütçesini artırmak gerek diye yorumladık elbette. :) Ama biraz yanlış yorumlamışız. Eveet, teşekkürler Virgin America (uçakta güvenlikle ilgili videonuz da pek şekerdi.:) ) ve  Günah Şehri'ne hoş geldik. Aman "siz siz olun seks, kumar, uyuşturucu gibi günahlar batağına düşmeyin, mazallah sevgili okur!" diye yasal uyarımı da en baştan yapayım. 

Çünkü burası gerçekten yetişkinlere özel, sınırsız eğlencenin olduğu bir oyun şehri. Sınırsız derken gerçekten sınırları, ucu bucağı olmayan bir sıfattan bahsediyorum. Eğlence derken de bir kulüpte birkaç kadeh bir şey içip dans etmekten Hangovervari bir sapıtmaya kadar uzanabilecek  bir skaladan bahsediyorum. Dolayısıyla evli ve belli bütçesi olan bir çift olarak bizler şehrin pek "sınırlı" turistlerindendik tahmin edersiniz ki. :) Ama dediğim gibi her şeyi bulmanın, her şeyi yapmanın mümkün olduğu bir fantezi şehri burası. Gece kulüpleri, striptiz şovları, sokaklarda elinize tutuşturulan çıplak kadın fotoğrafları ve telefonları, kocaman içki şişeleri ve refill istasyonları :), Strip boyunca üzerindeki çıplak kadın fotoğraflarının üzerinde "Girls Direct To You" yazısı ve telefonuyla Halil Pazarlama kamyoneti misali rahat rahat gezinen kamyonet :), "yeter ki rahatı bozulmasın da oynasın beyimiz/hanımımız" diyerek içinde istediğin yerden aldığın içkine, sigarana, giyim kuşamına (pijama terlikle oynayanı gördük, o derece! tamam rahat memleket de bu da fazla rahat değil mi yahu?) karışılmayan dev kumarhaneler, vs vs...  Yani "ben bir sapıtıp geleyim" modundaysanız , burası doğru adres!


Las Vegas'ta arabaya ihtiyacınız olmayacak. Havaalanından otele bir shuttle ayarlar (expedia.com), daha sonra da şehir içinde otelden otele gitmek istiyorsanız hem bazı oteller arasında çalışan tramvayı hem de Las Vegas Boulevard yani kısaca Strip üzerinde sürekli sefer yapan Deuce adlı otobüsü kullanabilirsiniz. Zaten şehrin göreceğiniz kısmı Strip'ten ibaret. Bu arada Deuce da birçok oyunda attığımız o "bir çift zar" anlamına geliyor. Güzel isim, sevdim! :)

Strip'in bir ucunda bizim otelimiz bulunuyor. Havaalanına o kadar yakın ki hani uçaktan inip yürüyerek ulaşabilirmişiz gibi görünüyor. Mandalay Bay'den çok memnun kaldığımızı söylemeliyim. Ama Las Vegas'taki otellerin hepsi zaten birbirinden güzel görünüyor. O yüzden sanırım bütçenize göre içinizin ısındığı oteli gönül rahatlığıyla seçebilirsiniz. Odalar ve banyo geniş ve konforlu. Yatak, İso'cuma dokunmak için kolumu uzatmam gereken büyüklükte - ki akşam uçak misali yayılarak yatağa yapışmak istediğimiz gezilerde bu gayet güzel bir şey. 18. kattan Strip ve havaalanı manzaralı.:)  Daha ne olsun. Elbette hava elverişli olmadığı için plaj gibi tasarlanan havuzu falan dolu değildi. O yüzden Las Vegas'ta yaz aylarında yapılan havuz partilerini duyduğumuzla kalmaya devam ediyoruz, görmedik. 


İçindeki Shark Reef Aquarium'u da çok merak ediyordum ve bir sabah görme fırsatı bulduk. İçinde bir sürü başka canlının da yaşadığı ve onlarla ilgili pek çok bilgiyi barındıran Akvaryum beklediğimden çok daha iyi çıktı diyebilirim. Hayvanları kendi doğal ortamlarında görmek dışındaki seçenekler favorim olmasa da burayı merak ettim ve sevdim doğrusu. Giriş 18$. Yanında Meksika restoranı olması biraz tedirgin edici değil mi sizce de? Hani fish taco'ların kaynağıyla ilgili ister istemez soru işaretleri oluştu kafamda.:P


Ve işte beklenen bölüm. İrili ufaklı bir sürü köpek balığı, dev bir kaplumbağa ve değişik türde bir sürü büyük balık çeşidinin olduğu bir denizin bir kısmını görme şansını elde etmişsiniz gibi bir his. Daha fazla bilgi ve görsel için buraya.


Otelde ayrıca harika restoran ve barlar, Cirque de Soleil'in Michael Jackson-One şovu ve elbette diğer tüm otellerdeki gibi birkaç hektara yayılmış olabilecek büyüklükte bir casino mevcut. Ama sanırım Strip'in en ucunda olduğu için otelin casinosu gördüğümüz en boş casinolardan biriydi. 

Şimdi bir yemek molası verelim ve diğer otelleri görmek üzere enerji toplayalım. İstikamet meşhur Şef'in yeri: Gordon Ramsay BurGR. Tavsiye Selim'den, dolayısıyla onun kulaklarını çınlatarak yiyoruz. :) Ve burger meraklısı bir çift değiliz (hatta ayıp biliyorum ama In 'N Out Burger'i bile denemeden geldik) ama Hell's Kitchen (avokado, kurutulmuş domates, peynir ve jalapeno biberli burger) gerçekten pek başarılıydı. Biraya batırılarak kızartılmış, parmesan peynirli soğan halkaları da öyle. Kesinlikle öneririm. 


Enerji depoladığımıza göre artık otelleri gezebilir ve biraz da alışveriş yapabiliriz sanırım, çünkü Las Vegas alışveriş açısından da bir cennet. Ama önce her biri birbirinden güzel otellere bir göz atalım derim. Gelin hadi..

Universal Studios

Los Angeles'a gelme nedenimdi diyebilirim.Tamam, abartmış olabilirim, THY'nin direkt uçuşu var diye Los Angeles'a geldiğimizi söylemiştim ilk yazıda, değil mi? :) Ama şaka bir yana burası şehirdeki en merak ettiğim yerdi doğrusu. Tahmin edeceğiniz üzere Los Angeles'ta birçok stüdyo var: Paramount Pictures, Warner Bros ve adını duyduğumuz duymadığımız bir sürü stüdyo gezilebiliyor. Ama bunlar arasında en büyüğü ve en ilgi çekici olanı elbette Universal Studios


Buraya girişlerde sıra bekleyeceğinizi, arada karnınızın acıkacağını, o günün etkinliklerinden izlemek isteyecekleriniz olacağını düşünerek en az 5-6 saat ayırabilirsiniz. Günün etkinliklerini girişte size verdikleri haritalı broşürlerde ya da böyle panolarda görebilirsiniz. 


Biletlerinizi gitmeden önce Internet üzerinden almanızı öneririm. Gideceğiniz günün park saatlerini  de yine web sayfalarından kontrol edin. Bilet fiyatları 84 $. Eğer hiçbir yerde sıra beklemek istemiyorum diyorsanız Front of Line Pass alabilirsiniz (139 $). Biz almadık, ama hafta sonu değil hafta arası gittiğimiz için sıra konusunda eziyet çekmedik. Hatta Transformers'a ikinci kez binecek kadar şanslıydık. :) Ama hafta sonları feci kalabalık oluyormuş, aklınızda olsun. Biletler Internet'te de gişede de aynı fiyat ama online alırsanız bilet alma sırasından kurtuluyorsunuz. Malum burada her şey sırayla. :) Bir de unutmayın: Internet üzerinden iyi fırsatlar yakalayabilirsiniz. Örneğin, San Diego'daki Seaworld'ün sayfasına bakarken Seaworld ve Universal Studios biletlerini bir arada alırsak yüzde 30 gibi bir indirimimiz olacağını görmüştüm (biz Seaworld'e gitmeyi düşünmediğimiz için almadım ama fırsatları araştırmanızda, otel dergilerindeki ve havaalanlarındaki discount coupon'ları didiklemenizde yarar var).

İlk olarak şu tıngır mıngır giderek size bir sürü sahnenin, filmin çekildiği yaratılmış ortamları, efektleri anlatarak gösteren aşağıdaki açık otobüse atlayın derim. Yaklaşık bir saat sürecek bu turdan çok keyif alacaksınız. Bu sırada Jaws'ın birilerini yuttuğuna, Psycho'nun Bates Motel'den kucağında arabanın bagajına atmak üzere taşıdığı bir cesetle çıktığına, bir uçak kazası sonrası mahvolan evler ve arabalara, alev alan tankerlere, bir sel felaketine şahit olabilirsiniz. Metroda depreme yakalanıp trenlerin raydan çıkışını izleyebilirsiniz. Flintstones'un tabana kuvvet arabalarını görebilirsiniz. Yabba dabba doooo! :) Ya da Geleceğe Dönüş serisinde ve pek çok başka filmde kullanılan diğer meşhur arabalar sizleri bekliyor olacak. Bir kovboy kasabasına ya da küçük bir Meksika köyüne gidebilirsiniz. Turun en etkileyici bölümü ise herhalde King Kong 360 3-D. Artık bu kısımda tur otobüsünüz King Kong ve dinozorların insafına kalıyor, benden söylemesi.:) Peter Jackson tarafından yaratılan dünyanın en büyük 3-D deneyimini görünce diğer raylarda da sizi nelerin beklediğini az çok tahmin ediyorsunuz. 


Ve artık sırayla onları deneme zamanı. Önce Transformers'ta alıyoruz soluğu. Savaşa hazırsanız, atlayın bakalım üstü açık uzay arabalarınıza. Biraz hız yapacağız ama savaşçı ruhlar bundan korkmaz sanırım, değil mi? ;) İnanılmaz bir deneyimdi gerçekten. Revenge of the Mummy, fiziksel anlamda seni alt üst etmesi dışında içerik ve hikaye anlamında hiç başarılı bulmadığım tek attraksiyondu. Bir Shrek masalı izledik, pek tatlıydı. Jurassic Park'ta dinozorların arasından sulara düştük. Korku Tüneli'nde size dokunmayan, sizin de dokunmamanız tembihlenen ürkünç oyuncularla karanlıkta karşılıklı bağrıştık. :) Falan filan...


The Simpsons Ride eksik kaldı, çünkü iki gidişimizde de çok uzun bir sıra vardı önünde - ki bir arkadaşımdan sonradan duyduğuma göre o da çok güzelmiş. Bir de o gün Waterworld diye 20 dakikalık bir aksiyon şovu vardı. Yahu yaktınız anladık, yıktınız anladık, alevlerin arasından sürat motoruyla geçtiniz, halatlarla oradan oraya atladınız falan tamam. Ama gösteri havuzuna  uçak düşürmek nedir, yuh artık?!

  
Neyse, biz mesajı aldık sevgili okur. Kısaca şöyle diyorlar: "Biz aştık. Koptuk. Uçtuk. Gittik, dönüyoruz. Ya da dönmüyoruz ya, gideriz artık gidebildiğimiz yere kadar, sınır da neymiş, peh!" Biz de her zamanki gibi "Helal olsun, adamlar yapmış" diye bakıp iç çekiyoruz.

Büyük beklentiyle gidip, hayal kırıklığı yaşamadığım, hatta gerçekten etkilendiğim, harika bir deneyimdi bu. 10 numara 5 yıldız, yolunuz oralara düşerse kesinlikle görmeniz önerilir. Çıkışta da hemen yanındaki City Walk'ta yemek ve alışveriş molası verebilirsiniz.

Otele gidince bavulları toplamayı unutmayın, çünkü ertesi gün erkenden havaalanına gidiyoruz. Melekler Şehri'nden ayrılıp Günah Şehri'ne gitme zamanı. Bekle bizi Las Vegas! :)


Venice Beach ve Santa Monica

Los Angeles'ın en iç açıcı yerlerinden birindeyiz. Trafik yoksa şehir merkezine yarım saat mesafedeki Venice Beach ve Santa Monica gerçekten keyifli yerler. Arabayı yakın bir yerlere park ederek şirin butiklerin ve kafelerin olduğu Abbot Kinney sokağı boyunca ilerliyoruz. Bambi bize Intelligentsia'dan kahvelerimizi de alıyor. Oh, anlayacağınız keyfimiz yerinde.:)


Venice Beach boylu boyunca uzanan bir kumsal. Bizdeki işletilen "beach"lerle karşılaştırmayın, burası tam bir kumsal. Bomboş. Kulaklarınıza tecavüz eden bangır bangır bir müzik, şezlong bulma derdi, bir içki satmak için etrafınızda dört dönen garsonlar falan yok. Okyanusun sesi, güneş ve siz varsınız. İster tek başınıza oturup düşüncelere dalın, ister surf yapmaya gelin, ister piknik sepetinizi ve kitabınızı alıp güneşlenin. Plajın çeşitli yerlerinde basketbol sahaları, dans pistleri, vs mevcut. Yani spor ve eğlence isterseniz o da var. 

Bu upuzun sahil boyunca uzanan yürüyüş/bisiklet yolunda ise kafeler ve dükkanlar sıralanmış. Aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Hatta aramadığınız şeyleri de bulabilirsiniz. Örneğin İso'nun arkasında sol üst köşede gördüğünüz ve üzerinde 40$ yazan o yeşil yapraklı Green Doctors'tan marijuana almak serbest. Önce o yazan fiyata bir kart çıkartıp, sonra da oradaki "doktorların :)" vereceği hafif dozlarda otla iyileşebiliyorsunuz. Kartınız olduğu sürece yaptığınız şey yasal. Zaten medikal marijuana diyorlarmış buna. Ne kadar yaygın olduğunu da Los Angeles'ta  -ama daha çok San Francisco sokaklarında- dolaşırken sürekli burnunuza çarpan o kokudan anlıyorsunuz. Bu arada Venice Beach'te Rumi ile karşılaşmak da pek hoş bir sürpriz oldu bizim için. Sağ üst köşede, gördünüz mü?


Gelelim Venice Beach'in adının nereden geldiğine. İşte aşağıda gördüğünüz kanallardan geliyormuş. Bambi arabaya dönerken bizi bu masal gibi evler ve kanalların arasından geçirdi. Ve şehrin curcunası içindeki bu şirin evlere ve bölgeye bayıldım. Los Angeles'ta yaşanabilecek en sevimli yerler gibi göründüler hatta gözüme. 


Buradan çıkıp Santa Monica'ya gidiyoruz. Güneşi oranın canlı, cıvıl cıvıl Pier'inde batırıyoruz. Kısa ve öz Los Angeles gezimizde beach beach dolaşmaya gelmediğimiz için sadece Venice Beach ile yetindik ama sağ alt fotoğrafta çook uzaktaki koy da Malibu Beach. 1,5 beach gördük sayılır bence.:) 


Santa Monica Pier sokak göstericileri (dev yılanları boynunuza dolamak isteyenler dahil!), minik bir lunapark (atlıkarınca ve dönmedolaba bayılırlar zaten bu ecnebiler nedense :)), kafe ve restoranlarla dolu , eğlenerek vakit geçirebileceğiniz, çok keyifli bir yer. Ayrıca sahile çok yakın ve trafiğe kapalı 3rd Street Promenade boyunca her mağazayı bulabilir, alışveriş yapabilirsiniz. 


Alışverişten yorulup yemek molası vermek istediğinizde Blue Plate Taco'da rengarenk Meksika mutfağının ve harika kokteyllerin&margaritaların tadını çıkarabilirsiniz. 

Sırada Universal Studios var. Sonra bavulları toplayıp ikinci durağımıza geçeceğiz. Ama önce otele gidip biraz bayılalım lütfen, zira İso olmasa da ben hâlâ sabah dörtte uyanmaya devam ediyorum.:) 

Los Angeles: Walk of Fame, Beverly Hills, Hollywood

Los Angeles deyince akla gelen ilk şey Hollywood'dur herhalde. Amerikan sinemasının kalbinin attığı bu şehrin film stüdyolarıyla, ünlülerle, onların alışveriş yaptıkları ve yaşadıkları ünlü semtlerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz şu ki turistik gezi açısından bunların çoğu kocaman bir fos! (Universal Studios hariç.)

Mesela şu meşhur Grauman's Chinese Theatre'ın ve önündeki ünlülerin el-ayak izlerinin, kaldırımlardaki yıldızlarda yıldızların isimlerinin, Oscar törenlerinin düzenlendiği eski Kodak yeni Dolby Theatre'ın bulunduğu Hollywood Bulvarı ve paralelindeki Sunset Bulvarı beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.  Üstelik buralardan bir pazarlama desi alır döneriz artık diye düşünürken. Hayatımda gördüğüm en zevksiz, en özelliksiz caddelerden biriydi burası. Üzerindeki büfeler, Chucky, Spiderman, Batman, vs kılığına girmiş fotoğraf çektirmek için bekleyen tipler, dünyanın en basit hediyelik eşyalarını ve yer bezi olarak alınabilecek tişörtlerini satan dükkanlar zaten başlı başına bir faciaydı. Nedense kaldırımlardaki yıldızların içindeki isimlerde de bir el/ayak izi ya da o ünlüye ait bir işaret görmeyi ümit etmişim, dolayısıyla onlara da "Eee yani?" diye bakakaldım. Dolby Theatre'ın içi eminim gösterişlidir, ama dışıyla ilgili tek bir şey söyleyebilirim: sarı bir bina. Fotoğraf çekesim gelmedi desem yeridir. Yine de oradaydım demek ya da hayal kırıklığını yenmek için  olsa gerek birkaç fotoğraf çekmişim.:)



Kahvaltımızı da burada yaparız diye yürüyerek buralara gelip ortamı gördükten sonra hemen otele dönerek altımızdaki ve bir önceki yazıda da bahsettiğim 101 Coffee Shop'a attık kendimizi. Yelp ve Foursquare puanı ve yorumları çok iyi olan bu mekan şehirdeki iki günümüzde de kahvaltı yaptığımız yer oldu. (Yurtdışında check-in'leri Foursquare'de yapmaya devam etsem de en çok Yelp'in restoran yorumlarından yararlandık, aynısını öneririz.)  Böyle bir breakfast burrito yok, sevgili okur. Kesinlikle tavsiye ediyorum.  


Bu arada Hollywood Bulvarı'nda daha fazla zaman geçirmek isteyenler için bu özelliksiz diye bahsettiğim bulvar üzerinde Madam Tussauds, Hollywood Wax Museum, Guinness World Records Museum, Ripley's Believe It Or Not gibi attraksiyonel eğlence noktaları mevcut. Biz pek bayılmayız, ama aklınızda olsun hani. 

Kahvaltı sonrası arabamıza atlayıp ünlülerin yaşadıkları yer olarak bilinen Beverly Hills'i ve buranın en ünlü alışveriş caddelerinden biri olan ve üzerinde dünyaca ünlü markaların mağazalarının bulunduğu Rodeo Drive'ı görmeye gidiyoruz. Genelde arabayla dolaştığımız bu geniş, temiz ve güzel caddeler şehrin geri kalanından gerçekten çok farklı görünüyor. Geniş kaldırımlar boyunca ev dersek aşağılamış olabileceğimiz güzellikte kocaman, bahçeli, havuzlu malikanemsilerin sıralandığı caddelerde gezmek gözünüzü gönlünüzü açıyor. Bu arada Rodeo Drive'ın iki paralelinde yer alan Canon Drive üzerinde bir Visitor Center var. Dilerseniz buradan Beverly Hills'i çok daha detaylı gezebileceğiniz turlarla için bilgi alabilirsiniz. Yürüyerek gezmek isterseniz haritalar da mevcut. 


Sıradaki durak şu tepelerdeki HOLLYWOOD yazısını görmek. Görünce boyumuz mu büyüyecek, hayır! Ama görmeden döndük der miyiz, hayır! Eh, o zaman düşelim yollara. Bu kez Bambi'nin arabasıyla. Şehrin içinde pek çok yerden, hatta bizim otele çok yakın bir yerden de görünüyor aslında. Ama Bambi bizi göl manzaralı, kıvrılarak tepeye çıkan çok şirin ağaçlı bir yoldan biraz daha yakın ve fotoğraf çekmek için daha güzel bir yere getiriyor. Aşağıda Lake Hollywood, yukarıda yazıyla Hollywood olan bir yerdeyiz anlayacağınız.:) Buraya çıkan yol üzerindeki evler de çok şirin bu arada. Beverly Hills'tekiler kadar lüks olmasa da çok güzel görünüyorlar. Görünür olmaktan hoşlanmayan bazı ünlülerin de buralarda yaşadıkları söyleniyor. 


Mount Lee'de bulunan bu Hollywood yazısı ilk olarak 1923 yılında tahtadan (doğru bildiniz, beşinci element olan.:) ) yapılmış. Geçici olarak yapılan bu yazı 21,000 USD'ye mal olmuş. Daha sonra 1978'te Playboy dergisinin kurucusu Hugh Hefner, rock yıldızı Alice Cooper, şarkıcı Andy Williams ve çeşitli isimlerin katkılarıyla birlikte yazı tamamen yenilenmiş. Çelikten yapılan bu yeni yazının her harfi 27,000 USD'ye mal olmuş. Yanına yaklaşmak yasak ama zaten şehirde her an aksiyon halinde sirenlerini öttürerek gezen polis arabalarını ve hatta ek olarak gözetleme kulelerindeki sniperlı adamları ve içinden sarkan asma merdivenden Jack Bauer'ın indiği helikopteri falan harekete geçirmek isterseniz işarete çıkmayı deneyebilirsiniz. Hollywood kafası bu işte! :P

Bambi bizi Venice Beach ve Santa Monica'ya götürecek şimdi. Atlayın arabaya, buralar gerçekten çok keyifli, kaçırmayın. 

İyi hafta sonları hepinize...

Batı Yakasının Hikayesi Başlıyooor! :)

Kasım ortalarında İso'cumun kullanmazsa yanacak iki haftalık izni olduğuna dair bir e-posta almasıyla birlikte pat diye aklımıza düşüveren bir gezi planını devreye soktuk Aralık'ta. Aslında bu sene Balkanlar gezisi yaptığımız Ekim ayındaki bayram tatili için Amerika'nın batısını keşfetme planı geçen yıldan beri aklımızdaydı ama çeşitli nedenlerden dolayı bir sene daha ertelemeye ve önümüzdeki sene bayram tatilini uzatarak yapmaya karar vermiştik. İzinleri az az kullanalım diye düşünen biz, iki hafta izni görünce anında kendimizden geçtik tahmin edersiniz ki. :) Kısa bir süre -ama gerçekten pek kısa bir süre- yapsak mı yapmasak mı, bu yaz yeterince tatil de yaptık aslında, iki hafta çok mu uzun olur ki, Aralık'ta tatil mi olurmuş canım, artık çalışma zamanı falan dedikten sonra 'tatili bulmuşken değerlendireceksin'de karar kılarak biletleri aldık gitti. Miller sağ olsun, uzun yolda kendilerini kullanmak pek bir güzel oluyor. Ama uçak bileti için milleri kullanacağımızdan dolayı THY'nin direkt uçtuğu noktaları seçmemiz gerekiyordu. Bu da benim asıl istediğim gibi Los Angeles gidiş-San Francisco dönüş ayarlamamıza olanak tanımadı. Sorun değil, biz de Los Angeles'a gider döneriz, n'apalım dedik ve ona göre iki haftalık bir plan çıkardım. Elbette başta yıllardır orada yaşayan İso'nun kuzeni Bambi, arkadaşlarımız Serdar&Tracy ve bir önceki yazı oralarda geçirip USin99Days diyerek bizleri fazlasıyla motive eden Dilara'dan ve yeme-içme, alışveriş tüyoları veren diğer arkadaşlarımızdan fikirler alarak programımızı oluşturdum. Hepsine buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Hepsi de kesinlikle çok faydalı ve değerli önerilerdi.

12 Aralık günü (evet, had safhada kar yağışının olduğu o gün) öğlen havaalanındaydık. 12 Aralık akşam 7'de ise Hollywood'daki otelimizde. Ve o yorgunluğun üstüne sabaha karşı 4'te cin gibi uyanıp bitki çayı ve kraker eşliğinde sohbet ediyorduk İso'cumla "Bitmeyen Perşembe yapmışlar, farkında mısın?" diye.:P Adapte olmak zor ilk 2-3 gün gerçekten. 3 yıldızlı olmasına rağmen Best Western Plus Hollywood Hollywood Hills otelinden çok memnun kaldık. Otel için her zamanki gibi Booking.com'u kullandık. Geniş yatağı, temiz ve ferah odası, geniş banyosu, minik bir mutfak ve gardrop alanı, merkezi konumu, uygun fiyat, ücretsiz wi-fi ve altındaki harika kahvaltıları olan ve gece de geç saate kadar açık 101 Coffee Shop ile bizim gibi kısa süreli ve turistik amaçlı Los Angeles'a gelecekler için ideal. Odalarda, koridorlarda, asansörde hep Hollywood starlarının resimleri, film afişleri, vs asılı olan şirin bir otel. Hollywood'un kendisinden daha ruhlu!  Bizim başucumuza da Marlon Baba düştü.:) Eksi yönler: Havlular eski olduğu için biraz sertleşmişti ve klima çok gürültülü çalışıyordu. Ne biçim tüketim toplumu bunlar, anlamıyorum. Otellerde falan halılar, fayanslar, armatürler, vs yıllar öncesinden kalma. Tamam bizdeki gibi keyfi ve lüks için onu yık, bunu yap olmasın ama klimanın yaşı da benim yaşımdan büyük olmasın bir zahmet, değil mi?! 

Şehir yürümeye uygun bir şehir olmadığı için ve pek güvenli de sayılmadığından seçeceğiniz otelin konumu önemli. Mesela Internet üzerinden araştırırken fiyat ve düzgün odaları görüp Downtown bölgesini mi seçsem diyebiliyorsunuz ama orası bildiğimiz Downtown'lardan biraz farklıymış. O yüzden otel seçecekler için önerim Hollywood gibi turistik ve merkezi yerleri (Beverly Hills'te falan kalmayı planlıyorsanız da tutmayayım sizi ama oralarda her bütçeye uygun oteller olmadığını tahmin edersiniz ;)) ve Santa Monica'yı öneririm.  


Los Angeles ile ilgili araştırma yaparken en sık duyacağınız şeylerden biri de arabasız bir hiç olduğunuz ve trafik problemi olacaktır. Gitmeden önce otelimizin merkezi konumunu ve yakınlarında Universal Studios'a bile giden bir metro durağı olduğunu görünce "amaaan ne gerek var canım arabaya" demiştim ki yine sorduğumuz bir bilenler sayesinde "10 dakikalık mesafelere gitmek için bile bizim TEM'in iki katı büyüklüğünde otobanlara falan çıkmamız gerekeceğini, metro ve toplu ulaşımı genellikle evsizlerin ve biraz tekinsiz tiplerin kullandığını, öyle Avrupa'nın herhangi bir şehrindeki gibi gece içip içip, elimizi kolumuzu sallaya sallaya, yürüyerek otele dönmeye kalkarsak bizim için hiç hayırlı olmayacağını" öğrenip gitmeden arabamızı kiraladık. Araç kiralama ve iç uçuşlar için Expedia'yı kullandık ve çok memnun kaldık. Araçları Enterprise ve Dollar'dan kiraladık. Expedia ile çalışan her şirkete güvenebileceğinizi öğrendik.Tavsiye ederiz. 

Araç kiralama ve oteller ile ilgili de söylemem gereken bir şey var:  Burada bakıp da "vay be, günlüğü 35 USD'ye mis gibi araba kiraladım, benzin de ucuz zaten, God bless US!" falan diye sevinmeyin. Üzerine vergi, sigorta, GPS, cırt komisyonu, pırt ücreti falan eklenince o mini minnacık 35 USD öyle bir hale geliyor ki görseniz tanıyamazsınız! Tracy'nin dediği kadar varmış: "Yıllardır burada yaşıyoruz, Serdar hâlâ araba kiraladığımızda kendini soyguna uğramış gibi hissediyor." Kendi başına gelmeden anlayamıyorsun azizim, empati işte böyle bir şey. O anlarda Serdar'la kurduğumuz empatiyi şimdiye kadar kimseyle kurmamış olabiliriz. :) Oteller için de benzer bir durum geçerli. Hepsine vergi ve turizm komisyonu eklenince yaklaşık %15 gibi bir fiyat farkıyla karşılaşıyorsunuz. Las Vegas'ta tesis ücreti diye bir şey de var mesela, günlük 25-50 USD arası bir rakam ekleniyor fiyata. Otelde kalıyorum otopark bana bedavadır, diye düşünmeyiniz. Hey, Amerika'dasınız adamım! O yüzden odanızı ayırtırken ilgili şartları ve günlük otopark ücretlerini de kontrol ediniz. Onlar da eklenecek çünkü fiyata. Ya da iç uçuşlarda bavul başına 25 USD ödeyeceğinizi, restoran ve alışverişlerde ödeyeceğiniz rakamların vergisiz ve bahşişsiz olduğunu unutmayınız. Sadece garsonlara değil havaalanı shuttle sürücüsünden taksicisine, günlük tur ayarlarsanız oradaki şoföre, bellboy'a, valet'ye, önünüze gelen herkes tip bekliyor, unutmayın! Kısacası bütçenizi yaparken bunları dikkate almalısınız, çünkü minik minik görünen bu rakamlar toplam gezi maliyetinin %15-20 artmasına neden olacaktır. Bir de bilerek giderseniz şok olmazsınız. Biz bilerek, duyarak, uyarılar alarak gittik, ama ilk haftanın sonunda İso geç kalkmaya korkar olmuştu "standart uyku süresini geçtiğiniz için yatak yıpranmaya payı olarak %10 ekledik faturanıza" derler diye. :)


Kısaca havadan söz edecek olursam: eğer deniz tatili düşünmüyorsanız, oralar için Aralık havası tam da gezme havasıymış. Bu kadar iyi olacağını düşünmemiştim doğrusu. Gerçi biz çoğu zaman olduğu gibi belki de hava konusunda şanslıydık yine, çünkü havada bulut kırıntısı bile olmadan iki hafta geçirdik. Normalde yağmurlu bir mevsimmiş. Hava sıcaklıkları Los Angeles ve San Diego'da gündüz bizim Nisan sonu- Mayısımız gibiydi. Yirmili dereceler. Hatta öğlen ve güneşle birlikte 27'lere kadar çıkan dereceler. Akşamları ise 15-18 arası. Kışı böyle olan bir memleket hayal ederdim hep, benim hayalimi sıradan bir rutin olarak yaşayanlar varmış demek. Yok böyle güzel bir güneş. Kaliforniya güneşi.. Yirim ben onu! :) Las Vegas daha kuru bir havaya sahip, gündüz sıcağı daha sıcak hissediliyordu. Akşam çok serin olabilir dediler ve bizden bir önceki hafta 0 derece falan gibiydi sıcaklıklar ama biz oradayken 15 derecelerdeydi yine. Kuru soğuk falan hissetmedik. En çok Grand Canyon'dan  korkuyordum, çünkü yine bir önceki hafta -11 derece falan görünüyordu sıcaklık. Bizim orada olduğumuz gün ise pırıl pırıl bir güneş ve 7 derece ile karşıladı bizi bu dev güzellik. Ummadığın taş baş yarar misali San Francisco'nun havası beni titretti diyebilirim. Sıcaklığın 18-22 arası olmasına bakmayın siz, temkinli olun. Rüzgarlıdır, üşütür falan demişlerdi ve orada da havanın iyi olduğu, güneşli bir döneme denk gelmiş olmamıza rağmen sabahları ve gece geç saatlerde içimin titrediğini hissettiğim tek yer oldu burası. Aynı zamanda favorim de olduğu için affediyorum kendisini. Özet olarak yanınızda katlar bulundurun. Tişörtle başlayıp, minik hırkalara ve kapüşonlu sweatshirtlere kadar uzanan üstler, boynunuz için şallar falan. Trençkot genelde yeterli, ama minik bir mont da bulundurabilirsiniz. Güneş gözlüğünüz yanınızda olsun. Ve elbette her gezinin olmazsa olmazı rahat spor ayakkabılar! Ayaklarınız her şeyiniz olacak bu gezide, unutmayın.

İlk ve genel olarak aklıma gelenler bunlardı. Artık şehirleri anlatmaya başlayabilirim sanırım. Takılın bana, sizi dünyanın bir ucuna götüreyim. Haydi bakalım, ilk iki gün LA'deyiz! :)


Hoş Gel 2014


2013'e veda ederken düşünüyorum da birçoklarının aksine ben 2013'ü sevmişim. Kendi adıma yeni yıldan değil hayattan en çok istediğim şey kendimin ve sevdiklerimin sağlıklı olması ve ağız tadıyla yapılan bol bol seyahattir. 2013 sağlık anlamında bizleri çok üzmediği gibi seyahat anlamında ise adeta patlama yaptırdı. Çoğu birkaç hafta, hatta gün önce planlanan birbirinden güzel kısa ve uzun seyahatler ve yaz tatilleri yaşadık İso'cumla.  Hele kapanış adeta bir rüyaydı (bitmesin diye yazmayı geciktirip uzattıkça da uzatabilirim, haberiniz olsun.:) )! 

Ülkemde yaşananlarla ilgili de mutsuz falan değilim. Elbette inandıkları adil ve demokratik düzeni savunurken canlarından, gözlerinden, bir sürü beyinsel yeteneğinden olan, işkence gören, suçsuz yere gözaltına alınarak tacize uğrayan canlar için içimiz yandı. Ama ses çıkarmanın, yıllardan sonra kıpırdanmış olmanın, sömürü ve ben yaptım oldu düzenine yeter demenin hazzını, heyecanını ve içimizde yarattığı umudu nasıl unuturuz. En basitinden doğa böyle düşünenlere minnettar, Gezi Parkı'ndaki ağaçlar böyle düşünenler sayesinde hâlâ ayaktalar. Ve doğa ile el ele ve onun düzeniyle uyum içinde olmak paha biçilemez. Ben 2014'te de doğanın  o muhteşem düzenine inanmaya ve ondan dersler çıkarmaya devam edeceğim. 

Son dönemde yaşananlar da yine verecek hesabı olanlarla ilgili gelişmeler. Doğayla, insanlıkla, ahlakla, dinle imanla, adaletle ilgisi olmadan müthiş bir çıkar düzeni kurarak şimdiye kadar çarklarını döndürmüş, birbirlerini desteklemiş grupların birbirlerine köstek olduklarında neler olacağını.bekleyip göreceğiz. Bu kadar büyük bir yozlaşma döneminin çalkantısız olması düşünülemez zaten. Yani 2014 güllük gülistanlık falan geçmeyecek ülkemiz için. Orası açıkça görünüyor. Ama geçirdiğimiz zorlu süreçlerin sonrasında aklın, mantığın, sağduyunun hakim olduğu, insana verilen değer, saygı ve adalet duygusunun, hoşgörünün yüksek olduğu bir düzen kurulmasını can-ı gönülden diliyorum. 

Ee bizde böyle, memleket meselelerine girince çıkılmıyor değil mi? Neyse, bu bir kutlama yazısıydı, o yüzden bir an önce kendimizle ilgili dileklerimizi dileyip bu konulardan çıkalım. 

2014'ten kendi adıma yine sağlık (ruhen ve fiziken) ve mutlu seyahatler, heyecan verici deneyimler, ruhumu zenginleştirecek etkinlikler diliyorum. Ayakkabı kutuları dolusu olmasa da olur (:P), ama bol kazanca asla hayır demem. Aklı fikri olana bol para iyidir; istediğin şeyleri yapmana, istemediğin şeyleri yapmamana olanak tanır. O da gelsin o yüzden, hatta aksın (derken yine MP bileti almadığımızı fark ettim)..:) Önümüze güzel işler, keyifli projeler, bayılacağımız sürprizler çıksın. Maddi ve manevi anlamda bolluk ve bereket dolu, harika bir yıl olsun 2014. Sevdiklerimiz için de aynısı olsun ki mutluluğumuz kesintiye uğramasın.

İşte böyle.. Teşekkürler 2013 ve haydi, hoş gel 2014! :)