Gündelik Yaşamın Küçük Kahramanları

Denedim Biliyorum sitesinden gelen birkaç ürün eşantiyonundan sonra fark ettim ki onlar hakkında hiçbir şey yazmamışım. Ama tiyatro, sinema, gezi yazısı arasında "Arkadaşlar bir İpana diş macunu denedim ki sormayın. Tam dişinize göre!" diye yazmam biraz abes olur diye düşündüm doğrusu. "Ya da bugün dağ gibi biriken bulaşıklarımı bir damlacık Pril'le erittikten sonra İş Sanat'taki sergiye gittim," demek! Yani kısacası Pril'le yaptıklarım değil, İş Sanat'ta gördüklerimin sizi ilgilendirebileceğini düşünüyorum.

Ama yine de deterjan, şampuan, diş macunu, deodorant, vs. gibi ürünlerin aslında hepimizin hayatındaki küçük kahramanlar olduklarına karar vererek bu yazıyı onlara ayırmaya karar verdim. İşte benim küçük kahramanlarım:

* Ariel Dağ Esintisi - Daha önce bu yazımda da bahsetmiştim kendisine bayıldığımdan.. İnanmayacaksınız ama konsantre bücüre bile alıştım. :)

(Ariel Leke Çıkarıcı'dan ise hiç memnun kalmadım. Memnun kalmamakla kalmayıp bir de İso'cumun çok sevdiği merserize kazaklarından birini de hakladım. Bir de üstüne üstlük "sürekli bu kazağı giyip duruyorsun, artık birilerine vereceğim bak ona göre" diye söylenip duruyordum. Bunun ardından kazağın üstüne çamaşır suyu sıçramış gibi bir görüntü oluşunca durumun gerçek bir kaza olduğunu da anlatmak biraz zor oldu tabi! Olay mahallinde (yani banyoda) zanlı (yani ben) ve suç aleti (yani leğen ve Ariel Leke Çıkarıcı) olarak öylece kalakaldık!)

* Cif Elmalı Bulaşık Deterjanı - ama Fairy de feci merak ediliyor ve denenecek.

* Mr Muscle lavabo açıcı - vazgeçilmezler arasında

* Domestos (kar beyazı) - her eve ve ıslak alanların neredeyse her yerine lazım!

















* Nivea Double Effect Mor Düşler Deodorant - Nivea'nın diğer hiçbir ürününü kullanmamakla birlikte (yıllar önce Essporto'da kullandığım vücut losyonu ya da duş jelinden dolayı başıma tuhaf bir sorun gelmişti; firma çok ilgilenmiş ve sorunla ilgili bana dönmüştü ama o zamandan beri Nivea ürünleri beni korkutur) bu ürüne bayıldım. Kokusu ve kalıcılığı süper.

(Bu arada Galatamoda'da peynir ekmek gibi dağıtılan Migros'tan Rexona Reward alışverişine indirim kuponlarını kullanmak için Migros'a gidip üzerindeki kodun geçersiz olduğunu öğrendiğimde gözümdeki Unilever imajı alt üst oldu. Buna rağmen Beren Saat'li reklamların etkisiyle öyle bir ürün deneme isteğiyle dolup gitmişim ki Rexona'nın ufak çanta boyunu aldım. Yeterince kalıcı değil, ama gerçekten de terlemeyi önlüyor - ki bu beni çok tırsıtır! Bir de hafif beyazımsı bir tabaka oluşuyor gibi sürülen yerlerde. Eyvah eyvah, huylanıp da kaşınmaya başlarsam Rüyanız Hayrolsun Teyze'ye dönebilirim korkusuyla Nivea'ma dönüyorum hemen!)

* Hacı Şakir Lavantalı Sıvı Sabun - ailecek kokusuna hastayız! Ve bende her zaman klasik beyaz kalıp sabun da bulunur. Bazı konularda klasik bir kadınım ne de olsa...

* Şampuan olarak aylardır kullandığım John Frieda'dan çok memnun olmama rağmen sıkıldığım için yeni bir şampuan denemeye karar verdim ve bitkisel olduğu için Otacı aldım. Hiç tarzım değildir memnun olduğum bir ürünü değiştirmek. Bundan sonra da hiç tarzım olmamaya devam edecek. Eczaneden aldığım ilaçlı bir karışımla saçımı yıkıyormuşum gibi tuhaf bir his oluşuyor her kullanışımda. Kokusuna ve dokusuna hiç bayılmadım. Bir de en büyük boyundan almışım! Bir de kremli şampuan aldığımı görmeyip üstüne bir de kremini almışım! Of ki ne of! Hazır bir iki kez kullanılmışken paketleyip temizliğe gelen kadına vereceğim Ramazan paketinin içine sıkıştırsam mı diyorum ama ramazan paketinde şampuanın ne işi var, değil mi?!

Değizmezlerim olarak aklıma gelenler bunlar. Geri kalan temizlik ürünlerini seçerken o an için burnumun ya da Money Card kampanyalarının beni götürdüğü yere gidebilirim.:)

Artık içimdeki domestik kadını çıktığı yere geri gönderiyor ve annem, babam ve Dido'yla buluşmak üzere kendimi dışarı atıyorum.

Hepinize iyi hafta sonları...

Çağdaş Tasarımın Usta İsmi: Hüseyin Çağlayan

Geçen hafta Perşembe günü İstanbul Modern'e davetliydim. Bloggerlar için özel olarak düzenlenen Hüseyin Çağlayan Sergisi turuna katıldım. Bu yazımda görsellerini beklediğim bir moda etkinliğinden bahsetmiştim hatırlarsanız. İşte o moda etkinliği Hüseyin Çağlayan: 1994-2010 sergisiydi. Ve bence bir moda etkinliğinin çok çok ötesinde bir şeydi gezdiğimiz. Ya da sadece moda ile ilgili bir etkinlik olarak adlandırmak doğru mu emin değilim. Çünkü benim gözümden bu sergi İstanbul Modern'de sergilenmeye çok uygun bir "çağdaş sanat performansı"ydı.

İstanbul Fashion Week 2010, İstanbul Moda Akademisi (IMA) ve Design Museum işbirliğiyle gerçekleşen bu sergide Hüseyin Çağlayan’ın 1994 ile 2009 yılları arasında ürettiği moda koleksiyonları, enstalasyon ve filmleri bir araya getirilmiş. Çağlayan’ın genetik, teknolojik ilerleme, yer değiştirme, göçmenlik ve kültürel kimlik gibi alanlardaki fikirleri ortaya konuyor.

İngiltere’de iki kez “Yılın Tasarımcısı” seçilen Hüseyin Çağlayan, malzemeleri yenilikçi yollarla kullanışı ve yeni teknolojilere yönelik ilerici tavrıyla tanınıyor. Yani 1970 doğumlu sanatçı moda sektörünün en yaratıcı ve ilerici isimlerden biri. Ayrıca moda koleksiyonlarının yanı sıra enstalasyonlar yapan, kısa filmler yöneten ve sahne performansları için kostümler tasarlayan çok yönlü bir isim.

Sergideki eserler arasında benim en beğendim çalışmalardan biri "Sözlerden Sonra" oldu. Hüseyin Çağlayan “yaşamlarımızın sürekli hareket halinde olmasının belleği ve eve ait objelere olan bağlılığımızı nasıl etkilediğini” sorguladığı bu çalışmasında savaş zamanı evini aniden terk etmek zorunda kalanlardan esinlenmiş. Bunun üzerine koltukların çantalara, masanın eteğe dönüştüğü “giyilebilir, taşınabilir mimari” kavramını yaratmış. Arkadaki ev ortamında gördüğünüz her şey giyilebiliyor!













İkinci olarak yüzleri kapalı boya yapan insanların olduğu çalışmasını beğendim. Ne yaptıklarını bilmeden önlerindeki duvarı beyaza boyayan insanların olduğu Panoramik adlı çalışmasını.













Sonra 51. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil eden ve Olmayıp Varolan başlıklı yapıt, süngerimsi bir plastikten yaptığı Hareketsizlik adlı hareketli eseri, Bennu Gerede'nin bir kapsülün içinde İstanbul-Londra arasında yaptığı yalnız seyahatini izlediğimiz Yerden Geçide adlı video çalışması, modanın evrimleşmesini gözler önüne seren Ambimorfik adlı çalışması, açıldığında aradaki Swarovski taşlar görünen uçak kanadı, 15.600 LED ışığın yansıtıldığı o meşhur beyaz elbise (Havadan adlı çalışması) ve 2007 yılında gerçekleştirdiği ve gerçekten hayran kaldığım 111 adlı defilesine bayıldım. Uzaktan kumanda ile podyumda farklı şekiller alan defile gerçekten çok etkileyiciydi, ama Hüseyin Çağlayan için inanılmaz stresli bir çalışma olduğundan eminim! (Ayrıca emin olduğum bir şey daha var: Bu cesur defilenin yurtdışında sergilenmesi çok hayırlı olmuş! Zira "neremizi örtsek daha namuslu oluruz" tartışmalarının yapıldığı bir toplum öyle bir "gelin"i kesinlikle kaldıramazdı! :) )














Bunlar çok beğendiğim için not aldıklarımdı. Diğerlerini beğenmediğim gibi bir anlam çıksın istemem çünkü daha bir çok çalışma var ve biz videoların bazılarını izleyemedik bile.

Gurur duyulacak bir ismi daha yakından tanımanın hepinize iyi geleceğini düşünüyorum. O halde 24 Ekim 2010'a kadar gezilebilecek olan İstanbul Modern'deki bu sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

Şimdiden iyi gezmeler.

Not: Bu arada eğer çevirdiğim kitaplar beni o alandaki etkinliklere çekiyorsa kendime süper bir haberim var, çünkü Londra ile başladığım bir gezi kitapları serisinin çevirisine dalmış durumdayım. Çekim Yasası sana sesleniyorum. Beni şimdiden ufak ufak Londra'ya çekmeye başlayabilirsin..:)

İtalya ve Türkiye Arasında Çağdaş Sanatçılar

Yapı Kredi Kültür binasındaki "İtalya ve Türkiye Arasında Çağdaş Sanatçılar" sergisinden gelir gelmez ayağımın tozuyla bilgisayarın başına oturdum. Bu acele niye, diye soracak olursanız da geçerli bir nedenim var. Serginin bitiş zamanı çok yakın: 1 Ağustos Pazar günü bitiyor. Yani bu Pazar. O yüzden buradan görüp de gezmek isteyenler için maksimum zaman yaratmak istedim kendi çapımda.

Doktor kontrolümden sonra Gizem'le Nişantaşı'nda buluşup metroyla Beyoğlu'na gittik. Tam da öğle sıcağında dışarıdaydım bu kez! Saat 12-15 arası! Elbette kafamda mantar şapkamla birlikte! Uzun zamandır merak ettiğim sergilerden biriydi bu ama nihayet son haftasında gidebilme fırsatı buldum.

İtalya Dışişleri Bakanlığı ve İstanbul İtalyan Kültür Merkezi tarafından organize edilen sergide Hüseyin Bahri Alptekin, Pippa Bacca, Fatma Buçak, Danilo Correale, Daniele Galliano, İrem İncedayı, Ali Kazma, Fatih Mika, Aldo Mondino, Şükran Moral, Silvia Moro, Domingo Notaro, Agnese Purgatorio, Sarenco ve Abdullah Aykut Sarıbaş eserleri yer alıyor. Pippa Bacca' ismi tanıdık geldi mi? Evet, doğru hatırlıyosunuz. Arkadaşı Silvia Moro ile birlikte gelinliklerle yola çıkarak otostopla Balkanlar, Türkiye, Arap Ülkeleri ve İsrail'i kat ederek Milano'dan Kudüs'e bir yolculuk planlayan bu iki kadından ne yazık ki ülkemizde yaşayan bir insanımsı tarafından tecavüze uğrayarak öldürülen İtalyan gelin. "Gelinler Yolda" projesinin baş kahramanlarından biri olan Pippa artık hayatta olmasa da yol fotoğrafları serginin Sermet Çifter Salonu'ndaki kısmında sizleri bekliyor. Bu kat biraz daha iç karartıcı diyebilirim. İntihar eden Bakireler, Fatma Bucak'ın Melankoli serisi, Zina adlı çalışma ve Şükran Moral'in rahatsızlık hissi uyandıran Pero İstanbul'da adlı çalışmasının olduğu bu katta serginin ruh haliniz üzerinde olumsuz etkiler yaratabilecek ama etkili bir bölümünü göreceksiniz.














Kazım Taşkent Salonu'ndaki en ilgi çekici eserlerden biri ise Aldo Mondino’nun 1999’da yaptığı “Bizans Dünyası” adlı eseri. Yalnızca rengarenk görüntüsünden kaynaklanmıyor ama bu çekicilik. Yaklaşın biraz. Biraz daha. Yaklaşın yaklaşın. İşte şimdi oldu. Bu capcanlı tablonun neden yapıldığını gördünüz mü sonunda? Orada rengarenk ambalajlarla kaplı bir sürü çikolata duruyor! Süper değil mi? Rengarenk dedim de aklıma geldi:

Gözüm kara, kalmadı yara
Oldum renga rengarenk...
Bazen her şey, sararıp solar
Biz hep renga rengarenk...

Bu da güzel fikirmiş.. Araya şarkı alayım bari bundan sonra yazarken..:)

Neyse, nerede kalmıştık. Serginin bu katından aklımda kalanlar Daniele Galliano'nun "İstanbul'da Punk vs. Erkin Koray" eserinin hikayesiydi. YKY Kültür sayfasından hikayeye ulaşabilirsiniz. Aykut Sarıbaş'ın kahve fallı çalışmalarını da çok beğendim. İnsanın aklına mürekkeple asiti karıştırıp bundan da hoş bir sanat eseri yaratmak gelir mi? Gelmiş işte. Ve yaratıcılık böyle bir şey olsa gerek. Sonra İrem İncedayı'nın o muhteşem toprak tonları da görülesiydi bence.














Benden bu kadar. Hepsi ve daha fazlası için bu hafta sonu planınıza Beyoğlu'nu da ekleyebilirsiniz. Her iki salonda da bu Pazar'a kadar devam edecek olan sergi hafta içi 19.00, hafta sonu ise 18.00'e kadar gezilebiliyor. O zaman size şimdiden iyi gezmeler diliyorum.

Leb-i Derya Bir Kutlama Gecesi

Güneşi batırdık... Ardından mehtabı karşıladık... Sonra ne güneş ne ay kaldı masamızda, koyu bir sohbete daldık... Bu sırada ardı ardına bir sürü şeyi kutlarken devirdiğimiz kadehlerin sayısını unuttuk... Yani kısacası unutulmaz güzellikteki Beyoğlu gecelerinden birini daha yaşadık Cumartesi günü ve bu güzelliğe ev sahipliği yapması için de Leb-i Derya Richmond'ı seçtik.

Bir zamanlar Kumbaracı Yokuşu'ndaki Leb-i Derya'nın müdavimiydik, ama sonra uzun zamandır gitmemiş olduğumuzu fark ettik. Bizim gitmediğimiz bu birkaç yıllık zaman zarfında Leb-i Derya'nın üçlediğini duymuştuk. O yüzden "Beyoğlu'nda bir teras" alternatifleri arasında aklımıza gelen isimlerin başında Leb-i Deryalar yer alıyordu. Richmond'dakini seçtik, iyi ki de öyle yapmışız. Zaten telefonda rezervasyon yaptırırken anlamıştım doğru seçim yaptığımızı. "Tam istediğiniz gibi, süper manzaralı bir masa ayırabilirim size" demişti telefondaki ses. Gerçekten de doğruymuş. Gerçi masaların hepsi (ve bar da) deniz görüyor, ama bizim masamız en ortadaki konumuyla daha bir güzel geldi gözümüze sanki. :)














Uzun zamandan sonra yine Müge&Recep ikilisiyle olan buluşmalarımızdan birini gerçekleştirdik. Dediğim gibi hem onların hem de bizim kutlayacak şeylerimiz vardı. Ama benim kendi içimde yaptığım kutlama bambaşkaydı:

Öncelikle bu Çarşamba Satürn'ün burcumu terk edişini (ve 30 sene boyunca yakama yapışmayacak olmasını) kutladım. Meğer Satürn bu sene Balık Burcu'na sağlam bir ders vermek adına Haziran ayında hiç beklenmedik bir sağlık sorunu falan vermeye karar vermiş. Bu ay Susan Miller'ı biraz geç okuduğum için Haziran boyunca Adana'da yatarken bu durumun farkına varamamıştım ne yazık ki! Meğer her şey bu Satürn'den kaynaklanıyormuş!

İkinci olarak Satürn'ün darbesinin üzerinden altı hafta geçmiş olmasını kutladım. Bir kadeh mi içsem, iki kadehten bir şey olur mu acaba, neyse canım üç kadeh oluversin derken masada biten üç şişe şarapta herkesle aynı paya sahip olduğumu fark ettim! Arada ikram edilen fındıklı votkalar ve en son kahveyle gelen likörü de toplarsak Cumartesi gecesi uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar içki içtim. Bu kadar aradan sonra çarpar diye düşünüyordum ama bünye nasıl özlediyse artık sünger misali gelene hayır demedi bir türlü! Zaten babamın doktor arkadaşları kesin beni alkolik sanıyorlardır. Zira her doktor kontrolünde "Güneşe ne zaman çıkabilirim? Spor ne zaman yapabilirim?" sorularına eşlik eden diğer bir soru "Ne zaman alkol alabilirim?" oluyordu. Evet, hepimize hayırlı uğurlu olsun, alkol almaya başladım. Üzüm ye ye nereye kadar, değil mi? :)

Üçüncü olarak görüş alanımdaki kara bulutların dağılmasını ve ufukta güneşli günler olduğunu düşünebilmemi kutladım. Yeniden pozitif düşünebildiğimi fark edişimi kutladım. İsyankar ve öfkeli halimden sıyrılışımı kutladım. Satürn sayesinde aldığım manevi dersleri kutladım. İyi gün ve kötü gün dostlarımı ayırt edebilmiş olmayı kutladım. Kısacası daha da mutlu bir İmge olarak muhteşem dönüşümü kutladım.

Kapanışı da hep birlikte böyle yaptık:














Güleryüzlü ve ilgili servis elemanları, muhteşem bir manzara, harika yemekler, sohbet edebileceğiniz gürültüsüz bir ortam için Leb-i Derya Richmond'ı kesinlikle tavsiye ediyorum. Biz şimdiden kışın bir DOT oyunu çıkışında barında bir şeyler içme planı yaptık bile. (Gördüğünüz gibi plan yapmadan yaşamayı hâlâ beceremiyorum. Acaba son yaşadıklarımdan gereken dersleri çıkaramamış mıyım dersiniz?) Rezervasyon ve İletişim için buraya tıklayabilirsiniz.

Hayatımızdaki güzelliklerin katlanarak çoğalması dileğiyle...

Şıklığıyla Göz Kamaştıran Kadının 100 Vazgeçilmezi

Moda meraklılarına Nina Garcia'yı tanıtmaya gerek yok. Project Runway'in zorlu jürisi ve Elle ve Marie Claire gibi birçok ünlü dergide moda editörlüğü yapmış bir moda aşığı diyebiliriz kendisine. Peki, benim gibi moda ile ilgilenmeyi yorucu bulan bir insanın Nina Garcia ile yolu nasıl kesişebilir dersiniz? Elbette çeviri sayesinde. Huzurlarınızda Nina Garcia'nın İmge Tan çevirisiyle Türkçeleştirilmiş, okuması ve hatta yalnızca Ruben Toledo'nun çizimlerine bile göz atması keyif veren, rengarenk son kitabı Şıklığıyla Göz Kamaştıran Kadının 100 Vazgeçilmezi!

Alkışlar kesildiyse size biraz kitaptan bahsedeyim. Adından da anlaşılacağı üzere kitapta her kadının dolabında bulunması gereken 100 giysi (aksesuar, ayakkabı, çanta da dahil) ele alınıyor. Nina Garcia, bir "moda kurbanı" olmak yerine stil sahibi şık bir kadın olabilmeniz için size gereken tüyoları verirken sizleri deliler gibi tüketim çılgınlığına falan da yönlendirmiyor. Anlayacağınız burada bir bir yapılacaklar, alınacaklar, ‘asla’lar veya ‘mutlaka’lar listesi yok! Kullanılmayan giysilerle dolup taşan bir gardırop yerine uzun vadede kullanabileceğiniz, işlevsel ve şık giysilerle dolu bir gardıroba sahip olmanıza yardımcı olacak fikirler sizi bekliyor.

Arka kapaktan bir alıntıyla kitabın içeriğini çok daha iyi anlayacaksınız:

"...Şıklığıyla Göz Kamaştıran Kadının 100 Vazgeçilmezi arasında minik siyah elbiseden saç örgüsü kazağa, bikiniden takım elbiseye, trençkottan beyaz gömleğe kadar pek çok klasik parçanın yanı sıra kaftan, kürk, egzotik deri çanta gibi iddialı parçalara da yer veriliyor. Kot pantolon ya da kemer gibi oldukça sıradan veya hayvan deseni ya da kırmızı ruj gibi fazlasıyla cesur parçaları kullanmanın inceliklerine değiniliyor. Ufacık detayların çok büyük farklar yaratabileceği giyim konusunda işin uzmanına danışmak istiyorsanız Nina Garcia’nın listesine mutlaka göz atmalısınız..."

Modaya da el atan İmgeleme'den muhteşem bir moda etkinliği ile ilgili bir yazı daha gelecek, ama görselleri beklediğim için büyük olasılıkla onun için önümüzdeki haftayı bekleyeceğiz. Olsun! Siz o sırada ne yapacaksınız? Tabi ki hafta sonu kitapçılara (ya da buraya) akın ederek raflardaki 100 kitabını bitireceksiniz! :)

İyi hafta sonları..

Ustalar ve Çıraklar 2

Birincisini kaçırdığım Ustalar ve Çıraklar sergisinin ikincisini kaçırmamak için dün Teşvikiye'de bulunan Galeri Işık'a doğru yola koyuldum. Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin desen, iki ve üç boyutlu tasarım, temel fotografi, teknik çizim ve perspektif gibi derslere yönelik gelişim süreçlerini gösteren çalışmalarının sergilendiği Ustalar ve Çıraklar 2 sergisinde öğrencilerin yanı sıra Ahmet Öner Gezgin, Maria Sezer, Hasip Pektaş, Beril Anılanmert, Mustafa Pilevneli ve Seyyid Bozdoğan'ın eserleri de görülebiliyor.

Sergiden hoşuma gidenleri aşağıda görebilirsiniz.

İlk olarak "Sanatçının ne istediği kadar oluşturacağı sanat yapıtının ne istediği de önemlidir" diyen Seyyid Bozdoğan'ın "Mekanda Görsel Gezinti" adlı yağlıboya tablosu:













Sonra "sanatının her türlü malzeme ve tekniğe hakim olduğunu" söyleyen Mustafa Pilevneli'nin "İstanbul"u:











Bir de Ahmet Öner Gezgin'in karışık teknik (gümüş jelatin baskı + alçı) kullanarak ortaya çıkardığı "Sevdalı Bulut" adlı eseri:















Unutmadan bir de hakkında herhangi bir açıklama göremediğim şöyle bir çalışma vardı ki adını sanını bilmememe rağmen hoşuma gitti:












Işık Üniversitesi GSF akademisyenleri ve öğrencilerinin yıl boyu sürdürdüğü çalışmalara dair resim, heykel, seramik ve baskıresim gibi farklı dalların eserlerinden oluşan sergi 17 Ağustos 2010 tarihine kadar ziyaret edilebiliyor. Küçücük bir sergi olduğunu belirtmemde yarar var; büyük beklentilerle gitmeyin derim. (Benim çok sık önünden geçtiğim bir yer olduğu için genellikle Galeri Işık'taki sergilere göz atma fırsatım oluyor, ama uzaklardan kalkıp gelip de "İmgeleme yüzünden hayal kırıklığı yaşadık" dememeniz için ben uyarımı yapayım. Bu biraz mini bir sergi, ona göre!)

Hem ustaların hem de çırakların ellerine sağlık ve bu sergi serisinin devamının gelmesi dileğiyle...

1 Film & 1 Kitap: Chloe & Sergüzeşt

Uzun zamandır yaşamadığımız bir şeyi yaşayarak yaz mevsiminde sinemaya gittik. Hem de benim sayemde! Diyorum ya bu sene çok farklı bir yaz yaşıyorum. Julianne Moore, Liam Neeson ve Amanda Seyfried'ın başrollerini oynadıkları Büyük Hata-Chloe filmini izledik geçen Cuma akşamı. Film 18+ izleyicilere yönelik ama o kadar şiddet, gerilim, cinsellik içeriyor mu emin değilim. Yani şiddet ve gerilim yönü bence çok zayıf ama Julianne Moore'un yaşına rağmen muhteşem fiziğiyle rol aldığı cesur bir sahne var ki "asla öpüşmem, sevişmem" diye marifetmiş gibi açıklamalar yapan "oyuncuların" görmesi gereken cinsten diye düşünüyorum.














Neyse... Gelelim filmin konusuna. Her biri kendi alanında başarılı, dışarıdan bakıldığında "mükemmel aile" tablosu sergileyen ama kendi içlerinde iletişim kopukluğu yaşayan üç kişilik zengin bir aile var başrolde. Üstelik karı-koca orta şiddetli orta yaş bunalımları yaşıyorlar. (Çocuk da eksik kalmıyor ve ergen bunalımı yaşıyor, ama filmle ilgisi olmadığı için bu noktayı pas geçiyorum.) İşte bu orta yaş bunalımı sırasında kadının kocasının Miranda adlı bir kız öğrencisinden telefonuna gelen bir mesajı görmesiyle birlikte içine bir kurt düşüyor: kocam beni aldatıyor mu? Aldatıp aldatmadığından emin olmak için de adamın peşine bir fahişe takıyor!

Filmden çıkarılan ana fikirler: İletişim kopukluğu yüzünden ufacık sorunlar öldürücü boyutlara ulaşabilir! Kadının yaşadığı orta yaş bunalımı erkeğe göre çok daha hastalıklı ve sapkınca olabilir! Kadının orta yaş bunalımı beyindeki sağlıklı düşünme merkezini de etkilemektedir. Öyle ki filmde gördüğümüz üzere kadın "Tiieeeyyyt, kim ulen bu Miranda denen küçük fahişe?" diye kocasına sormak yerine önce kendini yiyip bitirir ve sonra da daha büyük ve feleğin çemberinden geçmiş bir fahişeyi kocasına musallat eder! Kulağa mantıklı geliyor mu?

İzlerken sıkılmadım. Hem de onuncu dakikada filmin gidişatını olduğu gibi tahmin etmiş omlama rağmen. Filmin sonunu tahmin etmemde adının da büyük etkisi oldu. Kim çevirdiyse halt ederek Büyük Hata diye isim koyarsa olacağı bu zaten! Julianne Moore'un o yaşta ne kadar güzel göründüğünü, botlarını, haki yeşili hırkasını ve çantalarını ağzım açık izledim. Amanda'nın ise saç ve cilt kalitesine hayran oldum. Bence tüm karakterler oynadıkları role fazlasıyla gitmişlerdi. Ama yine de bana kalırsa yapacak daha iyi bir işiniz yoksa bu filme gidin derim.

Kitap önerim ise Türk klasiklerinden olacak: Sergüzeşt. Çerkez asıllı, dokuz yaşında, kul cinsi bir esir kızının Esirci Hacı Ömer tarafından hastalıksız olarak Mustafa Efendi'nin haremi için kırk Osmanlı lirası karşılığında hanımına teslim edilmesiyle başlıyor bu macera. Adı Dilber olarak değiştirilen küçük esirin hem o evde hem de sonraki evinde yaşadıklarının konu edildiği roman bir çırpıda okunuyor. Celal Bey'le yaşadıkları kısa süreli gönül ilişkisi, zorunlu olarak ayrılmaları ve her ikisinin de ayrı ayrı mutsuzluğa sürüklenmelerinin anlatıldığı hikayede kimi zaman ağlayabildiği kimi zaman kendinde ağlayacak gücü bile bulamadığı acılarına şahit oluyoruz çaresiz Dilber'in. Bu kısacık roman bittiğinde aklıma yer eden cümle de şu oluyor:

"Ağlamak uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan gücün çığlığıdır. Ağlayamadığımız zamanlar, bizde o gücün de yok olduğu zamanlardır ki, onun yerine geçen etkili sessizlik, en şiddetli acının yarattığı göz yaşlarından daha yakıcıdır."

Neşeli Tabaklar :)

20 yıldır Türkiye’nin en önemli sanat yönetmenlerinden biri olan Sırma Bradley'nin sofralara neşe getiren tasarımlarına göz atmak ister misiniz? Bu haftaya gülümseyerek başlamak için ilk yazımda İngilizlerin ünlü aşçısı Jamie Oliver’ın ablası denilen ve yaptığı programlarla sanat ve tasarım tecrübesini sofralara aktaran Sırma Bradley'ye yer vermek istedim.

Önce Showmax kanalında sonra da “Her şey için Berna Laçin” programında her gün 4er dakikalık bölümleriyle ekranlarda görünen "Neşeli Tabaklar" ile tanışmam ODTÜ'lü bir arkadaşım sayesinde oldu. Açıkçası ben sabah kahvaltısında simiti aşağıdaki gibi servis etmek için uğraşır mıyım bilmiyorum ama Sırma Hanım'ın kendi evindeki doğal bahçesinde çektiği programlar sayesinde mutfak meraklılarının hoşlarına gidebilecek sunum alternatifleri bulabileceklerini düşünüyorum.

İşte size birkaç örnek:


















Bu arada Duvara Karşı, Yaşamın Kıyısında ve Gönül Yarası gibi filmlerin sanat tasarımlarını üstlenen Sırma Bradley'nin sanat yönetmenliğini yakında Yavuz Turgul’un çektiği başrollerde Şener Şen ve Cem Yılmaz'ın oynadığı “Av Mevsimi”nde de görecekmişiz.

Hayatımıza tat ve neşe katan böyle yaratıcı insanların katlanarak çoğalması dileğiyle hepimize güzel bir hafta diliyorum.

"Görünmeyen"i Keşfedin

İşte bir çırpıda bitirdiğim bir Paul Auster romanı daha: Görünmeyen. Aylar önce çıkar çıkmaz aldığım bu kitabı canım yeni çektiği için henüz okuyabildim ve bir gün başladım, ertesi gün bitirdim. Dünya eleştirmenlerinin yılın en iyi kitapları arasına aldıkları ve hatta yazarın en önemli romanı olarak da tanımladıkları bu romana ben de kendi çapımda tam not veriyorum. “Amerika’nın en görkemli yaratıcı yazarlarından biri” tanımlamasını fazlasıyla hak eden Paul Auster'ın bütün kitapları tez vakitte tamamlanıp kütüphanedeki yerini alacak. Hayranlığımı abartıp odama posterlerini falan da mı assam acaba? Zira 63 yaşındaki bir erkeğe göre kendisi ayrıca pek de yakışıklı. :) Gerçi o yaş kategorisindeki rekor bence 67'sini süren Uğur Dündar'ın olmalı ama bu tamamen ayrı bir yazı konusu gibi geldi bana uzattıkça. Neyse..

Auster'ın 1967 baharında New York’ta başlayan romanı, Paris’e ve Karayip Adaları’na kadar uzanıyor. Farklı ağızlardan anlatılan hikayede aynı kişinin (baş kahraman Adam Walker'ın) bile birinci tekil, ikinci tekil ya da üçüncü tekil şahıs kullandığına şahit oluyorsunuz.

Anlatan ağızların her birinin anlattıkları da oldukça cesur ve karmaşık bir ilişkiler bütününü ortaya koyuyor. Şair olmak isteyen üniversiteli Adam Walker, ablası Gwyn, siyasal bilimler profesörü Rudolf Born ve sevgilisi Margot, Born’un üvey kızı Cecile ve Walker'ın üniversiteden arkadaşı Jim'in başrolleri paylaştığı bu son derece sürükleyici, heyecanlı ve güzel kurgulanmış romanın içinde ağzınızı açık bırakacak hikayeler ve iç dünyaları gizli.

Paul Auster'a özgü tanıdık temaları bu kitapta da bulmak mümkün ama bunun rahatsız edici bir tekrar olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü bu durum her seferinde kendinizi kaybedercesine yazara teslim olmanıza engel teşkil etmiyor. Yine de kısaca bahsedecek olursak bu kitapta da yer alan en belirgin Auster temaları edebiyat (yazar olma isteği taşıyan genç Walker ile yazar olan altmışlı yaşlarındaki Walker ve arkadaşı Jim aracılığıyla), yalnızlık (özellikle de metropol insanının izolasyonu), cinsellik (en tabu sayılacak konular da dahil olmak üzere!), rastlantılar, psikolojik travmalar (ve bir de kanser hastası bir karakter diyebiliriz belki de)...

Son anına kadar merak içinde okuyacağınız ama sonunda kafanızda birkaç soru işaretiyle kalabileceğiniz bu romanı bir an önce okuma listenize almanızı öneriyorum. Dediğim gibi ben kitaplar arasındaki yolculuğuma tam gaz devam ediyorum. Hatta yaklaşık yarım saat sonra bir kitap daha bitireceğim ama aynı yazıda bahsedilemeyecek kadar uç iki kitap olduğu için onu sonraya bıraktım. Gerçi Paul Auster ve Sami Paşazade Sezai'yi aynı yazıda ele alarak blog dünyasında bir ilke imza atabilirdim ama daha makul ilklere imza atmak dileğiyle Sergüzeşt ile ilgili yorumlarımı bilahare paylaşacağımı söyleyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Hepinize iyi hafta sonları...

İki Türk Klasiği: Küçük Ağa ve Kiralık Konak

Dün son durumumu öğrenmek için arayan arkadaşlarımdan biri "sözde" normale dönmüş olmamla ilgili en doğru yorumu yaptı sanıyorum. Hani doktorlar bana artık "normale dönebilirsin, ama güneşe çıkma, alkol alma, ağır taşıma ve fazla yorucu egzersizlerden uzak dur" demişlerdi ya, işte bu arkadaşım da "kısaca sana sen olma demişler" yorumunu yaptı ve gülüştük. İşte bu nedenle "fazlasıyla normal" geçirmeye çalıştığım bu yaz günlerinin en heyecanlı aktivitesi de kitap okumak oluyor benim durumumda. Eski İmge'den geriye kalan nadir aktivitelerden biri... Sırada biri Adana'ya gitmeden önce biri de döndükten sonra okuduğum iki kitap var.

İlki Tarık Buğra'nın Küçük Ağa adlı romanı. Milli Mücadele yıllarını bir Anadolu köyüne yansıdığı haliyle anlatan bu klasik roman, karakter analizleriyle aklımda yer etti diyebilirim. Çolak Salih ve sonradan Küçük Ağa olarak anılacak İstanbullu Hoca karakterleri gerçekten çok etkileyiciydi. Türk halkının Kurtuluş Savaşı sürecinde düşmanla savaşının yanı sıra kendi içinde de ne kadar büyük bir mücadele verdiğini çok çarpıcı bir hikaye örgüsüyle anlatan bu romanı okumanızı öneririm.

Aklımda kalanlardan bazıları:

* Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları bir cephe savaşıyla ilgili Arap aşiret reisinin sözlerini alıntılıyorum: "...Arabız ve Müslümanız elhamdülilllah... Osmanlı Devleti de Müslümandır. Dedelerimiz asırlarca bu din kardeşliği için Araplıklarını hatırlamadılar. Osmanlılardan ayrılsalar dinlerini mi kaybederlerdi? Hayır elbette. Hallerinden memnundular ve ondan hatırlamadılar. Fakat hatırlamamak vazgeçmek değildir. Dediğim gibi onlar Osmanlı çatısı altında memnundular, çünkü Osmanlılar adildi ve kubbetliydi. Adalet ve kuvvet!Bunların ikisi bir arada olunca mesele kalmaz. Ama bir başka ırkı veya kavmi elde tutabilmek için bunlardan biri lazımdır. Hem de tam olması lazımdır. Osmanlı Devleti ise uzun zamandır ne adil ne de kuvvetli..."

* Savaş sırasında bile gülmek için bahane yaratmanın gerekliliği ve öneminden bahseden şu satırlar: "... Gülmek ve gülmek için sebepler icat etmek lazımdı.Takılmak, şakalaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalıydı. Fırsat mı yok? Bunu da icat etmek lazımdı. Neşe de dua kadar destekliyordu insanı."

* Ve Kuvayi Milliye ruhunun son derece güzel anlatıldığını düşündüğüm sayfa 232 ile 235 arasını kendime not etmişim. Siz de resimde gördüğünüz kopyayı (Ötüken Yayınları-2000 basımı) okursanız, aklınızda bulunsun.

İkinci roman ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ilk romanı olan Kiralık Konak'ı. Yanlış yorumlanan ve uygulanan bir Batılılaşma süreci sonrasında yazarın ifadesiyle "riyakar, yarı uşak ve adi" bir kuşağın ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanan toplumsal çözülüşün anlatıldığı roman bir konakta geçiyor. Ancak önceki kuşakta pek çok mutlu ana tanıklık etmiş olan bu eski konakta da tıpkı toplumdaki çözülmenin benzeri yaşanıyor. Bu sancılı süreci en ağır yaşayanlar elbette konaktaki o mutlu dönemleri geçirmiş olan Naim Efendi'nin nesli oluyor. Yeni nesilin anlamsızca savruluşunda ise bambaşka acılar ve trajediler gizli. Günümüzde de yazarın son cümledeki Seniha tanımı gibi "sadece güzel ve süslü" ama kalpsiz, duyarsız, maneviyattan habersiz, parayı ilah gibi gören donanımsız modern kadın (ve erkek) örneklerinin ne kadar çok olduğunu düşünmek bana o dönemlere kıyasla daha trajik geldi doğrusu.

Annemin kütüphanesinden aldığım bu akıcı romanı bir çırpıda okuduktan sonra sahibinin bir dahaki gelişini beklemesi için misafir odasına bırakıyorum. Sizlere de okumanızı tavsiye ediyorum. Bu hikayeden aklımda kalan en çarpıcı satır ise şu oluyor:

"Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zarafet insanın üstünde hafif bir cilaydı."

İyi okumalar...

Büyük Umutlar

Yine üzerinden zaman geçtiği için detaylıca yazmak yerine not defterime yazdığım alıntıları buraya geçirmekle yetineceğim bir kitapla karşınızdayım. Yine Haziran ayında dinlenirken okuduğum Charles Dickens'ın Büyük Umutlar'ından alıntılar var sırada. Hemen hemen hepimizin ya adını duyduğu ya kitabını okuduğu ya filmini izlediği ya da sadece film müziklerine bayıldığı o meşhur klasik eserden birkaç alıntı var aşağıda. Onları okurken bir yandan da filmin soundtrack'inden yıllardır dinlemekten bıkmadığım ve her seferinde tüylerimi diken diken eden Life in Mono şarkısını dinleyebilirsiniz.

Ablası ve onun demirci ustası kocasıyla birlikte yaşayan yoksul bir çocuk olan Pip'in kimliği belirsiz bir hayırseverin kendisine bağışladığı bir servet sayesinde boyuncan büyük umutlara kapılıp gitmesinin hikayesi var bu romanda. Denize atılan bir iyiliğin nasıl geri döndüğünü, sevginin ve nefretin gözle görülür sonuçlarını, maddiyatın maneviyattan götürdüklerini sürükleyici bir roman içinde görmek istiyorsanız bu klasiği mutlaka okuyun.

...Çocuklar kendi yaşadıkları dünya içinde en çabuk haksızlığı sezerler, en derin olarak haksızlığı duyarlar. Çocuğun uğradığı haksızlık bize küçücük bir şeymiş gibi gelebilir ama çocuk da küçük olduğu için kendi dünyasının bütün ölçüleri kendi boyuna göredir. Tahtadan at çocuğun gözünde safkan bir at büyüklüğünde görünür...

...Bu dünyada hiçbirimiz gözyaşlarımızdan utanmamalıyız; çünkü katı kalplerimizi çölleştiren kumların üzerine dökülen yağmur gibidir gözlerimizin yaşı. Bu kadarcık ağlamak bile beni daha iyi bir insan yapmıştı. Kendi nankörlüğümün daha çok farkındaydım, daha pişman, daha yumuşaktım şimdi...

...Kendini dünyadan ayırmakla hayatın, zamanın her derde verdiği şifalardan da yoksun etmiş, hep felaketiyle uğraşa uğraşa sapıtmıştı. Başkalarına yaptığı kötülüklerin en büyük cezası kendi durumuydu. Çevresiyle, her şey gibi çürümüş olan büyük acısının hiçliğiydi onun en büyük cezası...

Demek ki neymiş? Beyoğlu'na yapılan ilk sahaflar çıkartmasında Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikayesi romanı da alınacakmış.

İyi okumalar...

Kirpinin Zarafeti

Haziran ayı boyunca dinlenirken okuduğum kitaplardan birinin de Kirpinin Zarafeti olduğundan bahsetmiştim. Muriel Barbery'nin ikinci romanı olan Kirpinin Zarafeti Fransa'da aylarca çoksatanlar listesinde yer aldıktan sonra filme de uyarlanmış. Renée Michel adında elli yaşlarını süren,çirkin ve yoksul bir kapıcı, on üçüncü yaş gününde intihar etmeyi planlayan "potansiyel zengin” Paloma ve aynı apartmana yeni taşınan altmışlı yaşlarında zayıf bir Japon olan Kakuro Ozu'nun hayatının nasıl bir araya geldiğini öğrenmek ve aralarında gelişen dostluğun tadını çıkarmak için bu leziz kitabı okumalısınız.

Ayşe'nin Kitap Kulübü'ndeki kızlar bu kitabı derinlemesine inceleyip izlenimlerini bize aktardıkları için bir süredir Öneri bölümünde onların yazısına link veriyordum. Şimdi de kitaptan kendi seçtiğim alıntıları bloguma not düşeceğim (ki defter sayfaları arasında yitip gitmesinler).

...Bir eve hastalık girdiğinde yalnızca bir bedeni ele geçirmekle kalmaz, kalpler arasında da karanlık bir ağ örer ve umut bu ağa gömülür...

...Ölen bir kapıcı, gündelik yaşamın akışındaki hafif bir boşluktur; hiçbir trajedinin eşlik etmediği biyolojik bir kesinliktir. Her gün onunla merdivenlerde ya da evlerinin kapısında karşılaşan mülk sahipleri için Lucien asla çıkmadığı hiçliğe geri dönen bir var olmayandı... (Reneé'nin kocası Lucien gibi sıradan birinin ölümünün yarattığı etki(sizlik) anlatılırken)

...Onda kirpinin zarafeti var: Dışarıdan dikenlerle zırhlı, tam bir kale, ama bence içinde kirpiler kadar doğrudan bir rafinelik var. Kirpiler haksız yere duyarsız, uyuşuk görülen, şiddetle yalnız ve korkunç bir şekilde zarif hayvanlar...

...Benim çocuğum yok, televizyon seyretmem, Tanrı'ya inanmam... İnsanlar hayatlarının daha kolay olması için bu patikaları seçerler. Çocuklar, kişinin kendisiyle yüzleşme acılı görevini ertelemesine yardım eder, torunlar da bunu sürdürür. TV, boş zamanlarımızın hiçliğinden yola çıkarak projeler inşa etmek gibi bitkin düşürücü bir zorunluluktan bizi uzaklaştırır; gözleri aldatarak ruhu duyunun büyük işinden kurtarır. Tanrı ise memeli soyumuzdan gelen kaygılarımızı yatıştırır, zevklerimizin günün birinde son bulacağı yönündeki dayanılmaz kesinliğe dayanma gücü verir. Dolayısıyla ne gelecek ne soy sop varken, saçmalığın kozmik bilincini sersemleştirecek piksellerim yokken, sonun kesinliği ve boşluğun öngörüsü içindeyken kolaycılık yolunu seçmediğimi sanırım söyleyebilirim...

Siz de bu satırların arasına gömülmek istemez misiniz?
İyi okumalar...

Body Worlds

Geçen hafta sonu annem ve babamı da alarak Gunther von Hagens'in orijinal vücut dünyası sergisi Body Worlds'ü gezdik. Haziran ayı içinde bir gün sık sık yapmak zorunda kaldığım gibi uzanarak TV kanalları arasında dolaşırken kadavraların plastinasyon adı verilen yöntemle sergiye nasıl hazır hale getirildiğini gösteren bir programa denk gelmiştim. Her vücut üzerinde 8 ilâ 12 ay (yaklaşık 1500 çalışma saati) çalışmanın gerektiği ve bazı eserlerin 3 yıllık bir çalışma sonrasında sergilenebildiğini öğrendiğimde ise böylesine disiplinli ve özen gerektiren bir çalışmanın ancak Alman yapımı falan olabileceği tahmininde bulunmuş sonra da Hagens'in adını ve Alman olduğunu öğrenerek kendimle gurur duymuştum. Plastinasyon yöntemi ve diğer detaylar için buraya bakabilirsiniz.

Babam bir doktor olarak sergiden ne kadar hoşlandı bilemiyorum, zira kendini iş ortamında gibi hissetmiş olabilir. :) Yine de hepimiz bilimle sanatın bir arada ve hem göze hem beyne hitap edecek şekilde sunulduğu Body Worlds sergisine bayıldık. Girişte satılan ve her bir eserle ilgili derinlemesine bilgi alabileceğiniz sesli rehberden almanıza gerek olmadığını belirteyim, çünkü her eserin yanında yeterince bilgi alabileceğiniz panolar ve yazı kartları bulunuyor.

'Allahın böbreğine, ceninine, damar sistemine, kadavrasına "eser" mi diyorsun ayol,' diyenlerle sergiyi gezmelerinden sonra bir daha konuşalım diyorum. Son derece estetik sergilenmiş olan organlar ve bedenlerden etkilenmemek mümkün değil. Hele benim gibi bedenin "iç" dünyasına fazlasıyla meraklı olup da ameliyat falan izlemeye bayılan, kemik kırığı, akciğer tümörü, yağlanmış karaciğer, alzheimer, güçlü kaslar, aort anevrizması, kalp krizi, artrit falan gibi her türlü sağlık durumunu şevkle incelemeye hazır bünyeler için bulunmaz bir fırsat bu sergi... (Septum deviasyonunu bulamadım ama burun ve yüz bölgesindeki yoğun damar ağını görmek yaşadığım burun kanamasının şiddetinin gayet normal olduğunu anlamama neden oldu!)














Tüm dünyada 30 milyondan fazla insan tarafından ziyaret edilmiş olan bu sergide kendi anatominizi daha yakından tanıma fırsatını bulacaksınız. Bir halka jimnastikçisinin kaslı bedeni ya da sigara içen birinin kömürleşmiş akciğeri ya da atın üzerindeki adamın sergileniş biçimi ya da cilt kanserinin kesit görüntüsü karşısında ağzınız açık kalacak. Vücut ağırlığımızın yüzde 2'sini oluşturan bir buçuk kiloluk mücevherimiz olarak adlandırabileceğimiz beynimizin toplam kan akışının yüzde 20'sine gereksinim duyduğunu öğrenecek ve tıpkı kaslarınız gibi beyniniz için de geçerli olan tek bir ilke olduğunu bir kez daha hatırlayacaksınız: Her ikisini de çalıştırmazsanız kaybedersiniz! Dizkapağının tam anlamıyla bir kapak formatında olduğunu görüp benim gibi şaşırabilir, sinirlerinizin bazı durumlarda saatte 400 kilometre gibi bir hızla sinyal gönderebildiğini öğrenip bu durumu tahayyül bile edemediğiniz için fazla tepki vermeden kafa sallayıp devam edebilirsiniz. Gülerken ve öksürürken omurganıza ayakta ya da yürürken olduğundan daha fazla yük bindirdiğinizi öğrenip bel ağrınızı dindirmek için oturduğunuz koltuğu değiştirmek yerine daha az gülmeye karar verebilirsiniz! (Biliyorsunuz, bu aralar pesimist yanım devrede.)

Biletlerin yalnızca Biletix'ten (ne yazık ki girişte de alsanız Biletix gişesinden) alınabildiği serginin girişi 25 TL ama öğretim üyelerine ücretsiz. Biz iki saatte çıkabildik ama sizler ne yaparsınız bilemem. Çıkmadan önce plastinasyon tekniğinin anlatıldığı videoyu ve panoları da görmenizi tavsiye ederim. Fotoğraf çekmek yasak olduğu için az sonra kendimi Google'ın görsellerinin arasına atacak ve sizler için bir iki resim seçmeye çalışacağım. Fotoğraf çekimi serbest olsaydı en az bir saat de orada bulunan her şeyi çekmek için harcardım herhalde. Kısacası: Bu sergiyi kaçırmayın! Ama telaşlanmayın; 17 Aralık 2010'a kadar zamanınız var nasılsa.

İyi gezmeler...

Yapılacaklar Listesi

* İnsanları kendi planlarıyla ilgili cesaretlendirmek, olumlu düşünmeye yönlendirmek, gaza getirmek yok! Hatta "Ne? Tatile mi gideceksin? Ama denizanaları götürebilir seni!" ya da "Hamile misin? Ama senin doğuracağın çocuktan hayır gelmez ki! Bence bir kez daha düşün" ya da "Spora mı gidiyorsun? Benim bir arkadaşım spora başladığının ikinci ayında dizini öyle bir sakatladı ki bir daha hiç yürüyemedi!" ya da "Zayıflamayı mı düşünüyorsun? Bence sen hayatta beceremezsin bu boğazla!" falan gibi yorumlar yapılacak.

* Ameliyatla ilgili "sen de çok rahat davranmıştın zaten!" ya da "doktorun da pek rahatmış, caanım" ya da "bence en az bir sene güneşe çıkmamalısın" diyen çokbilmişlere fahri doktor sertifikası hazırlatılıp törenle verilecek.

* "Geçmiş olsun" diyip, halimi hatırımı sormak niyetiyle defalarca arayan dostlara binlerce teşekkür ve "işiniz gücünüz rast gitsin, hep mutlu olun" niyeti gönderilecek. Kendimi daha iyi hisseder hissetmez onlarla buluşulup hasret giderilecek. Biriken havadisler alınacak, kadehler tokuşturulacak.

* "Senin sporda olman gerekmiyor muydu, ne işin var evde?" ya da "aa, sen yaz tatiline bayılırsın, ama bu sene unut artık tatili matili," ya da "ehuhehuehe, sen doktorunun dediğine bakma, eve kapan, hatta birkaç ay hijyenik bir fanusun içinde yaşa" ya da "alışabildin mi yavaş tempoya? neyse artık kendine iyi bakmayı öğrenirsin," diyen çok saygılı ve sevgi dolu yakınlarıma "siz de hayatta yapmaktan hoşlandığınız şeylerden mahrum kalasınız, hayattan aldığınız zevki mumla arayasınız, planlarınız bozulsun, benden uzak kendi Allah'ınıza yakın olun" enerjisi gönderilecek.

* Beni hep çok rahatlatan ve bugünkü kontrolde de normal hayatına dönebilirsin diyen buradaki Doktorcum'a ve acayip moralimi bozan, tedbirli ötesi, pesimistcan Adana'daki doktoruma kafa atılmayacak! Kendini tutabilme egzersizleri yapılacak, içimden en azından beşe kadar saymak öğrenilecek.

* Bugün beni arayıp gayet objektif bir şekilde kendi yaşadıklarını anlatan ve benim gibi aynı ameliyatı geçirip komplikasyon yaşamış bir doktor çocuğu olan bir arkadaşımın dedikleri dikkate alınacak. Bir sene falan burnunun direğini hissedeceksin, eskiden olduğu gibi burnunu hatır hutur kaşımak yok falan gibi yorumlarına "neyse artık buna dayanabilirim" denilip geçilecek. Ama "öyle hayvani öpüşmeler falan da yasak ona göre; burunlarınız İso'yla birbirine çarparsa ağlarsın bak!" uyarısına ise içten içe "Çüş artık ulen, o kadarını da sallayamam, atın ölümü arpadan olsun!" denilecek, ama bir yandan da tırsılacak ve hem hayvani hem de zararsız olabilecek öpüşme pozisyonları düşünülecek. Neme lazım, ateşli bir öpüşme uğruna iki dakika önceki aşk kadınının vampirellaya dönüşmesi hiç de hoş olmayabilir! :) Ama bu yorum üzerine acaba Doktorcum'a kafa atsam mı diye bir kez daha düşünülecek.

* Son iki üç yıldır olumlu düşünmeyi benimseyip yararlarını gördüğüm için bir an önce yeniden o zihniyete dönülmek için çaba gösterilecek. Belli ki çook ama çoook çaba gösterilecek, çünkü evrenin bu son tokadının izi hâlâ yüzümde duruyor ve beni deli ediyor. Artık dört gözle sinirimin azalması, burnumun sağ deliğindeki kıpırtıların geçmesi ve korkusuzca güneşe çıkabilip, sarhoş olabileceğim o muhteşem anlar beklenecek. Hatta ilk fırsatta alkolik olunacak!

Şimdilik bu kadar..

Not: İmgeleme yayınına kaldığı yerden ve İstanbul'dan devam ediyor. Ayağımın tozuyla Body Worlds'ü gezip, İso'cumun uzun zamandır methettiği Fasuli'yi denedim haftasonu, ama sinirimi hâlâ atamadığım ve hemen her gün sinirimi zıplatacak bir şeyler yaşadığım için onları yazma zamanım henüz gelmedi. Dolayısıyla yapılacaklara bir madde daha ekleyeyim:

* Blog bir an önce bu ağlak ve isyankar havadan kurtarılıp, eski haline döndürülecek. Blog yazarı o moda dönemese de blogun kurban edilmemesi için çabalanacak.