Kraliyet Düğünü Notları

Önce "bana ne ya elin prensinden prensesinden" diyordum. Sonra kendimi ekran başında düğünü izlerken buldum. Hem de öyle böyle değil. Baya kaptırdım kendimi. Bir tek çekirdeğim eksikti yani. Bunlar da düğünle ilgili kısa kısa İmgeleme notları:

* İyi ki İso'cum bir prens değilmiş dedim şahsen.:) Bu kadar formalite, iki saat kilisede papazın konuşmasıydı, ilahilerdi derken gelin olarak düğünün ilk etabında baygınlık geçirebilirdim herhalde. Sonra bir de yavaş adımlarla yürümek, minik minik el sallamak, şurada ayağa kalk-burada önüne bak-şuradan geçerken selam ver, protokol sıralamaları, vs gibi törene ait kurallar ve işin geleneksellik boyutu beni sanırım "kaçak gelin" yapardı. Bayramda seyranda yapılan formalite aile ziyaretlerinde bile içi sıkılan bir bünyeyi kraliyet düğününün baş rolünde düşünebiliyor musunuz? Ama Kate'cim doğuştan prenses maşallah, William'dan bile rahattı tavırları. Aferin!


* Dini ve monarşik mekanlar da pek bana göre değil kesinlikle. Herhalde o da bu gereksiz formalitelerden ve şekilsellikten hoşlanmamamla ilgili. Ama ne olursa olsun kilise törenindeki ya da saray ortamındaki müzik, şıklık, şamdanlar, duvarlardaki süslemeler, tablolar ve diğer sanat eserleri, vs gibi detaylarla ortama bir hoşluk ve yücelik katıldığı da bir gerçek. Ekran başından bile ortamdaki zarafetin kokusunu alabiliyorsunuz.

* Zarafet demişken ben şahsen İngiliz kadınlarının şapkalarına bayıldım. Dalga geçenler, komik bulanlar olabilir, ama bana çok hoş ve renkli bir gelenek gibi geldi. Bizim düğünlerimizdeki enteresan seyirlik topuzlardan çok daha güzel oldukları kesin en azından!

* Kate'cimin saçının, makyajının, takılarının, gelinliğinin sade şıklığına ve zarifliğine bayıldım. "Gelin başı" diye kafaya kuş kondurmaya gerek yok görüldüğü üzere. Ayrıca eminim kasalar dolusu takısı vardır gelin hanımın ama elleri, kolları, gerdanı falan takılarla doldurmaya da hiç gerek yok. Damla şeklindeki ufacık pırlanta küpeler ve yüzüğün ne kadar yeterli olduğunu gördük hep birlikte. Görgüsüzce şaşaaya hiç gerek olmadığını da!

* Enerjisi pek yüksek ve tatlı bir çift gibi görünüyorlar. Herhalde Charles ve Diana'dan sonra halkı da bu kadar heyecanlandıran ilk çift oldular. "Bahtı benzemesin" ya da "umarım Diana'da bir yerlerden izliyordur" demeyeceğim, herkes dedi zaten.


* Kraliçe de sarı giysileri içindeki pamuk nine haliyle yaşlandıkça pek tatlı olmuş gibi geldi gözüme. Ama ağzıyla kuş tutsa kendisini içtenlikle sevmem mümkün değil, zira Diana'nın kayınvalidesiydi zamanında!

* Bir de gelinliğin bilmem kaç metrelik kuyruğuna bir insanoğlu bile basmadı ya helal olsun dedim. İşte kraliyet farkı! Bizde olsa gelinin arkasında koşturan o kraliyet veletleri başta olmak üzere gelen geçen herkesin ayak izini gelinliğin kuyruğunda görmek mümkün olurdu.

* Davetler bitti mi bilmiyorum. Spordayken gördüğüm kadarıyla en son akşam üstü 600 kişilik, gece de 300 kişilik davetler verilecekti. Her şeyin bittiğini varsayarak şu an yerinde olmayı isteyeceğim iki ismi açıklıyorum. Kate'cimin gelinliğini tasarlayan Alexander McQueen tasarımcısı Sarah Burton ya da düğün pastalarını yapan Fiona Cairns. Daha güzel bir "ömürlük reklam" düşünemiyorum, ya siz?

* Bu arada damadın sağdıcı ile gelinin nedimesi ve aynı zamanda kızkardeşi olan Pippa'yı pek yakıştırdım birbirlerine. Onlara da bir düğün yapsak diyorum. :) Tamam, sağdıç olmasa da Pippa'nın kısmeti feci açılır bu düğünden sonra, ben size söyleyeyim. Yakışır da.. Zira ben pek sevdim Middleton kızlarını.

Neyse bakalım.. Onlar erdiler muratlarına, bize de eğlence çıktı şu fani dünyada. Çocuklarının da düğünlerini izlersek, kraliyetin üç neslini evlendirmiş olmanın haklı gururunu yaşarız artık. Güzel şeyler bunlar.. Tadını çıkarmak lazım.. O yüzden de mümkünse (hatta ne dediğini anlamasanız bile) yabancı kanallardan izlemek lazım bu tür olayları. Zira bizim kanallarımızda ne idüğü belirsiz tiplerin çıkıp da "Ayy Kate çok çirkin!", "Ondan prenses mi olurmuş ayol!" ya da "Kazma gibi dişleri var!" falan gibi abuk subuk yorumlarını duymamış olursunuz. BBC'nin mikrofon uzattığı beş yaşındaki çocuklar, sabahtan beri parkta bira içip coşan gençler, Avustralya'dan saatlerce uçak yolculuğu yapıp sabahın köründen beri orada bekleyen uyku sersemi tipler bile bizim televizyonlarımıza program yapma iddiasıyla çıkanlardan daha aklı başında yorumlar yapıyorlardı ya ben ona imrendim en çok.. Akıllı insanların katlanarak çoğaldığı bir toplumda yaşamak dileğiyle.. İşte bu harika bir peri masalı olurdu bana göre!

Son Dönem Ganimetlerim

Önce annemin Londra'dan Dido&Ongun'un yanından dönerken bana getirdiği ve masamdaki yerini alan ahşap lalelerimden bahsedeyim. El emeği göz nuru bu vazolu beşli lale demetine bayıldım. En çok da rengine. Lisede Marlboro kırmızısı derdik bu renge, siz de öyle mi derdiniz? En sevdiğim kırmızı tonudur. Bu ahşap çiçeklerin farklı sayıda olanları, vazolu ve vazosuz seçenekleri, papatya gibi farklı çiçeklerden oluşan demetleri de bulunuyormuş. Buradan inceleyebilirsiniz. Çiçeklerimi hem sizinle paylaşmak hem de yolu Londra'ya düşenlere fikir vermek istedim. Güzel bir hediye seçeneği olabilir.


İkinci önerim İstanbul'da yokmuş gibi Adana'dan aldığımız ayak anatomisini destekleyen Eclipse terlikler olacak. Real'i gezerken Ayakkabı Dünyası'nda görüp bayılarak ailecek aldığımız bu terliklerin içi-dışı deri olması, o pıtırcıklı tabanıyla ayağa gün boyu masaj yapması, vücut ağırlığını dengeli yayması gibi özellikleri benim gibi ayak anatomisi doğuştan berbat olanlar için birebir. Aktivitenin her geçen gün daha da arttığı modern dünyada anatomik ayakkabı ve terliklerin giderek daha fazla önem kazanacağını hatırlatır ve ayak yıpranma payınızı düşürmek için bunlardan bir tane edinmenizi öneririm. Bizimkiler aşağıda ama önü açık-kapalı ya da farklı renklerde pek çok çeşit mevcut:


Diğer önerim bayıldığım alışveriş sitelerinden biri olan Markafoni'den aldığım yeni bavulum olacak. Gerçi önce dayanıklılık testini yapıp öyle yazmam gerekirdi ama beklediğimden çok daha kaliteli ve dayanıklı görünen bir ürünle karşılaşınca hemen paylaşayım dedim. Malum bahar geldi ve gezme mevsimi açıldı. Bavullar her an hazır olmalı, derim. Ne zaman nereye kaçılacağı belli olmaz bu güzel havalarda.:) Ben de bunu düşünerek bavullarımı gözden geçirirken bavul setimizde genellikle benim kullandığım boydaki bavulun çekeceğinin tamamen kırıldığını fark ettim. Havaalanlarında bavullara yapılan muameleyi biliyorsunuzdur. O yüzden benim canım bavulum da üç yıl bu şiddete karşı koyabildi. ("Bavula Şiddete Hayır!" derneği mi kursam acep?) Bu nedenle ben de Markafoni'deki bavul kampanyasını görünce dayanamayıp aldım aşağıdaki gümüş rengi Domo bavulumu. Hem de yarı fiyattan da ucuza! Ayrıca açılabilir fermuarlı bölümleriyle kapasitesi %25 artabiliyor ve çok hafif. On yıl da garantiliymiş ama bence o muameleye beş yıl dayansa yeter artar diyorum! Ama aklınızda olsun, bavul ihtiyacınız varsa bir dahaki kampanyayı kaçırmayın derim.


Son olarak La Senza'nın bir sütyen modelinden bahsedeceğim sizlere. Erkekler dağılabilirsiniz, bu bölüm biz kadınları ilgilendiriyor. Ama göğüs çizgisine sahip olmayan kadınları. Adı üstünde zaten, sütyenin modelinin adı Beyond Cleavage! Cleavage, hani şu "dekolteden görünen göğüs çizgisi" ya da "göğüs ayrımı" olarak tanımlanabilir. O zaman Beyond Cleavage da "göğüs dekoltesinin de ötesinde", "ileri göğüs ayrımı", "aşmış göğüs çizgisi" olarak tanımlanabilir. O nedenle öncelikle doğal olarak o cleavage'a sahip kadınlara sesleniyorum: "yıkılın karşımdan!" :) Ama olmayanlar da üzülmesinler, çünkü bu sütyen biraz daha kassa göğüslerinizi Muhteşem Yüzyıl'daki tahta gibi vücutlarına rağmen göğüsleri fışkırmış halde gezinen harem kadınlarına benzetebilir. "O kadarına gerek yok, var olanı derli toplu ortada birleştirip, seksi göstersin yeter," diyorsanız aradığınız ürün La Senza'da. Hem de öyle sert dolgu maddeleriyle falan doldurulmuş, doğallıktan uzak bir yapısı da yok. Bence ürünün en güzel özelliklerinden biri de bu zaten. Ürünleri ister buradan isterseniz herhangi bir La Senza mağazasına giderek inceleyebilirsiniz. Kesinlikle öneririm.

Reklam aramız bitti. Bir sonraki molaya kadar hoşçakalın...:)

Adana'da Çiçek, Böcek, Kedi, Köpek Arasında..

Adana'da yemek yemek dışındaki aktiviteleri soranlar için fazla bir seçenek sunamayacağım ne yazık ki. Çünkü ben oraya gezmeye değil anne-baba evine gidiyorum, dolayısıyla her gidişimde kaderimde sadece yemek oluyor! Onun dışında genellikle spor niyetine kedi köpek mıncıklamak, Adana'nın en güzel zamanı olan bahar doğasının gerek balkonda gerek bahçede tadını çıkarmak ile uğraşıyoruz. Orada farklı bir dünya var, burada İstanbul'da yaşadığımızdan çok farklı... Çok yavaş, telaşsız, çok rahat, bize denk gelmese de çok güneşli, çok doğal, çok her şeye zaman bulunabilen bir dünya. Ve bazen çok iyi geliyor böylesi...

Evet, aşağıdaki kolajda üstteki resimlerde İso'dan gizli yatağa (hem de onun yastığının olduğu tarafa) bile attığım Kepçe'yi görüyorsunuz. Ben bu maymunun el kadar halini biliyordum ki kocaman olmuş. Geçen sene Haziran'da Adana'da hastanelik oluşum sırasında iki aylıktı ve uzandığım kanepenin tepesine çıkıp, oradan bana bakıp güldürürdü. Şimdi bildiğiniz ağır abi olmuş ama yine de karizmasını falan sallamadan pek bir mıncıkladık kendisini. Altta arabanın üstündeki hırçın teyze ise Soytarı. Gerçi eski hırçınlığı oldukça azalmış. Acaba kısırlaştırıldığı için mi? Acaba dişinin kısırlaştırılması mı böyle bir etki yapıyor? Acaba dişilik=hırçınlık mı? Ne dersiniz? Çitin arka tarafında ise sitenin koruyucuları duruyorlar. O sert görünümlerine bakıp da aldanmayın. Parmaklıkların arasından kendilerini sevdirmek için o koca kafalarını uzatışlarını görmelisiniz. Artık kedi de sevebiliyorum (sadece tanıdık olanları tabi!) ama favorim hâlâ köpekler!


Köpekler demişken, aşağıdaki üstteki ilk resimde çalıların arkasından bakan minikle de tanıştırayım sizi: Kofti. Birkaç tane de doğal ortam fotoğrafı koyayım ki Adana'da baharı görmüş olun. Şu ters dönük duran çiçekleri olan ağaca bayılıyorum. Aşağıdaki mor çiçekli olan ve yanındaki biberiyelerin de görüntüsü dışında kokusunu da duymanızı isterdim. Bu arada eminim annem-babam bunların adını defalarca söylemişlerdir ama bir bahçe meraksızı olarak hiçbirini hatırlamıyorum. Bırakın bahçeyi, balkonda çiçek yetiştirmeyi bile hiç beceremem. Hadi balkondan da geçtim, süs kaktüslerimin bile öldüğünü görünce eve canlı hiçbir çiçek almamaya karar verdim. Ne de olsa en sonunda bana kalan boş saksı ve toprakları oluyor! Altta solda ise Adana'nın meşhur Taş Köprü'sünü görebilirsiniz.


Evdeki diğer aktivitelerimiz ise üst kattaki kapalı (ve genelde spor amaçlı kullanılan) balkonda gazete ve Türk kahvesi sefası yapmaktı. Akşamları da nargile elbette. İso'cum bir nargileyi de Adana'da bırakmıştı, güzel havalarda tüttürmek için ama bu kez üzerimizde montlarla oturabildik akşamları. Yine de kebabın üstüne iyi gitti nargile ve müzik sefası.


Sonuçta sevdiklerimizle yedik, içtik, güzelleştik, sohbet ettik, doğal hayatla buluştuk, ruhen ve bedenen dinlendik, hiç hesapta yokken yararlı alışverişler yaptık, bavulumuza "şaka limonları", nar ekşileri, pul biberler doldurup döndük İstanbul'umuza. Kaloriferler son sürat yanmasına rağmen Mayıs ayına girmek üzere olduğumuz için mızıldanmıyor ve "İstanbul'umuz" diyorum, çünkü İstanbul'un da en güzel zamanları geliyor. Zaten bir hafta içinde bahar gelmemiş olursa hepinizi güneş duasına çıkmaya davet edeceğim. Taksim Meydanı'nda toplanıp Güneş Tanrısı Ra'ya sesleneceğiz hep birlikte. Sesimizi duyacağına eminim. Yoksa Mikail'in keyfini bekleyerek baharı falan göremeyeceğiz bu gidişle. :) 


Adana'da "Boğaz" Turu

Geçen hafta Salı akşamından itibaren Adana'daydım. Aylar önce Şehir Fırsatı'nın Pegasus kampanyasını görüp "Nisan'da Adana harika olur" diye aldığımız biletlerimizi kullanarak gittik ama hava hiç de beklediğimiz gibi olmadı! Bu nedenle indirimli biletlerimiz için Şehir Fırsatı'na bir kez daha teşekkür ederken Adana'ya da teessüflerimi iletiyorum!

Bir de başlamadan önce ufak bir uyarı notu: Bu yazı Adana'nın lezzet duraklarıyla ilgilidir ve ağzınızı sulandırabilir. Dolayısıyla bu lezzetli yemeklere ulaşamayacak mesafede bulunanlar, rejimde ya da hamile olanlar için sakıncalıdır.

Çarşamba günü öğlene kadar senelik bakımım için servise gittim. Yani babamla birlikte hastaneye. :) Gözler, dişler, vs falan kontrolden geçtikten sonra da öğle yemeği için attık kendimizi Marina'ya. Hafta sonu İso geldikten sonra balık yemek gibi bir şansımız olmayacağı (ve üç öğün kebap yiyeceğimiz) için ilk gün balık sefası yapalım dedik. O gün hava da çok güzeldi. Bulutluydu ama arada güneşi de görebiliyorduk ve sıcaktı. Nereden bilebilirdik sonra ta biz gidene kadar İstanbul'un havası gibi bir havayla karşılaşacağımızı! Marina'nın muhteşem levrek ızgarası, Adana'nın harika yeşillikleri, İso'cumun "şaka limonu" dediği dokunur dokunmaz suları fışkıran limonları ve buz gibi bir şişe şarap eşliğinde öğle yemeğimizi yedik. Bu arada gittiğim gün öksürüğüm kesildi ve bir kadeh şarapla birlikte de sesim düzeldi. İlacımı buldum a dostlar. Artık hastayım diye içkiyi kesmek, dinlenmek falan yok. Ne o öyle, iki haftadır içim dışım ıhlamur olmuştu ama asıl ihtiyacım olan şey farklıymış meğer. :)

İso'cumun gelmesiyle birlikte kebaba geçiş yapıldı. Cuma ve Cumartesi akşamları rakı ve kebap ile şifa bulduk ailecek. Şimdi sıkı durun, size muhteşem bir kebapçı önereceğim. Adana'da kötü kebapçıya denk gelme olasılığınız zaten çok düşüktür ama yine de bunu bir yere not edin. Size bu yazımda bahsettiğim Tepebağ Ocakbaşı'nı hatırlıyorsunuzdur. İso'cumun favorisi olduğu için ilk akşam doğrudan oraya gittik. Keleş her zamanki gibi çok güzeldi. Ezmeleri, sarımsaklı domatesi, "mızıka" olarak getirdiği kaburgası, beyti ve Adana kebabı, çöp şişleri falan çok lezzetliydi. Amaaa...


Evet, bu kez bir "ama" ile Adana lezzet turuna devam ediyorum çünkü sanırım favorimizi değiştirdik. İso'cumdan emin değilim ama biz ailecek Keleş'i satıp Elem'e geçiyoruz. Karataş Yolu üzerindeki Elem'de yediğim kebabı daha önce hiçbir yerde yemediğimi söyleyebilirim. Ayrıca önden gelen kaşarlı humus ve kendi yapımları olan köfte gibi sucuklarının tadı da hâlâ damağımda. Kebap, lahmacun, kuşbaşı ve salatalarının tazeliği için de kendilerine tam not veriyorum. (Hatta hızımı alamayıp Vedat Milor'a bile önermeyi düşünüyorum burayı. Giderse de merak ediyorum nerelerden not kıracak ya da tam not mu verecek..:)) Gördüğünüz üzere burada da "hayata YENİ'den baktık", hem de yeni seriden. Rakılar arasında favorimin Yeni Rakı olduğunu söylemiş miydim bilmiyorum, Yeni Rakı'nın yeni serisine de bayıldım. Rakıseverlere öneriyorum. Bir de burası yenilendiği için salaş kebapçı havasında da değil. Bir örnek masa örtüleri, tertemiz servisler, güleryüzlü ve ilgili garsonlar ve bahçedeki portakal ağaçlarından gelen mis gibi koku eşliğinde midenize bayram ettirmeyi düşünebilirsiniz. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin (karşılığında bana dua yerine "yiyip yiyip kilo almama" enerjisi gönderebilirsiniz).

Elem tel no: 0-322-336 44 22. Adres: Karataş Caddesi Havutlu Mah. 6.km No:15 Yüreğir /Adana.



Pazar günü dönüşe geçeceğimiz günün öğleden sonrası bulutlar bir anda dağıldı ve içimizi ısıtan güney güneşi kendini nihayet gösterdi. Ama artık çok geçti, çünkü ben bu kez çoktan küsmüştüm ona ve yazın yeniden görüşene kadar barışmaya hiç de niyetim yoktu. Yine de güneşi görüşümüzü Kayıkhane'de bira ve patates kızartması ile kutlayalım dedik. Ve Adana'daki son birkaç saatimizi de kendimizi sıcacık güneşe, buz gibi biraya, yeşilbaşlı ördeklerin suda yaptıkları figürlere ve güneşin oluşturduğu yakamoza teslim ederek geçirdik.


Havalar nasıl olursa olsun bizim havamız iyiydi. Ama daha güzel bir hava görsek de fena olmazdı doğrusu. Güneşi gördükçe onu ne kadar özlediğimi de fark ettim. Hatta birazdan konsantre olup balkona güneş duasına çıkacağım! Gerçi havalar hemen ısınmasa da iyi olabilir. Zira en son bir ay önce "yaz geliyor!" rejimine ve spor programına başlamıştım ki daha iki hafta dolmadan hasta olup iki hafta yattım! Üzerine de Adana sabotajı gerçekleşince başladığım noktadan bile kötü bir duruma gelmiş olabilirim. Neyse, bugün Pazartesi değil mi? Ee, başlayalım o halde rejime. Zaten bu hafta hiçbir şey yemesem de Adana'da yediklerim beni idare eder diye düşünüyorum.Ama haksız mıyım soruyorum size, siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız bu dünya nimetleri karşısında? Hakkını vermez miydiniz, hı? :)

Ömer Hayyam (4)

Toprak olup gitmişlere sorarsan.
Ha gavur olmuşsun ha müslüman.
Kimler bu dünyada eğlenmemişse.
Ötekinde yalnız onlar pişman.

***

Yaşamak elindeyken bugüne bugün,
Ne diye bırakır, yarını düşünürsün?
Geçmiş, gelecek, kuru sevda bütün bunlar;
Kadrini bilmeye bak avucundaki ömrün.

***

Sarhoş oldum mu aklım azalır;
Ayıldım mı sevincim dağılır.
Ne sarhoş, ne ayık bir hal var ya
En güzeli öyle yaşamaktır.

***

İnsan son nefese hazır gerekmiş:
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş.
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz:
Böylece dirilirsek işimiz iş.

***

Elimde olsa bu dünyayı küçümserdim;
İyisine de kötüsüne de yuf çekerdim;
Daha doğrusu bu aşağılık yere
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm.

Saçlarınız Dökülmesin: BC Dökülme Önleyici Serisi

Farkındasınız değil mi? Basın bülteni ve haberler serisine devam ediyorum bu hafta boyunca, çünkü bilgisayar başından uzak günler yaşıyorum şu an. O yüzden gelen e-mailler arasından geçen hafta bunları sizler için seçip, kaydettim. Yani denemedim, bilmiyorum, ama bilginiz olsun mailleridir bunlar. Ama kavuşmamıza az kaldı, bekleyin beni..:)

BC Dökülme Önleyici Serisi’ni Deneyin,
 6 Haftada Saç Dökülmesinin Önüne Geçin…


        Üzerine titrediğiniz, en değerli hazineniz olan saçlarınız her geçen gün seyreliyorsa, bu soruna dur deme zamanınız gelmiş demektir. Dünyaca ünlü Schwarzkopf Professional, yeni BC Dökülme Önleyici Serisi ile saç dökülmesini sadece 6 haftada azaltarak saç kayıplarının önüne geçiyor.

        Dökülme Önleyici Şampuan,  Dökülme Önleyici Serum ve Dökülme Önleyici Tonik’ten oluşan BC Dökülme Önleyici Serisi, etkili bir bakım programı ile saçın seyrelmesi ve dökülmesine karşı çözüm sunarak güçlü ve dolgun saçlara kavuşmanızı sağlıyor.


Canlandırıcı Bakım Programı ile 6 haftada saç dökülmesine son…

BC Dökülme Önleyici Bakım Programı, canlandırıcı bakım uygulaması ile başlıyor. BC Dökülme Önleyici Şampuan ve BC Dökülme Önleyici Serum ile gerçekleştirilen canlandırıcı bakım programı sadece 6 hafta içinde saç dökülmesinin önüne geçiyor. Saç telini özel olarak içten yapılandıran canlandırıcı bakım, saç köklerinin yeniden canlanmasına yardımcı oluyor ve saç yoğunluğunu artırıyor.

        Koruyucu Program ile saçlarınız eskisi gibi güçlü ve parlak…

        Yeniden güçlü ve parlak saçlara sahip olmanız için geliştirilen BC Dökülme Önleyici Bakım Programı’nın 2. bölümü ise koruyucu bakım programından oluşuyor. BC Dökülme Önleyici Şampuan ve BC Dökülme Önleyici Tonik ile gerçekleştirilen koruyucu bakım sonucunda saç telleri yeniden güç kazanıyor. 6 haftalık canlandırıcı bakım programının ardından başlayarak 7. haftadan 24. haftaya kadar süren koruyucu bakım programı, her uygulamada saç tellerinin uzamasını destekliyor ve sağlıklı saçlara kavuşmanızı sağlıyor.

        BC Dökülme Önleyici Serisi ürünleri yalnızca Eczacıbaşı-Schwarzkopf Professional salonlarında satılıyor.

  Size en yakın Eczacıbaşı-Schwarzkopf Professional salonu için: www.eczacibasi-schwarzkopf.com.tr

KOROFEST


TÜRKİYE’NİN İLK GENÇLİK KOROLARI FESTİVALİ KOROFEST’E KATILACAK KOROLAR BELLİ OLDU

Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nün düzenlediği, “Türkiye’nin ilk gençlik koroları festivali” olma ayrıcalığına sahip Korofest’te bu sene yer alacak korolar açıklandı. 6-11 Eylül arasında İstanbul’un ayrıcalıklı mekanlarında konser verecek olan korolar şimdiden hazırlıklara başladı.

Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü tarafından ilki 2009 senesinde düzenlenen Korofest üçüncü senesine hazırlanıyor. Her sene olduğu gibi bu sene de Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen koroları buluşturarak kültürler arası etkileşime ve koro müziğine büyük katkı sağlayan festival, aynı zamanda sosyal sorumluluk projeleriyle gencinden yaşlısına birçok insanı koro müziğiyle tanıştırıyor ve onlara farklı bir bakış açısı sunuyor.

Bu sene 6-11 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivalin katılımcı koroları kısa bir süre önce belli oldu. Cantemus Pro Musica Girls Choir (Denes Szabo - Macaristan / Hungary), Carmina Slovenica (Karmina Silec - Slovenya / Slovenia), Sesto Fioretino Girls Choir (Giovanni Biswas - İtalya / Italy), Universitat Bonn Jazz Choir (Fraser Gartshore - Almanya / Germany) olmak üzere yurtdışından gelen korolarla birlikte; İstanbul dışından Ankara Vokal (Tayfun Ünver -Ankara), Işılay Saygın GSSL Korosu (İlhan Akyunak - İzmir), Mersin Oda Korosu (Engin Aktuğ - Mersin), Samsun Oda Korosu (Bilgen Özcan Coşkunsoy- Samsun) ve İstanbul içerisinden gelen KorIst (Arda Ardaşes Agoşyan - İstanbul), Marmara Üniversitesi (Bülent Halvaşı - İstanbul), Nazım Kumpanya (Volkan Akkoç - İstanbul), TRT Istanbul Radyosu Gençlik Korosu (Gökçen Koray – İstanbul) da bu sene Korofest katılımcı koroları arasında yer alıyor.

Konser mekanlarının arasında İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi olan St. Antuan, şapel görevi gördüğü zamanların büyüleyici yapısını hala koruyan Albert Long Hall bulunuyor. Bu yıl diğerlerinden farklı olarak dünyaca ünlü isimleri on binlerce seyirciyle buluşturan Cemal Reşit Rey Konser salonunun da bu listede yer alması büyük önem taşıyor.

Daha fazla bilgi için:

Büşra Mutlu
Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Halkla İlişkiler Komitesi Başkanı
E-mail: busraamutlu [at] gmail.com
Gsm: +90 537 287 48 26

Tehlikeli İlişkiler

Tiyatro sezonunu Şehir Tiyatroları'nın Tehlikeli İlişkiler adlı oyunuyla kapattık. Birkaç hafta önceden üçüncü sıranın ortasından İso'cumla birlikte izlemek için aldığım biletlerimizi Gizoş'la kullandık. Bu aralar İso'cum leyleği havalarda gördüğü için plan programımız sürekli değişiyor. Zaten neredeyse ben de gidemiyordum, çünkü feci şekilde hasta olmuştum ama gıcık gelir de öksürüklere boğulursam diye pastillerimi depolayıp düştüm yollara 10 Nisan Pazar günü. (Bu arada ilk kez hiçbir ilacın işe yaramadığı tuhaf bir virüsle karşı karşıyayım. Kuru öksürük aynen devam, ses gidip geliyor, burun tıkalı, vs. Neredeyse on gün oldu ama değişen hiçbir şey yok!)

Neyse, oyunu izledim ve yazıyı yazdım ama yayınlamak için Afife Jale Ödülleri'nin de belli olmasını bekledim. Dün yapılan ödül töreniyle birlikte Tehlikeli İlişkiler'in en iyi prodüksiyon ve en iyi yönetmen ödülünü aldığını duyunca (törene katılan Nesobaby'den aldım haberleri, yoksa bizim televizyonlarımızda ya da gazetelerimizde ne işi var tiyatro ödüllerinin canım!!) yazıyı güncelledim ve yayınlıyorum. Bu arada en iyi erkek ve kadın oyuncu dallarından da ümitliydim ama olmamış. (Zaten laf aramızda en iyi kadın oyuncunun Sondan Sonra'daki performansıyla Ahu Türkpençe olduğunu öğrenince de pek sevindim. Oyunu ve Ahu'yu ne kadar beğendiğimi hem blogumda hem de Ajanda'nın Mart sayısında yazmıştım hatırlarsanız.)

Bizim izlediğimiz gün bu sezonun son oyunuydu. Ama Fransız yazar Choderlos de Laclos’un romanından Christopher Hampton’un uyarladığı Aleksandar Popovski’nin yönettiği Tehlikeli İlişkiler adlı oyunun önümüzdeki sezon da oynayacağını düşünerek sizlere bilgi vermek istedim. 18. yüzyıl sonlarında, dönemin Fransız aristokrasisine dair eleştiri niteliğindeki oyunda bu dönemdeki çarpık ilişkilere dair de çok şey bulacaksınız. Başrolde hızlı bir aşk yaşamı olan, evli bekar fark etmeksizin çevresindeki tüm kadınları elde etmekten keyif duyan, skorlarıyla ün yapmış bir Vicomte de Valmont (Levent Üzümcü) ve onun kadın versiyonu diyebileceğimiz, feleğin çemberinden geçmiş, erkekleri (ve çevresindeki kadınları) parmağında döndüren, hırslı, entrikacı, duygusuz bir Marquise de Merteuil (Şebnem Köstem) var. Bunlar oyunun iki "kara kuğu"su aslında. Ve oyunda da temel olarak bu iki kara kuğunun düellosunu izliyoruz. Kendi kirli planları uğruna diğer masumların hayatlarına, ruhlarına ve duygularına verdikleri zararı görüyoruz. İçinde hâlâ duygu kırıntısı kalmış birinin aslında bunları yaparken ne kadar acı çekebileceğini fark ediyoruz. Ve bu karanlık ruhların çevirdikleri dolaplardan sonra da ruhlarının aydınlığa ve huzura kavuşmadığına, hatta daha da karardığına tanık oluyoruz. Zaten "utanmanın yalnızca bir defaya mahsus olduğu" düşünülürse, bu durum hiç de anormal sayılmaz, değil mi?!

Tomris İncer, Esra Ronabar ve Selin İşcan gibi isimlerin de yer aldığı bu güzel oyunda oyuncuların hepsinin oyunculuklarını çok beğendim. Ama izninizle Levent Üzümcü ve Şebnem Köstem'i biraz daha fazla beğendiğimi, hatta bayıldığımı söylemeliyim. Tiyatrocuların seslerini ve bedenlerini müthiş bir kontrol içinde kullanmalarına hep hayran olmuşumdur. İşte bu ikili de hem o açıdan hem de canlandırdıkları karakterleri bizlere mükemmel bir şekilde yansıttıkları için çok başarılıydılar.

Bu oyunda oyuncular dışında çok başarılı iki şey daha vardı: dekor ve kostümler. Dönem kostümleri çok şıktı. İkinci perde renklerin değişmesi (siyah-beyaz kullanımı) de güzel düşünülmüştü. Aslında yok gibi görünen dekor ise bence inanılmaz etkileyiciydi: dönebilen dev ayna paneller! Evet, tüm dekor buydu ve müzikle de birleşerek karakterlerin fırtınalı yaşamlarını ve ruh hallerini anlatırken inanılmaz bir etki yaratıyordu. Ayrıca seyirciler olarak kendi yansımamızı da o aynalarda görebilmemiz, ister istemez bizi de oyunun içindeki karakterlerden biri yapıyor ve kendimizi sorgulamamıza neden oluyor. O yüzden dekor ve kostümler için de ekibe kocaman bir alkış gönderiyorum. Bu arada kadın oyuncuların hepsini o kostümlerle o dönen aynalara takılmadan oynayabildikleri için ayrıca takdir etmek gerekiyor galiba. Bir an aynı durumda kendimi düşündüm de! :)

Not: Bu arada Levent Üzümcü ve Presidente de Tourvel rolündeki Selin İşcan'ın oynadığı oyunun çok önemli ikili sahnelerinden birinde bizim gibi üçüncü sırada ama daha kenarlarda oturan bir seyircinin telefonu çaldı. Ve kadın yüzsüzce açıp konuştu! Levent Üzümcü'nün durup bir süre imalı bakışına rağmen de tınmadı! Biz fısıldama halinde duyup bir şey anlamamıştık ki arada kadının yakınlarında oturan seyirciler hep birlikte kadına bağırınca durumu öğrendik. Bunlardan biri de kadının tam arkasında oturan tiyatrocu Erhan Yazıcıoğlu'ydu. Haklı olarak çok sinirlenmişti ve kadını saygısızlıkla suçladı. Ama kadın pişkin pişkin karşılık falan verip, "hastamız vardı, n'apalım..." falan gibi açıklamalar yapmaya kalktı. Bunun üzerine daha sıkı bir ayar geldi ve kadın ikinci yarıda gelemez diye düşündük, ama geldi, yerine kuruldu ve izlemeye devam etti. Saygı... Biraz saygı... Bu kadarı bile zor geliyorsa -hem de bir tiyatro izleyicisine- medeniyetten bahsetmemize daha çok vardır diye düşünmeli miyiz dersiniz?

Neyse, bu güzel oyunu önümüzdeki sezon mutlaka izleyin. Çok beğeneceksiniz.

Şimdiden iyi seyirler.

Boğaziçi Spring Music Fest’11


Boğaziçi Üniversitesi’nin 20 yıldır devam eden Boğaziçi Spring Music Fest’11 etkinliği bu yıl ilk kez 05 – 08 Mayıs tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü ve Ajan İstanbul tarafından düzenlenecek. Türkiye’nin önemli müzisyenleri Bülent Ortaçgil, Yeni Türkü ve Bulutsuzluk Özlemi’nin yanı sıra Geleneksel Taşoda Konserleri ile genç müzisyenlerin de sahne alacağı festival amatör ve usta müzisyenleri buluşturacak. Festival kapsamında:

* Büyük usta Bülent Ortaçgil, 05 Mayıs akşamında, Albert Long Hall’un büyülü
atmosferinde vereceği akustik konserde, en sevilen şarkılarını dinleyicileri ile paylaşacak.

* Festivalin ikinci günü 06 Mayıs akşamı ise, müzik dünyamızın 80’li yıllardan beri en önemli grupları arasında bulunan Yeni Türkü ve Bulutsuzluk Özlemi’nin vereceği konserle gerçek anlamda bir müzik şölenine dönüşecek.

* Genç Taşoda sanatçılarının sahne alacağı 07 – 08 Mayıs tarihleri festivalin en can alıcı bölümünü oluşturuyor. Bugüne kadar Teoman, Nil Karaibrahimgil, Mor ve Ötesi, Badem, Sakin gibi sanatçı ve grupları müzik dünyamıza kazandıran Bogaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’ne ait Taşoda Stüdyosu, belki de yakın bir zamanda adını sıkça duyacağımız yeni müzisyenleri barındırıyor!

* Güney Kampus Otoparkı'ndaki açılış partisinde son 50 yılın unutulmaz yerli ve yabancı rock şarkılarından oluşan “Rock Forever” DJ performansı ile Ataberk, öğrencilere keyifli bir müzik şöleni sunacak.

* Ve 06 Mayıs akşamı konser öncesinde keyifli bir Cenk&Erdem söyleşisi sizleri bekliyor.

Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olmayanlar için biletler çok yakında Biletix'te satışa sunulacak. Baharın coşkusunu festival tadında yaşamanız dileğiyle...

Ömer Hayyam (3)

Orucumu yiyorsam ramazanda
Mübarek aydan habersizim sanma
Çileden gece oluyor da gündüzüm
Sahura kalkıyorum gün ortasında.

***
Bahar geldi; başka şey istemem kafamda;
Hele akla hiç yer vermem bahar soframda;
Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni:
Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma.

***
Felek doğruyu eğriyi tartaydı,
Her işine güzel demek kolaydı.
Böyle mi yaşardı iyiler dünyada,
Evrenin özü doğruluk olaydı?

***
Bayram geldi; işimiz iştir bu aralık;
Horoz kanı gibi şarap bollaşır artık.
Gel gelelim eşekler de boş gezer şimdi:
Oruç gemi ağızlarından çıkar, yazık!

***
Kim için bu yerler gökler? Bizim için.
Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün.
Evren bir yüzük gibiyse çepeçevre
İnsan, taşında bir nakış o yüzüğün.

Yazılı Olmayan Görgü Kuralları

Yazılı olanlarına bile uymadığımız için bizi hiç ilgilendirmiyor olabilirler ama hatırlamakta yarar var bence.

* Doktor muayenehanesinde/hastanede, müzede, bir sanat galerisinde, (hatta biriyle yemek yerken bile ama günümüzde bunu talep etmek çok zor olsa gerek!) cep telefonunu sessize getirmek gerekir.

* Spor merkezi, ulaşım araçları gibi cep telefonunun yasak olduğunu gösteren uyarı levhalarına rağmen konuşma dürtünüzün önüne geçemiyorsanız, en azından bağıra çağıra konuşmamanız gerekir.



* Bir restoranda bir masada beş kişi oturuyorsa ve hiçbiri birbiriyle konuşmadan sadece önlerindeki "akıllı" telefonlarından tweet atmakla ilgileniyorlarsa, bu kişilerin aklından şüphe etmek gerekir. Zira bunu tek başınızayken yapmak daha uygundur, böylelikle masadaki diğerlerine saygısızlık yapılmamış olur. Belki de masadaki herkes bunu yaptığı için olay, grup içinde saygısızlık olarak algılanmıyordur ama dışarıdan bakıldığında acınası göründüğünü belirteyim. (Twitter'cı ünlülerden birinin G-Mall Num Num'da bunu yaptığını gördüm. Biz de sinema öncesinde oradaydık. Döndükten sonra hesabına baktım "nedir bu kadar önemli olan" diye ve gördüm ki o gün imza günü varmış ve hayranlarından gelen mesajlara cevap veriyormuş! İki saat boyunca! Masasındakilerle iki kelime konuşmadan! Çok vahim bence!)

* Tiyatroda veya klasik müzik konserlerinde sakız çiğnenmez! Bence yanındakine saygısızlık yapmamak adına seyircilerin yan yana oturduğu (sinema dahil) hiçbir etkinlikte sakız çiğnenmemeli zaten. Kaldı ki en önde oturup da senin için haftalarca prova yapmış, hazırlanmış ve karşında canlı bir oyun sahneleyen bir tiyatrocunun karşısında sakız çiğnemek çok ayıptır.

* Uçakta ya da otobüste henüz yemek servisi toplanmamışken koltuğu yatırmak ayıptır. Yemekler bittikten sonra da koltuğunu arkandaki yolcunun ağzının içine girecek kadar yatırmamak gerekir ama kime diyorum ben!

* Sosyal mesafe denen bir kavram vardır. Yolda durdurduğun birine bir şey soracaksın diyelim. Öyle el-kol teması, burnunun neredeyse karşındakinin burnuna dokunacağı mesafede durmak rahatsız edicidir. Yürüyen merdivenlerde sol şeritte bekleme yapmayıp acelesi olanlara yol vermek, sağ şeritte ise bir basamak boşluk bırakarak sıralanmak en iyisidir. Aksi takdirde hiç tanımadığın birinin nefesini kulağınızın dibinde hissetmenin dayanılmaz asabiyetini yaşamanız mümkündür!

* Yeni ev alan birine ya da işinden bahseden birine "Kaça aldınız evi?" ya da "Maaşın ne kadar?" diye sorulmaz. Daha doğrusu biz bunu böyle öğrenmiştik ailelerimizden ama istisnaların bu görgü kuralına uyanlardan daha fazla olduğunu, dolayısıyla pek bir istisnalıklarının kalmadığını fark ediyoruz. Aile çevren ve yakın dostların arasında bu tür sohbetler edip etmemek size bağlıdır tabi ama iki kez selamlaştığın insan bile bu soruları sorabiliyor. Ben bunun büyük densizlik olduğunu düşünüyorum doğrusu. (Bu densizlikler karşısında da apışıp kalmışlığım çoktur bu arada. Sonradan daha da sinir olurum!)

* Üstteki maddeyi yazarken aklıma geldi de sahip olduğu maddi zenginliklerden bahsedenler inanılmaz çoğaldı son zamanlarda. Herkes illa ki arabasının markasından, nasıl bir evde oturduğundan, hangi marka çantayı ne kadara aldığından, nereye ne harcadığından bahsederek karşısındakine "statü"sünü gösterme derdinde. Harcadıkları paraların değil zihinsel emeğin kendilerini geliştireceğinin farkında olmayan bu insanlara çok geç olmadan yardımcı olmak gerektiğini düşünüyorum. Ve aslında onlar için üzülüyorum ama yine de yaptıklarının görgü kurallarına çok ters olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

* Apartman dairesinde zeminin halı kaplı değilse takır tukur ses çıkaran bir ev terliği giymemek gerekir. Tamam, belki iğne topuklarla kovalamaca oynama fanteziniz vardır, ama bunun alt komşunuzu hiç ilgilendirmediğini unutmayın. Birileri topuğunuzu kesip elinize vermeden önce kendinize ya farklı fanteziler bulun ya da fantezi alanlarınıza halı serin!

Daha yüzlercesi bulunabilir elbette, ama ilk aklıma gelen ve olumsuz örneklerini en sık gözlemlediğim yazılı olmayan görgü kuralları bunlar oldu. Sonuçta insanın "saygı" sözcüğünden ne anladığı ve karşısındakine yeterince saygı gösterip göstermediği önemlidir. Japonların tsunami felaketi sırasında ne kadar erdemli davrandıklarını anlatan e-postaları görmüşsünüzdür. Herkesin diğerlerini de düşünerek ihtiyacı olan kadar alışveriş yapması, su ve yiyecek kuyruklarındaki disiplin, güçlülerin zayıflara yardımcı olması, yağma ve talan olmaması gibi en uç felakette bile insana yakışan davranışların sergilenmesi hangi yazılı kurallarla mümkün kılınabilir? İster uç durumlar ister olağan yaşamda olsun insan gibi davranmanın ne olduğunu doğal olarak biliriz (işimize gelir ya da gelmez o ayrı), çünkü ne de olsa insanız. İnsan olduğumuz için de övgü beklemeyeceğiz herhalde, değil mi?

Kürk Mantolu Madonna

Geçen hafta başında bitirdiğim bir Türk klasiğinden söz edeceğim sizlere bu yazımda. Uzun zamandır kütüphanemde duran ama bir türlü elime alamadığım (bir diğeri için bkz. Eylül) harika bir romandan yani. Haftalar önce bir gün spordayken TV kanallarını dolaşıyordum ve Selim İleri ve Tuna Kiremitçi'nin konuk olduğu bir edebiyat programına rastladım. Orada Selim İleri'nin ağzından da tüm zamanların en beğendiği romanı olarak Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sını duyunca bu romanı okuma programının ilk sırasına almaya karar verdim. İyi ki de vermişim, zaten çok da geç kalmışım bu güzel romanı okumak için.

Sessiz, sakin, aile yaşamı içinde pısırık görünen, içinde ne fırtınalar gizlediği asla belli olmayan Raif Bey karakteri unutulmazlarım arasındaki yerini aldı. Maria Puder'le yaşadığı aşk da öyle elbette. Günlüğünü bir gecede okuyan o iş arkadaşı gibi ben de romanı bitirene kadar elimden bırakmak istemedim. Zaten öyle de oldu sayılır. İkinci gün tadı damağımda kalarak bitmişti. 1943'te ilk baskısı yapılan romanın YKY'de 44. baskısı yapılmış ve eminim yıllarca yeni baskıları da yapılmaya devam edecektir. Sabahattin Ali'nin yalın ve o dönemden bu güne sadeleştirilmeye gereksinim duymayan dili, duru anlatımı ve psikolojilerini derinlemesine irdelediği karakterleri kitabı elinizden düşürememenize neden olacaktır. Şimdiye kadar okumamış olanlara okumalarını öneriyor ve kitaptan seçtiğim birkaç alıntıya geçiyorum.


...insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar...


...dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adami bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldigimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?...

Maria Puder'in okul yıllarında kız arkadaşlarıyla ilgili düşünceleri:

...Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu...
Maria Puder'in sevmek istediği erkek tanımı:

...hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek... Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek... Yani hakikaten kuvvetli,tam bir erkek...

...Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk...
Ülke tarihimizdeki ilk fail-i meçhul cinayetlerden birinin kurbanı olarak 41 yaşında hayatını kaybeden büyük yazar, daha uzun yaşasaydı kim bilir daha neler neler üretebilirdi? Ne yazık ki başarıları cezalandırılan pek çok isim gibi bu ülkede doğmuş olması biz geride kalanlar için bir gururken kendisi için bir şanssızlık sayılabilir. Bu anlamda öteki diyara içinin rahat gitmediğine eminim, ama umarım huzurlu bir ebedi uykudadır...

İyi okumalar...

Kaybettikten Sonra Değeri Anlaşılan En Birinci Şey Nedir?

Geçen Perşembe günü "Yaşasın bahar geldi!" diye sevin çığlıklarıyla kendimi dışarı atan bendeniz Cuma'dan beri feci hasta bir şekilde evden dışarı adımımı atamadan yatıyorum. Gerçi birazdan çıkıp eczaneye gidip yeni ilaçlar alacağım. Dün tamamen yok olarak eve temizliğe gelen Mukaddes'le işaret diliyle konuşmama neden olan sesim bugün birazcık çıkabildiğine göre eczacıya derdimi anlatabilirim diye düşünerek bu fırsatı kaçırmak istemedim. Söz konusu sağlık olunca insanın öncelikleri nasıl da değişiyormuş meğer! Önceden "şu serginin son günüymüş kaçırmayayım", "Şehir Fırsatı'ndaki masaj fırsatını kaçırmayayım" ya da "hava süper, güneşi kaçırmayayım, sahilde yürüyüşe gideyim" derken şimdi "sesim hazır sabah saatlerinde çıkabiliyorken eczaneye gidip de derdimi anlatabilme fırsatını kaçırmamak" önceliğim oldu. Ha bu arada bir de hafta sonu hemen yakınlarımızda bir aktar olduğunu öğrenerek oradan bilimum ot çöp alma fırsatını kaçırmadım. Ve bu tür yararlı bitki çaylarını içmekten nefret etmeme rağmen son dört gündür hayatım boyunca içmediğim kadar çok ıhlamur+tarçın+karanfil+elma kabuğu çayı içip, sabah akşam da birer tatlı kaşığı ballı zencefil yuttum! Sonuç: her geçen gün daha kötüye gitti. Kuru öksürük, halsizlik ve ses kısıklığı had safhada.

(gloomies.com)

Tabi bağışıklık sisteminin zayıfladığını gören kocaman bir aft da gelip dilimin ucuna kondu! Ben de bilimum radikal yöntemlerle (üzerine sülfürik asit içerikli ilaçlardan tutun da yanıklara karşı kullanılan Anestol Pomad sürmeye, ya da Internet'ten görüp sumak veya tuz bastırarak gözlerimden yaşlar akarak aynanın önünde durmaya, tentürdiyotla gargaradan Baticon sürmeye kadar her şeyi denedim) ona karşı savaş açtıkça o daha da güçlendi. Artık bugün son olarak dilimin ucunu kesmeyi düşünüyorum! Herhalde acısından ancak öyle kurtulabileceğim!

Oysa Cuma akşamından itibaren ne güzel planlarım vardı. Son iki haftadır falan çok düzenli yaptığım ağırlık ve kardiyo programımı tam gaz uyguluyordum. Cumartesi de arkadaşlarımızla birlikte ocakbaşında rakı ve kebap sefası yapacaktık. Pazartesi üç kız bizim evde buluşup şarap+peynir+pizza sefası yapacaktık. Arada kuaföre gidip saçlarımı boyatacaktım. Falan filan... İso'cum eminim bunları okuyunca benim "kendimi hayatın akışına bırakma konusunda" bir adım bile ilerleyememiş olduğumu düşünüp hayal kırıklığına uğrayacaktır. Hatta "ne var sanki üç-beş gün ya da bir hafta-10 gün hasta olmuşsan? Hayatın içinde bunlar da var? Planlar, programlar kaçıyor mu? Yine yaparsın istediğin şeyi. Üzerine battaniyeni çekip dinlenmene baksana sen," diyecektir. Tamam, haklı da belki ama huylu huyundan vazgeçemiyormuş demek ki. Bende bu durum hep vardır: önümüzdeki günleri planlama ve planın dışına çıkıldığında sinirden çıldırma!

"Tanrı'yı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan bahsedin!" sözünü duyduğumda çok hoşuma gitmişti. Ama neye yaradı derseniz hiç! Sonrasında da defalarca Tanrı'yı kendime güldürdüm. Zaten son zamanlarda kendisiyle oldukça mesafeli bir ilişkimiz var. Ama niyetim kötü değil, sadece seviyeyi korumak için araya mesafe koymak istedim.Yoksa yattığım yerden İso'ya dönüp "Hımmm, şimdi anladım, Allah'tan hayır geldiği görülmemiş ki böyle denmiş demek ki," falan diyordum. İso da gazetesini okurken "hayırdır inşallah, ateşi falan da çıkmaya başladı galiba," diye yanıma geldiğinde "Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin, sözünden bahsediyorum. Zerre kadar iyilik beklemediğin insana söylersin bunu değil mi? Demek ki Allah'tan o kadarı bile beklenmiyor!" "Ya da ne bileyim en kötü beddua "Allahından bul!" sözüdür demezler mi?" Neyse, işte benim sinir küpü halet-i ruhiyem yüzünden bu aralar pek mesafeliyiz. Bence en iyisi. Yoksa bu halde bir de dua falan ettiğimi düşünsenize!


Neyse, ben tüm bunları ne diye yazdım derseniz aslında kısacık bir "hasta oldum" bilgisi verip size okuduğum bir kitaptan söz edecektim ama bilgisayarın başına oturunca işler "planladığım" gibi gitmedi işte. İçimi dökesim varmış demek ki. Dün tüm gün konuşamayınca da parktaki bankta sessizce oturan, tehlikesiz görünen ama ilk yapıştığı kurbanına bütün hayat hikayesini anlatan yaşlı teyzeler gibi dökülüp saçıldım. Şimdi toparlanma zamanı. Daha çok işim var, eczaneye gidilecek, ıhlamur kaynatılacak, dilimin ucu kesilecek....:)

Beyoğlu Ganimetleri

Geçen Perşembe hava biraz güzel gibi olunca (yani ucundan azıcık güneşi görünce) kendimi Beyoğlu'na atmaya karar verdim. Hatta bankacılık yıllarında birlikte çalıştığımız bir arkadaşımın da o hafta izinli olduğunu öğrendim ve Beyoğlu turunun ikinci yarısını da onunla geçirmeye karar verdik.

Büyük bir coşkuyla kendimi dışarı atmıştım ki daha İstiklal Caddesi'nin başında mideme yumruk gibi oturan o kötü haberi öğrendim. Ekonomik  olarak daha fazla ayakta duramayan İstiklal Kitabevi kapanıyormuş. Benim için Beyoğlu'nun simgelerinden biri olan, kaliteli ve bilgili çalışanlarıyla, kitapçı gibi kitapçılardan biri olan İstiklal Kitabevi'nin günümüzde yaşayamıyor olması beni bir kez daha yaşadığımız dönemden soğuttu. Son üç gün olduğu için tüm kitaplarda ve müzik ve film CD'lerinde indirim yapan kitapçının önünde kuyruklar oluşmuştu. Ancak ikinci gün olduğu için neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Ben de biri Elif'le buluşmadan önce biri de Elif'le birlikte olmak üzere iki kez o kalabalığa dalarak Hayko Cepkin'in son CD'si Sandık'ı ve Selim İleri'nin Bu Yalan Tango kitabını alabildim. Balık Pazarı'nın içindeki sahaflar çarşısından ise Doris Lessing'in Gene Aşk romanını aldım. Ama bunlar aslında aradıklarım değil de bulabildiklerimdi.


Daha sonra Ara Kafe'nin yanındaki Çorbacı'da bir çorba molası verip, Clandestino'ya uğrayıp Dido'cumun kulaklarını çınlatıp,  Odakule'ye giderken klasik duraklardan biri olan o kocaman Golden Rose mağazasına en azından bir dudak kalemi almak için uğrayıp, kendimi Odakule Sanat Galerisi'ndeki "Sanat Uzun Yaşam Kısa" ("Ars Longa Vita Brevis") sergisine attım. "Bu sergiyi nereden hatırlıyorum?" diyenlere yardımcı olayım: Belki Nisan ayının Ajanda'sında görmüş olabilirsiniz. :) 2003'ten bu yana Kanarya Adaları'nda yaşayan 1970 doğumlu ressam Birsen Özbilge'nin 25 adet yağlıboya ve karışık teknik, 14 adet çizim ve karışık teknik ile yapılmış tablolarından oluşan sergiyi 30 Nisan'a kadar gezebilirsiniz. Resimlerin her birinde Latin özlü sözlerinden yola çıkılmış ve sözün orijinali de tabloda yer alan o metal zincirlerde yazıyor. Ben özellikle yağlıboya olanları çok beğendim. Yolunuz düşerse görün derim.

Sergiden sonra Elif'le Midpoint'in terasında buluştuk. Hava süperdi. Ya da biz öyle sanıyorduk çünkü akşamına sesimin kısıldığını, boğazımın görünmeyen güçler tarafından tırmalandığını ve yandığını fark ettim. Yine de orada güneşin altında muhteşem deniz manzarasına karşı kahve içip sohbet etmek çok keyifliydi. Sonra Elif'le oradaki pasajın içinde bir tur attık, Mango'yu didikledik (Outlet katında ilk kez hiç sıra yoktu ve bir etek düşürdüm kendime! Oleeey! Gizoş'un kulakları çınlasın bu kez de! :) ) ve bir kez daha İstiklal Kitabevi'ne uğradık. Orası burası derken akşamı etmişiz. Daha eve gidip öksürükle boğuşan kocacıma çorba yapmam gerek! Kendime de yapsam iyi olur, zira evdeki hasta sayısı akşam itibariyle birken iki olmuş olacak.

Ha bu arada aklıma takıldı: görmeyeli Muhteşem Yüzyıl'daki Pargalı sayısı da ikiye katlanmış gibi!! Hürrem'in İtilmiş'ten beter gösterildiği diziyi protesto edip üç haftadır izlemiyordum ki Çarşamba günü bir baktım saray ortamı gitmiş, ufak bir balıkçı kasabasında yine "ecnebi Türkçesi" konuşan tipler ve en kötüsü de iki tane Pargalı içip sohbet ediyorlar!! Böylelikle diziyi bırakma kararımın doğruluğunu anlayıp acilen kanalı değiştirdim. Ben hayallerimdeki aklı başında, ilim irfan sahibi, adaletli, hayırsever, birlikte gülen, eğlenen ve sohbet eden Kanuni&Hürrem ikilisiyle yaşamıma devam etmeyi tercih ediyorum. Size de tavsiye ederim. Gündemden geri kalmamak adına dizideki saçmalıkları da Ekşisözlük'ten takip edebilirsiniz. :)

Hepinize iyi haftalar...

Ömer Hayyam (2)

Hafta sonuna Hayyam yakışır değil mi? Ömer Hayyam dizisinin ikinci bölümü için seçtiğim dörtlükler aşağıdadır.

Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?

***

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.

***

Dünya üç beş bilgisizin elinde:
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme;eşek eşeği beğenir:
Hayır var sana kötü demelerinde.

***

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de oradaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz.
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Bu hafta sonu kadehler Hayyam'ın ruhuna kalksın o zaman. İyi tatiller.:)

Çok Gerekliymiş Gibi Aklıma Bunlar Takıldı!

  • Shopping Fest'in ilk günlerinde Hürriyet'in hafta sonu verdiği eklerden birinde Cengiz Semercioğlu "Alışveriş yapan kadın seksidir," buyurarak kendince festivale gaz vermişti. Kendisinin bu sözünden yola çıkarak alışveriş yapan kadınları sadece reklamlarda gördüğünü sanıyorum. Hani fönlü saçları ve yüksek topuklarıyla incecik bedenlerinin üstüne tuttukları bir elbise ile aynaya gülümseyerek bakan tipler gerçekten de seksi görünebilir. Ama gerçekler maalesef o ideal görüntüden pek uzak! Ayrıca alışveriş yapan kadın seksi mi değil mi bilemem ama alışverişkolik kadının seks açlığı olduğundan -neye dayanarak olduğunu bilmesem de- eminim. 
  • Kadının, içindeki kadın ve erkek yönleriyle daha barışık olduğu sonucuna vardım. Nasıl mı? Sadece masaj yaptıranların tercihlerine bakarak. Genelde kadınlar da erkekler de kadın masöz tercih ediyorlar. Soranlara söyleyeyim: hem çevremdeki insanlar hem de masaj için gittiğim yerlerde söylenenlerden dolayı böyle bir genellemeye vardım; yani bilimsel bir örnek grubum yok. Ben erkeklerin kadın masöz tercih etme nedenlerinin homofobik yanlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Kadın o kadar homofobik değil bence. Ama erkek, sanırım içindeki kadın ile çok da barışık olmadığı için bir erkeğin ellerinin vücudunda gezmesinden pek hoşlanmıyor olabilir. Siz  ne dersiniz? (Sırıtarak "happy ending" muhabbeti yapmaya kalkanlara uçan tekme atarım!)

Altı çizili tezlerim mümkünse uzmanlarca araştırılsın ve sonuçları da İmgeleme'nin psikoloji dünyasına armağanı olsun. :)

İyi hafta sonları!

Ajanda Nisan Sayısı Çıktı!


Duyduk duymadık demeyin! Online Ajanda dergimizin Nisan sayısı Internet'te! Ben de Etkinlikler ve Tiyatro bölümleriyle karşınızdayım. Okumak için tık tık! PDF olarak indirmek için tık tık. :)

İki Muhteşem Film

Hafta sonu izlediğimiz iki filmi kısaca anlatayım sizlere. Filmlerden ilki Atlıkarınca. İlksen Başarır ve Mert Fırat'ın Başka Dilde Aşk filminden sonra ikinci kez bir araya gelerek yine harika bir iş çıkardıkları bu filmi mutlaka izlemelisiniz. Böyle genç insanların toplumsal ve sosyal konuları ele alan filmler yapmalarının beni gelecek adına inanılmaz umutlandırdığını daha önce söylemiş miydim? Özellikle bugünlerde o kadar ihtiyaç duyulmasına rağmen bir o kadar nadir bulunan umut coşkusunu ortaya çıkaran her insanı yalnızca bunun için bile takdir etmek gerektiğine inanıyorum. İşte bu ikili de sırf bu duyarlı yaklaşımlarından dolayı bana göre filmi izlemeden bile takdiri hak ediyorlar.

Filmi izledikten sonra ise daha da takdir edilesi bir iş yaptıklarını görüyorsunuz. Ensest gibi rahatsız edici ve kolaylıkla duyguları (ve çocuk oyuncuları!) sömürebilecek bir konuyu bu kadar dokunaklı ve dozunda aktarabilmek çok zor olsa gerek. Baba rolünde Mert Fırat, anne rolünde ise Nergis Öztürk'ün oynadığı filmde iki çocuklu orta halli bir ailenin yaşamına göz atıyoruz. Film boyunca çeşitli takıntıları olduğunu gördüğümüz babanın adı Erdem (ne ironik değil mi?), anneninki ise Sevil. Önce çocukların küçük olduğu dönemleri kısaca görüyoruz. Ağabey Edip'in çocukken babasından pek hoşlanmadığı belli, sonrasında da yatılı okula gitmiş zaten. Küçük kız Sevgi'nin ise genç kızlığa adım attığı dönemi izliyoruz daha çok. Yani belki de yaşadıklarının kendisini en yaralayacağı dönemde. Gerçi böyle bir şeyi yaşamanın "en" kötü dönemi var mıdır acaba? Hangi dönemde yaşanmış olursa olsun çocuklar üzerinde aynı travmatik etkiyi bırakmıyor mudur bu sapkınlık? Çocuğun cinsiyeti fark etmeksizin aynı güven kaybına yol açmıyor mudur?


İnsanın resmen midesine oturan bu filmde oyunculuklar inanılmaz başarılıydı. Nergis Öztürk'ü Kıskanmak'tan sonra ikinci izleyişim ve yine çok iyiydi. Çok sevdiğim Mert Fırat kendisinden nefret ettirmeyi başardı! Sevgi rolündeki küçük oyuncu Zeynep Oral'ı da çok başarılı buldum. Özellikle asıl anlamlarını daha sonra daha net çözdüğünüz bazı sahneler de hoşuma gitti: arabayla giderken köpeğe çarpmaları, çocukların alınlarına sürülen kurban kanı, yaralı olan çocuğun o an için daha güvende olan diğer kardeşinin yatağının yanına battaniyesini serip orada uyumayı tercih etmesi, vs. Ayrıca çocukların babalarıyla ilgili içlerinden geçirdiklerinin gösterildiği sahneler de süperdi ama en süperi babaya layık görülen sondu sanırım. Bu arada her şeyi gören ve anlayan ama konuşamayan felçli anneanne de acaba toplumda bu sorunla karşılaşanların büyük çoğunluğunun enseste yaklaşımını mı simgeliyordu acaba?

Bu harika ekibe bir kez daha tebriklerimi iletiyor ve hepinize bu filmi izlemenizi öneriyorum. İşitme engelliler için alt yazılı olarak gösterime giren Atlıkarınca'ya hem İstanbul Film Festivali'nde hem de Altın Lale'de başarılar!

İkinci bahsedeceğim film ise burada bahsettiğim Ali Poyrazoğlu söyleşisi sırasında not ettiğim olacak. Sonunda bulup izleyebildim. Ve bayıldım. Ümit Ünal'ın ilk filmi olan 2002 yapımı 9'un oyuncu kadrosu müthiş. Ali Poyrazoğlu, Serra Yılmaz, Fikret Kuşkan, Cezmi Baskın ve Ozan Güven gibi isimlerin oynadığı filmde aslında bir polis sorgulaması izliyoruz. Tek tek ifadeleri alınan mahalle sakinleri sayesinde Kirpi lakaplı mahallenin sokaklarda yaşayan "deli" kızının vahşi bir cinayete kurban gitmesinin sırrı çözülmeye çalışılıyor. Bu sırada çok çeşitli karakterleri de tanımış oluyoruz: "düzgün" bir yaşamı olan aile babası Firuz'u, mahallenin milliyetçi delikanlılarını, 'bu memleketin sahibinin kim olduğunu bilmezsen rahat edersin' diyen eski solcu kitapçı Salim'i, kulübesinde sokak hayvanlarıyla yaşayan bir başka "deli" Amerikalı'yı,  herkese çamur atmaktan çekinmeyen dedikoducu dindar teyze Saliha'yı. Tiplemeler çok başarılı, hikaye çok sürükleyici, ödülleri bol (21. İstanbul Film Festivali'nde en iyi film ve Serra Yılmaz'a en iyi kadın oyuncu; 14. Ankara Film Festivali'nde Ümit Ünal'a Onat Kutlar en iyi senaryo ve umut veren yeni yönetmen ve Fikret Kuşkan'a en iyi erkek oyuncu ödülü; oyunculara 10. ÇASOD Oyuncu Ödülleri'nde jüri özel ödülü ve Serra Yılmaz'a 2003 Sadri Alışık Ödülleri'nde bir en iyi kadın oyuncu ödülü daha ve 2003'te Oscar yolculuğu). Ama gelin görün ki hiçbir yerde bulamıyorsunuz ve bu kadar güzel bir yapımı izleyen kişi sayısı çok az. Çok yazık, değil mi? Türk sinemasının gurur verici yapımlarından biri olan 9'u bulabilirseniz mutlaka izleyin.

Şimdiden iyi seyirler.

Şah&Sultan

İskender Pala'nın Şah & Sultan kitabını bitirdim geçen hafta. Safevilerin Şah İsmail'i ile Osmanlı İmparatorluğunun Yavuz Sultan Selim'inin karşı karşıya geldikleri Çaldıran Savaşı'nın masalsı hikayesinin anlatıldığı bu romanda kaderin cilvesiyle birbirlerinden ayrı düşen ikiz kardeşler Hasan ve Hüseyin üzerinden de kardeşi kardeşe kırdıran savaşın acımasız yönü çok başarılı bir şekilde aktarılıyor. Tarihi arka fonun gerçek olduğu bu kurgu romanda iki büyük hükümdarın "kafire karşı savaşmak" için yola çıkmış olmalarına rağmen aslında hiç Hıristiyanlığa karşı savaşmamış olduklarını, yalnızca Müslümanların kendi içlerinde birbirleriyle savaşmalarına neden olduğu anlatılıyor. Bu bağlamda Alevi-Sünni ayrışmasının anlamsızlığına da değiniliyor. Hatta yazar bir röportajında şunları söylemiş: "...Çaldıran’da iki ordu birbirine kükredi, yeniçeri ile nökerler, Türk ile Türkmen birbirine saldırdı. Bu, aynı bünyenin kendisiyle savaşıydı. Aynı dinin, aynı kültürün, ayrı ırkın, aynı duyarlıkların savaşıydı. Belki iki ikiz kardeşin birbiri üzerine atılması gibiydi..."

Bir dönem romanı içinde bir de aşk olursa tadından yenmez değil mi, sevgili okur?  Burada da hem ilk aşkı Ömer, hem Şah, hem de Sultan'ın yaşamında önemli bir yer edinen güzeller güzeli Taçlı Sultan, hikayenin aşkla ilgili bölümlerinin baş kahramanı sayılıyor. Her zaman onun yanında yer alan Kamber Can da biraz acıyarak da olsa çok seveceğiniz karakterlerden biri olacak. Kendini Divan şiiri misyoneri olarak tanımlayan İskender Pala'nın romanında da şiirsel bir anlatım var. Ayrıca romanın içine serpiştirdiği Divan edebiyatı beyitleri de bence çok hoş bir tat katmış. Zaten her bölüme de böyle bir beyit ya da dörtlükle başlayan İskender Pala'nın hemen ardından o bölümde neler olacağını anlatan bir cümleyle devam edip bölüme başlamasını da şiddetle kınıyorum! Tam merakla beklediğin bir filmi izlemek için salona girerken birinin filmde neler olacağını anlatması gibi sinir etti beni o cümle. Ama dikkatin ona takılınca da bakmadan geçemiyorsun, o yüzden her bölümde hem okudum hem sinir oldum! :)

Yine de içinde tarihi gerçekler barındıran bu masalı okumanızı öneririm. Zaten bu havalar tam da kitap okuma havası değil mi? Hadi bakalım, en sevdiğiniz kupa ve koltuk sizi bekliyor. Gömülün kitabınızın sayfalarına...

Ömer Hayyam (1)

Dün geceden itibaren İso'cumla uyumadan önce yanda gördüğünüz kitaptan birkaç sayfa okumaya karar verdik. Ömer Hayyam'ın dörtlüklerini bilirsiniz. Zamanının çok ilerisinde bir şair ve filozof olan ve yazdıklarıyla ve yaşamıyla yobazlığa adeta savaş açmış olan İranlı Hayyam'ın dörtlüklerini Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle bizlere ulaştıran bu kitap yıllardır kütüphanede duruyordu ama henüz elimize almamıştık. Dün raflar arasında göz gezdirirken onu başucumuza almaya karar verdim. Birlikte okunabilecek kitaplardan biri olduğunu düşündüm. Bundan sonra da en beğendiğimiz dörtlükleri yayınlayacağım bir Ömer Hayyam serisi oluşturacağım için başlığı numaralandırdım ve blogda "Seçmece Alıntılar" kategorisi açtım. Hepimize hayırlı uğurlu olsun! :)



Şimdi  ilk on sayfamızı okuduktan sonra İso'cumla jüri olarak en yüksek puanı verdiğimiz dörtlükleri sizlerle paylaşıyorum:
Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri?
Sana düşer azapların, tövbelerin beteri.
Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:
Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri. 

***

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen. 

***

İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun; kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade, güzel
Ama Allah kanar mı bunlara? 

***

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle;
Yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.

Yeni yazı dizisini beğenmişsinizdir umarım. Sıradaki dörtlüklerde buluşmak üzere...