Hoş Gel 2014


2013'e veda ederken düşünüyorum da birçoklarının aksine ben 2013'ü sevmişim. Kendi adıma yeni yıldan değil hayattan en çok istediğim şey kendimin ve sevdiklerimin sağlıklı olması ve ağız tadıyla yapılan bol bol seyahattir. 2013 sağlık anlamında bizleri çok üzmediği gibi seyahat anlamında ise adeta patlama yaptırdı. Çoğu birkaç hafta, hatta gün önce planlanan birbirinden güzel kısa ve uzun seyahatler ve yaz tatilleri yaşadık İso'cumla.  Hele kapanış adeta bir rüyaydı (bitmesin diye yazmayı geciktirip uzattıkça da uzatabilirim, haberiniz olsun.:) )! 

Ülkemde yaşananlarla ilgili de mutsuz falan değilim. Elbette inandıkları adil ve demokratik düzeni savunurken canlarından, gözlerinden, bir sürü beyinsel yeteneğinden olan, işkence gören, suçsuz yere gözaltına alınarak tacize uğrayan canlar için içimiz yandı. Ama ses çıkarmanın, yıllardan sonra kıpırdanmış olmanın, sömürü ve ben yaptım oldu düzenine yeter demenin hazzını, heyecanını ve içimizde yarattığı umudu nasıl unuturuz. En basitinden doğa böyle düşünenlere minnettar, Gezi Parkı'ndaki ağaçlar böyle düşünenler sayesinde hâlâ ayaktalar. Ve doğa ile el ele ve onun düzeniyle uyum içinde olmak paha biçilemez. Ben 2014'te de doğanın  o muhteşem düzenine inanmaya ve ondan dersler çıkarmaya devam edeceğim. 

Son dönemde yaşananlar da yine verecek hesabı olanlarla ilgili gelişmeler. Doğayla, insanlıkla, ahlakla, dinle imanla, adaletle ilgisi olmadan müthiş bir çıkar düzeni kurarak şimdiye kadar çarklarını döndürmüş, birbirlerini desteklemiş grupların birbirlerine köstek olduklarında neler olacağını.bekleyip göreceğiz. Bu kadar büyük bir yozlaşma döneminin çalkantısız olması düşünülemez zaten. Yani 2014 güllük gülistanlık falan geçmeyecek ülkemiz için. Orası açıkça görünüyor. Ama geçirdiğimiz zorlu süreçlerin sonrasında aklın, mantığın, sağduyunun hakim olduğu, insana verilen değer, saygı ve adalet duygusunun, hoşgörünün yüksek olduğu bir düzen kurulmasını can-ı gönülden diliyorum. 

Ee bizde böyle, memleket meselelerine girince çıkılmıyor değil mi? Neyse, bu bir kutlama yazısıydı, o yüzden bir an önce kendimizle ilgili dileklerimizi dileyip bu konulardan çıkalım. 

2014'ten kendi adıma yine sağlık (ruhen ve fiziken) ve mutlu seyahatler, heyecan verici deneyimler, ruhumu zenginleştirecek etkinlikler diliyorum. Ayakkabı kutuları dolusu olmasa da olur (:P), ama bol kazanca asla hayır demem. Aklı fikri olana bol para iyidir; istediğin şeyleri yapmana, istemediğin şeyleri yapmamana olanak tanır. O da gelsin o yüzden, hatta aksın (derken yine MP bileti almadığımızı fark ettim)..:) Önümüze güzel işler, keyifli projeler, bayılacağımız sürprizler çıksın. Maddi ve manevi anlamda bolluk ve bereket dolu, harika bir yıl olsun 2014. Sevdiklerimiz için de aynısı olsun ki mutluluğumuz kesintiye uğramasın.

İşte böyle.. Teşekkürler 2013 ve haydi, hoş gel 2014! :)   

Hoop Kaçtım Ben! :)

Bir süre buralarda görünmeyebilirim. Yılın son macerası için hazırım ve çoook heyecanlıyım! Fırsat buldukça Instagram ve Twitter hesaplarımdan paylaşımlar yapabilirim. Ama asıl dönünce anlatabileceğim bir sürü güzel deneyim yaşamayı, keyifli anılar arşivimi olabildiğince zenginleştirmeyi umut ediyorum. Bu seyahatle -ve aslında her seyahatle- ilgili tek dileğim sağlığımızın yerinde olması, Tanrı'nın yukarıda bir yerlerden yaptığımız planlara kıs kıs gülüyor olmaması ve Murphy'nin yanımıza uğramaması.:) İşin geri kalan keyif kısmını dostlarımızdan aldığımız hepsi birbirinden değerli tavsiyelerle hallederiz sanıyorum. Birbirimizi özleyelim olur mu? ;)

* Görsel buradan.

İki Film Üç Lezzet

Bayramda Balkanlar turunu yaptığımız sırada Sarajevo'yu gezerken rehberimizden duyarak not ettiğim In The Land Of Blood and Honey (Kan ve Bal Ülkesinde ya da bizde Türkçeleştirildiği adıyla Kan ve Aşk) filmini sonunda izledik. Angelina Jolie'nin yazıp yönettiği filmde Bosna'da Sırplarla Müslüman halk arasında yaşanan savaş sırasında yıllardır bir arada kardeşçe yaşayan grupların nasıl insanlıktan çıkarak düşman oldukları ya da düşman edildiklerini içiniz acıyarak izliyorsunuz. Film bir savaş ya da siyasi bir film değil. İşin bu kısmına eleştirel bir bakışla masum insanların yaşadıkları ruhsal ve fiziksel travmalara odaklanıyor. Ve bence bunu çok da içtenlikle yapabilmiş. Angelina Jolie de işin şov kısmında gibi gelmedi bana. Samimi bir şekilde ezilenin, masumun, zalimin zulmüne maruz kalanın tarafında olduğunu açıkça hissettirebilmiş bu filmde. Hikayedeki Sırp subay ile Bosnalı Müslüman kadının aşkı da savaş sırasında insanların kişiliğinin ne yönde değişebileceğini, aralarındaki sevgi ve güven ilişkisinin ne boyutlara gelebileceğini çarpıcı bir şekilde göstermeye yardımcı olmuş. Oyuncular çok başarılı. Savaşta yaşananlar çok etkileyici bir şekilde anlatılmış. Yaklaşık 4 yıl boyunca insanlık dışı bir vahşet yaşanırken tüm medeni dünyanın başını başka yöne çevirerek görmezden geldiği bu korkunç savaşı ve burada belki de en çok kadınların yaşadıklarını Angelina Jolie adeta herkesin gözüne sokmak istemiş. Çok da iyi yapmış. Sırf bunun için bile izlemeye değer. Ama bundan çok daha fazlasını bulacağınıza emin olun. Gerçekten çok güzel bir film, izlemenizi öneriyorum.


Sırada psikopat bir ikili var. Kendi çaplarında bir oyun oynuyorlar ama bu pek öyle dışarıdan bakıp da "ay ne güzel, çocuklar eğleniyorlar aralarında" diyemeyeceğiniz türden bir oyun! Haneke 97'de çektiği (ve izlemediğimiz) aynı isimli Avrupa filminin ardından 10 yıl sonra yine Ölümcül Oyunlar ile karşımıza çıkmak istemiş. Bu kez A.B.D versiyonuyla. Tatil için göl evlerine gelen mutlu ve varlıklı, tek çocuklu ve tek köpekli bir Amerikan ailesinin çok kibar bir şekilde yumurta istemek için evlerine gelen genç bir delikanlı sayesinde kendilerini şiddet ve psikopatlık dolu bir döngüde buldukları bir gerilim filmi bu. Ama Naomi Watts ve Tim Roth ikilisi bile filme bayılmamı sağlayamadı diyebilirim. Hatta Haneke işi olduğunu bilmesem hani şu uykun kaçınca TV'yi açtığında karşına çıkan türden bir korku filmine bile benzetebilirdim. Ama işin içinde Haneke varsa bir derdi de vardır bu filmi yaparken dedim ve buraya yazmadan biraz web'de araştırınca bu iki psikopatın aslında burjuvaziye saldırdıklarını öğrendim. Filmden bunu çıkaramamıştım, benim eksiğim olsa gerek. Yani zaman öldürmek için ortalama bir gerilim izleyeyim diyorsanız, izleyebilirsiniz. Onun dışında izlememek kayıp değil.

Gelelim lezzet önerilerine. Bizim evin sokağının sonunda uzun zamandır duyduğumuz minik bir İtalyan restoranını, pardon trattoria'sını deneme şansımız oldu geçtiğimiz haftalarda. Trattoria Serenzo'ya önce İso'cumla birlikte, sonra da baş köşeye Durukuş'u oturtarak maaile gittik. İki seferden de çok memnun kaldık. Henüz o meşhur iki kişilik deniz ürünleri tabağını deneyebilmiş değiliz ama onun dışında neredeyse her şeyi denemiş olmanın haklı gururuyla sizlere her çeşit makarna (özellikle deniz ürünlü harikaydı) ve risotto'yu gözü kapalı öneririm. Etler de çok lezzetliydi. Başlangıç olarak ise bruschetta, peynir tabağı ve dana dil alabilirsiniz (sayınıza ve keyfinize göre). Ve ne yaparsanız yapın tatlıya da mutlaka yer ayırın. Limonlu tiramisunun da hayranları olduğunu duydum ama bence klasik tiramisudan vazgeçmeyin derim. İtalyan şefin eli çok lezzetli, eşiyle birlikte işlettikleri bu minicik, sıcacık, gösterişsiz ama güzel restoran tam Avrupa sokaklarında rastlayacağınız türden ve sunum da güler yüzlü ve son derece ilgili Hasan Bey'in elinden olunca "gelsin bakalım bir şişe ev şarabı daha" diyeceğinizi garanti ediyorum. Bu arada biz de sayımız ve çıkardığımız gürültü bakımından İtalyan ailelerini aratmayarak konsepte uyum sağlamışız, değil mi? ;)


İkinci lezzet önerisi Özkanatçı Kardeşler. Sarıyer'de acılı ekmek ile servis ettikleri tavuk kanatların tadı anlatılmaz yaşanır. Bir hafta sonu sahil ya da orman yürüyüşü sonrasında kendinizi buraya atmanız ve bu lezzetin tadını çıkarmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Salaş ama temiz ve leziz bir durak. Servis hızlı. Tavuk kanatlarınızı cacık ve salata eşliğinde hüpletmelisiniz. İsterseniz bira da var. Mutlaka denemelisiniz. Tavuk meraklısı değilimdir, dışarıda da evde de pek tavuk yemem, ama burayı yazarken bile kokusunu duyuyorum ve ağzım sulanıyor.;)


Belgrad Ormanı yürüyüşlerimiz sırasında keşfettiğimiz diğer bir lezzet de Tarihi Bilice Börekçisi. Börekle hiç aram olmamasına rağmen ve hatta çoğu böreği çok yağlı ve ağır bulmama rağmen buranın üzümlü kıymalı ve patatesli böreğine bayıldım. Bir kere oturduğumuzda denediğimiz kahvaltılıkları ve menemeni de çok tazeydi. Ama oturmak için çok da harika bir ortamı olmadığını düşünüyorsanız evinizde yapacağınız kahvaltı ya da beş çayı için börek almaya uğrayabilirsiniz. Pişman olmayacaksınız. 

Ağız tadımız hep yerinde olsun e mi? :)

MSA'da #lezzetidogalliginda Ayfrost ile Neler Yaptık Neler :)

Geçtiğimiz hafta Salı sabahı saat 9.15'te yollara düştüm. Hem de yemek yapmak için! İso'cum sabah sabah içimde uyanan bu yemek aşkına çok şaşırmış olsa da (ki onu günün ilerleyen saatlerinde bir kez daha şaşırttım :) ) Dilara'dan asla hayır diyemeyeceğim bir teklif almıştım. MSA'da Ayfrost ürünleriyle tanışıp, yemekler yapacak ve sonra da onları afiyetle yiyecektik. Maslak'taki Beybi Giz Plaza'nın B Blok'unda yer alan MSA'yı çok duymuştum, ama ilk kez bir workshop'ına katıldım ve böyle sefa içinde yemek yapmaya bayıldım. Hatta hani diyorum ki kendimize pişireceğim yemekleri de gelip orada yapsam, önüme malzemeler, araç-gereçler hazır gelse, fırınım önceden ısıtılmış, yağlı kağıdım emrime amade uzatılmış olsa, bulaşıkları düşünmesem, bir de yemek yaparken bana şarap ikram etseler. Harika değil mi? Böyle olursa ben bile yemek yapmaya bayılabilirim.:) Neyse, ciddi olalım lütfen, önlüğümüzü de takalım, çünkü başlıyoruz ve daha dört çeşit yemek yapacağız! 


Önce tatlımızla başlayalım. Nefis bir vişne soslu limonlu cheesecake yapıyoruz söylemesi ayıp. Bisküvili tabanını ve iç harcını iki ayrı karton kalıba paylaştırıp fırına atıyoruz. En sonunda Ayfrost vişne ile üzerinin sosunu hazırlıyor ve hepsini ayrı ayrı paketleyerek evimize ağız tadı olarak getiriyoruz. :)


Cheesecake fırında yaklaşık 45-50 dk. pişiyor. Biz de o sırada Ayfrost barbunya ile zeytinyağlı barbunya ve Ayfrost karides ve kum midyesi ile de risotto'muzu pişiriyoruz. Barbunyaya ilave olarak sadece biraz salça ekliyoruz inanabiliyor musunuz? Geri kalan her şey aşağıda gördüğünüz üzere tertemiz ve taptaze paketlenmiş ve doğranmış şekilde hazır ve nazır bizleri bekliyor. Bayıldım ben bu işe.:)


Her şeyin kolayına alışmıştık ama risotto ile elbette biraz uğraşıyoruz. Ama olsun, bu benim ilk risotto yapma deneyimim (galiba Dilara'nın da öyleydi). O yüzden heyecan dorukta! Ve ah bu İtalyanlar! Her şeyleri lezzetli, her malzemeleri özel, her yemeklerinin kıvamını tutturmak bir iş. Yine de ilk deneme olarak hiç de fena bir iş çıkarmadık doğrusu (hatta bayıla bayıla da yedik hepsini, ama Hakan Şef'in risottosunu tadınca anladık ki bir tık daha sulu olabilirmiş bizimki). O sırada şarap ikramı da yapıldığı için keyfimiz bir kat daha artmış olabilir. ;)  


En son Ayfrost palamutları da doğranmış soğan-biber-domates karışımı ile birlikte iki yağlı kağıdın arasına yerleştirip fırına atarken öğlene kadar dört yemek pişirmiş olmanın haklı gururunu yaşıyorduk diyebilirim. Evet, annem olsa "tembele sor işin kolayını" diyebilirdi ama annelerimizin çağında yaşamadığımız gerçeğini de unutmamamız gerekir. Hele İstanbul'daki hızlı yaşama ayak uydururken yıprananlar için bu tarz ürünlerle yapılan pratik yemekler hayat kurtarabilir. Biz sizler için Ayfrost ürünlerini test ettik ve onayladık. Migros, Macro, Real, vs gibi büyük marketlerde bulabileceğiniz Ayfrost ürünlerini gönül rahatlığıyla kullanmanızı öneriyorum. Risotto ve cheesecake tarifleri için Dilara'nın yazısına göz atabilirsiniz. 


Sonrasında ne mi yaptık? Karnımız tok, akşam için tatlılarımız paketlenmiş, sertifikalarımız elimizde, Ayfrost hediyelerimiz çantamızda olduğuna göre geriye eksik olan tek şey kaldı: kahve ve biraz daha sohbet! Atlayıp taksiye doğruca Kanyon'daki The House Cafe'ye gidiyoruz. Hımm, sohbet sırasında elimde bir defter ve kalemin görüldüğü ve Dilara konuşurken notlar aldığım doğrudur. Ayrıca iyi insan olduğum da İso'cumun arkadaşıyla yaptığı sohbet sırasında adımın geçtiği an, tamamen tesadüfen yanlarında bitmemle kanıtlanmıştır. :) O gün de İso'cumun yıllardır görmediğimiz LA'de yaşayan kuzeni bizi rüyasında görmüştür. "Hayırdır inşallah"tır... Evet, evet, illa ki hayırdır.. :)

İyi haftalar hepinize..Ağzımızın tadı yerinde, keyfimiz bol olsun!

Pera Müzesi'nde İki Sergi Birden

26 Kasım'da açıldığını duyar duymaz koşup gittiğim asıl sergi, Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran'ın 1950-1962 yılları arasında sürdürdüğü kariyerine sığdırdığı yaklaşık 8000 negatif arasından seçilerek hazırlanan Zamansız Fotoğraflar sergisiydi. 


Hepsi birbirinden güzel onlarca siyah-beyaz fotoğrafın arasında kendimi kaybettim diyebilirim. Hatta keşke daha fazlası olsaydı diye düşündüm. İngiltere’de eğitim almış ve ünlü fotoğrafçı John Vickers’ın öğrencisi olmuş ülkenin en iyi kadın fotoğrafçılarından birinin evlenip de kariyerine son vermesi kulağa üzücü geliyor. Gerçi fotoğraf kadar büyük bir tutkusunun da eşi Özdemir Asaf olduğu söyleniyor. Yani dışarıdan bakana üzücü görünen bir şey, onun hayatını keyifle kaplayan ve diğer tutkusunu kendi isteğiyle geri plana attıran bir durumdu demek ki. Yine de keşke bırakmasaymış demeden edemiyorum. 


Aşağıdaki kolajda ilk sırada gördüğünüz köy yaşamına dair fotoğraflar ve kar fotoğraflarına bayıldım. Gerçek insanlar ve gerçek ortamları konu alan fotoğraflarının hepsi çok etkileyici. "Şairane olan her şey fotoğraf konusudur," diyen Yıldız Moran'ın hayatı şiir gibi gördüğü ve yaşadığı karelerinden de anlaşılıyor. 19 Ocak'a kadar bu güzel sergiyi mutlaka görmelisiniz. 


19 Ocak'a kadar devam eden bir diğer sergi ise 1940 doğumlu Yunan ressam ve heykeltıraş Sophia Vari'nin çalışmalarını bir araya getiren bir sergi. Müzenin 4. ve 5. katlarına yayılan çalışmalar fazlasıyla modern. Aşağıda gördüğünüz tuval üzerine çalışmaların sulu boya olduğunu da belirteyim. 


Doğduğu Yunanistan'dan ilham aldığı renkleri, hacme ve boşluğa dair arayışlarıyla bilinen bir sanatçı Sophia Vari. Kariyerine ressam olarak başladıktan sonra kendisini özgürleştirecek bir ifade aracının peşine düşerek heykelle buluşuyor. Bronz ve mermer ile yaptığı kendine özgü anıtsal formlarıyla da ün kazanıyor. Heykellerinin dışında yukarıdaki gibi resim çalışmaları ya da aşağıda sol üstte gördüğünüz gibi kolaj çalışmaları bulunuyor. 


Yukarıda sağ üstte gördüğünüz iki figür çok renkli bronzdan yapılmış Kral ve Kraliçe. Aşağıdaki kırmızı-siyah heykel ise Geceyarısı Güneşi. Aşağıda sağda bulunan beyaz epoksi kabartma formun adı Annelik. Yani ben yazayım da hani gitmeden ne ile karşılaşacağınızı bilin, ona göre.:P Bizim anladığımız dilden konuşmayan, baktığımız yerden bakmayan, değişik bir isim Sophia Vari. Tanıştığıma memnun oldum. Yıldız Moran fotoğrafları için gitmişken ona da bir selam çakmadan ayrılmayın derim.

Şimdiden iyi gezmeler..

Petersburglu Usta

Sergiler arası bir kitap molası verelim. Son bitirdiğim kitapla karşınızdayım: Petersburglu Usta. (Kitabın başlığındaki kesme işareti kullanımı yanlış olduğu için ben ısrarla  böyle yazmaya devam edeceğim.) Coetzee'nin okuduğum ikinci kitabı bu (ilki için tık tık). Ve yine harika bir anlatım var. Anlatılan kişi de Dostoyevski olunca tadından yenmiyor haliyle. Nobel jürisi de 2003 yılında aynı şekilde düşünmüşler ki vermişler edebiyat ödülünü bu güzel kitaba. 

1896 yılının sonbaharında Dresden'de yaşayan Dostoyevski'yi üvey oğlu Pavel'in gizemli ölümü ile ilgili olarak Petersburg'a çağırırlar. Oradaki alacaklılarına yakalanmamak için sahte bir isimle şehre dönerek bir süreliğine oğlunun kiraladığı odaya yerleşen öfkeli yazar, burada geçirdiği günler içinde hem oğluyla hem de kendiyle ilgili içsel bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğunda ona en çok yardımcı olan kişilerden biri de oğlunun da kaldığı odanın ev sahibesi Anna ve kızıdır. Ayrıca  olay sonrasında polisin el koyduğu Pavel'in günlükleri ve yazdıkları ve şiddet eylemlerine inanan bir devrimci olan Neçayev ile ilişkileri de yap-bozun eksik parçalarını tamamlamasına, aklındaki şüphelerden kurtulmasına -ya da belki de yeni şüpheler oluşmasına- yardımcı olacaktır.

Ve birkaç alıntı zamanı:

* Ölünün başında bekleyenlerin sofradaki yiyeceklerle içeceklere saldırışını düşünüyor. Bunda bir tür şenlik havası var, ölüme karşı bir meydan okuma: Bizi ele geçiremeyeceksin!

* (oğluyla ilgili anıları toplayıp biriktirmek isteyen yazarla ilgili) İnsanlar ölümü kabullenir, yas tutar, sonra unutur. Unutmazsak, derler, dünya çok geçmeden kocaman bir kitaplığa dönüşür.

* Bakınız kadınlar neden üstünlermiş? ;)


* Üniversitede insana tartışmayı öğretirler, tartışasın ki hiçbir zaman hiçbir şey yapmayasın. Tartışmak bir tuzaktan başka bir şey değildir. Konuşarak dünyayı düzeltebileceklerini sanıyorlar. Şunu anlamıyorlar: Her şeyin düzelmesi için önce kötüye gitmesi gerekir.

* Adalet, geniş bir sözcük. Adaletle hınç arasında bir çizgi çizilebilir mi? Neçayev'in özgünlüğü de burada yatmıyor mu? Kendisini Halkın İntikamı olarak adlandırıyor. Halkın Adaleti değil. En azından dürüst.

Siz de bu güzel kitabı okumak için benim gibi geç kalanlardansanız, daha fazla gecikmeyin derim. Coetzee'nin Dostoyevski'yi yeniden yaratması, onun düşüncelerini yazması, onun kafasının içine girebilmesi, iç çatışmalarını yansıtması özellikle başarılı.

Şimdiden iyi okumalar...

Poyrazla Gelen

Akademililer'de sergi gezmeyeli uzun zaman olmuş. O yüzden geçen hafta Cuma günü attım kendimi Beyoğlu'na. Önce Balo Sokak'taki Akademililer Sanat Merkezi'ne uğradım, sonra da Pera Müzesi'ndeki sergileri gezdim. Akademililer'de 7 Aralık'a kadar Vasıf Pehlivanoğlu'nun Poyrazla Gelen isimli sergisi devam ediyor. Sanatçının dördüncü kişisel sergisinde aşağıdaki fotoğraflardan da anlayacağınız üzere denizlerde ve tersanelerde geçen yaşamlardan sahnelere ve doğal anlara ait resimler yer alıyor. İş makineleri, tekneler, vinçler, ağları tamir eden balıkçılar, onları izleyen kediler... Resimlere bakarken adeta iyot ve yosun kokusunu alabiliyorsunuz.  


Üsttekiler denizle daha iç içe bir hayatı bize aktarırken alttaki resimler ise biz şehir insanlarının denizle olan romantik ilişkisine daha uygun. Marinalar, sakin sular, tekneler ve kayıklar... Nasırlı elleri, fırtınalarda idare edilen dümenleri, içe işleyen nemli soğukları, yağmur botlarını, güneşten kavrulmuş tenleri ya da kalın halatları aklımıza getirmiyor aşağıdaki resimler. Korunaklı bir bronzluğu, parmak arası terlikleri, meltem esintisinde bankta oturup derin maviliğe dalınan yaz akşam üstlerini, o mavi derinlikte süzülen yelkenlileri, rüzgarda dalgalanan hafif elbiseleri ve kadeh tokuşturma seslerini hatırlatıyor daha çok...


Akşam olunca ise denizin sefasını sürenler yazlık evlerindeki, teknelerindeki ya da otellerindeki bembeyaz çarşafların arasında uykuya dalarken, denizin tadını cefasıyla birlikte çıkaranlar ise Günün Yorgunluğu'nu (2011) aşağıdaki ilk resimde olduğu gibi atıyor olmalılar.


Elbette kedisiz bir Akademililer düşünülemez! :) Havalar soğumaya başladığına göre de günün kedisinin günün yorgunluğunu atmak için nereyi seçeceği çok belli sanırım: kaloriferin altına kıvrılmışız bile baksanıza.:) 

7 Aralık'a kadar bu sergiyi görme zamanınız var. Bundan sonraki karma serginin açılışı ise 13 Aralık olacakmış, bilginiz olsun. 

Şimdiden iyi gezmeler...





Zorlu PSM'nin Açılışını Yaptım: Jersey Boys ve Model

Zorlu açıldı. AVM'si çok keyifli değil, merakla beklenen, kuyruklara girilen restoranlarını denemedim ama İstanbul gibi bir yerde bulunmaz Hint kumaşı olmadıklarını düşünüyorum, ama PSM'sine yani Performans Sanatları Merkezi'ne gelince orada saygı duruşuna geçiyorum. Gerçekten harika bir gösteri merkezi yapmışlar ve harika yapımlarla da karşımıza çıkacaklar gibi görünüyor. Bakın onlardan ilki olan Jersey Boys geldi ve gitti bile. 13-24 Kasım arasında burada Zorlu'da İstanbullu seyircileriyle birlikte oldular hepimizin aşina olduğu pek çok şarkının sahibi olan bu grubun öyküsünü anlatan bu ödüllü Broadway oyunu. Oyun diyorum çünkü eleştirmenler de Jersey Boys'a müzikli oyun yakıştırması yapmışlar. O yüzden müzikal beklentisiyle giden bazı seyircilerin hayal kırıklığına uğradıklarını da duydum. Ben genel olarak oyunu beğendim ama bence de bu dörtlünün öyküsü müzikal olarak sahnelense daha iyi olabilirdi.

Dünya çapında 14 milyon izleyiciyle buluşan Jersey Boys, toplam 54 uluslararası ödül almış. En iyi müzikal albüm dalında Grammy dahil. Kendi şarkılarını yazıp, kendi seslerini yaratan ve henüz 30'una gelmeden tüm dünyada 175 milyon satış rakamına ulaşan Frankie Valli ve The Four Seasons'ın öyküsü gerçekten etkileyiciydi.  Sherry, Big Girls Don't Cry, Beggin' ve Can't Take My Eyes Off You gibi şarkıların yaratıcıları olan, Beatles-Beach Boys karışımı bir tarza (1950-60'ların Amerikan müziklerinin hastasıyız değil mi?) ve inanılmaz bir sese sahip bir solisti olan bu grubun hak ettiği şekilde isim yapmamış olması çok şaşırtıcı. Şarkıları dillerde ve başka ellerde, ama kendilerini tanıyan yok, yazık yahu! İso'cum o gün iş seyahati olduğundan gelemediği için çok üzüldü. Ben de ona plaklarını bulmaya çalışayım bari teselli ikramiyesi olarak.;) 

Bu arada aşağıda gördüğünüz üzere hem bu etkinliği hem de birazdan bahsedeceğim Model konserini @WingsCard ve @ZorluCenterPSM'nin Twitter üzerinden düzenlediği yarışmalardan kazandığım davetiyelerle izledim. Yani Twitter kullanıcısıysanız bu hesapları takibe alın derim.;)


Jersey Boys'u 23 Kasım gecesi İso'cum olmadığı için "gizemli" (kıh kıh.:) ) bir arkadaşımla izledikten sonra Model konseri için de arkadaş listemi gözden geçirmeye başlamıştım ki İso'nun o akşamki planı iptal oldu ve bana eşli edebildi. Yuppi! Grubun Levlâ'nın Hikayesi isimli yeni albümlerinin lansman konseriydi 28 Kasım akşamı yine aynı salonda düzenlenen konser. Ama elbette eski şarkılardan da bol bol -hatta daha bol- söylendi ve cover parçalara da yer verildi (favorilerimden biri de Demir Demirkan'ın Zaferlerim'i oldu). Fatma Turgut'un sesine yakışmayan bir parça var mıdır acep? 2 saatten uzun süre ara vermeksizin harika şarkılarla ruhumuzu doyuran Model'in yeni albümü de çok güzel olacağa benzer. Kendileri de yapmaktan çok keyif almışlar belli ve ilk albümleri çok başarılı olduğu için işleri biraz zor tabi. Bir de sanki yeni albümde biraz daha sertleşmişler. Hayat hepimizi daha sert yapıyorum, azizim. Yaşla birlikte yumuşayacağımıza sertleşiyoruz maalesef. :P Şaka bir yana, bu sert tarz da çok yakışmış. Ben zaten çok seviyorum Model'i ve Fatma Turgut'un sesini, yorumunu. O yüzden sanırım ne yapsalar yakıştırırım.

Zorlu PSM'deki etkinlikleri takip etmek için buraya uğrayabilirsiniz. Ya da Facebook sayfalarını takibe alabilirsiniz. Ben şimdiden gözüme 7 Aralık'taki Fındıkkıran balesini kestirdim bile. İstanbul'a yakışan bu harika gösteri merkezinin hakkını el birliğiyle vermeliyiz diye düşünüyorum. Ne dersiniz? 

Müzik dolu bir hafta olsun hepimize.

Makas Oyunları - 1

DOT bu sezonun yeni oyunu için güncel ve politik kısa oyunlardan oluşan bir Makas Oyunları'nı seçmiş. Ve sonunda 1 ibaresi olduğuna göre devamının da geleceğini anlıyoruz. Yani yeni seriler de bizleri bekler. 2011'de Britanya'da "Theatre Uncut" isimli kısa oyun yazım ve okuma projesinde yer alan kısa oyunlardan yapılan seçkilerin sahnelendiği Makas Oyunları'nın yaklaşık 15er dakikalık dört kısa oyundan oluşan ilk serisini mutlaka izleyin.

Güncel ve politik deyince aklınıza Türkiye'yle ilgili ne geliyor? Tabi ki geçtiğimiz Mayıs sonu-Haziran başında yaşanan Gezi protestoları, kapitalizmin yarattığı sömürü düzeninin sert yan etkileri ve artan faşizm -pardon, ileri demokrasi- örnekleri, değil mi? İşte tüm dünyada seyirciyi düşündürmek, tartıştırmak ve tepki verdirmek için tasarlanan bu oyunlar bizi de bu konular üzerinde düşündürtüyor. Daha doğrusu yabancı yazarları olan oyunlar arasından öyleleri seçilmiş ki bizlerin son dönemlerde yaşadıkları üzerine bir kez daha kafa yormamızı sağlıyor. Çok da iyi yapıyor!



İlk oyun Şişman Adam. Her krizden bir şekilde paçayı kurtarmayı bilen, lömbür lömbür, pasaklı şişko değil, köpek balığı gibi atak, jilet gibi ama göbekli. Bu adamın hepimizin nasıl canına okuduğunu İbrahim Selim sizlere o keyifli anlatımıyla bir güzel anlatacak.  

İkinci oyunda Deniz Türkali'nin biri kadın (Pınar Töre) diğeri erkek (Enis Arıkan) iki polis tarafından sorgulandığı bir sorgu odasındayız. Olay mahallinde olmadığına dair kanıtları olmasına rağmen işlemediği bir suçla suçlanıyor, ama yine de şanslı! Çünkü Pentagon'u hacklediği için ceza alan yaşlı bir teyze, 20 yıl hapis cezasıyla yargılanan henüz doğmamış bir çocuk ve milyarlarca dolar aklamakla suçlanan bir evsiz de var bu adalet dolu (!) dünyada... Eee n'aparsınız, Bazı Şeyler Çok Saçma

Sırada Pankart adlı kısa oyun var. 60 yıl arayla aynı hayallerin peşinden koşarak devrim mücadelesine kendini vermiş iki çiftin karşılaştırıldığı oyundan çıkan sonuç pek iyimser değil açıkçası. Daha iyi bir dünyaya dair ortak umutlar her iki dönemde de aynı olabilir ama kat edilen yol insanı umutsuzluğa itiyor. "Devrim koca bir hayal olabilir mi?" diye düşündürtüyor. 

Ve son olarak Tuğrul Tülek'in tek başına -daha doğrusu biz seyircilerle- oynadığı Hassas oyunuyla kapanışı yapıyoruz. Seyirciler olarak Jack'in terapisti Caroline'in repliklerini okumamız gerekiyor. O yüzden mecazen ses çıkarmanın önemine değinen bu oyunda gerçek anlamda da sesinizi gür çıkararak ve mimiklerle, tonlamalarla havaya girerek Tuğrul Tülek'e yardımcı olmayı unutmayın.:) Akıl hastanelerinin bütçelerinde kesinti yapılınca terapistinin penceresine tırmanan bir hasta sayesinde artık insanların yataklarının altından çıkmalarının, ses çıkarmalarının ve dimdik ayakta durarak taleplerde bulunmalarının, kısacası değişimin zamanının çoktan gelmiş olabileceğinin farkına varıyoruz. 

Teşekkürler DOT. Bu harika proje için, cesaret ve sorumlulukla seçilen oyunlar ve sahneye koyma başarısı için, oyuncular ve oyunculuklar için, en çok da bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığın için. İyi ki varsın!

Biletler için gişe tel: 0-212-232 44 40 veya 0-212-251 45 45 
Yer: G-Mall
Fiyat: 60 TL tam, 30 TL öğrenci, 20 TL son dakika bileti.
Tarihlerle ilgili detaylı bilgi için buraya

Şimdiden iyi seyirler.





Kış yolculuğuna hazırız!

Tchibo her hafta yenilenen temaları, modayı kaliteyle bütünleştiren ürünleri ve lezzetli kahveleriyle sevdiğimiz markalardan biri.

Bir Tchibo mağazasına girdiğinizde sizi karşılayan harika bir kahve kokusu duyuyorsunuz. Ürünlere bakmak için sabırsızlansanız bile kahve standının önünden güç bela ayrılıyor ve ürünlere doğru yöneliyorsunuz. Ürünlerin hemen hemen hepsi keyifli renklerde ve tarz ürünler. Üstelik hepsi birbirinden kaliteli ve dayanıklı. Tchibo ürünlerinin kalitesi, alanında uzman kişiler tarafından çok sıkı ve acımasız testlerden geçiyor ve sadece testi geçebilenler satışa sunuluyor.



Ve bu hafta tam biz seyahat aşıklarına göre bir tema var Tchibo’da. Kayak Keyfi&Kış Modası! Su ve kir geçirmeyen Ecorepel malzeme ürünler, çığ kazalarına karşı içerisinde yerinizi bildiren RECCO Reflektor bulunan montlar, nemi teninizden alıp dışarı ileten COOL MAX termal içlikler ve çok daha fazlası. Kayak&Snowboard kaskı ve gözlüklerinizi de aldıysanız, kayağa ve kış seyahatine hazırsınız. Ayrıca son moda kışlık kıyafetlerle de pistlerin en şık kayakçısı siz olacaksınız!



Kayak Keyfi&Kış Modası temasındaki tüm ürünler birbirinden güzel ama içlerinden seçerek birkaçına daha geniş yer verelim. Konu kayak olunca güvenlik önemli tabii. Kapitone Kayak Montu yumuşak ve sıcak tutması yanında Recco Reflektorle de güvenliğinizi sağlıyor. Güvenlik demişken, ayakkabı kar zinciri de bu temadan muhakkak edinmeniz gereken parçalardan. Spiral sistemiyle kara ve buza rahatlıkla basıyor, hem de kayıp bir yerinizi kırma tehlikesinden korunmuş oluyorsunuz. Konu seyahat olunca ayaklar daha bir önem kazanıyor tabii. Sağlıklı ayakkabılarla yollar size vız gelecek. Tchibo’nun termal botu ve termal çizmesi tam da bu bahsettiğim türden. Hem ayaklarınızı kuru ve sıcak tutuyor hem de rahat etmenizi sağlıyor. Üstelik fiyatları da dudak uçuklatmıyor. Tchibo’nun profesyonel içlikleri de kayağa gitmeden muhakkak edinmeniz gereken parçalardan. Mikro kapsül teknolojisine sahip bu içlikler, aşırı terlemeyi ve terin üzerinizde kurumasını önlüyor, size hareket özgürlüğü veriyor. Ve çocuklar! Tchibo onları da unutmamış, bu temaya tatlı mı tatlı Çocuk Kar Tulumları ve montlar eklemiş. Hepsi de hava alan, suyu ve rüzgarı geçirmeyen yapıda. Çocuklarınız bu tulum ve montlarla kar melekleri ve kar prensleri gibi görünecek!


Kayak Keyfi&Kış Modası temasında bunlardan başka birçok ürün daha bulunuyor. Daha ayrıntılı incelemek için Tchibo.com.tr’ye tıklayıp, keşfe başlayabilirsiniz. Şöyle keyifli bir alışveriş yapıp, sonrasında da kahveyle yorgunluk atmak isteyenleri, çalışanlarının yüzünden gülümseme eksik olmayan Tchibo mağazalarına davet ediyor ve ekliyorum; yeni temalardan herkesten önce haberdar olmak için Tchibo Facebook sayfasını (https://www.facebook.com/tchiboturkiye) beğenebilirsiniz. Keyifli alışverişler!

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Çocuklarınız İçin Kibritçi Kız Müzikali Zorlu'da.. Üstelik Ücretsiz! :)

2003 yılından bu yana Türkiye'nin dört bir yanından yaklaşık 500 bin çocuğu tiyatroyla buluşturan Zorlu Çocuk Tiyatrosu, bu sezon yeni oyunu “Kibritçi Kız Müzikali” ile Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’ne konuk oluyor. Mutlu son ile biten bir Post-modern müzikal olarak sahnelenen “Kibritçi Kız Müzikali”, Nisan 2014 tarihine kadar ücretsiz olarak izlenebilecek.

Zorlu Çocuk Tiyatrosu, çocuklara tiyatroyu tanıtmak ve sevdirmek amacıyla bir sosyal sorumluluk projesi olarak Mehmet Zorlu Vakfı tarafından kuruldu. Kurulduğu 2003 yılından bu yana Türkiye’nin pek çok kentini ziyaret eden Zorlu Çocuk Tiyatrosu, bu sezon “Kibritçi Kız Müzikali”ni İstanbul’un 700 kişi kapasiteli yeni performans sanatları merkezi Zorlu Center PSM’de sahneye koyuyor.

“Kibritçi Kız Müzikali”, tiyatro oyun yazarı ve Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hasan Erkek tarafından,  Hans Christian Andersen’in ünlü masalından sahneye uyarlandı. Hasan Erkek’in aynı zamanda yönetmenliğini de üstlendiği oyun 5 yaş ve üzeri izleyicilere sesleniyor.



Okul öncesi çocukların öğreniminde dramanın etkin rolü üzerine pek çok kitabı bulunan Serap Erdoğan’ın pedagojik danışmanlığını yaptığı “Kibritçi Kız Müzikali”ndeki dans koreografileri, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Modern Dans Ana Sanat Dalı ve Sahne Sanatları Bölümü Başkanı Aydın Teker’e, müzikleri ise Nedim Yıldız’a ait. 

Müzikalin sahne ve ışık tasarımını, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda uzun yıllar çalışan Nurullah Tuncer, kostüm tasarımını da 2010 Afife Jale ‘En Başarılı Kostüm Tasarımcısı’ ödüllünü alan Şirin Dağtekin Yenen gerçekleştirdi. 

Sokaklarda akordeon çalıp şarkı söyleyerek kibrit satan bir kızın hikâyesini anlatan müzikal, yaşama sevinci, dostluk ve dayanışmayı teatral bir dille minik izleyicilere aktarıyor. Müzik, dans, mim, jonklörlük ve resim sanatlarını bir arada sunan müzikal, aynı zamanda sokak çocukları konusunda farkındalık yaratmayı da hedefliyor. Zorlu Çocuk Tiyatrosu, Kibritçi Kız Müzikali’ni alışılmışın dışında mutlu bir son ile bitirerek, izleyicilere farklı bir sahne uyarlaması sunuyor.

“Kibritçi Kız Müzikali”, 2013 yılı içinde 1, 7, 8, 14 ve 15 Aralık tarihlerinde Zorlu Center PSM’de ücretsiz sahnelenecek.



Son İzlenenler

Evet, ilk ve oldukça sert Kim Ki Duk deneyiminin üzerinden epey zaman geçtikten sonra yönetmenin en çok tavsiye edilen filmlerinden biri olan Boş Ev'i izlemeye hazırız. (Acı filmi için buraya tık tık.) Bu kez kapılara paket servis broşürleri bırakarak hangi evlerin boş olduğunu öğrenen ve boş evlere girerek orada  bir iki gün yaşayan ve ayrılmadan önce de evdeki bozuk bir aleti tamir edip, çamaşırları yıkayıp, kendince olumlu bir iz bırakarak evi bulduğundan daha iyi bırakan genç bir adam var karşımızda. Üniversite mezunu, maddi sıkıntısı falan yok. Tek amacı görünmez olmak. Bir gün bu evlerden birinin boş olmadığını fark edince bu maceralarına mutsuz ve şiddet dolu evliliğinden kaçarak ona katılan genç bir kadınla birlikte iki kişi devam etmeye başlıyor. Sonrasında da belki iki kişi olmanın, belki de aşık olmanın yarattığı tedbirsizlikle de yakayı ele veriyor. Ama hapiste geçirdiği süre de onun görünmezlik hedefine ulaşmasına ciddi bir katkı sağlıyor. Değişik, masalsı bir film. Ayrıca karakterleri hiç konuşturmadan da film çekilir mi, sorusuna yanıt buluyorsunuz: hem de öyle güzel çekilirmiş ki! 

Sırada The Perks of Being a Wallflower filmi var, ki ismi Saksı Olmanın Faydaları diye Türkçeleştirilmiş. Bir büyüme hikayesi. Charlie adında yalnız, çekingen ve birtakım sorunları olan bir çocuğun liseye başladığındaki kendini kabul ettirme süreci anlatılıyor. Üst sınıflardan Sam ve Patrick (ki Kevin Hakkında Konuşmalıyız'dan tanıdığımız ve bayıldığımız Ezra Miller canlandırıyor) onun açılmasına, kendine güven kazanmasına en çok yardımcı olan iki isim. Ve elbette onların okuldan daha önce ayrılmaları gerekiyor. İşte o zaman da Charlie'nin sorunları daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Sanırım bir Amerikan filmi olduğu için işin duygu kısmı çok daha etkili verilebilecekken çok eksik verilmiş diye düşünüyorum. Charlie'nin çocukluğunda teyzesiyle yaşadıkları ve en yakın arkadaşının intiharı gibi olayların ruh hali ve karakteri üzerindeki etkileri yeterince iyi anlayamıyoruz. Şahsen ben daha çok bir gençlik filmi havasında, ergen sorunları izler gibi izledim filmi. Ama bu bir Avrupa yapımı olsaydı çok daha farklı bir derinliğe sahip olurdu diye düşünmeden edemedik İso'cumla.

Şimdi biraz uzaklara gidelim. Şili'deki 1988 referandumu ile büyük oy çoğunluğu sağlanarak gönderilen diktatör Pinochet'ye karşı yürütülen No kampanyasının öyküsü var bu filmde. 1973 yılında devrilen solcu devlet başkanı Salvador Allende'den sonra yönetimi devralan General Pinochet, her diktatör gibi yıllar geçtikçe baskının, zulmün dozunu iyice artırarak halkı bunaltmış. Kayıpların, hapishanelerde çürümeye terk edilenlerin, işkence görenlerin haddi hesabı yok. Çıkan tek tük muhalif ses ise zorbaca yöntemlerle sindiriliyor. En sonunda 1988 yılında Pinochet'nin ülkeyi yönetmeye devam edip etmeyeceğine bir referandumla karar verilmesi kararlaştırılıyor. Ve tüm baskılara ve gözdağına rağmen bu reklam kampanyasını başarılı reklamcı Rene üstleniyor. Sonuçta da Amerikan desteğiyle başa gelen Pinochet, Amerikan usulü bir reklam kampanyasıyla yaklaşık %60 gibi bir Hayır oyu ile gönderiliyor. Sanatçıların tamamı Hayır tarafında, destek verenlerin profili, istekleri, gerçek anlamda halkın yanında oluşları, diğer tarafın ise halkı nasıl kandırarak ve korkutarak yıllardır üzerlerinde hakimiyet sağladığı çok güzel gösterilmiş. İsimler cisimler farklı olsa da yaşananlar pek çok yerde hep aynı ne yazık ki. O esprili ve pozitif muhalif tavra karşı gösterilen iktidar zulmü ve şiddeti de size tanıdık gelecek mesela. Ama sonunda kutlama var, enseyi karartmadan izleyin ve Pinochet'nin gönderilişinin tadını çıkarın.:)

Sırada 2007 yapımı bir Hollywood yapımı var. The Brave One ya da Türkçe adıyla İçindeki Yabancı. Jodie Foster ve Terrence Howard'ın baş rollerinde oynadığı filmde kısa bir rolle Lost'un Sayid'ini de görüyoruz. Erica ve nişanlısı Central Park'ta köpeklerini dolaştırmaya çıktıkları bir gece feci bir saldırıya maruz kalıyorlar. Erica haftalar sonra kendini toparlayabilirken, nişanlısı ise hayatını kaybediyor. Bu olay sonrasında Erica tamamen farklı biri oluyor. Kendi intikamını kendi almaya, kendi adaletini kendi sağlamaya karar vererek bir ruhsatsız silah ediniyor ve bir yandan da yeri geldikçe "amaaan elime mi yapışır ayol" diyerek başka masumların da intikamını alıyor. İzlerken içiniz soğuyor, bir de destek bir polis müfettişi ortaya çıkıyor ki tadından yenmiyor. Yani konu olarak böyle ama film keyfi olarak bence "izleseniz de olur, izlemeseniz de." Kaçırmak kayıp değil, klişeleri bol. Ama Jodie Foster hatırına izlenebilir. Filmde metin anlamında en tat veren yerler ise Erica'nın radyo programı yaparken izleyicileriyle konuştuğu kısımlar bana göre.

IMDB hesabıma baktım da bu dört film arasından Hollywood yapımları 7, diğerleri 8 almış benden. Duyguuu, biraz duyguuuu, uuuu.. Bütün isteğim buydu.. demişim yani kısaca..;)

İyi seyirler sizlere de...
Ve iyi hafta sonları...

Uluslararası Sanatçı Filmleri İstanbul Modern'de

İstanbul Modern, dünyanın farklı yerlerinden güncel video, kısa film ve hareketli görüntüleri bir araya getiren Artists’ Film International / Uluslararası Sanatçı Filmleri programını 21- 24 Kasım 2013 tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’da tematik seçkilerle gösteriyor. İstanbul Modern’in kısa süreli sergiler salonunda düzenlenen sergiyle 15 farklı ülkeden bu yıl seçilen yepyeni videolar 21 Kasım’dan 23 Şubat’a dek izleyiciyle buluşuyor. Sergide Bengü Karaduman’ın Hepimiz Aynı Gemideyiz adlı video enstalasyonun yanı sıra 18 farklı video çalışmasını ekran ve bilgisayarlardan izlemek mümkün olacak. Her yıl ortaklarının kendi ülkelerinden bir sanatçı ve videolarını davet etmesiyle başlayan Uluslararası Sanatçı Filmleri programı için o yıla özel uluslararası bir video havuzu oluşturuluyor. Sonrasında, bu videolar kurumlar tarafından yürütülen küratöryel çalışmayla gösterim programları ve video sergileri olarak izleyiciyle buluşuyor. Uluslararası Sanatçı Filmleri için bu yıl  Bengü Karaduman’ın Hepimiz Aynı Gemideyiz başlıklı çalışmasını davet eden İstanbul Modern’den küratör Çelenk Bafra ve asistan küratör Senem Sekban, sanatçının videolarının toplu gösterimini de hazırladı. Yurt dışı ortaklarından gelen videolar ise Sigmund Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu kitabındaki tanım ve kavramlardan yola çıkan dört tematik program olarak kurgulandı.

Gösterimler 21-24 Kasım tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’da yapılırken, sergi, kısa süreli sergiler alanında 23 Şubat’a dek ziyaret edilebilir.


Dünyanın farklı  bölgelerinden on altı sanat kurumunun ortaklığıyla gerçekleştirilen programın 2013 yılı ortakları: Birleşik Krallık’tan Whitechapel Gallery, İtalya’dan GAMeC / Galleria d'Arte Moderna, Arjantin’den Fundación Proa, ABD’den Ballroom Marfa, Yeni Zelanda’dan City Gallery Wellington, Vietnam’dan San Art, Çin’den Para/Site, Sırbistan’dan Belgrade Cultural Centre, Fas’tan Cinémathèque de Tanger, İsrail’den New Media Center, Almanya’dan Neuer Berliner Kunstverein Video-Forum, Afganistan’dan Centre for Contemporary Arts Afghanistan, Norveç’ten KINOKINO Centre for Art and Film, Hindistan’dan Project 88, Vietnam’dan Hanoi DOCLAB ve Türkiye’den İstanbul Modern.



Sarı Sabır Çiçekleri

Geçmişin koleksiyonundan alınarak kurgulanmış; “ herkesin farklı anlamlar yükleyeceği” bir parça – bütün ilişkisi içerisinde göreceği resimler…

Biçim ve düzen olarak yalın, sade, dingin bir o kadar da yalnız kadınlar renkli ve sessizler. Okuyan, arayan, araştıran, yargılayan kadınların fısıldamasında görüyoruz serginin temasını.

Toplam 28 kadının ortak sesi olan yaşanmışlık ve farkında olma halini paylaşıyor izleyici. Hep inceleyen meraklılık, ortak çaba gibi durmuyor hiç birinde. Bireysel tek başında olma hali, huzur ortamında öne çıkıyor sanki. Tüm imgelerin, düz satıhları rahatsız etmeden yer almalarını izliyoruz. Ve her biri izleyiciyle bunları paylaşıyor.

Mahmut Karatoprak’ın günlük imgeler ve lekelerin biçim kazanıp anlamlandırıldığı objelerle bezenmiş çalışmaları “Sarı Sabır Çiçekleri” isimli resim ve desen sergisi 20 kasımdan itibaren Galeri Selvin’de.




Sanatçı hakkında:

1953`te Kayseri`de doğan sanatçı,1973`te Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu`na girdi. 1978`de Mustafa Aslıer Atölyesi`nden mezun oldu. Aynı yıllar başta Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Milliyet Sanat olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde grafik, illustrasyon, karikatür ve strip-bant çalışmaları yaptı. Üç eseri Basel Plastik Sanatlar ve Karikatür Müzesi`ne kabul edildi.1978-81 yılları arasında İsviçre (Zurih) ve Almanya`da grafik çalışmaları yaptı. Münih'de Bastei Verlag, Hamburg`da Kelter Verlag`da illüstrasyon, çizgi-roman ve resim çalışmaları yaptı. 1985`de Axel Springer Verlag için çalışmalar yaptı. Genschpenster Dergisi`nde kapak ve çizgi yaptı. 1985`den bu yana Almanya`daki Hörzu Dergisi`nde çalışmaları yayımlandı. 1997`de İstanbul`a döndü. Milliyet, Radikal, Elle, Masion Francoise, Options Dergileri`ne illüstrasyon yaptı. 2002`de Kayseri`de yaşamaya başlayan Karatoprak halen Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi`nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

1984 Simavi Vakfı ve İstanbul Belediyesi Özel Ödülleri, 1977 Kültür Bakanlığı Özel Ödülü,1977 ikincilik ödülü Skopje ,1973 üçüncülük ödülü Marostica-İtalya gibi ödüllere sahiptir.

Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy
Tel: 212.263 74 81 


Nehir ve Dostlarla Kadıköy Buluşması

9 Kasım Cumartesi günü Nehir için ikinci sıradan iki kişilik biletlerimizi almış bekliyorduk ki iki gün öncesinde başlayan feci kuru öksürüklerim beni korkutmaya başlamıştı. Gıcık hissinden dolayı durmadan öksürdüğüm için biletleri birilerine vermeyi bile düşünmüştüm ama neyse ki korktuğum gibi olmadı. Öksürüklerim bana yaklaşık bir buçuk saat izin verdiler ve ben de 16:00'da başlayan bu tek perdelik Oyun Atölyesi oyununu keyifle izleyebildim. 

Nehir, Oyun Atölyesi'nin bu sezon sahneledikleri oyunlardan en yenisi. Oyuncu kadrosu Haluk Bilginer, Ayça Bingöl ve Canan Ergüder'den oluşuyor. İngiliz oyun yazarı Jez Butterworth 2012 yılında yazmış ve Hira Tekindor da metnin çevirisini yapmış. Hira Tekindor'u Oyun Atölyesi çatısı altında yaptığı başka işlerle de görmeye devam edeceğiz gibi görünüyor, çünkü bu sezonun merakla beklediğim oyunlarından olan Kim Korkar Hain Kurttan?'ın da yönetmenliğini yapacakmış. Muhteşem anne-babanın muhteşemliğe aday oğlu olarak feci olumlu bir önyargım var kendisiyle ilgili. ;) Oyunun yönetmeni Haluk Bilginer

Oyuna gelince: hikaye Adam adında balık tutmaya meraklı bir adamın kulübesinde geçiyor. Yeri gelmişken söylemezsem olmaz: dekor şahane! Gerçekten şahane. O balıkçı kulübesinin sıcacık, ahşap atmosferini yaşatabilmişler. Adam'ın iki farklı ilişkisinde yaşadıklarını da Canan Ergüder ve Ayça Bingöl'ün canlandırdıkları karakterler de görüyoruz ve anlıyoruz ki bu adam ya da bu Adam (:P) her ilişkisinde hep aynı şeyleri yaşıyor. Kadın-erkek ilişkilerinin ve kadınların hep aynı olduğunu düşünüyor. Aynı hüsranları yaşıyor ve yaşatıyor ama durumu değiştirmek için de farklı bir şeyler yapmıyor. Belki de yapamıyor, çünkü elinden gelmiyor. Galiba farkında olmadan da yüzeysel, duygusal zenginlikten yoksun ve yalnız amcasının izinden gidiyor. 

Şimdiye kadar izlediğim Oyun Atölyesi oyunları arasında ilk sıralarda yer alacak oyunlardan biri değil Nehir. Ama ne olursa olsun başta Haluk Bilginer olmak üzere hepsini çok severek izlediğim bu üç oyuncuyu ve harika oyunculuklarını görmek için izlemeye elbette değer.  Tek perde ve 70 dk. Gişe iletişim bilgileri ise burada.

Çıkışta Müge-Recep ikilisiyle buluşacağız ama onlar Kadıköy'e gelmeden önce yaklaşık bir saat zamanımız var. O zaman biraz ganimet toplama zamanı diyerek önce Akmar Pasajı'ndaki kitapçılara, sonra da Barlar Sokağı'ndaki Teachers Pub'a uğruyoruz - elbette Anadolu Yakası'nı çok bilmeyen bizlerin burayı seçerken tek kriterimiz Guinness oluyor. :) Ganimetler aşağıda:


Sonra kendimizi Müge-Recep'e teslim ediyoruz. Artık rahatız, onlar mekanı seçecek ve hep birlikte tadını çıkaracağız. Bildiğin Nevizade varmış meğer Kadıköy'ün göbeğinde! Orada balıkçılar, publar falan olduğunu bilirdim de gecesinin bu kadar kalabalık ve canlı olduğunu bilmezdim doğrusu. Burada Rota Balık'ı tercih ediyoruz. Mezeleri ve ara sıcakları gerçekten lezzetli. O kalabalıkta servis hızı ve ilgi de gayet iyi. Doğru tercihmiş diyor ve bir büyüğümüzü orada deviriyoruz. Önceki deneyimlerinden ders alan insanlar olmadığımız için oradan çıktığımızda Müge'nin önerisine uyup kahvemizi içip ayrılmak yerine cila niyetine yine Guinness arayışına girmeyi tercih ediyoruz. Ve kendimizi yine güne başladığımız yerde, Oyun Atölyesi yakınlarındaki Belfast Irish Pub'da buluyoruz. Sohbet, muhabbet, cila(lar) derken yine ertesi Pazar güne "Günaydın!" değil "Alkaaaa!" diye uyanacağımız bir sabah için hazırlıklarımızı tamamlamış oluyoruz. ;) Hatta bonus olarak sesim de birkaç günlüğüne beni terk ediyor. Olsun.. "İşte bunlar hep nazar," diye sorumluluğu dış mihraklara atarak bir sonraki hafta sonunu planlamaya, bir yandan da "evet bu kez fazla zorladım bünyeyi - ama eskiden de zorlardım bir şey olmazdı ki - acaba yaşlanmak böyle bir şey mi?" diye kendimle hesaplaşmaya devam ediyorum. Kahrolsun bağzı rutinler! :)   





Haftaya Kitaplarla Başlayalım

Kitap okuma hızımın arttığı ve azaldığı dönemler oluyor. Bu aralar artmış durumda ve bu da beni çok mutlu eden şeylerden biri. Son günlerde okuduğum üç kitaptan söz edeceğim şimdi kısa kısa. Gerçi ikisi yaklaşık 150 sayfa uzunluğunda olan, birer günlük kitaplardı ama olsun, sonuçta üç kitap bitirdim ben neredeyse bir hafta içinde. 

İlk kitap çok sevdiğim Paul Auster'ın şimdiye kadar okuduğum sekiz kitabı içinde ilk sıraya yerleşmeye aday güzellikte olan Leviathan. Polisiye bir öyküyü anlattığı doğru da olsa türü bence kesinlikle psikolojik roman olmalı. Peter Aaron adında bir yazar ve bomba hazırlarken paramparça olan başka bir yazar dostu Benjamin Sachs'ın dostluklarına, ayrı ayrı aile yaşamlarına ve ilişkilerine dalacağınız bu roman sizi hem karakterleriyle hem de duygusuyla içine alacak. Bu arada Leviathan'ın anlamı ne derseniz, Tevrat'ta sözü geçen bir deniz canavarıymış. Yazar Peter Aaron'ın da Paul Auster'ın kendisinden izler taşıdığı söyleniyor ki evliliği ve hayat görüşü açısından gerçekten de benzeşiyorlar. Bir süre sonra bir yeraltı kahramanına dönüşen Sachs'ın yaşadıklarının ne denli ilginç olabileceği ile ilgili bir fikir vermesi açısından da arkadaşı Peter'ın bu konudaki yorumunu eklemek istiyorum: "Olanları anlatmak beni hâlâ sarsıyorsa, bunun nedeni, gerçeklerin, düş gücünü her zaman geride bırakmasıdır. Kafamızda kurduklarımız ne denli akla aykırı olsa, ne denli çılgınlık ölçüsüne varsa, yine de gerçek dünyanın önümüze çıkarıverdiği olayların şaşırtıcılığına erişemez. Bu, artık unutamayacağım bir ders oldu bana. Her şey olabilir. Şu ya da bu biçimde, ama kesinlikle olmaz olmaz." Sachs'ın dostunu bu kadar etkileyecek neler yaptığını merak ediyorsanız bir an önce bu kitabı okuyun derim.

Sıradaki kitap bir klasik. Amerikan edebiyatının Pulitzer ödüllü kadın yazarlarından olan Edith Wharton'ın İki Kız Kardeş adlı romanı. New York'un yoksul bir semtinde bir tuhafiyeci dükkanı işleten Ann Eliza ve Evalina kardeşlerin yaşamlarının bir bölümüne konuk oluyoruz bu kez. Kendi hallerindeki mütevazı yaşamları, aynı semtte yine kendi halinde ve mütevazı görünen bir saat ustası olan Alman göçmeni Ramy'nin dahil olmasıyla birlikte bambaşka bir hal alıyor. Ve değişikliğin her zaman iyi bir şey olduğunu söyleyemeyiz, değil mi? Bu trajik öyküye neden olan şeyin yapılan bir fedakarlık olduğunu görmek ise işin ironik olan kısmı. Kitabın arka kapağında Edith Wharton'ın bir zamanlar şunları yazdığı söyleniyor: "Hayat, soyut ilkelerle ilgili değildir ancak kader, eski geleneklere, eski inançlara, eski trajedilere ve eski hatalara verdiğimiz tavizler ve zavallı uzlaşmaların birbirinin arkasından gelmesidir." Burada, iki kız kardeşin hikayesinde de "kötü" kaderi bu bakış açısıyla sorgulamakta yarar var. Güzel bir roman, öneririm. Konuyla ilgisi yok ama Yankee Candle'ın lemon lavender'ini de öneririm.;) 


Sırada tam da çapulculara göre bir kitap var.;) Yazarı da Y kuşağı, X kuşağı falan değil, çok daha büyük ağabeylerimizden biri: Muzaffer İzgü. Ama yıllara meydan okuyan genç bakış açısıyla Gezi olaylarında yaşananları değerlendirmeyi ve bunlardan esprili kısa öyküler çıkarmayı becermiş "Çapulcu musun? Vay Vay" kitabında. Gençlerin olgun davranmaları takdir edilir ya hani hep, işte bu kez farklı bir olgunluk türü var karşımızda: yaşça büyük olan birinin gençlerin bakış açısını, dünya görüşünü, özgürlük taleplerini, eylem biçimlerini doğru anlayabilme ve takdir edebilme olgunluğu. Dışarıdan bakabiliyorum duruma ve bize çok yabancı olan bu üslubu alkışlıyorum, deme hali. Ben bu öykülerde bu mütevazı yakınlığı hissettim. Bu arada sadece Gezi olaylarıyla ilgili öyküler yok kitapta. Bundan yola çıkarak Türkiye'de genel anlamda güleriz ağlanacak halimize dediğimiz çeşitli eksikliklere de kendi esprili diliyle değinmiş Muzaffer İzgü. Esprileri, tarzı benim en bayıldığım tarz olmasa da (çocukluğumda severdim) sırf bu bakış açısı ve bu konuda bir kitap yazma sağduyusundan dolayı kitabını aldım. Bir gecede de okuyup bitirdim. Aydın, hoşgörülü, mizah anlayışı olan, pozitif her yaştan insanın özgür bir Türkiye için kendince elinden geleni yaptığını görmek çok güzel. Desteklenmeli!

İyi haftalar hepimize...


Köprüden Köprüye

Emine Akbucak /Tristan Zilberman
21 Kasım – 12 Aralık 2013 
Galeri Od’A-Ouvroir D’Art / Sainte Pulchérie Fransız Lisesi
Çukurluçeşme sok. No 7 - Küçükparmakkapı Beyoğlu-İstanbul
Ziyaret Saatleri:  09.00-18.00 (Çarşamba – Pazar hariç) 

Fotoğraf sanatçıları Emine Akbucak ve Tristan Zilberman, aynı temaya iki özgün bakış açısıyla yaklaşmaya davet ediyor izleyenleri..

Emine Akbucak, köprüden sarkarak, suyu ve etrafını seyre dalarak, düşsel bir vizyon ile.. 
Tristan Zilberman, eski bir köprünün yeniden hayat bulmasını, değişimi ve dönüşümünü çevresiyle birlikte..

Sergi için İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim üyesi müzikolog Dr. İlke Boran, “köprü” temalı bir ses tasarımı gerçekleştiriyor.  


Tristan Zilberman bir kaç aydır bir köprü hikayesi üzerine çalışıyordu: Eski bir asma köprünün rehabilitasyonu ve bu köprünün Himalaya yaya köprüsüne dönüştürülmesiyle ilgili bir foto röportaj.. Bu çalışma ile Boğaz ve Haliç yakalarına kurulmuş, iki kıtayı birbirine bağlayan köprülerin İstanbul arasında bir bağ kurmamak mümkün mü? Doğu ile Batı arasında, iki halk ile iki kültür arasında, modern köprülerle eski ve efsanevi köprüler arasında...


Emine Akbucak’ın ilham kaynağı ise, Pont Neuf.  Paris'te yaşadığı her gün Seine Nehri üzerindeki bu köprüyü kullanmış sanatçı. Köprünün altına yansıyan mevsim renkleriyle, kıyılarındaki değişken renkleriyle, suyun hareketleri, kabarma ve çekilmesiyle ilgilendi. 10 yılı aşkın süredir devam etmekte olan bu çalışma, yeni köprülerle, özellikle de İstanbul'un köprüleriyle zenginleşti. İlham kaynağı olarak köprüler sanatın her alanında tükenmeyen bir konu. İki yaka, iki coğrafi bölge arasındaki bir yapının ötesinde köprü, bağı da temsil eder. İki yakayı birleştirerek sınırları ortadan kaldırır, rastlantılara ve aktarıma olanak sağlar.  Sembolik olarak geçişi temsil eder. Köprüden Köprüye, bir zorlukla yüzleşmek, bilinmeyeni, ötekini ve ötesini tanımaya yönelmektir. Bir geçiş ritüeli olarak, değişim ve dönüşümü simgeler. Bir durumla, bir diğeri  arasındaki kırılmaya işaret eder.

İlginç görünüyor, kaçırmayalım derim...