Benim Dünyam

Sanjay Leela Bhansali'nin 2005 yapımı Black adlı filminden uyarlama Benim Dünyam filmini izledik Salı günü. Uğur Yücel'in hem yönetmenliğini yaptığı hem de filmin ana kahramanlarından biri olan Mahir Hoca'yı canlandırdığı ve kendisine yine başrolde görme ve işitme engelli bir genç kız olan Ela'yı canlandıran Beren Saat'in eşlik ettiği, herkesin görmesini tavsiye ettiğim muhteşem bir film olmuş Benim Dünyam. O yüzden emek veren herkesin ellerine sağlık diyor, böyle başarılı Türk yapımlarını gördüğümde de pek bir gurur duyuyorum. 

Filmde Ela'nın ailesinin evine konuk oluyoruz. Adada yaşayan varlıklı bir ailenin ilk çocukları Ela. Ama ne yazık ki iki yaşındayken hem görme hem işitme engelli olduğu ortaya çıkıyor. Aile için büyük travma, Ela içinse 'kapkara' bir yaşam söz konusu. Ve çocukluk dönemi de gerçekten pek sancılı geçiyor. Doğal olarak ne yapacaklarını bilemeden ellerinden gelenin en iyisi ve doğrusunu yaptığını sanan ailesi aslında onu birçok açıdan çok da doğru yönlendirmediği için Ela huysuz, hırçın ve uyumsuz bir çocuk olarak ciddi sorunlar yaratmaya başlıyor. O kadar ki artık babanın aklında onu bir akıl hastanesine kapatmak var. Ama anne buna sonuna kadar direniyor. Anne rolünde Ayça Bingöl başarılı. Ela'nın çocukluğunu oynayan Melis Mutluç ise bence ultra başarılı. 

Tam o sırada kendi annesinin direnişi fayda etmediği için görme ve işitme engelli ablası akıl hastanesinde, kapkaranlık, berbat bir dünyada çürüyüp giden Mahir Hoca'nın adını duyuyorlar. Mahir Hoca böyle vakalarla uğraşmak, onları hayata kazandırmak, alfabeyi, kelimeleri öğretmek, kabartma harfler ve ellerle iletişim kurabilmelerini sağlamak konusunda çok deneyimli. Ama elbette her şey çok kolay, güllük gülistanlık gelişmiyor. Mahir Hoca'nın tarzı, Ela'nın önceki alıştığı yaşamdan sonra eğitilmeye karşı duyduğu tepki, ailenin hocanın tarzına duyduğu tepki, vs derken neredeyse kopma noktasına gelinen anlar oluyor. Ama öyle ya da böyle büyük bir sabırla, ilgiyle, tutkuyla, azimle Mahir Hoca Ela'yı hayata katılabilmiş, yiyip içebilen, kendi işlerini halledebilen, üniversite mezunu bir kadın haline dönüştürebiliyor. 

Çok duygusal bir hikaye. Ama aynı zamanda umut dolu bir başarı hikayesi bu. Azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını, imkansız diye bir şey olmadığını gösteren bir hikaye. Kendini sana muhtaç olan başka birine adamanın verdiği manevi tatmini ve iyileştirici gücü iliklerinize kadar hissedebildiğiniz bir hikaye (çünkü burada eksik olan kişi sadece Ela değil, Mahir Hoca da ruhsal açıdan eksik ve yaralı). Yani ağlamaktan korkarak gitmemezlik yapmayın. Her yerde üstüne basa basa ağlamaktan bahsediliyor ve ağlayacaksınız da. Ama duygu sömürüsü falan yok ve sadece ağlamaktan ibaret bir deneyim yaşamayacaksınız. Bence müthiş bir duygusal zenginliği olan bir hikaye bu. Ayrıca bir filmde bir saat ağlamanın hiçbir zararı yok, kesin bilgi! :)

Bu arada başrol oyuncularından bahsetmemişim. Uğur Yücel zaten üstatlığını konuşturmuş bu filmde. Bir kez daha hayran kalabilirsiniz büyük oyuncuya. Beren Saat ise çok zor bir rolün altından çok başarıyla kalkabilmiş. Görmeden, duymadan dünyayı algılamaya çalışan o genç kız olmuş adeta. Çok doğal, çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş. O yüzden Uğur Yücel'den bile daha fazla konuşulmasını normal bulabilirim. Hiçbir zaman "ay o da yarışmadan geldi" ya da "aman iki diziyle ünlü oluyorlar şekerim" diye önyargılı bakmadığım ve çoğu işinde çok başarılı bulduğum iki isimden biridir zaten kendisi (bir diğeri için bkz. Kıvanç Tatlıtuğ). Bu filmde bence çıtasını çok yükseltmiş. O yüzden bundan sonra işi zor, beklentimiz çok yüksek olacak çünkü.:)

Sonuç olarak çok güzel bir film olmuş. Kaçırmayın, mutlaka izleyin. 
İyi seyirler. 

Kendi Güzel, Ruhu Güzel: Sarajevo

Öncelikle anlaşalım: artık Saraybosna demek yok, çünkü o bizim uydurduğumuz bir isim. Bundan böyle Sarajevo (Sarayevo olarak okuyoruz) diyoruz. Zaten "saray ova" anlamına gelen bu isim bu şehrin dağlar arasındaki düzlükten oluşan coğrafi yapısına da çok daha uygun. Bosna-Hersek'in başkenti olan şehre yaklaşık 1 saat 15 dakikalık bir uçuşla (ama sis ve THY faktörleri yüzünden 2 saatini uçak içinde bekleyerek geçirdiğimiz 3 saatlik rötarla) varabiliyoruz. Neyse ki sabahın en erken uçağı olduğu için rötarla bile öğlene doğru orada olabiliyoruz.

İlk durağımız tabi ki savaş döneminde kazılmış Tünel. Bunu Yaşam Tüneli ya da Umut Tüneli olarak adlandıranlar var ki her ikisi de bence amacına yakışan isimler. Şehrin Sırplar tarafından kuşatıldığı 1992-1995 yılları arasında Bosna toprakları ile havaalanı arasında bağlantıyı sağlayan bu Tünel'in kazılması için iki ucundan işe koyulan işçiler hiç durmadan çalışarak 30 Haziran 1993'te tam orta noktada birbirleriyle buluşmuşlar. Yani bir anlamda o koşullar ve olanaklar içinde bir planlama ve mühendislik harikası da denebilir. Tünelin yüksekliği 1,6 metre, genişliği ise yaklaşık bir metre civarında. Savaşın sonuna kadar buradan şehre ilaç, silah, gıda ve her çeşit insani yardım ulaştırılabilmiş ve Bosna ordusunun kazdığı Tünel, halkın direnişinin neredeyse en güçlü unsuru olmuş. 


Yukarıdaki haritada Tünel'in yerini (sağ üstteki çıkış boğazı) ve kuşatma sırasındaki durumu görebilirsiniz. Burada bir de Tünel Müzesi oluşturulmuş. İçinde o sırada kullanılan malzemeler, askeri teçhizat ve giysiler, fotoğraflar, gazete haberleri, vs var. Ayrıca girişte ya da çıkışta Tünel'in yapılışını gösteren kısa bir video filmi de var ve kesinlikle izlemelisiniz.  


Buradan çıktıktan sonra şehir merkezine gidiyoruz. İçinden Miljacka Nehri geçen bu şirin merkezin elbette bir taş köprüsü de var. Zaten bundan sonra Dubrovnik, Kotor ve Budva dışında her gittiğimiz yerde kontrol listesi olarak şu maddeleri gözden geçirin: nehir, taş köprü, cami(ler), han, hamam, tarihi çarşı. Bunları gördüyseniz, işin kültür turu kısmını bitirmişsiniz demektir. :) Elbette camiler kadar kiliseler ve sinagoglar da var bu güzel şehirde, bu nedenle de buraya Avrupa'nın Kudüs'ü denirmiş. 


Nehir kıyısından içeri girdiğimizde Başçarşı olarak adlandırılan tarihi çarşı alanına giriyoruz. Sokaklarında dolaşmadan önce ortadaki Sebil'i ve şehrin en önemli camilerinden biri olan ve Osmanlı mimarisi izleri taşıyan Gazi Hüsrev Bey Camii'ni görüyoruz. Gerçi Sebil'i benim fotoğrafta pek göremiyorsunuz, kusura bakmayın, yakından çekmemişim fotoğrafını (meydanın ortasındaki ahşap gövdeli, turkuaz kubbe tepeli Sebil 1753 yapımıymış).



Bu da şehrin (hatta ülkenin) en büyük Katedrali:


"Kiliseler, camiler, vs ve aralarındaki 'en büyük benim' yarışı sizin olsun. Bana meydanlarla, sokaklarla, doğayla gelin," felsefeme en uygun yerlerden biri de şehrin aşağıda gördüğünüz meydanıydı. Sürekli aralarında atışarak satranç oynayan huysuz amcaların olduğu meydandaki "çokkültürlülük" simgesi Francesco Perilli heykeline de bayıldım.   


Sırada Sönmeyen Ateş var. İkinci Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden siviller ve askerler anısına 1946'dan beri yanan aşağıdaki ateş aşağıda. Başçarşı'nın ana caddesi Ferhadiye boyunca yürürken şu ana kadar anlattığım yerlerin hepsini görebileceksiniz. Caddenin bir ucu Sebil, diğeri Sönmeyen Ateş olarak düşünebilirsiniz. 


Şehrin tarihi ve kültürel merkezinin tamamını yürüyerek gezebilirsiniz. Yoruldukça yeme-içme molalarını da istediğiniz yerde verebilirsiniz. Börek ve köfte açısından her yerin yaklaşık aynı lezzet ve fiyat skalasında olduğunu öğreniyoruz. Biz de meşhur Boşnak böreğini burada, Cevapcici dedikleri meşhur köftelerini ise ertesi gün Mostar'da denemeye karar veriyoruz. Boşnak böreği inanılmaz lezzetli. Normalde börek hiç aramayan ve yemeyen ben, porsiyonları görünce şok geçirmiştim ama o kadar yağlı ve hamur işi bir porsiyonu hiç zorlanmadan ve sonrasında hiç rahatsız olmadan mideye indirdim doğrusu. Yanında da sulandırılmış yoğurt gibi yoğun kıvamlı ve tuzsuz bir ayran veriyorlar. Karşı karşıya iki adet Buregdzinica yazan dükkan göreceksiniz Başçarşı içinde. En meşhurları bunlar. Hangisi daha az kalabalıksa ona girin, daha az bekleyin derim. :)


Köfte için de yine aynı sokakta bulunan pek çok seçenekten birini ya da Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi'nin hemen yanında bulunan eski Galatasaraylı futbolcu Tarık Hodzic'in köftecisini deneyebilirsiniz. Adını pek çok yerde gördüğümüz Hüsrev Bey, 1480-1541 yılları arasında yaşamış ve Osmanlı İmparatorluğu'nda önemli görevlerde bulunarak uzun süre de Bosna sancak beyliği yapmış önemli bir isim.   


Gelelim kardeş tavsiyesiyle bulduğumuz (bkz. Gezirehber.in) ve bayıldığımız, Bosna'nın ünlü bira fabrikası Sarajevska Pivara'nın birahanesine. İkinci molamızda burada geçirdiğimiz zaman gerçekten çok keyifliydi. Ve Boşnaklara özgü leziz kuru et eşliğinde içtiğimiz dark biraların tadı hâlâ damağımda. İçerisinin koyu ahşap, sıcak sarı aydınlatmalı, localara ayrılmış görüntüsüne de bayıldım. Gece ilerleyen saatlerde (ve kış soğuğunda) çok daha güzel olacağına emin olduğum bu mekanı mutlaka tavsiye ediyorum. Bizler iki saatlik uyku, rötarlı bir uçak yolculuğu ve tüm gün şehir gezdikten sonra ancak akşamüstü uğrayabildik, daha çok ve daha enerjik bir şekilde burada kalmayı çok isterdik. Adres bilgileri burada.


Aynı şekilde çok yorgun ve uykusuz ve midemiz birahane çıkışı fazlasıyla dolu olduğu için tadını çıkaramadığımız bir diğer mekan için bakınız: To Be Or Not To Be. Üstelik gitmeden İstanbul'dan arayıp rezervasyonumuzu bile yaptırmıştık ama iptal etmek zorunda kaldık. 

Bosna ve Savaş:

Sadece bir günümüzü geçirdiğimiz bu şehirden üzülerek ayrılma zamanımız da geldi çattı elbette. Çok yakın bir zamanda, Avrupa'nın göbeğinde, göz göre göre, üç yıldan uzun bir süre boyunca korkunç bir savaş ve soykırım yaşayan ve bu travmanın hüznü hem şehre hem insanına çökmüş olan Sarajevo'yu biz çok sevdik. 1980ler öncesinde Avrupa'da eğlencenin merkezi olarak görülen ve "Sarajevo'yu görmediyseniz eğlenmiş sayılmazsınız" denen bu şehrin bu havaya bürünmüş olması insanı üzüyor. Yine de savaş döneminde bile kadınlar gelenekleri olduğu üzere giyinip, süslenip, akşam gezintilerine çıkma alışkanlığından vazgeçmeyerek hem bir moral kaynağı olmuşlar hem de düşmana cesurca meydan okumuşlar. 

Savaşta öldürülen erkek sayısı çok fazla olsa da eziyeti çekenlerin daha çok kadınlar ve çocuklar olduğunu söylemek mümkün. Yaklaşık 50,000 kadının tecavüze uğradığı, bazılarının bu tecavüz çocuklarını doğurmak durumunda kaldıkları ve hâlâ bununla ilgili rehabilitasyon çalışmalarının devam ettiği söyleniyor. Kalleşçe ailelerinden ayrılarak öldürülen yaklaşık 8,000 Bosnalı erkeğin öyküsüyle Srebrenica Soykırımı insanın kanını donduruyor. Bu ülke ve insanı gerçekten çok acılar çekmişler. Çok büyük, insan üstü bir travma yaşamışlar ve yaşıyorlar. Savaşın izlerinin her yerde karşınıza çıkabileceği Sarajevo da unutmuyor, unutturmuyor, ama kin tutmadan da olanları geride bırakmayı ilke ediniyor (başarılabilir mi emin değilim, ben bile duyduğum hikayelerden dolayı kin ve öfke duygusuyla dolup taştığıma göre orada bunları yaşayan, bu ortamda ölmüş ve bu ortama doğmuş olan 7'den 70'e insanların kin tutmaması nasıl mümkün olabilir bilemiyorum doğrusu). 


Binaları delik deşik edilmiş olsa da her şeye rağmen ruhunu bir bütün halinde korumayı başarabilmiş bu güzel şehirdeki hüzün havası insanda acıma hissi değil saygı uyandırıyor. Zaten bana göre şehrin güzelliği de o güçlü ruhunun güzelliğinden geliyor. 

Güle güle Sarajevo, tekrar görüşmek dileğiyle...

Balkanlar 101 :)

Eveeet, hazırsak başlıyorum. Kurban Bayramı tatilinde Instagram'dan takip edenlerin bildiği üzere Balkanlar'ı gezip geldik. Gerçi Balkanlar haritasında bakınca küçük bir bölümü gibi göründü şimdi gözüme.:) Buradan Sarajevo'ya uçtuk. Orada bir gece kaldıktan sonra Mostar üzerinden Dubrovnik'e geldik. Orada iki gece kaldıktan sonra Karadağ'ın iki güzel şehri Kotor ve Budva'yı görüp, bir gece Budva'da kaldık. Daha sonra ne yazık ki Arnavutluk sınırının bir ucundan girip diğerinden çıkarak ve Tiran'ı görerek Ohrid Gölü'ne vardık. Ne yazık ki diyorum, çünkü Arnavutluk ciddi bir hayal kırıklığıydı benim için, sırası gelince anlatacağım. Ohrid Gölü kıyısında iki gece kaldıktan sonra Resne ve Manastır'ı görerek Üsküp'e geldik. Son gecemizde de burada kalıp, ertesi sabah erkenden uçağımıza atladığımız gibi evimize döndük. Rotayı haritadan takip edebilirsiniz.  


Tahmin edeceğiniz üzere hepsini detaylı yazacağım. Ama önce nasıl gittiğimizden bahsedeyim. Bu bayram için çok daha başka planlarımız vardı ama zorlayıcı olabileceğini düşünerek vazgeçmiştik (gerçi sonrasında değişen birtakım programlardan dolayı zorlayıcı da olmazmış). Sonra kendimiz Güney İtalya ya da Fransız Rivierası mı yapsak, diye düşünürken uçak biletlerine bakar bakmaz bu planlardan da vazgeçtik. THY yine fırsatını kaçırmadan fiyatlarıyla bayramı kutluyordu, sağ olsun! Baktık ki bu fiyatlarla kendimiz gezmek gereksiz bir maliyete neden olacak, primli fiyatlar da olsa turla gezmek dönemsel açıdan daha avantajlı olabilir dedik. Ve turla gezeceksek de kültür turu ağırlıklı bir gezi yapalım diyerek ETS'nin bu kapsamlı Balkanlar turunda karar kıldık. Ve iyi ki de öyle yapmışız, çünkü hem tur içeriğine hem de aslen bir Balkanlı (Karadağlı) olan rehberimiz Yusuf Bey'e bayıldık. Bu ismi not edin derim. İyi bir rehberin bilgisi kadar, tatlı-sert organizasyon yetisinin de önemli olduğu hepimiz biliyoruzdur sanırım. O kadar farklı insanı birlikte belli bir programa uyarak, aksaklık yaşatmadan (yaşanırsa da çözebilerek) gezdirmek önemli bir beceri. Ve 35 kişilik turumuzda plana harfiyen uyuldu, hiçbir gecikme/aksaklık yaşanmadı. Yusuf Bey bölgeyle ilgili bilgileri de o harika ses tonuyla ve hayattan hikayelerle süsleyerek, sıkmadan anlatıp, yollarda da bize Balkan müzikleri, Rumeli türküleri dinletince mest olduğumuzu tahmin edersiniz. İşte kendisi tam yanımda duruyor (ve ben ondan bir üst basamakta durduğum için yanında dev gibi görünüyorum! :) ):

  
Balkanlar'ı gezerken bölgeyi iyi bir rehber eşliğinde turla gezmenin kendi başımıza gezmekten çok daha fazla verimli olabileceğini fark ettik. Kendimiz pek çok yeri ve tarihi olayı atlayabilirdik ve ayrıca araba kiralamak da tek şoför İso'cum için çok yorucu olabilirdi. O yüzden doğru kararmış ve bu tura, bu rehbere, bu gruba denk geldiğimiz için de şanslıydık diyorum. 

Evet, dediğim gibi bu şehirleri gezerken çok yol yapacaksınız ve bazıları gerçekten zorlayıcı dağ yolları. Ama rahat bir otobüs ve sakin, deneyimli bir şoföre (okunduğu gibi ve muhtemelen yanlış yazıyorum ama şoförümüz Elvir (?) tam da bu tanıma uyuyordu) kendinizi emanet ettiğinizde geriye sadece harika manzaranın tadını çıkarmak kalıyor. Ve öyle böyle değil. Yollarda (ve bir de Mostar'da) orada yaşayan insanların bildiğiniz tablonun içinde yaşamakta olduklarını düşündüm. Yeşilin ve sonbahar renklerinin -sarıdan kırmızıya kadar- onlarca tonu, nehirler, mis gibi bir hava... Kara yolculuğuna pek bayılmayan bana bile terapi gibi geldi buradaki manzaralar. Hepsini zihnime kazımak istedim adeta. Muhteşem değil mi?




Son olarak havadan bahsetmezsem olmaz. Açıkçası giderken asıl niyetim kış başlamadan şu Balkanlar'ı karşıma alıp bir konuşmaktı. "Anlatın bakayım, derdiniz ne sizin? Ne zaman soğuk hava gelse altından siz çıkıyorsunuz. Artistliğiniz sadece bize mi, yoksa başkalarına da böyle mi davranıyorsunuz? Bak kışa giriyoruz, yumuşarım, bir oluru var diyorsanız bilelim," diyecektim karşılarına geçip. Ama bana zaten öyle yumuşacık davrandılar ki diyeceğim her şeyi unuttum. Kulaklarını çekemedim, kıyamadım. Tedbir olarak yanımıza aldığımız şemsiyeyi, kalın montu bile kullanmadık, daha ne yapsınlar, değil mi? Hava ince hırkalarla, trençkotlarla, spor ayakkabılarımızla rahatça gezebileceğiniz 17-25 arasında gidip geldi mis gibi. Sadece bir gece çok soğuktu ki onda da gezimizi bitirip otele dönmüştük. Dubrovnik'te tüm gün askılı ile dolaştım, parmak arası terlikle dolaşan ve denize giren vardı, o kadarını söyleyeyim size.

Girizgahımı yaptım ve Sarajevo ile de detaylıca yazmaya başlayacağım. Ama en başta da olsa söylemezsem olmaz: Balkanlar'ın doğasına, havasına, suyuna (akan sular her yerde içilebiliyor, aklınızda olsun), insanına, kültürünün ve tarihinin şehirlere yansıttığı ruhuna, bazı şehirlerine sinmiş o hüzne, kısacası her şeyine bayıldım, hayran oldum diyebilirim. Bu kadar güzel ağırlanmayı beklemiyordum doğrusu. Yine görüşelim diyorum.:)

İyi haftalar..

Muhteşem Gatsby ve Muhteşem Fado Prensesi :)

Tarsus Amerikan Koleji yıllarında ders olarak okumuştuk kitabını. Hey gidi günler hey... Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald'ın bir klasik olmuş aynı adlı romanından uyarlanan film bir masal, bir karnaval, bir görsel şölen havasında adeta. Ve böylesi bir uyarlama da çok yakışmış bence bu romana. Dekorlar ve kostümler inanılmaz başarılı. Her şeyden önce bunlardan bahsettiğime bakılırsa bunlar filmin en öne çıkan özellikleri olabilir sanki. Leonardo di Caprio Gatsby rolünde çok başarılı, aynı şekilde Carey Mulligan da Daisy rolüne cuk oturmuş. Yazar olma hayalleri kuran borsacı Carraway, Amerika'da kuzeni Daisy ve kocasının yaşadığı eve yakın bir yerde ev tutar. Komşusu olan rüya malikanede ise Gatsby adında bir adam yaşamaktadır. Verdiği davetler ve gösterişli yaşamı ile dillere destan olan bu gizemli Gatsby karakteri bir gün Carraway ile özel olarak tanışmak ister. Hımm, neden acaba? :) Bunu filmi izleyip de görmelisiniz.

Ancak film -daha doğrusu roman- aslında görüldüğü kadar light bir içeriğe sahip değil. Yani aşk-meşk-parti havasından çıktığınızda 1920'lerdeki Amerikan yaşam tarzının ve sisteminin eleştirisini de açıkça görmeniz mümkün. Tamam, itiraf edeyim, filmde o kadar da açıkça mümkün değil. Ama kitapta nasıldı onu da hatırlamıyorum diyebilirim (ee, onlarca yıl geride kaldı ne de olsa). Kitaptan tek hatırladığım karaktersiz Daisy'ydi. Hiç değişmemiş, aynı duruyor aşüfte! :) Neyse, izlemeye değer bir film bana göre. Bakın bakalım, siz de beğenecek misiniz?


Gelelim dün akşamki konsere: şairlerin sesi Cristina Branco'yu dinledik dün Cemal Reşit Rey'de. Alegria albümünde 12 ayrı karaktere girerek kendini toplumda olup bitenlere adapte eden sanatçı, albümünün Avrupa turnesi kapsamında buraya da uğramış. İso'cum sayesinde gitmeye karar verdiğimiz, daha önce adını duymadığım, ama Fado sevdiğim için koşa koşa gittiğim bu konsere ve Fado'nun Prensesi Cristina'ya bayıldık. O nasıl güzel bir ses, o ne harika bir yorum öyle. Ve kısa kısa anlattığı şarkıların hikayeleri. Ve o şeker ötesi üç kişilik dev orkestrası. Çok keyifli bir geceydi gerçekten.

Eleştirmenlerce tıpkı Amalia Rodrigues'in bir şarkısının sözlerinde olduğu gibi "Fado'yu yaşıyor ve Fado ile nefes alıyor" diye tanımlanan sanatçı, Portekiz geleneksel müziğini hem kendi ülkesinin hem dünyaca ünlü şairlerin sözleriyle buluşturarak Fado'ya yeni bir bakış açısı getirmiş. Çok da iyi yapmış. Bir de bu müzik türünü adeta tanımlayan acı, hasret ve çaresizlik şarkıları yerine hayattan keyif alan şarkılara imza atmış (ki buna da alkış diyoruz). Zaten albümün adı Alegria da Neşe anlamına geliyor. Tabi keyif, neşe derken "hobaaa eller havaya" tarzında bir coşkudan bahsetmiyoruz. Bir Fado ne kadar neşeli olabilirse o kadarlık bir neşe, coşku tınısı var şarkılarda. Ve çok yakışmış. Aslında Alegria hikayelerle gerçeği ve umudu arıyor ve daha iyi bir hayat için çözümler bulmaya çalışıyor. Sanatçı albümünde birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini söylüyor. Sesi ve yorumu dışında fikirlerini, hayat görüşünü ve Neşe'li tarzını da çok sevdik Cristina Branco'nun. Tez zamanda albümü alınacak, tadına varılacak. Siz de yapın derim.

İyi hafta sonları...


Çıldırtma Garantili: D-Smart Blu!

1. Güncelleme (6 Kasım 2013):

Aşağıdaki şikayete haftalar sonra gelen cevap şöyle oldu:

"Peşin ödemesi yapılan hizmetlerde iptal işlemi kullanıcılarımıza sunulmamaktadır."

Sanırım hepimiz bu cevabın şu anlama geldiği konusunda hemfikiriz: "420 TL'nizi aldım, hizmet falan vermem, ama paranızı da iade etmem!" Ve yine sanıyorum ki hepimiz bunun hiç de tatmin edici bir cevap olmadığı konusunda da hemfikiriz. 

İkinci tur şikayet olarak sikayetvar.com'a başvurdum. Oradan birkaç günde döndüler ama yine çözüm üretmeden, aynı şeyi tekrarlayarak, iptal/iade hakkımız olmadığını söyleyerek! Bizim Internet bağlantımıza da suç yüklemeye çalıştıkları (ve mümkün değil çünkü maç saatleri dışında tıkır tıkır çalışıyor yayınınız dediğimde sus pus oldukları) 10 dakikalık konuşma sonrasında kapanışımız şöyle oldu:

Ben: "Yani müşteri memnuniyetinin ve müşteri ilişkilerinin bu kadar önemli olduğu bir dönemde 420 TL'nizi alırım ve size hizmet de vermem, böyle bir eşkıyalık yaparım diyorsunuz doğru mu?" diye sordum. 
Kadın: "Evet doğru, para iadesi yapmıyoruz," dedi. Ve papağan gibi sürekli teknik destek yönlendirebileceğini söyleyip durduğu konuşmasında şikayet mailime link olarak eklediğim blog yazısını bile okumamış olduğunu öğrendim. Had safhada ilgi diye buna derim! 

Konuşma kaydını e-mailime istediğimde ancak hukuki bir süreç olursa kayıtları temin edebildiklerini söyledi. Ben de o zaman o kayıtlara çok iyi bakmalarını içimden  geçirerek telefonu kapattım. 

Yanlış mı yorumluyorum: sizce bu dört dörtlük bir piyasa eşkıyalığı değil de nedir? Ve bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok, bu da böyle biline. 


Orijinal yazı:

Çok büyük bir hata yaparak bu sezon D-Smart Blu'ya üye oluşumuzun ve şimdiye kadarki iki GS maçının ikisini de nasıl izleyemediğimizin hikayesini kocamın ağzından dinlemek isteyenleri böyle alalım (mail yoluyla D-Smart'a gönderdiğimiz mektup isim ve tel bilgileri hariç aynen aşağıdadır, tabi şikayet maillerine bakan var mıdır bilemiyorum). İso'cum bu kadar uzun ve detaylı bir mektup yazıyorsa durumu ciddiye almalısınız dostum!

Neyse, siz siz olun sakın ola ki bizim düştüğümüz hataya düşmeyin, D-Smart Blu'nun yanına bile yaklaşmayın. Bizim alamadığımız hizmet size ders olsun. Haftalardır da konuyla ilgili dönüş olmadığı için artık bu saygısızlığı buradan ve diğer sosyal medya hesaplarında da duyurmaya karar verdik. Herhangi bir yanıt, akıllıca bir çözüm önerisi alırsak (ki bizim için büyük sürpriz olur!) aynı şekilde bu yazıda paylaşacağımdan emin olabilirsiniz. Sinirimizi bozmadan, bizi aptal yerine koymaya çalışanlara karşı haklarımızı savunmaya devam edeceğiz! Ha bu arada mektubun sondan bir önceki paragrafında maçın sadece 5 dk'sını izleyebilen eş ben oluyorum. Genelde izlediğim görüntü buydu: 



Sayın Yetkili                                                                                                                                     
24 Ekim 2013/ İstanbul

Her şey 2 Ekim 2013 tarihinde Italya’da oynanacak Galatasaray – Juventus maçını evimizde rahat bir şekilde izlemek istememiz ile başladı. Evimizde zaten Lig TV aboneliği bulunduğundan, evi kahvehaneye çevirmemek adına ikinci bir dekoder almaya soğuk bakıyor ve bu sebepten dolayı 1-2 senedir Galatasaray’ın başarılı Şampiyonlar Ligi maçlarını dışarıda izleyerek geçiştiriyorduk.

Bu sene başında D Smart, D Smart Blu adında bir hizmet sunmaya başladı. Bu hizmet evine dekoder almak istemeyen futbolseverler için ideal gibi gözüküyordu o gün için. Nede olsa D Smart cehennemine henüz girmemiş mutlu insanlardık! 420 TL vererek, 1 Ekim 2013 tarihinde D Smart’ın Blu isimli web tabanlı yayın hizmetine abone olduk.

Abone olur olmaz denemek için 1 Ekim 2013 akşamı şampiyonlar ligindeki maçları laptop’umdan seyrettim bir problem oluşacak mı öncesinden görelim diye. Ancak son derece problemsiz bir yayın ile 1 Ekim gecesindeki maçları seyredip mutlu oldum, güzel bir hizmet satın aldığıma inanma gafletinde bulunarak! 2 Ekim 2013 gecesi, evimizde misafirlerimiz, güzel hazırlıklarımız, formalarımız sırtımızda maçın başlamasını beklemeye koyulduk. Taa ki maç başlayana kadar herşey güzeldi. Maçın başlama düdüğü ile D Smart Blu hizmetinin de bitiş düdüğünü çaldı ve yayın kesintileri, kararan ekranlar, yayın görüntülenemiyor uyarıları, uyarmadan kapanan pencereler ve benzeri sorunlar derken; sisteme yeniden giriş çıkış yapmaktan, farklı kanalları açıp geri gelerek yayının düzeleceğini ummaktan, farklı bilgisayarları ve hatta tabletleri deneyip kesintisiz yayın totemleri yapmaktan ibaret ve harap olmuş bir 90 dakika geçirdik. Toplam 90 dakikalık maç boyunca problemsiz izleyebildiğimiz toplam dakika 12: Yazı ile On İki dakikadan ibaretti. Maçın bitişi ile birlikte tüm yayın yine normale döndü.

Ertesi gün D Smart müşteri hizmetlerini aradım. Daha önce hiç D-Smart müşteri hizmetlerini aradınız mı bilmiyorum ama, bir hizmet ne kadar kötü verilebilir, acaba dibinin dibi var mıdır, müşteri ile nasıl dalga geçilirve benzeri tüm absürt sorulara cevap aramak istiyorsanız bire bir! D-Smart müşteri hizmetlerini 5 gün 5 gece aradık, hepsi kayıtlarında mevcuttur. Daha sonra D-Smart tarafından geri aranmaya başladık. Ancak D-Smart müşteri hizmetlerinden geri arayanların neredeyse tamamı aradıklarında: D Smart abonesi olmak istiyormuşsunuz nasıl yardımcı olabiliriz, diyip hitap etmek için ismimi sormaya başladıklarında ben hitap edecek güzel kelimeleri seçmekte bir hayli zorlandım doğrusu. Sonunda yıldım ve aramayı kestik.

Problemimiz ile ilgili geri dönerler mi acaba diye ümitsiz bir bekleyiş ile adab-ı muaşeret kuralları kapsamında kalarak dünkü Galatasaray-Kopenhag maçına kadar geldik. Ne de olsa ben maça gidiyorum ama aklıma gelmeyen bir konu vardı: eşim maça gelmiyor ve maçı D-Smart’tan seyretmek istiyor. Ne büyük densizlik, D Smart Blu’dan maç mı izlenir?! Son derece keyifli bir maç izliyorum Türk Telekom Arena’da Galatasaray rekorlar kırıyor derken, maç bitimi eşimden öğrendim ki D-Smart Blu da kendi rekorunu kırmış. Toplam izlenebilen dakika sayısı 5: yazı ile beş dakikadan ibaret!!!

Bir an önce bu D Smart Blu hizmetinden nasıl kurtulacağımı, bu basiretsiz şirketin kayıtlarından nasıl çıkabileceğimi öğrenmek istiyorum. Nasıl bir çözüm getireceksiniz bilemiyorum. Ancak bir şey yapmamanız halinde bu sorunu çok ileri seviyelere taşımaktan imtina etmeyeceğimi bilmenizi isterim. Yasal olarak tüm haklarımı kullanmaya çalışacak ve bu şikayeti ilgili merciler ile ve sosyal medya üzerinden ulaşabileceğim tüm kanallar ile de paylaşacağım. Basiretsiz müşteri hizmetleriniz ve vermediğiniz hizmetlerinizin neticesini müşterileriniz hiç ama hiç çekmek zorunda değil. D-Smart şirketi olarak Digitürk şirketini satın almak istediğinizi de üzülerek takip ediyorum. Son derece profesyonel yayın ve müşteri hizmetleri prensibi çerçevesinde hizmet veren bu güzel şirketi satın alamayacağınızı ve sizin karanlık dünyanıza çekemeyeceğinizi umarak, en azından güzel hizmet veren Digitürk’ün bu sektörde kalmasını içtenlikle diliyor, çözümünüzü ivedi şekilde bekliyorum.

Hitap edebilmeniz için ismim:
Sisteminize kayıtlı telefon numaram: 

Saygılar

...Göz Zevki...

Dergileri karıştırmaya devam...

Fransız tasarımcı Herve Van der Straeten'in sınırlı sayıda ürettiği eserlerden bazılarına bir göz atalım. Mücevherden mobilya tasarımcılığına geçen Van der Straeten'in tasarımları bir süredir Ralph Pucci'nin New York'taki galerisinde de sergileniyormuş. Ahşap ve paslanmaz çelik gibi sıcak ve soğuk malzemelerle kontrast oluşturmaktan hoşlandığını söyleyen tasarımcı, 'Her birinin etkisinin diğerinin sayesinde vurgulandığını,' düşünüyormuş. Konsolları ve aynaları adeta olay olan Van der Straeten'in aşağıdaki kolajda sağ üst köşede gördüğünüz çelik ve kırmızı lakeden yapılmış konsolunun fiyatı 125,000$cıkmış. Gerçi ben o parayı topladığım anda Kaş'tan minik bir daire alıp bu konsola da uzaktan bakmayı tercih edebilirdim, ama alana mani olmam, söyleyeyim. :)


Brad Pitt'in tasarımcı tarafını biliyor muydunuz? Meğer yıllardır kendi kendine taslaklar çizermiş ve evine mobilya siparişi verdiği Pollaro Custom Furniture şirketinin sahibi Frank Pollaro'nun siparişi bizzat kendisinin götürmesi üzerine bu taslakları hayata geçirme fikri ortaya çıkmış. Pitt'in tasarım konusunda kendisiyle aynı tutkuyu paylaştığını fark eden Pollaro, tamamen el yapımı ve nadir materyallerle üretilen Brad Pitt'e özel seride modern beyaz koltuklar, mermer küvetler ve ahşap masalar, sehpalara yer vermiş. Özel imzalı ve sınırlı sayıda üretimler olduklarını da söylemeye gerek yok sanırım.



Sırada müzik dinleme keyfinizi artırabilecek iki tasarım var. Sağdaki beyaz deri ve pembe altın metalden yapılmış kulaklığın ses performansı harikaymış. Bence görüntü performansı da süper, ne dersiniz? Diğeri ise evde müzik dinlemek için İtalyan ceviz ağacı ve seramik kullanılarak korna şeklinde tasarlanmış bir amplifikatör. Bayıldım. Bunları buradan bulabiliyorsunuz.   


Van Cleef & Arpels'ın 1940'lardan beri tasarladığı balerin figürlü mücevher ve saatlerinin 2013 yorumlarını aşağıda görebilirsiniz. Harika değil mi? Üst sıranın ortasındaki saatler 185,000$cıkmış. Ben yine bu fiyata Kaş'ta yazlık almayı tercih edeceğim galiba.:) Ama buna normal bir mücevher olarak değil de ince işçilik, büyük ustalık ve sanat eseri olarak bakmak gerek bence. Taş işçiliği,minyatür heykelcilik, gravür ve mineleme teknikleri bir arada kullanılarak yaratılan çok zarif ve şık tasarımlar. Masalsı... 


Bu seferlik de seçtiklerim bu kadar. Artık yavaş yavaş çevirimi toparlamaya başlıyorum. Ve kendimi bir süre gezip gördüğüm yerleri anlatmaya verebilirim. Bayramda yaptığımız Balkanlar turumuzla ilgili yazıların başlamasına çok az kaldı. İlgilenenlerin gözü burada olsun derim.

Tasarım Aydınlatma Ürünleri

Son dönem dergi karıştırmacaları sonucunda gözüme çarpan ve pek beğendiğim tasarımlarla karşınızdayım bir kez daha.

Tom Dixon tasarımı paslanmaz çelik avizeler sizce nasıl? Bence tek tek olduğu kadar geniş bir girişe ya da bir merdiven tavanına gümüş-bakır-altın tonlarından karışık ve çoklu kullanım için harika olabilirler (aşağıdaki gibi). Tasarımcının Etch Shade serisine dahil ettiği bu aydınlatma ürünleri 0,4 milimetrelik aşınmış metal levhaların üzerine dijital makinelerle desenler işlenmesi sonucunda ortaya çıkmış. İçeriden ışıklandırılınca da bulunduğu ortama hoş bir aydınlık yaydıkları kesin.  


Sırada Moooi var. "Güzel" anlamına gelen bu Dutch kelimesindeki 3. "o" güzellik ve eşsizlik anlamındaki ekstra değeri temsilen orada duruyormuş. Firmanın doğadan ilham alan aşağıdaki aydınlatma ürünleri dışında dolap, koltuk, aksesuar, vs gibi çok çeşitli tasarımları da var. Daha fazlası için web sayfalarına bakabilirsiniz. 


Sırada Etiler'den bir adres var: BMS. Burada da pek çok farklı ofis ve ev ürünü bulabilirsiniz, ama konumuz aydınlatma olduğu için oraya odaklanıyoruz. Ve ben aşağıdaki ithal tasarımları seçtim sizler için. Şemsiye şeklindeki avizenin tasarımcısı Philippe Starck adı ise MarieCoquine. Aşağıdan görünümünü daha çok sevdiğimi de itiraf etmeliyim. Evimde olsa tam altına bir koltuğa uzanıp seyredebilirdim kendisini, o derece.:) Aşağıdaki ürünlerden soldakinin adı Candy Light ve Jaime Hayon imzalı bir tasarım. Seramik ve kristalden yapılmış, kaldırabileceğim modernlikte bir ürün. Sağdaki ise hem iç hem dış mekâna uygun, mum ışıklı Jallum lamba. Kablosuz ve taşınabilir olması da ayrıca güzel bence. Şarj edilebilir pil ve açma kapama düğmesiyle son derece pratik. Sevdim.    


Ve son olarak sırada Hilden & Diaz var. Alman doğa bilimci Ernst Haeckel'in çizgilerinden ilham alınarak üretilmiş bu avize, sanki ormandan kopup evinize gelmiş gibi görünmüyor mu? Ve içindeki lamba yandığında duvarlarınıza yansıyacak görüntüyü hayal edebiliyor musunuz? Gerçekten çok etkileyici, çok sevdim! 


Çeşitli dergilerde karşıma çıkan bu ışıl ışıl tasarımları umarım sizler de beğenmişsinizdir. Ama dergilerden sadece bunlar çıkmıyor elbette. Başka tasarım ve sanat ürünleriyle yine karşınızda olacağım. Yani yine görüşeceğiz, bekleyin beni.

Bu arada umarım bayram tatiliniz harika geçmiştir. Hepinize iyi haftalar ve sendromsuz dönüşler diliyorum.:) 














Galata Kulesi

Geçen hafta annem buradaydı. Ve uzun zamandır yapmadığı gibi sadece gezmek için İstanbul'daydı. Ben de bu buluşmayı iple çekiyordum, çünkü onu tanıştırmak istediğim bir sürü yer ve lezzet birikmişti. Neyse ki hepsini programa sığdırdım, sağlık ve afiyetle de denettim. Misyonumu tamamladım, mutlu ve huzurluyum yani anlayacağınız. Ayrıca laf aramızda anne-kız kafamızın estiği gibi gezmeyi de pek özlemişim. Ve bu yaz Mersin'e de gitmediğim için sanırım anne-kız yüz yüze muhabbet (telefonla günde bir saatimiz zaten fiks ama insan bunu da özlüyor) açığım da fazlasıyla büyümüş. Kısaca annemi özlemişim ayol, var mı? :) O yüzden bu bir hafta sanırım ikimize de pek iyi geldi. Gezdiğim gördüğüm yerleri size anlatmayacağım, çünkü sizler zaten hepsini çok iyi biliyorsunuz. Burada daha önce yazmadığım bir yere gitmedim, panik yok. Ama Cihangir-Galata arka sokaklar turumuzun kapanışında gaza gelerek hadi Galata Kulesi'ne çıkalım dedik ve bundan biraz bahsedebilirim sanki. Daha doğrusu muhteşem İstanbul manzarasıyla hafta sonuna (ve büyük tatile) girmeden gözünüzü ve gönlünüzü açabilirim. 

İkimiz de yıllar önce görmüştük bu manzarayı ama bir daha hatırlayalım dedik. İyi ki de demişiz. (Benim 13 yıl olmuş mesela buraya çıkalı. Aynı şekilde bir de Topkapı Sarayı ve Yerebatan Sarnıcı var 13 yıl önce İstanbul'a geldiğimiz ilk aylarda gezdiğimiz ve tekrar gezmek istediğimiz.) O zamanlar blog olmadığı için yazısı ve fotoğrafları da yok elbet 


Dünyanın en eski kulelerinden biri olan Galata Kulesi ilk olarak Bizans döneminde 528 yılında inşa edilmiş. Daha sonra Haçlı Seferleri sırasında büyük ölçüde tahrip olmuş. 1348 yılında ise Cenevizliler tarafından Galata Surları'na ek olarak yeniden inşa edilmiş. O zamanlar adı İsa Kulesi'ymiş. Sonra İstanbul'un fethiyle birlikte Türklerin eline geçerek az çok şimdiki halini almış. Kule'de her yüzyılda çeşitli onarım çalışmaları yapılmış olsa da günümüzdeki görünümünü 1965-67 yılları arasında yapılan son onarım çalışması sonrasında kazanmış. 

Yerden 66.90 metre, deniz seviyesinden ise 140 metre yüksekliğindeki Kule'nin duvar kalınlığı 3.75 metreymiş. Ve tabi ki bizler açısından hikayesinin en ilgi çekici yanı da Hezarfen Ahmet Çelebi'nin 17. yüzyılın ilk yarısında buradan uçmuş olması. Ne adammış ama! Meraklı maceracı diye buna derim. Bir de yeni öğrendiğim üzücü bir şey de yaşanmış bu Kule'de: şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın oğlu 1973 yılında buradan atlayarak intihar etmiş ve şairin bununla ilgili yazdığı bir şiir bile varmış. Hatta yine şairin TSM olarak söylenen Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın şiirinin de oğlu Vedat için yazıldığı iddia ediliyormuş. 


Kule'ye bir kültür ve turizm elçisi gözüyle bakmaya çalışınca çok önemli eksiklikleri olduğunu gördüm, belirtmeden geçmeyeyim. Öncelikle giriş ücreti çok düşük: Türk vatandaşları için 6,5 TL, yabancı turistler için 13 TL. Bence bunun acilen sırasıyla en az 10 TL ve 10 EURO olarak değişmesi gerekir. Ayrıca girişinde verilen kartpostal görünümlü biletlerin arkasındaki bilgiler sadece Türkçe değil İngilizce de yazılmalı ve mümkünse doğru olmalı! Girişte Galata Kulesi ve İstanbul ile ilgili turist kitapları satılmalı. Ya da daha iyi bir fikrim var: üst kattaki restoran & kafeterya bölümü sadece kafeterya olarak küçültülmeli ve kalan bölümü de Kule ve İstanbul ile ilgili hediyelik eşyaların, kitapların satıldığı bir müze dükkânına dönüştürülmeli. Önerilerim şimdilik bu kadar, uyguladıktan sonra haber verin, gelip bir bakayım başka eksikler var mı diye.:)

Hepinize iyi bayramlar, keyifli tatiller diliyorum. Dönüşte birbirimize anlatacağımız güzel hikayelerle buluşmak üzere...

Son İzlenenler

Woody Allen film çeker de biz koşa koşa gitmez miyiz? Tabi ki gideriz. Blue Jasmine'e (Mavi Yasemin) de hemen ilk hafta sonu gittik. Bu kez San Francisco'da geçen hikaye Jasmine'in (Cate Blanchett) etrafında dönüyor. Kocası Hal (Alec Baldwin) hapishanede kendini öldürdüğü için aile düzeni bozulan Jasmine, New York'tan ve oradaki şaşalı yaşamından ayrılarak iki çocuğuyla birlikte son derece mütevazı bir hayat, hatta bir yaşam mücadelesi sürdürmekte olan San Francisco'daki üvey kız kardeşinin yanına geliyor. Jasmine'in antidepresan bağımlısı ve sık sık kendi kendine konuşan, benmerkezci, arızalı bir karakter olduğunu onu görür görmez anlıyoruz. Nedenlerini ise filmin geçmişe dönerek Jasmine ile Hal'in hayatlarından bazı kesitlere göz attığı bölümlerinden anlıyoruz. Pırıltılı bir yaşam için her yol mubah anlayışıyla iş ve özel yaşamdaki etik açıdan problem yaratabilecek pek çok şeyi çözmek yerine o an işine öyle geldiği için görmezden gelerek sürdürülen yüzeysel ve etiket odaklı bir yaşamın devamının nasıl olabileceği ile ilgili çok güzel fikir veren bir öykü bu. O göz alıcı hayata gözlerinizi açarak, iyice bakabilirseniz çıkarılacak çok dersler var. Jasmine yaşadıklarından ders çıkardı mı, yoksa nato kafa nato mermer kaldığı yerden devam mı ediyor, izleyip görünüz, derim. yine çok güzel bir Woody Allen filmi olmuş. Cate Blanchett ise Jasmine karakterinde inanılmaz başarılı bir oyunculuk sergilemiş. En büyük alkış ona.  

Gelelim ikinci önerime: The Hunt. 2012 Danimarka yapımı bu harika filmin Türkçesi için Onur Savaşı uygun görülmüş. Filmi izledikten sonra anlam olarak bu ismin hiç de fena olmadığını düşünüyorum. Ama kapanışındaki "av" sahnesindeki ince mesajın güzelliğini dikkate alarak yine de filmin adının birebir çevirisi yapılmalıymış diyorum. Anaokulu öğretmeni olan Lucas (Mads Mikkelsen), okulundaki çocuklardan birinin gerçekten de çocukça bir yalanı yüzünden kendini saçma sapan bir suçlamayla karşı karşıya bulur. Yaşadığı kasabadaki arkadaşları, sevgilisi, anaokulundaki diğer öğretmen arkadaşları, boşandığı eşinde kalan ergenlik çağındaki oğlu, kısacası etrafındaki herkes yanlış da olsa bu olay karşısında etkilenecek ve Lucas'a karşı tavırları değişecektir. Cannes Film Festivali'nde bu filmdeki performansıyla en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Mads Mikkelsen'i tebrik etmek gerek, gerçekten de çok başarılı bir performans sergiliyor. Filmin yönetmeninin Festen'den hatırladığımız Thomas Vinterberg olduğunu da belirteyim. (Gerçi Festen'in filmini değil DOT oyunu uyarlamasını izlemiştik ama olsun.) Geçen seneki Filmekimi filmlerinden biri olan The Hunt'ı mutlaka izleyin.

Gelelim Kim Ki Duk ile tanışmamıza. Yönetmenin ve Güney Kore filmlerinin hastaları olduğunu biliyorum. Ben onlardan sayılmam, ama şimdiye kadar izlediklerim de sahiden hiç de boş çıkmadığı gibi gayet etkileyici filmlerdi. Aslında Seda ve Sinem ile Sinem'in şu yazısında bahsettiği etkinlikte Kim Ki Duk ile gerçekten tanışabilirdik, ama benim programım uymadığı için onlardan biraz daha geç tanışabildim bu isimle ve aylardır evde izlenmeyi bekleyen Pieta (Acı) filmiyle. Şimdiye kadarki Güney Kore deneyimlerimden öğrendiğim en önemli şey şudur ki bir Güney Koreli'ye asla yamuk yapmayacaksın, çünkü intikamları pek pis oluyor, dostum! :) Burada da yine bir intikam kurgusu var ama sadece bir intikam filmi olduğu söylenemez.

Pieta'nın kelime anlamı acı ama daha çok Hıristiyanlık sanatında Meryem'in Hz. İsa'nın ölü bedenini kucağında tutarken duyduğu acıyı simgeleyen görüntüler için kullanılır. Yani o yoğunlukta bir acıdan bahsediyoruz, ki filmde de durum buna benziyor. Tefeciler için çalışan ve tahsilatlar konusunda son derece acımasız olan Gang Do'nun kimsesi yok. Ama sonra birdenbire ortaya annesi olduğunu iddia eden bir kadın ortaya çıkıyor ve müthiş bir sabır ve dayanıklılık testinden geçerek onu da annesi olduğuna sonunda inandırabiliyor. O ana kadar adeta insanlıktan çıkmış olan Gang Do, ilk kez anne sevgisi, şefkati ve duygusal yakınlıkla tanışıp, yumuşamaya ve yeniden bir insana dönüşmeye başlıyor. Buraya kadar her şey yolunda gibi görünüyor diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama o zamana kadar tefecilerden borç alan zavallı işçilere çektirdiği acıların da bir bedeli olmalı, değil mi? Rahatsız edici sahnelerle dolu, ama gerçekten çok da etkileyici bir film Pieta.

Kim Ki Duk'la son filmiyle tanıştık ve yönetmeni asıl ünlendiren Boş Oda'yı da tavsiye üzerine izlenecekler arasında ilk sıralara aldık.

Sizlere de iyi seyirler...






  

Birbirinden Güzel 3 Kitap

İkisi son yaz tatilinden kalma kitaplar. Hatta bir tanesi İstanbul'a da sarktı. Diğeri ise 72 sayfalık minnak bir roman. Yani bir saatlik canı vardı ama ben onu iki spor gününe yaydım ve hem pedal çevirip hem kitap okumuş oldum. Sırayla başlayalım bakalım. 

İlk bahsedeceğim roman bir klasik: Çanlar Kimin İçin Çalıyor. Ernest Hemingway ustanın ta Küba'lardaki evini ziyaret edip, hayat hikayesini öğrenip, sevgilisi Martha Gellhorn ile ilişkisini anlatan filmini izleyip en önemli klasiğini hâlâ okumamış olmak (hatta sadece İhtiyar Balıkçı ve Deniz'i okumuş olmak) beni biraz rahatsız ediyordu. Zamanı bu zamanmış deyip aldım elime ama yanlış bir basımını almışım ne yazık ki, çünkü çevirisi berbattı. Bu yüzden de kitaptan aldığım keyif ciddi ölçüde azaldı diyebilirim. Aman siz siz olun aşağıda gördüğünüz Bilgi Yayınevi basımını almayın. (Bu arada çimler, şezlong ve deniz üçlüsüne bakıp aaah aah diyorum, siz de öyle değil mi?


Hemingway bu romanında İspanya'da faşistlere karşı savaşan bir gerilla birliğinin üyelerinin gözünden iç savaşa, savaşın ve ölümün anlamsızlığına bakıyor. Ve sadece dört günlük bir süreyi anlatmasına rağmen uzun bir süreyi ve geçmişi anlatıyormuş hissine kapılıyorsunuz. O kadar derin ve dolu. Yani aslında bir savaş romanı olmakla birlikte felsefi bir tarafı da var. Ucundan kenarından bir aşk da var. Köprüyü uçurma planının önemli bir stratejik parçası olan Amerikalı uzman Robert Jordan, kitabın olduğu kadar bu aşkın da baş rolünde. Kitabın en etkilendiğim bölümü kentteki faşistlerin teker teker linç edildikleri bölüm oldu. Şiddetin şiddet doğurmasına, insanın şiddet ortamında kolaylıkla insanlıktan çıkabilmesine en güzel örnekti sanırım. 

Yine son deniz tatilimde başladığım bir kitap var sırada: Oya Baydar'ın Erguvan Kapısı. Yazara bayıldığımı artık biliyorsunuzdur diye düşünüyorum. Yine harika bir roman var karşımda. İstanbul'da geçen ama Türkiye gerçeğini her zamanki gibi kapsamlı bir şekilde önümüze sunan bir roman. Bizans döneminden kalma bir kapıyı aramak için yıllar sonra İstanbul'a gelen Bizantolog Teo, diplomat kızı Derin, sol örgüt üyesi Kerem Ali, eski devrimci (biraz tembel olanlarından!) ve Umut'unu kaybetmiş olan Ülkü. Ve bunların hepsinin iç içe geçen, kesişen öyküleriyle anlatılan -ve neredeyse on yıl önce yazılmış olmasına rağmen günümüzde de gerçekliğini ve geçerliliğini koruyan (mesela Gülsuyu'nda yaşamını yitiren Hasan Ferit Gedik'in öyküsüne bakabiliriz bu çıplak gerçekliği görmek için)- bir hikaye. 


Ve altını çizdiğim bir sürü cümleden bazıları:

* ...İşçi sınıfının davasını benimsemiş bir burjuvayı, sınıf savaşımının dışında kalan işbirlikçi bir proltere bin kez yeğlerim...
* ...Tek kurtuluş silahı halk savaşıdır. Kurtulmak istiyorsan partiye başvur. Hiçbir yol seni kurtaramaz. Ne toplu ayaklanma hayali, ne parlamento, ne reform palavraları, ne de toplumsal uzlaşma kandırmacaları. Partisiz kurtuluş olmaz...
* ...Gerçek herkesin kendi hikayesine verdiği addır...
* ...Türkiye sanat tarihçileri için bir hazine, sosyal bilimciler içinse mükemmel bir laboratuvardır...
* ...Türkiye'yi oryantalist önyargılarınızla veya turistik gözlemlerle anlayamazsınız... Toplumsal sınıflarla, o sınıfların taşımaları gereken ideolojik değerlerin ve söylemlerin böylesine çelişik olduğu başka bir ülke bulmak zordur. Türkiye'de işçiler kapitalizmin değerlerini savunur, burjuvalara hayranlık duyarken, en sıkı komünistler varlıklı kesimlerden, burjuva kökenli aydınlardan çıkar... (Ne doğru bir tespit! Herhalde sadece parası olanların adam gibi bir eğitim alma ve aydınlanma hakkına sahip olmasıyla ilgili bir durumdur.) 
  
Son olarak yine usta isimlerden biri var sırada:Yaşar Kemal. Ve yazının başında da sözünü ettiğim gibi mini romanı Tek Kanatlı Bir Kuş.  


Ustalık bu olsa gerek diye düşündüm bu romanı okurken, sadece 70 sayfa ile neler neler anlatabilmek. Yaklaşık kırk yıl önce yazdığı ama bu yıl yayınladığı bu romanda Yaşar Kemal hem Anadolu insanını ve gerçeğini hem de korkunun bulaşıcılığını, korkudan korkmanın çekilmezliğini çok güzel anlatmış. Buradaki korku unsuru ise girilemeyen bir kasaba. Atandığı halde kasabaya giremeyen posta müdürü Remzi Bey ve karısı Melek Hanım ve dolmuş ya da otobüs kasabaya gitmediği için yolda indirilerek onların yanlarındaki ağaç altlarında kalmaya başlayan diğer karakterlerin bilinmeyen bir korku karşısındaki kısa süreli kader ortaklıklarının ve paylaşımlarının hikayesini mutlaka okumalısınız. 

Hepimize iyi haftalar...

Cuma Candır... Böylesi Daha da Candır!

Madem "bağzı" et lokantalarını protesto ediyoruz, o zaman biz de Cuma akşamı Ongun Şef'in mutfağına gideriz dedik. Üstüne de tatlı olarak ortadaki Lokum Hanım'ı yedik.:)

  
Pek keyifli akşamlardan biriydi, o yüzden not düşeyim dedim buraya. 

Tarih: 04.10.2013
Katılımcılar: Ongun şef olarak, Dido sunum ve arka plan mutfak hizmetlerinden sorumlu müdür olarak, Durukuş Lokum olarak, Annoş onur konuğu, İso ve ben de daha alışılageldik konuklar olarak katıldık. Şef'in sırlarını da en kısa zamanda uygulamak üzere aklımıza not ettik. :)

Herkese iyi haftalar...

13. İstanbul Bienali Beyoğlu Durakları

Pazar öğlen İso'cumla birlikte attık kendimizi İstiklal'e. Sanat dolu bir gün geçirmeye karar vermiştik ve ilk iki durak Bienal'in Beyoğlu'ndaki durakları olsun dedik. Dolayısıyla önce Salt Beyoğlu'na uğradık. Burada toplam dört iş sergileniyor ve en etkileyici olanı da zaten girer girmez göreceğiniz dev enstalasyon. Arjantinli sanatçı Diego Bianchi'nin Ya Pazar Ya Ölüm isimli adlı bu çalışması günümüzün her şeyin alınıp satılabildiği piyasalarının absürd boyutlarda büyütülmüş hali denebilir. Bu dükkan vitrinleri veya sokak tezgahlarında yer yer değerini veya işlevini kaybetmiş ve dolaşımdan kaldırılmış metalar da bulunuyor. Aşağıda bunlardan bazı örnekler var. Bakalım bu pazar yeri curcunası içinde bizi bulabilecek misiniz? :)


Salt Beyoğlu'ndaki diğer bir ilgi çekici çalışma ise Amar Kanwar'ın Suç Mahalli adlı videosuydu. Gerçi tamamını izlemedik ama okuduğumuz açıklamaya eşlik eden görüntülerden yeterince anlam çıkardığımızı düşününce kalkabiliriz dedik. :) Sanayi tesislerinin köylülerin yaşamını ve doğayı, yeşili tehdit edişinin öyküsünü anlatmaya çalışmış sanatçı. Bu sıralar hepimizin bam teline dokunan bir konu ne de olsa. Elbette girişteki Halil Altındere'nin minik Güvenlik'i de mutlaka dikkatinizi çekecektir. O boyun bilinçli bir tercih olduğu da...

Sıradaki durak Arter. Burada çok daha fazla çalışma sergileniyor ve birçoğunu da gerçekten çok beğendik. Aşağıda burada gördüğümüz çalışmalardan bazı örnekler var. 


Sol üst köşedeki yaratığı merak ediyor olmalısınız. Tanıştırayım: Kapıcı. Jimmie Durham bu ve benzeri heykellerinde doğal taşlar, metaller gibi malzemeleri kullanmanın yanı sıra çöpe atılmış, artık kimsenin işine yaramayan nesneleri de kullanıyormuş. Hemen yanındaki kasklar ve eldivenler ve duvara yansıtılmış video çalışması ise Hector Zamora'nın Maddesel Değişkenlik'i. Mimar Sinan Üniversitesi'nin modern binalarından birinin salonu kullanılarak 35 tuğlacının sürekli bir döngü halinde tuğlaları elden ele geçirmesini izliyoruz. Ayrıca bir şiiri de şarkı formunda söylüyorlar ki bu da dayanışma ruhu yaratıyor ve verimliliği artırıyor. Sağ üstte ve altta gördüğünüz çalışma adı üstünde: Trafik Kilit. Videosu da vardı. Ve geri kalanlar ise Basel Abbas ve Ruanne Abou Rahme ikilisinin video ve enstalasyon olarak sergiledikleri Tesadüfi İsyancılar adlı çalışmasına ait fotoğraflar. Oda biçiminde sergilenen bu çalışmada gezinirken ve kahramanların sonuçsuz yolculuklarını izlemekten keyif alacaksınız. 

Ama sanırım Arter'de en favorim olan iki tane eser var. Bunlardan biri aşağıdaki kolajda fotoğraflarını göreceğiniz Zaman Takası adlı çalışma. Jose Antonio Vega Macotela'nın bu çalışması beş yılda tamamlanıyor. Meksiko'daki bir hapishaneye giden sanatçı beş yıl boyunca her hafta mahkumları ziyaret ederek onlara zaman takası teklif ediyor. Yani o bazı işleri onlar için gerçekleştirecek, ama karşılığında mahkumlar da kendi malzemelerini, yaratıcılıklarını ve sosyal çevrelerini kullanarak onun için bir şeyler ortaya çıkaracaklardı. Örneğin, bir tutuklu sanatçıdan oğlunun ilk adımlarına tanıklık etmesini istemiş ve aynı üç saat içinde kendi hücresinde bulduğu sigara izmaritlerini toplayarak bir kompozisyon oluşturmuş. Ya da başka bir tutuklu sanatçıdan eski sevgilisini takip etmesini istemiş ve o süre içinde kendi de yeni sevgilisinin ve kendisinin  saçlarını kullanarak hapishanenin masa oyunu biçiminde maketini yaratmış. Bayıldım. 

  
Yine mutlaka izlemenizi önereceğim bir video çalışması da Angelica Mesiti'ye ait. Dört farklı dev ekrana yansıtılan ve biri ıslıkla taksisinde, biri yerel çalgısıyla ve değişik gırtlak yapısıyla Sydney'de bir sokak köşesinde, bir kör şarkıcı Paris metrosunda ve Kamerunlu bir kadın ise Paris'te bir açık havuzda kendi tarzlarında müzik yapıyorlar. Her biri kendi kültürünü o an içinde bulunduğu mekana yansıtırken adeta kendi dünyasına gidiyor. Vatandaşlar Bandosu adlı bu videoyu çok sevdim.  

İki sergi bitirdiğimize göre artık bir yemek molası verebiliriz. Enerji toplayalım ki 18:30 seansında Blue Jasmine'i izleyeceğiz daha. Canımız hamburger çekince ve Tünel'e de yakın olunca aklımıza direkt Asmalımescit'teki Mano Burger geliyor. Severek yiyoruz efendim kendisini! :)


Karnımız tok, sırtımız pek. Artık istikamet Şişhane metro ve oradan da hooop Nişantaşı. Ama çıkışta öyle bir sergi ismi görüyorum ki İso'cum "burada fotoğrafını çekmezsem olmaz" diyor. Eh bu nadir anları kaçırmamak lazım. Tabi n'olur n'olmaz diye çekilen resimlere de bakmak lazım, zira İso'cumdur falan ama beni çektiği her fotoğrafta eli titrer kendisinin ve ben gün ışığında bile puslu bir siluet olarak kalakalırım! Neyse, aşktan, heyecandan olsa gerek, değil mi sevgili okur? :)


Nasıl olmuş ama? Yakışmış mıyım bu kapıya bakalım? ;) Minik bir şımarıklıkla sizlere veda ederken sağlıcakla kalın diyor, hepinize harika bir hafta sonu diliyorum. Önümüzdeki haftaya sanırım filmlerle başlarız ve harika filmler önereceğim size. O yüzden gözünüz burada olsun derim.  

Not: Duman'ın diğer albümleri gibi Darma Duman albümünün de hastası olmak üzereyim. Aklıma gelmişken onu da paylaşayım dedim. 









     




   

Sanat Turu Molalarında Ne Yedik?

Bienal'in Antrepo No.3'teki kısmını gezerken molalarda denediğim yeni lezzetlerle karşınızdayım. İlk olarak Karaköy civarında harika hamburgerler yemek isterseniz size adresi veriyorum: Burger Lab. Minik ve şirin bir ortamı olan Burger Lab'in hamburgerleri çok lezzetli (köftelerinin lezzeti dışında susamlı sıcak ekmekleri de olay), patates kızartması ve soğan halkaları yağ çektirmeden kızartılmış, turşular diri, yani yemek anlamında gayet başarılı bir yer. Fiyatları da oldukça makul olunca tadından yenmez bir yer olarak listemize giriş yapıyor. Not ediyor ve devam ediyoruz.  


Sırada İso'cumla yaptığımız son iki Karaköy turunda da "burada Guinness varmış" diye oturmak istememize rağmen hep dolu olduğu için kapısından dönmek zorunda kaldığımız Unter var. Dido&Ongun&Duru üçlüsüyle yer bulup tatlı&kahve için oturduk Burger Lab sonrasında. Tatlılarımızın sonuna geldiğimizde bir baktık ki Durukuş arabasında uyuyor. Bunu Guinness'le kutlamaya karar verince alakasız bir menü bileşimine imza atmış olduk ama n'apalım artık. Fıstık ayaklandığı için uyuduğu zamanlar eskisine nazaran daha değerli. :) Tatlılar güzeldi, ben yemedim ama tatlarına baktım tabi.Kahve olarak tıpkı Karabatak'taki gibi burada da Julius Meinl Viyana kahvesi veriliyor ve kendisini özel olarak seviyoruz. E, bir de Guinness olduğuna göre yemeklerini denememiş olsak da direkt tavsiye ederim ben, tutmayın beni.:)


İso'cumla da Bienal çıkışı Maya'da, Karabatak'ta, Unter, Ops ve oradaki bilimum kafelerde yer bulamayıp, "Zelda Zonk'ta bir kokteyl mi içsek önden?" falan diye konuşup, sonra "Acıktık bayağı ama ya, gel Fasuli'de güzel bir kuru fasülye sefası yapalım" kararıyla neye niyet neye kısmet sözünü doğrulayan en absürt örneklerden biri olduk. :) 


Farkındayım tarz olarak 180 derecelik bir değişim oldu yazının gidişatında ama biz Fasuli'nin kuru fasulyesine, yoğurduna ve kavurmalı pilavına bayılırız. O gün de o açlığın üstüne gerçekten iyi geldi böyle bir menü. Gerçi benim mercimek çorbam ve zeytinyağlı yaprak sarmam pek başarılı değildi ama İso'cumun tabağından otlanarak durumu idare ettim. Tophane civarındaysanız, kuru fasulye sevenler derneğine üyeyseniz ve canınız Anadolu'nun bağrından kopan bir sofra çekiyorsa burayı denemelisiniz. Pişman olmazsınız. Resimleri web sayfalarından aldım. 

Afiyet olsun!