Fas Yazılarının Tamamı

Üzerinden zaman geçtikten sonra bir geziyle ilgili yazıların tamamına daha derli toplu ulaşabilmek için artık böyle bir derleme post yapmaya karar verdiğimi söylemiştim. Aşağıda Fas gezisiyle ilgili tüm yazıların linklerini sırasıyla bulabilirsiniz. 








Bu blogda başka kategoriler arasında gezi yazılarını bulmak için uğraşamam diyorsanız da sizi İmge Geziyor'a alalım. Sağdaki ülke ve şehir kategorilerinden Fas'a tıklayarak toplam 7 yazıya oradan da ulaşabilirsiniz.

Not: Gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için de buraya bakabilirsiniz.

İyi hafta sonları!

OCC'nin Gül Çayını Denemeye Ne Dersiniz?

Ömrünüze ömür katan Gül Çayı OCC’de! 
Kahve sektörünün yeni markası OCC (Own Coffee Company) iddialı menüsüne, sağlıklı yaşam için bitki çaylarını tercih edenler için “Gül Çayı”nı da ekledi. Paket servisini de ilk başlatan kahve markası olan OCC, zengin içecek ve yiyecek seçenekleriyle dikkat çekiyor.


İddialı menüsü ve özgün konseptiye kahve tutkunlarını kendine çeken OCC (Own Coffee Company) kahve çeşitlerinin yanı sıra bitki çaylarını da konuklarına sunuyor. Özellikle soğuk kış günlerinin vazgeçilmezi bitki çayları OCC’nin gözdeleri arasında yer alıyor. OCC, tadı, aroması ile herkesi cezbeden “Gül Çayı” ile ömrünüze ömür katıyor. Gülün içerisinde bulunan antioksidan bileşenler ile yaşlanmayı önlüyor, yapılan araştırmalar kadınların ömrünü % 23 oranına kadar uzattığını gösteriyor.

OCC, yoğun ilgi gören kahve çeşitleri için iş yerlerine paket servis hizmeti de vermeye başladı. Türkiye kahve sektöründe bir ilk olan uygulama ile OCC tatlarından ofislerinde de mahrum kalmak istemeyenler sipariş verebiliyor. Başta medya kuruluşları olmak üzere yoğun çalışan, ofisten çıkamayan ama keyifli bir mola vermek isteyenler OCC’nin kahveleriyle enerji doluyor. 




OCC’nin menüsü, farklı damak zevklerine uygun hazırlanan içecek ve yiyecek çeşitlerinden oluşuyor. Farklı ülkelerden özenle seçilerek getirilen kahve çekirdekleri, Bakırköy’de bulunan kahve kavurma tesisinde işleniyor ve yine buradaki laboratuvarda yeni tatlar geliştiriliyor. 

Aileden gelen kahve kültürü mirasıyla yaratılan marka: Own Coffee Company 



Markanın kurucusu Zeynep ve Ömer Tatar aileden gelen kahve kültürü ve damak zevkini yaratıcı fikirleri ile birleştirerek profesyonelliğe taşıdılar. Girişimci ruhlu kardeşler; Osmanlı Sarayı’na yurt dışından kahve getiren dedelerinden bugüne uzanan kahve sevgisini, evlerinde hiç eksik olmayan kahve kokusunu, şık sunumlar eşliğinde gerçekleşen sohbetleri bundan böyle OCC’de konukları ile paylaşacaklar. Herkesin güne kahve içerek keyifle başlamalarını dileyen OCC, uluslararası standartlarda en kaliteli kahve çeşitleri ile hazırlanan iddialı menüsüyle kahve severleri lezzetin doruğuna çıkarmayı arzuluyor. OCC’nin titizlikle hazırlanan zengin içecek menüsü, sıcak ve soğuk çeşitlerden oluşuyor. Konusunda uzman ünlü isimler tarafından hazırlanan alkolsüz karışımlar, çaylar ve kokteyller de konuklara sunuluyor. Damak zevkine olduğu kadar sağılığına da düşkün olanlar için de meyve çayları hazırlanıyor. 

(basın bülteni)

Marakeş (2)

En son Jemaa el Fna'da kalmıştık değil mi? Hah, işte ben orada biraz fazla kaldım. Hatta o kadar ki, meydandaki bir kafede nane çayı içen İso'nun objektifine bile yakalanmışım birkaç kez. Oradan oraya dolaşan, bir ara sokaktan girip öbüründen çıkan, eninde sonunda kendini yeniden meydanda bulan mor montlu beni görebilenler el kaldırsın! ;) 


Bu meydanda yok yok. Yılan oynatanlar mı ararsınız, maymunuyla dolaşanlar mı, fal bakan mı istersiniz, kına yapan mı? Asıl akşam saatlerinde canlı olan meydanı hava karardıktan sonra olmasa da kararmadan hemen öncesinde ve gündüz görebildik biz. İnanılmaz kalabalık ve her stantta, insanların toplaştığı her kümede bir hareket var. Değişik oyunlar, gösteriler, satıcılar, şunlar bunlar derken kendinizi kaptırıp da çantanızı unutmayınız. Çünkü burada bir sürü kapkaç vakası da yaşanıyormuş. Tacize de uygun bir mekan, duyduğumuz birtakım örnekler olduğu için kendinizi sürekli kollayarak dolaşmanızda fayda olduğunu da belirteyim. Ama gerçekten renkleriyle, hareketliliğiyle, kokularıyla ve insanlarıyla bambaşka bir yer burası. Kesinlikle yaşanmaya değer deneyimlerden.  


Her şehirde bir Yahudi mahallesi var ve buna Mellah dendiğinden ilk yazımda bahsetmiştim. Doğru telaffuz etmeyi unutmayın lütfen: öyle efendi efendi Mellah değil, kendimizden geçerek, karşımızda şöyle bir Javier Bardem, bir Hugh Jackman, bir Jude Law varmış gibi Mellaaaağhhhh diye telaffuz etmeniz gerekiyor. Tabi bu kadınlara sesleniş oldu. Erkekler kendi örneklerini kendileri bulsunlar, hiç hayatlarını kolaylaştırma havamda değilim bugün. ;P Neyse, geyik bir yana, bu Mellahlar arasında en çok Marakeş'teki Mellah'ı sevdim ben. Marakeş'in rengi olan kırmızı sokakları, dükkanları ve evleri olan bu semtte bir tur atmanızı öneririm. Bu arada balkonlu evler sadece Yahudi mahallelerinde oluyormuş. Genelde altta adamın dükkanı, üstte kadının balkondan "yemek hazır kocacııım" diye seslendiği bir ev. Daha refah ve açıklık olan bir yaşam söz konusuymuş bu mahallelerde. 


Bir Marakeş klasiği olan Chez Ali'ye de elbette gittik bir akşam. Yılbaşında otelimizin balo salonundaki hafiften 80lerin taşra eğlencesi konseptinde ve ilahi ile tamtam karışımı bir müzik eşliğinde nefis (!) bir eğlence yaşadıktan sonra bir gece daha ne yaparım diye kara kara düşünmeme rağmen Chez Ali gecesini çok sevdim - fotoğraf makinemin şarjı olmadığını fark ettiğimde yaşadığım hayal kırıklığını saymazsak. 

Harikalar Diyarı ile Binbir Gece Masalları karışımı fantastik bir kompleks içinde yer alan dev çadırların içlerinde geleneksel yemeklerden oluşan geceye yemek sırasında sürekli değişen yerel müzik ve dans grupları eşlik ediyor. Ama işin asıl etkileyici kısmı yemek sonrası dışarıda sizi bekleyen atlıların gösterisi. Erkeklerden oluşan bir şov ekibi Arap atlarının üzerinde silahları ve akrobasi hareketleriyle sizi büyüleyecek. Elbette turistik bir aktivite, ama bence geleneksel bir Fas gecesi olarak yapılması gerekenlerden. Tavsiye ediyorum. Gecemiz az çok neye benzeyecek diyorsanız yaklaşık iki dakika süren şu videoya bir göz atmanızı öneririm. 


Sırada serbest günümüzde kendi başımıza yaptığımız Jardin Majorelle (Majorelle Botanik Bahçesi) gezisi var. Girişi bahçe ve müze birlikte kişi başı 75 dirhem (yani yaklaşık 20 TL). Fransız ressam Jacques Majorelle tarafından oluşturulmuş bir botanik bahçesi burası. 1947 yılında halka açılmış. 1980 yılında ise Yves Saint Laurent ve Pierre Bergé bahçeyi satın alıp restore etmişler. Yoksa burası satılıp otel yapılacakmış. (Bana pek tanıdık geldi bu rantçı kafa!) 2008'de ölen Yves Saint Laurent'in külleri bu bahçeye serpilmiş ve Tangier'den bir Roma sütunu parçası getirtilerek, minik bir anma köşesi yapılmış.  


Bahçede dünyanın dört bir yanından gelen değişik bitkiler, minik süs havuzları, huzur içinde bir şeyler yiyip içebileceğiniz bir kafe ve bol bol kuş sesi var. Çünkü burada 15 farklı kuş türü de yaşıyor. Ve pek çok yerinde gördüğünüz o nefis, capcanlı maviye de Majorelle mavisi adı veriliyor. Ressamın kendisiyle özdeşleşmiş bu rengin doğanın yeşili, yerlerin kiremit tonları ve duvarların hardal sarısıyla uyumu muhteşem. Ressamların sadece tuval üzerine resim yapmadığının bir göstergesi gibi bu bahçe.


Bu arada içeride gezilebilecek iki galeri var. Biri Berberi Müzesi. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Berberi kültürüne ait araç-gereçler, giysiler ve takıların olduğu minik bir müze. Ama içerideki o takılar o kadar güzellerdi ki gözlerimi alamadım desem yeridir. Bakınız birkaç örnek var burada. Burası fikir ve koleksiyon oluşturulması açısından Pierre Bergé'in eseri. 

İkincisi ise Galerie Love. Adı üstünde. Yves Saint Laurent'nin her yıl yılbaşı kutlaması niyetine dostlarına ve moda evinin müşterilerine gönderdiği Love (Aşk/Sevgi) temalı kolaj posterlerinin yer aldığı bir salon burası. Al işte zarif bir sanatçı daha. Sayıları her yerde hızla artan beton kafalılar arasında böyle ince, yaratıcı ve estetik zihinlere da sahip olmak bu dünyanın en büyük şanslarından olsa gerek.


Marakeş'te de gezilecek yerleri bitirdik ve bir gezinin daha sonuna geldik. Son olarak burada konakladığımız Atlas Asni Otel'den de çok memnun kaldığımızı söylemeden geçmeyeyim. Dört yıldızlı, odaları geniş, temiz, yemeği, kahvaltısı iyi, havuzlu ve merkezi bir oteldi. Kalmayı tercih edebilirsiniz.

Not: Gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.

Şimdi sırada neresi mi var? Aslında en sevdiğim bölümlerden birindeyim: hayal kuruyorum. ;) Bir bakıyorum Toronto'ya gitmiş Niagara Şelalesi'ni geziyorum, bir bakıyorum Güney Afrika'da Masa Dağı'nın fotoğrafını çekiyorum. Bazen Çin Seddi'nde yürüyorum, bazen İzlanda'da Kuzey Işıkları'nı izliyorum. Baharda 3 gün Petra'ya mı kaçsam, yoksa Malta'ya mı diyorum. Falan filan işte... İşin bu kısmı da çoook güzel, tavsiye ediyorum. ;)

Sergi Haberi: KÜÇÜK SABOTAJ // MINOR SABOTAGE

Gallery İlayda  5 Şubat  – 1 Mart 2015 tarihleri arasında,  Damla Özdemir`in  “KÜÇÜK SABOTAJ // MINOR SABOTAGE” isimli  solo sergisine ev sahipliği yapacak.


Marcus Graf sanatçıyı ve yeni eserlerini şöyle yorumluyor : "Kişisel hikayeleri sosyo-politik meselelerle harmanlayan, düşünsel anlamda sofistike ve zarif parçalar üretirken biçim ve içerik dengesini korumayı başaran Damla Özdemir'in çalışmaları mükemmel bir çağdaş sanat örneği. Kendisini bir feminist olarak tanımlamasa da, külliyatı - kadınların erkek egemen toplumlardaki statükosuyla ilgili kendi kritiğiyle - feminist eleştiriye paralel özellikler gösteriyor. Bunu yaparken kesinlikle sıkıcı bir politik kavramcılığa veya didaktik bir anlatıma yönelmiyor; bunun yerine ironi ve güzelliğin çekici bir estetik görünüm yarattığı sanatsal biçimler sunuyor. Özdemir'in çalışmalarının en güçlü yanlarından biri bu. Ayrıca, günümüzün karmaşıklığına tepki olarak seçtiği metot olan kolaj sanatındaki ustalığı da Özdemir'in işlerinin bir başka güçlü yanı. Bu sanatsal yöntemin çoğulcu ve eklektik karakterini, kopuk parçalardan oluşan ve sürece yönelmiş dünyamıza bir tepki olarak nasıl kullanacağını da çok iyi biliyor. Son yıllardaki çalışmalarında dikkati çeken şey, bazı parçaların yüzeyden yükselerek üç boyutlu bir etki yaratması ve böylece çalışmanın bütününü rölyef gibi bir karaktere bürümesi.


Muhteviyat itibariyle Özdemir'in kolajları, darmadağın olmuş dünyamızda nasıl hayatta kalınacağı ve bu dünya içinde nasıl özgür ve bağımsız bir kimlik geliştirilebileceği sorularıyla ilgileniyor. Özdemir'in kavramsal ilgisinin odağında ise, ataerkil toplumlarda kadına yönelen sosyo-kültürel baskı ve muhalefet girişimleri ile karşı hareketler var. Figürlerin daha çok yalnız başına kullanıldığı ve belirsiz bir mekana yerleştirildiği önceki çalışmalarından farklı olarak, yeni işlerinde resmedilen mekanlar diğer parçalara kavramsal bir katkı da sunuyor. Yani, bu geleneksel ve üç boyutlu kolajlar ile asamblajları izlerken, yalnızca figür değil figürün çevresi de önem taşıyor. Ana karakter ile onu çevreleyen ortamın arasındaki ilişki, dünya ile insanın arasındaki sorunlu bağlantıya dikkat çekiyor. Nihayet, çoğunlukla tuhaf görünen figür-bağlam ilişkisi, Özdemir'in son çalışmalarına biraz gerçeküstü bir karakter veriyor. Bu çalışmalar, Damla Özdemir'in sanatsal yolculuğunda gayet iyi ilerlediğinin bir kanıtı. Sadece fotoğrafik görüntülerle oluşturduğu zeka dolu oyunlar değil, asamblajlarının farklılığı ve külliyatını oluşturan geleneksel ve üç boyutlu kolajlar bir harika. Ayrıca, işlerindeki sürekli gelişen içerik ve kompozisyon karakteri de, gelecekte sanatçının birçok muazzam serisini göreceğimizi vaat ediyor."


Sanatseverler  5 Şubat  – 1 Mart arasında Galeri İlayda`da açılacak olan "Küçük Sabotaj // Minor Sabotage" isimli bu sıra dışı sergiyi gezebilirler…

(Marcus Graf : Doç. Dr., Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sanat Yönetimi Bölümü, Plato Sanat Daimi Küratörü, Contemporary İstanbul Program Direktörü, Artfulliving.com.tr Sanat Danışmanı)

Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye Tel    : 0.212.227 92 92
Galeri Pazar günleri hariç, her gün 10:00 ile 19 :00 arasında açıktır.

Galerimizin altında ve karşısında otopark mevcuttur.

Marakeş (1)

Ve gezinin son durağı Marakeş'teyiz. İlk olarak kısa bir tur için Saadi Mezarlarına uğruyoruz. Adı üstünde Saadi hanedanlığından (1554-1659) kalma bu mezarlar 1917 yılında keşfedilip restore edilmişler. Hem mezarların üstünde hem de duvarlarda görebileceğiniz çinileriyle ilgi çekici bir turist noktası. Bu arada Fas çinilerine zelij adı veriliyormuş. Öldükten sonra bile hanedanlığın içindeki kast sistemi devam ediyor. On iki sütunlu en büyük salonda sultan ve ailesi kalırken, askerler ve kölelerin mezarları dışarıdaki bahçede bulunuyor. 


Sonraki durağımız Bahia Sarayı. 19. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş bu sarayın tarzını Endülüs saraylarına (Elhamra ya da Alcazar) benzetebilirsiniz. Adı görkem, ihtişam, mükemmellik anlamına gelen sarayın pek de ihtişamlı olduğunu söyleyemeyeceğim. Avlulara açılan odaları olan mütevazı bir saraycıktı bana göre. (Belki de Saray anlamında çıtayı pek yükselttiğimizdendir! ;P) Bir de sultanın bütün karılarının aynı avluya açılan odalara sahip olmaları da bence bir planlama faciası olsa gerek. Hiç akıllıca değil! ;) Bu arada tavanlardaki ve duvarlardaki nefis işçilikler yine Fezlilerin elinden çıkmaymış. Ben en çok kapıları ve tavanları sevdim zaten bu butik sarayda.    



Şimdi biraz alışveriş molası verebiliriz. Marakeş bence gezilecek yerlerinden çok alışveriş fırsatlarıyla da gözünüzü döndürebilecek bir yer. Her yer souq, yani çarşı dolu. Berberi halılarından bronz aydınlatmalara, argan yağından tajin kaplarına, deri ürünlerinden seramiklere, zeytinden yastık kılıfına her şeyi bulabileceğiniz rengarenk sokaklarda kendinizi kaybedeceksiniz.  


Cilde, saça ve tırnaklara çok iyi gelen argan yağının merkezi burası. Ve genellikle her çeşit baharatın satıldığı aktarlarda saf argan yağı ve argan yağıyla yapılmış kozmetik ürünleri bulmak mümkün. 


Çarşı pazar muhabbetinin en yoğun olduğu yer Fenalıklar Meydanı olarak da bilinen Jemaa el Fna. Çünkü her türlü "fenalığın" olduğu bu dev meydana çıkan her sokak dükkanlarla dolu. Daha detaylı anlatırım bir sonraki yazıda. Şimdi bir yemek molası verelim, ne de olsa acıktık sabahtan beri gezmekten, değil mi?

Le Marrakchi adlı restoranı kesinlikle tavsiye ediyorum. Meydana hakim manzarasıyla tam da meydanın göbeğinde olduğu için turistik bir yer midir acaba şüpheyle gitmemize rağmen orada yediğim tajinin tadını hâlâ unutabilmiş değilim. Benimki sol altta duran kuru erikli kuzu tajin, İso'nunki ise testide gelen ve daha sonra içi tabağa boşaltılan dana tajin. Burada etler  ve tavuklar her yerde çok lezzetliydi gerçi, ama dediğim gibi buradaki kuzu tajin bir numaraydı. Ekibimiz de çok keyifliydi o öğlen. Gezideki Türk arkadaşlarımızla birlikte yedik ve hazır aynanın önündeyken de bu anı ölümsüzleştirelim dedik. 


Karnımız doyduğuna göre şu fenalıklara bir göz atabiliriz artık demektir. Yani Marakeş notları bir sonraki yazıda devam edecek, ona göre. 

Not: Gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.

İyi haftalar.

Fez

Fez, Fas gezisi sırasında belki de en sevdiğim şehir oldu diyebilirim. Hani Marakeş'i ilk sıraya alacak olsam bile popülerliğinden dolayı bir tık öne geçebilir. Yoksa en etkilendiğim şehir Fez oldu.  

Şehri tepeden görebilmek için iki hisar yapılmış. Biri Borj Nord, diğeri Borj Sud. Yani Kuzey ve Güney Kaleleri. Biz de sabah birinde, akşam diğerinde şehri seyreyleme molası verdik. Her iki kale de  soğuktan birkaç uzvunuzun düşmesi ve yüz felci geçirmeniz için ideal ısıdaydı! ;) Sol altta gördüğünüz kalıntılar Marinid Mezarları. Bir dönem hüküm sürmüş bir hanedanlıkmış Marinidler ve onların döneminde başkent Fez'miş.  


Fez, ruhani başkent de sayılıyor. Molla İdris Türbesi, tarihi 14. yy'a dayanan Bou İnania Medresesi UNESCO ve Guinness Dünya Rekorları kayıtlarında dünyanın en eski ve halen faal üniversitesi olarak geçen Al-Karaouine Üniversitesi buranın önemli yapılarından. Onların dışında da pek çok türbe, cami, medrese bulunuyor Eski Şehir'in (Old Medina) daracık sokaklarında. Ülkenin eğitim seviyesi en yüksek  şehri. Şimdiki kralın eşi olan güzel kraliçe de Fezliymiş. Aşağıda avlusundan fotoğraflar görebileceğiniz Bou İnania Medresesi yeşil çinili minaresi olan camisi, büyüklüğü ve iç süslemeleriyle şehrin en büyüğü.


Daha önce de bahsetmiştim her kraliyet şehrinin de bir rengi var biliyorsunuz. Fez'in rengi mavi. O yüzden Eski Şehir'e açılan en önemli kapısı Bab Bou Jeloud da mavi süslemelere sahip ve Mavi Kapı olarak da biliniyor. Ama çarşı içine bakan bölümünü İslam'ın rengi olarak kabul edilen yeşile boyamışlar. 


Eski Şehir'deki Çarşı alanı daracık sokaklarıyla, birbirinden değişik şeyler satan minik ve renkli dükkanlarıyla, neredeyse tek kişilik sokaklarda bir de yanınızdan geçen eşek ve motosiklet trafiğiyle Hindistan çarşıları sonrasında en sevdiğim çarşı alanı oldu diyebilirim. Tabi labirent gibi sokaklarda kaybolmamak için tek sıra halinde yürürken ve bir yandan çantayı, bir yandan grubu, bir yandan da eşekleri kollarken insan haliyle fazla fotoğraf çekemiyor ve zorunlu olarak anı yaşıyor! ;) Yine de fikir verebilecek birkaç görüntü var aşağıda:



Kolajların karışıklığından gözü korkanlar için artık gezi fotoğraflarını ayrıca Facebook sayfama da yüklüyorum. O yüzden gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.

Fez'deki gezimize devam ediyoruz. Kraliyet Sarayı'na uğramadan olmaz tabi. Davetli olmadığımız için kapıda kalıyoruz gördüğünüz üzere. :P


Sarayın bronz kapılarını gördükten sonra o nefis işçiliğinin merkezine gidiyoruz şimdi. Aşağıdaki usta tamamen kafasındaki desenleri işliyor elindeki minicik bir çekiç ve sivri uçlu bir aletle. İnanılmaz bir hızla ve makineden çıkmışçasına düzgün ve bir örnek!


Fez, el sanatları anlamında da Fas'ın başkenti sayılıyor. Hatta rehberimiz herkes tarafından Morocco olarak bilinen Fas'a bir tek bizim Fas dememizin nedenini Osmanlılar zamanında Fas'ı Fezlilerden ibaret sanmamıza bağlıyor. Çünkü o dönemlerde her türlü zanaat, ince işçilik ve ustalık için İstanbul'a gelenler hep Fezlilermiş. Yani Morroco'nun dışa açılan yüzü Fez'i Fas'a çevirmiş olabiliriz, mantıksız değil sanki. ;)

Birbirinden değişik imalathaneler ve atölyeler gezdik. Ama en ilginçleri sanırım deri tabakhanesi ve seramik atölyesiydi. Önce tabakhaneye gidelim, ama önce burnumuza biraz nane alalım lütfen! Kokunun maşallahı var çünkü!


Derilerin yıkandığı, kurutulduğu, amonyak havuzlarında temizlendiği ve tamamı doğal yollarla elde edilen renk havuzlarında renklendirilerek çantalara, Fas'ın meşhur çarık benzeri ayakkabılarına, deri puflara falan dönüştüğü yer işte burası. Olabilecek en ilkel şekillerde. Türkiye'den giden bizler için deri ürünlerin çok fazla özelliği olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama tabakhane gezisi gerçekten ilginç bir deneyimdi. Sonlara doğru naneleri burna tutmakla yetinmeyip burun deliklerine tıkanlar olsa bile! ;)

Bir de seramik atölyesi gerçekten çok başarılıydı. Sağ üst köşedeki adam sadece kurşun kalemle deseni çizilmiş bir masayı yapıyor mesela. Yanındaki poşetlerde çeşitli renk ve ebatlarda mozaik parçaları var ve onları tersten, ezbere yerleştiriyor. Sonra üstüne kalıp döküp fırınlayıp ters çevirdiklerinde ortaya çıkan sonucu görüyorlar. "Bazen simetrik  olması gereken çiçeklerin birinin bir yaprağı olmaması gereken bir renkte çıkabiliyor tabi. Ona da el yapımının güzel sürprizi diyoruz," diyorlar.


Çeşmeler ve masalar dahil her türlü dekoratif parçayı dünyanın her yerine sigortalı gönderdiklerini belirttiler. İleride bahçeli ya da koccaman teraslı bir evimiz olursa bir güzellik yapabilirim. ;)

Bunlar sadece fotoğrafı olan ve gezdiğimiz atölyeler olduğu için bahsettiklerim. Kat kat daha fazlasını gördü bu gözler, ne renkler, ne dokular, ne kokular kaydoldu hafızaya. Yazarken fark ettim ve daha net karar verdim ki Fez gezinin favorisiydi bana göre.

Burada kaldığımız Hotel Barcelo'dan da çok memnun kaldık. Yemekleri, odaları ve buz gibi havaya rağmen ısınması çok iyiydi (hayret!). Kazablanka'da da Hotel Barcelo'da kalmıştık ve yemekleri harika olmasa da o da iyi bir oteldi. Yani Barcelo görünce içeri dalabilirsiniz derim.  

Sırada Marakeş var. Hazır mısınız? ;)


Volubilis Antik Kenti ve Meknes

Rabat'tan Meknes'e doğru yola çıktığımız üçüncü günün öğlene kadar olan bölümünde programda olmamasına rağmen Volubilis Antik Kenti'ni de görmemizi önerdi rehberimiz. Yaklaşık iki saatimizi burada geçirdiğimiz için Meknes'te bir şeyler kaçırıyor muyuz diye biraz tedirgin olsam da gezip görünce de burayı atlamamak gerekirmiş dedim içimden. 

Aslına bakarsanız biz şımarığız tabi bu konularda. Koskocaman Efes'imiz var, daha ne olsun? Öyle her gördüğümüz antik kente atlamayız yani. ;) Ama M.Ö. 3. yy'da Kartacalılar döneminde kurulan ve M.S. 1. yy'da Romalıların egemenliği altında iyice genişleyen bu antik kentin bugüne kadar uzanan kalıntılarının da hakkını yememek lazımmış. Bazilikanın kemerli sütunları, zafer takı, banyolar, ziyafet salonları (ardından yediğini kusma salonları! oburluğun yedi ölümcül günahtan biri olmadığı, hatta daha fazla yiyebilmek için kusulup yola devam edildiği dönemler, peh!), tapınak kalıntısı ve daha pek çok alanıyla o dönemin şehir yaşamına dair gayet güzel bir fikir veriyor burası bizlere. 


Mozaiklerden de çok güzel korunmuş birçok örnek görebilirsiniz yine şehir yaşamına dair örnekler veren. O dönem şehir yaşamı sürekli yemekten ibaretmiş gibi geldi bana. Bahsettiğim de yatarak, sefa halinde yemek. Aman her lokması yarasın hali! ;)

Yakın bir döneme kadar etrafındaki verimli tarım arazileri gibi görünen bu kalıntıların varlığı, Fas'ın Fransız sömürgesinde olduğu yıllarda keşfedilmiş. Kazılar da Fransızlar tarafından yapılmış. Şu an UNESCO Dünya Mirası listesinde olan bu antik kent, bir zamanlar 20,000 nüfusu olan bir Roma İmparatorluğu şehriymiş. Keyfimi kaçıran tek nokta ise burada leyleği havada değil yuvada görmek oldu (bkz. üstteki kolaj). Ne yani, şimdi oturacak mıyım oturduğum yerde?! :P


Öğle yemeğinde tajinlerimizi yedikten sonra yola devam ederek Meknes'e geliyoruz. Meknes küçük bir şehir. Bir zamanlar Jamaa el Fena Meydanı ile yarışan Hedim Meydanı (altta sol üst) bile artık küçük ve nispeten özelliksiz kalmış. Ama ne olursa olsun o da bir dönemin kraliyet şehirlerinden. Rengi de yeşil. Her kraliyet şehrinin bir rengi varmış bu arada. Şehrin 27 kapısından biri olan Bab Mansour bu meydanda yer alıyor ve güzelliğiyle de bizleri büyülüyor. 


Burası Molla İsmail'in hüküm sürdüğü 55 yıllık dönemde kraliyet başkenti olmuş. Molla İsmail, paranoyak ve yıkıcı bir sultanmış (benzettim birilerine sanki). O yüzden şehrin etrafında 40 km duvar var! Her an birinden zarar göreceğini düşünüyormuş kendisi. 16. yy'da hüküm sürdüğü dönemlerde Volubilis'ten mermerler, Marakeş'ten kapılar getirterek kendine o dönem için Fas'ın Versailles'ı diye adlandırılan bir saray yaptırmış. Sarayın pek az kalıntısı günümüze ulaşmış olsa da önündeki yapay göletin etrafında pek çok yansıma fotoğrafı çekmek mümkün. ;)


Sonraki durağımız Molla İsmail'in ambarı ve atlarını bağladığı barınağı. Burada o döneme ait değirmen, sedir ağacından kapılar ve birtakım araç gereçleri dağınık olarak görüyorsunuz, ama içerisi genel olarak boş sayılır. Ama atların bağlandığı kemerli bölümler güzel bir matematikle planlanmış. Hangi kemerin altında durursanız durun hem önünüzde hem de iki yanınızda uzanan kemerlerin altında neler olup bittiğini gözetleme şansınız oluyormuş. Aşağıdaki kolajın alt sırasındaki soldan iki fotoğrafla ne demek istediğimi daha net anlatabilirim sanıyorum.  


Ayrıca kolajın üst sırasının ortasında yer alan, üzerinde zeytin ağacı yetişmiş kemeri de büyük bir şevkle göstererek, "burası da bizim Babil'in asılı bahçesi" diye anlatıyorlar. "Aa ne güzelmiş, biz de 6000 zeytin ağacı söktük köylerimizden birinde" diyerek farkımızı ortaya koymak geçse de içimden, neyse ki kendimi tutabildim! 

Kısaca Meknes bunlardan ibaret, sevgili okur. Sırada gezinin belki de en etkilendiğim, en ilginç şehirlerinden biri olan Fez var. Orada görüşürüz o zaman.;)

Not: Gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.

La Bohéme


Puccini'nin La Bohéme'i sadece 4 gün için İstanbul'da. Bu muhteşem Royal Opera House prodüksiyonunu dün Zorlu Center PSM'de izledim ve bayıldım.


Hikayeyle ve o muhteşem seslerle ilgilenmiyorum deseniz bile sadece 1830ların Paris'ini yansıtan o nefis dekorları ve antik kostümleri için bile görülmeye değer. 



Kaçırmayın, hemen biletinizi alın derim.
Detaylı bilgi, tarihler ve bilet almak için buraya
İyi haftalar!



Rabat

Kazablanka'dan sonraki durağımız, buraya yaklaşık 100 km uzaklıktaki başkent Rabat oluyor. Burada belli bir mesafeye kadar yaklaşabildiğimiz Saray ve Parlamento Binası'nı n kapısını görüyoruz (sol). Bulunduğu kocaman meydanın bir kenarında da Fas'ın el sanatları ve işçilik konusunda bir numarası olan Fezlilerin şehre armağan ettikleri cami bulunuyor (sağ alt). Buranın tüm mozaikleri, ahşap oymaları, iç ve dış süslemeleri Fezliler tarafından yapılmış. Kurban Bayramı'nda kral burada halkla birlikte namaz kılıyormuş ve beş milyon kurban kesilip dağıtılıyormuş. Meydanın bir köşesinde de ağaçların arasından görünen beyaz bir binayı gösteren rehberimiz "orası da bizim Pentagon'umuz" diyor. Burası şehrin sıkıcı bölümüydü. Yola koyulup Kasbah les Oudaias olarak anılan Kale'ye, yani Eski Şehir'e gidiyoruz. Yolda Atlantik Okyanusu'na bakan bir yamaca sıralanmış ve tamamı Kabe'ye dönük duran belki binlerce şehit mezarı dikkatimizi çekiyor. Şehrin en güzel yerini şehitlere ayırmak da bambaşka bir saygı göstergesi sayılabilir. 


Kasbah, yani Kale girişinden sonra bizi mavi ve beyaz renkli, daracık sokaklar, Fatıma'nın eli şeklinde kapı tokmakları olan ahşap kapılı evler ve önlerinde saksı çiçekleri karşılıyor. Şehir olarak Rabat olmasa da Fas, hem Atlantik'e hem Akdeniz'e kıyısı olan bir ülke. Burada da sokaklarda yürürken o Akdeniz esintisini hissetmeniz mümkün. 


En tepeye çıktığımızda uçsuz bucaksız Atlantik Okyanusu ile bir nehrin birleştiği noktayı ve karşımızda kalan şehit mezarlarını daha güzel görebileceğimiz bir seyir terası bulunuyor. Şimdiye kadar gördüğüm tüm okyanusları hep sessiz, sakin ve en dingin halleriyle gördüm. Oysa okyanus gibi dev bir kitleyi, üstünde kara bulutlarla ve hafiften çıldırmış halde seyretmeyi de çok isterdim doğrusu - mümkünse tsunami kıvamında ya da okyanusta gemi seyahatindeyken falan değil tabi! ;)


Sırada Hasan Kulesi ve V. Muhammed'in Mozolesi var. İkisinin sütunlu bir alanda karşılıklı durdukları bu bölüm bence şehrin en görülesi yerlerinden. Aslında Almohad hanedanlığı zamanında Sultan el Mansur'un burayı yaparken yola çıkış amacı, o dönem için var olan en büyük ikinci camiyi yapmakmış. Ancak ölümüyle birlikte inşaat yarım kalmış ve 60 metre olarak planlanan kule 44 metrede bırakılmış. Sonra yeniden bir iştahla inşaatında başlandığında ise 1755 Lizbon depremi gerçekleşmiş. Depremden büyük zarar gören ülkede bu yapı da ne yazık ki büyük hasar görmüş. Bu sütunlar o dönemin projesinin kalıntıları olarak irili ufaklı avluda durmaktalar.

Hemen karşısındaki V. Muhammed'in mozolesi, mermerden yapılmış ve Fas mimarisini yansıtan bir yapı. V. Muhammed, şimdiki kral VI. Muhammed'in dedesi, II. Hasan'ın ise babası. Bu anıt mezarda da hem V. Muhammed hem de oğlu II. Hasan'ın mezarları bulunuyor. Kubbeli tavanına bayıldım! 


Otelimiz buraya çok yakın olan Golden Tulip Farah oteliydi. Dört yıldızlı olmasına rağmen gezinin en berbat oteli olduğunu söyleyebilirim. Hijyen, yemekler, ısıtma sistemi ve personel anlamında gerçekten vasattı. Gidecek olursanız uzak durmak üzere aklınızın bir köşesine not edin derim.

Yarın Meknes'i gezmek üzere yollara düşeceğiz, akşamına da Fez'de olacağız. Asıl Fas şimdi başlıyor da diyebiliriz, yani benden ayrılmayın. ;)

Gezi ile ilgili tüm fotoğraflar için buraya bakabilirsiniz.

II. Hasan Cami

İşte Kazablanka'da hayran kaldığım II. Hasan Cami'ni anlatma zamanı geldi. Beni az çok bilenler din turizmi ile çok da ilgilenmediğimi bilirler. Yani katedral, cami, kilise, sinagog falan hepsini dışarıdan gör-geç derim geziler sırasında. Dini figürlerle anlatılan hikayeler, kasvetli iç mekanlar ya da genellikle bizim camilerimizdeki o göz yoran, her biri ayrı telden çalan çiniler, halılar, oymalar, kakmalar üstüme üstüme gelir. Yine camilerin girişinde ayakkabıların gelişigüzel yerlere bırakılması, içerideki hafif rutubet, ter ve ayak kokusu karışımı, baş örterek gezme zorunluluğu ve içerideki estetik açıdan aleladelik de ruhani bir hava hissedememe neden olur. (O anlamda katedralleri ve kiliseleri daha başarılı buluyorum doğrusu. Bir de cenaze törenlerini. Sebebi Batı hayranlığı değil, ruhani olana verilen değer ve estetik zevk anlayacağınız.)

Bu ön açıklamayı yaptıktan sonra hayatımda şu ana kadar gördüğüm camiler arasında -belki bazı sarayları ve sembolik yapıları da katabiliriz hatta- en hayran kaldığım camiye detaylı bir yazı ayırmak istedim. Şimdiki kral VI. Muhammed'in babası II. Hasan onuruna yapılan caminin siluetini önce uzaktan görelim:   


Artık içeri girebiliriz. Giriş kapısına yaklaşırkenki görüntüsü, dışarıdaki kemerli sütunlar, üstünde kuşlar için yapılmış suluklar ve her biri birbirinin aynı olan çinili çeşmelerden geçerek içeriye giriyoruz. 


II. Hasan Cami'nin yapımına 1986 yılında başlanmış. Aslında üç yılda tamamlanıp, II. Hasan'ın 60.  doğum gününe yetiştirilmesi planlanıyormuş ama işler planlandığı gibi gitmemiş. Yapımı tam yedi yıl süren cami 1993'te açılmış. II. Hasan'ın dostu olan ve on yıl boyunca Fas mimarisini çalışmış Fransız mimar Michel Pinseau bu şaheseri ortaya çıkaran en önemli isim. 


İki istisna haricinde caminin yapımında kullanılan malzemelerin tamamı Fas'ın çeşitli yerlerinden getirilmiş. Ahşapların hepsi dayanıklı ve hoş kokulu diye Atlas Dağları'nın sedir ağaçlarından, granitler ülkenin Tafraoute adlı bir şehrinden, pembe mermerler ise Agandir'den. Metal kapıların tamamı pahalı ve dayanıklı bir malzeme olan titanyumdan yapılmış. Okyanus kıyısında yer alan şehrin nemli havasında oksitlenmesin diye. İki istisna nedir derseniz: ilki avizeler ve tabi ki Venedik'ten geliyorlar; ikincisi ise üst katlarda gördüğünüz minik beyaz sütunların granitleri, onlar da İtalya'dan getirilmiş. Bu arada 300'ün üstünde hoparlör de o beyaz sütunların altları gibi görünen minik dikdörtgen kutucuklarda gizli. Ortalıkta ne hoparlör görüntüsü var, ne kablo döküntüsü. 


Yukarıda gördüğünüz ana salonun ahşap tavanı açılabiliyormuş. Havanın genellikle güzel olduğu bir iklim olduğu için ışık ve havalandırma ihtiyacı da öyle karşılanıyormuş. Gökyüzünün altında ibadet etmek de hoş bir his uyandırabilir diye düşündüm. Caminin içinde 25,000 kişi, dışında ise 75,000 kişi olmak üzere aynı anda 100,000 kişi ibadet edebiliyor. Afrika'nın en büyük, dünyanın ise 3. büyük camisi burası. Minaresi ise en yüksek olanı (210 metre). 800 milyon dolara mal olduğu söylense de asıl maliyeti bilinmiyormuş. Bu miktarın üçte birini kral karşılamış, geri kalanı halkın katkılarıyla yapılmış. 


Yine sütunlu, kubbeli, nefis süslemelerle, yan ve tavan aydınlatmalarıyla kaplı bir bölümden aşağı indiğimizde de kadınlar ve erkekler için abdest alınan alanları görüyoruz. Mermer mantar çeşmeler abdest yerleri. Ortadan su akıyor, oluklardan süzülüyor ve kirli su da anında yerdeki giderlerden yok oluyor. Bu bile çok zevkli, çok hoş. 


Kazablanka'da estetik anlamda gördüğüm en güzel yerdi bu cami. Daha pek çok iç ve dış alanı, hamam ve müze bölümü bulunan II. Hasan Cami mutlaka görülmeli. Benim kadar etkilenir misiniz bilmem, ama hiçbir kitsch unsur barındırmayan, son derece zevkli ve ince bir işçiliğe sahip bu güzel camiden kesinlikle etkileneceğinizi düşünüyorum. 

Not
* Fotoğrafları kolaj halinde değil de ayrı ayrı olmak üzere Facebook sayfamda görebilirsiniz, beklerim.  
* Giriş 120 dirhem (yani yaklaşık 30 TL).
* Girişte ayakkabılarınızı koyabileceğiniz bir poşet veriyorlar ve ayakkabınız yanınızda gezebiliyorsunuz. Gezerken baş örtüsü takmak zorunda değilsiniz.

Artık başkent Rabat'a doğru yola çıkabiliriz, çünkü Kazablanka'yı bitirdik.  



Kazablanka Notları

Kazablanka'da başlayan ve Kazablanka'da biten bir haftalık bir Fas turuna katıldık Cafetur aracılığıyla yılbaşında. Aracılığıyla diyorum çünkü Türkiye'den katılım az olduğu için kabul edersek bizi İngilizce rehberlik alacağımız yabancı bir gruba dahil edeceklerini söylediler. Bayıla bayıla ettik. Ve Güney Afrikalılar, İtalyanlar, Lübnanlılar ve bizim dışımızda iki Türk ile birlikte yaklaşık otuz kişilik nefis bir grubun bir parçası olarak gezdik Fas'ı. Neresi nefis derseniz, insanların birbirine olan saygısı nefisti elbette. Kendi seçtikleri kategorilere göre ayrı otellerde kalan otuz kişinin bir gün bile otobüslere ya da buluşma yerlerine gecikmemesi, yer tutma savaşlarına girmemesi, otobüste saçma sapan müzikler ve kaynaşma oyunları (!) yerine sessizlik içinde herkesin kendi kitabına, müziğine ya da hayallerine gömülmesine izin verilmesi çoğunluğu Türk olan gruplarda pek karşılaşabildiğimiz bir durum değildir bilirsiniz. Böyle yabancılarla olunca turla gezmek bile keyifliymiş dedik doğrusu. 

Programı verdiğim linkte görebilirsiniz. Ben size şehirleri anlatacağım. Ve bu kez gerçekten yazıları kısa tutmaya çalışacağım çünkü zamanım yok! O yüzden hemen Kazablanka'ya başlıyorum. Gidiş ve dönüşte toplam iki gün geçirdiğimiz bu şehrin bir numarası olmadığını ve sadece Kazablanka filminden dolayı romantik bir şehirmiş gibi bir imajı olduğunu duymuştuk. Doğru sayılır. Çünkü şehir güzelliği ve otantikliği anlamında bence de en sonuncu sırada yer alıyor. Ama ayrı bir yazıda bahsedeceğim II. Hasan Cami'ni görmek ve Atlantik Okyanusu'ndan çıkan nefis deniz ürünlerini denemek için bile olsa görülmeye değer bana göre.  


O zaman V. Muhammed Meydanı'ndan başlayalım. V. Muhammed, 1956 yılında halkını Fransız sömürgesinden kurtaran, ulusun Ata'sı olarak müthiş bir saygı gören, şimdiki kralı VI. Muhammed'in de dedesi olan devlet adamı. Her yerde adıyla anılan binalar, meydan ve bulvarlar görebilirsiniz. Kazablanka'daki V. Muhammed Meydanı'nda görülmesi gereken en önemli yapılar Adalet Sarayı ve Saat Kulesi. Bir de Eski Şehir ile Yeni Şehir arasındaki toplanma alanı sayılan meydanın güvercinleri ve geleneksel giysileri içindeki sucuları meşhur.  


Kendimiz gezseydik muhtemelen uğramayacağımız, ama kısa bir ziyareti hak eden bir kilise de gördük şehirde bu arada: Notre Dame de Lourdes. Dışarıdan son derece sade, gösterişsiz, hatta beton yığını gibi görünen kilisenin içini mutlaka görmelisiniz. O masif betonların arasındaki her boşlukta o kadar güzel vitray işçiliği var ki etkilenmemek mümkün değil. 1956 yılında yapılan bu kilise ülkenin yaşayan yaklaşık 20,000 Katolik'e hizmet veriyor. 


Daha yazlık bir yeri andıran Habous Mahallesi'ni otobüsle şöyle bir turladıktan sonra Central Market'te kendimizi dışarı attık. Fas'ın her yerinde souq'lar yani pazarlar çok meşhur. En güzelleri ve büyükleri de Fez ve Marakeş'te bizleri bekliyor, biliyoruz. Dolayısıyla burada fotoğraf çekmeye değer tek bölüm bence balık pazarıydı. Çeşitler, renkler beni benden aldı diyebilirim. Hatta çiğ hallerine bakarken aslında zihnimde ızgara ya da kızarmış halleri dönüyordu diyebilirim. ;)


Kazablanka, 5 milyon nüfusuyla Fas'ın en büyük şehri. Limanından dolayı da ticaret merkezi. Yani okyanus kıyısında romantik, minik, şirin  bir şehir falan falan beklemeyin. Her yerde ruhsuz binalar (bizimkinden ruhsuz olmasın!), şantiyeler, zevksiz yapılar, sokaklar. Şehre ruh kazandıran en önemli şey daha önce de bahsettiğim gibi Kazablanka filmi. 1942 yapımı filmin geçtiği Rick's Cafe'nin dekoruyla, barıyla, rulet masasıyla ve piyanosuyla neredeyse birebir kopyasını filmden yaklaşık 70 yıl sonra açmak da elbette bir Amerikalının fikri (biliyorlar şekerim bu işleri). İlk gün otobüsten giriş kapısının fotoğrafını çekebildiğimiz bu kafe-restoran-barda gezinin kapanışını da yapma fırsatı bulduk. Hem de gezide tanıştığımız arkadaşlarımızla ve barmenimizle birlikte bir fotoğraf çektirerek o güzel geceyi de ölümsüzleştirmiş olduk. Deniz ürünlerinden fırsat bulabilseymişiz, bir akşam burada da yemek yiyebilirmişiz ama sadece içki de yeterli, çünkü fosfor duraklarımızdan hiç pişman değiliz. ;)


Turumuzun ilk günü öğle yemeği molasını birçok deniz ürünü restoranının bulunduğu La Corniche'te (bir nevi Kordon diyebileceğimiz sahil yolu) verdik. Turdan ayrılarak Foursquare sayesinde bulduğumuz Le Pilotis kesinlikle doğru seçimdi. Yolunuz düşerse denemenizi tavsiye ederim. Hem okyanus manzaralı terası hem de nefis ızgara kalamarı, soslu midyesi ve ızgara okyanus balığı ile bizden tam not aldı. İçtiğimiz Chardonnay de hiç fena değildi doğrusu. (Bu arada not: Fas'ta kırmızı şaraplar çok harika değil, ama rose olanlar hiç fena değil.)


Son akşam Rick's Cafe öncesinde de benim Lonely Planet'tan görüp not ettiğim Restaurant du Port de Peche'e gittik. Burası da nefisti ama bizde iş yoktu o akşam, çünkü öğlen yemeğini biraz abartmıştık. Yine de İso istiridyeleri görünce dayanamadı, ben de ızgara kalamarsız yapamadım, amaan gezinin son günü zaten, biraz oburluk yapsak ne olur ki, diyerek yumulduk tabaklarımıza. Diğeri Arnavutköy balıkçısıysa burası ambiyans olarak biraz daha Beşiktaş Çarşı balıkçılarını andırıyor. İçerisi tıklım tıklım doluydu. Her şey taptaze, servis hızlı, çok başarılı. Burayı da kesinlikle öneriyorum. 


Bu arada Rick's Cafe grubunun orada olacağını biliyorduk ama Güney Afrikalı arkadaşlarımızın da tesadüfen oraya geldiklerini görmek sürpriz oldu. Aynı zamanda bir afrodizyak olan istiridyeleri görünce altı kişilik masamızdan sürekli Mellaaaaghhh sesleri yükselmeye başladı. :)) Nedenine gelince: efendim Fas şehirlerinde Yahudi mahallelerine Mellah adı veriliyormuş. Ama gezi boyunca tanıştığımız hiçbir rehberin daha efendi efendi Mellah dediğini duymadık. Herkes "bakın burası Mellaaaagghhh" falan diye defalarca (bir kere asla yetmiyor, onu da gördük) ve adeta kendilerinden geçerek Mellah diyorlar. İşte bir süre sonra mola yerlerinde hepimizin dikkatini çekmiş bir dalga konusu olmaya başladı bu şehvetli Mellaaaaghh'lar ve çeşitli senaryolar içinde kullanarak bol bol kahkaha malzemesi çıkardık kendisinden. Bizim suçumuz yok valla, hep rehberlerin telaffuzu Hakim Bey! ;)

Neyse bakalım, açılışı yaptım. Kısa yazacaktım ben değil mi? He canım he, oldu, deneriz bir ara! Sırada II. Hasan Cami var. Eğer ben "Vay arkadaş, ben böyle cami görmedim, muhteşem!" diyorsam bence bir uğrayıp bakmalısınız neye benzediğine derim. Girişte buluşup birlikte gezelim o zaman, tamam mı? ;)