Havada Papatya Kokusu Var...:)

Papatyalara bayılırım...






















Hiç beklemediğim zamanlarda çiçek almaya bayılırım...




















Ama en ÇOOOOOOKK kocama bayılırım!!! :)

Gökdelenler Arasında Bir Tatil Köyü: Essporto

Bu sabah size genç kalmanın sırlarından bahsetmiştim, değil mi? Peki, bugün genç kalmak adına ne yaptın, diye soracak olursanız yediğim iki parça çikolata (o da sütlü ve fıstıklı, yani yararlı olan bitter çikolata değil!) dışında hiçbir şey yapmadığımı söyleyebilirim. Ama cildimi yaşlandırmak için bir şeyler yaptım ve Essporto'ya güneşlenmeye gittim.


















Geçen sene açık alanları çok az kullanmıştık... Umarım bu sene telafi ederiz. Güneş cildi yaşlandırıyor olabilir, artık eskiye göre daha da zararlı olabilir, ama ben güneşten vazgeçemiyorum maalesef! Tam koruma çıkıyorum güneşe, ama bol bol çıkıyorum nihayetinde! Ve tuhaf bir şekilde bana yararı dokunduğuna inanıyorum!! :) ( Benim öyle abuk inanışlarım vardır, beni mutlu eden şey yararlıdır gibi...:) Kolaydı sanki!! Güneş herkese zararlı, bir tek bana yararlı olacakmış! O yüzden siz bana bakmayın.. Korumayla bile tehlikeli saatlerde güneşe çıkmayın!)


















Neyse, sonuçta sezonu açtım... Yani eski İmge'yi geceleri de görebilmek için yalnızca birkaç gününüz kaldı, daha sonra annemin deyimiyle "gündüz feneri" olacağım! "Astoria, Maya, Eski HSBC, Garanti Bankası binası... Tamam, koca koca binalar arasında tatil köyü havası, iyi hoş da deniz olmadan olur mu?", diyorsunuz değil mi? Haklısınız, deniz olmadan asla olmaz!! Ama yine de elimizdeki sınırlı kaynakları iyi kullanabilir ve "imgeleme" yaparsak, oldukça keyif alabiliriz. Deniz için de tatil zamanımız gelene kadar muhteşem Boğaz'ı seyrederek idare etmekten başka şansımız yok ne yazık ki...

"Senin fotoğrafın niye yok," diyenler için de "Yazıklar olsun size, beni hiç tanıyamamışsınız!!" demekten başka bir şey gelmiyor aklıma... Sezon başı, insanın ayna baktığında kendi görüntüsü için genellikle "Görmez olaydım!!" dediği bir dönemdir. Pırıl pırıl güneşin altında kış döneminden kalan kiloları ve henüz yanmamış tenin soluk görüntüsünü fotoğraf makinesiyle ölümsüzleştirmek istemem doğrusu!! Işık oyunlarından dolayı kimbilir başka neler takılır sonra objektiflere!! (Her selüliti olan ünlü "ışığa" bağlıyor ya durumu, o yüzden ben de havalı olsun diye böyle konuşuyorum işte...) Sonuç itibariyle Temmuz civarı yaz fotoğraflarımla karşınızda olabilirim... Koyu renk ince gösterir ya, aynı şey koyu ten için de geçerli. (Alın size muhteşem bir tüyo daha!) Bu yüzden o zamana kadar "manzara" resimleriyle idare edeceksiniz. Çok üzgünüm! :)

Genç Kalmanın Sırları

Olağanüstü bir hizmetle daha karşınızdayım yine... National Geographic'te Genç Kalmanın Sırları adlı belgeselden öğrendiklerimi sizlerle paylaşarak, yalnızca kendimin değil sizlerin de genç kalmanıza yardımcı olacağım. Bu iyiliğimi de unutmayın!

Öncelikle seks yapmak ve üremenin yaşam süresini belirleyici etkisi olduğunu söyleyeyim. Düzenli bir seks yaşamı, vücutta yaşlandıkça azalan testosteron hormonu seviyelerini artırarak genç ve zinde kalmanızı sağlıyor. Ayrıca geç yaşta doğum yapmak (kadınlarda 30'undan sonra) ve az çocuk doğurmak (1-2) avantajınıza.

Hayvanlar açısından büyük olmak bir avantaj, çünkü av olmuyorlar. Örneğin olgun bir balina 18 metre uzunluğunda ve 100 ton ağırlığında olabiliyor ve 200 yaşına kadar yaşayabiliyor.


Az yemek, genç kalmanın önemli koşullarından biri. Fareler üzerinde yapılan bir deney sonucunda, farelerin normalden %30 az yediklerinde ömürlerinin 1 yıl uzadığı ortaya çıkmıştır. Burada Japonların beslenme tarzı örnek olarak gösteriliyor. Soya, balık ve balık yağları ve sebze ağırlıklı beslenmenin kanser ve kalp rahatsızlıkları riskini azalttığı kanıtlanmış ve Japonlar bu açıdan doğal bir avantaja sahipler. Antioksidan özelliği olan besinler tüketmek de önemli - çikolata ve şarap gibi. (Her gün koca bir paket çikolata ve bir şişe şaraptan bahsetmediğimi söylememe gerek yoktur herhalde!)
















Vücudumuza aldığımız her besin maddesi sonrasında hücrelerimizin içinde 'serbest radikaller' salgılanıyor. Bunları tıpkı egzos dumanına benzetebilirsiniz. Hücrelerde içsel kirlenmeye neden oluyorlar. Yaşam süresini uzatmak için bu serbest radikallere karşı bir korunma yöntemi bulabilmek çok önemli. (Filler ve papağanların sistemlerinde böyle bir korumanın olduğu düşünülüyor)

Sosyal becerileri gelişmiş, sürü içinde yaşamaya ve sosyal bağlar kurmaya alışkın hayvanların (filler ve bazı şempanze türleri gibi) daha uzun yaşadıkları ortaya çıkarılmış. İnsanlarda da toplumsal açıdan olumlu bir role sahip olmak, sosyallik, başkalarını önemsemek ve gönüllü faaliyetlerde bulunmak yaşam süresini uzatan faktörlerdendir.


İnsanın diğer canlılar ile karşılaştırıldığında nispeten büyük bir beyne sahip olduğunu görüyoruz. (Yaklaşık 1500 cm3 - yani bir kavun kadar) Ama biliyorsunuz, önemli olan boyut değildir! Uzun yaşamın sırlarından biri de bedeni olduğu kadar, zihni de aktif tutmak. Örneğin, sirk filleri diğerlerine göre daha uzun yaşıyorlar. İnsan beyni için de satranç ve briç gibi oyunlar hem zihnin aktif kalmasını hem de sosyal bağlantılar kurmayı sağlıyorlar. 90 yaşına bile gelmiş olsanız size uygun bir fiziksel ve zihinsel aktivitenin olduğunu unutmayın! Her anlamda aktif bir yaşam sürmek çok önemli!!

Bu arada insan hücreleri yaşam boyu yalnızca 60 kez bölünüyorlar, ama kaplumbağa ve timsah gibi sabit bir hızla büyümeye devam eden hayvanların hücreleri ölene dek büyüyor. İnsan hücrelerinin de sonsuza dek bölünmesi ve yenilenmesi mümkün kılınabilirse yaşam süresinin 200,300 ve hatta 500 yıla bile çıkmaması işten bile değil. (Elbette bu biraz fütürist bir yaklaşım, o yüzden biz 85-90'ı hedefleyelim de ömrümüz bunları görmeye yetmezse hayal kırıklığına uğramayalım!)

Stres, yaşamı kısaltan bir faktör. Normal şartlarda insan nabzı dakikada 70 atarken, stresli olduğunda bu sayı artıyor. Bu da tabiri caizse ömrünüzden yiyor!! Gülmek, mutlu olmak ve olumlu bir bakış açısına sahip olmak uzun yaşam için önemli! Nabız artışının olumlu olduğu yerler de var: spor! Düzenli egzersiz yapmak (buna seks de dahil), ömrü uzatıyor.

Bu arada dünya üzerindeki en uzun yaşayan hayvan ile ilgili bir tahmininiz var mı? Balina, timsah, fil, kaplumbağa, papağan... Hiçbiri değil. Sıkı durun, cevabı söylüyorum: Sünger!!! Buzul Çağı'ndan beri var olduğu söylenen Sünger canlısı yaklaşık 10,000 yaşında ve yaşamını sürdürmeye de devam ediyor! Düşünüyorum da ömrü uzatmak için o kadar da kasmaya gerek olmayabilir. Sünger gibi bir yaşama sahip olmayı kim ister ki? "Bol alkol tüketimi" anlamındaysa bir dereceye kadar olabilir ( :) ), ama yalnızca buz gibi suyun altında, yavaş metabolizmanla, yıllar boyunca oturup durmaksa ne anlamışım ben o 10,000 yıllık yaşamdan?!!

Neyse, "su gibi ömrünüz olsun" diyerek bu yazımı da burada bitiriyorum sevgili okurlarım.

Uluslarası Lösemili Çocuklar Haftası

31 Mayıs - 6 Haziran 2008 tarihlerinde "7.Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası" aracılığı ile ayrı dilleri konuşan ama aynı kaderi paylaşan birçok çocuğun bir araya getirilmesi planlanıyor.











Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası ile;

*Dünyada hızla artan lösemi vakalarına karşı dünya kamuoyunun dikkatinin çekilmesi

*Lösemili çocukların ve ailelerinin karşılaştıkları ortak problemlerin Türkiye ve dünya gündemine getirilmesi

*Lösemili çocukların ve ailelerin sorunlarına kalıcı çözümler sağlanması

*Löseminin tedavi edilebilir ancak pahalı ve çok yıpratıcı bir hastalık olduğunun vurgulanması

*Lösemili çocuklar ve aileleri arasındaki dayanışmayı arttırmaya yönelik bir platform yaratılması

*Bu hastalığı yenmede ilaç tedavisinin tek başına yeterli olmadığı ve psikolojik desteğin de en az kullanılan ilaçlar kadar tedavide etkili olduğunun vurgulanması

*Löseminin önlenmesi için eğitsel çalışmalara daha çok önem verilmesi, çevresel risk faktörlerinden çocuklarımızın korunması, doktorlar ve diğer tıp çalışanlarının bu amaçlara ulaşmak için her zaman desteklenmesi

*Yeni bir fikirle çıkılan bu yolculukta ülkemizin sesinin duyurulması, LÖSEV'in önderliğinde bu haftanın gelenekselleşmesini sağlayarak Türk tıbbının başarılarının gösterilmesi, sağlık turizminin arttırılması hedeflenmektedir.

Bilgiler LÖSEV'inbu etkinlik ile ilgili hazırladığı web sayfasından alınmıştır.

Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası , 31 Mayıs Cumartesi günü pek çok yerde değişik etkinliklerle kutlanacaktır. Ankara'da Kuğulu Park'ta ve İstanbul'da ise Şişli Cevahir AVM önünde yapılacak etkinlikler başta olmak üzere Elazığ, Van, Erzurum, Afyon, Niğde, Samsun, Konya, Yalova, Edirne gibi birçok şehrimizde de çeşitli etkinlikler yapılacaktır.

Şişli Cevahir AVM'deki etkinlik 13:00 ile 17:00 arasında yapılacak ve ben de orada olacağım. Sizleri de bekleriz...

9 Haziran 2008 (ekleme):

Şişli Cevahir AVM'deki etkinlik ile ilgili görüntülere buradan ulaşabilirsiniz. Bu da yorgun ama mutlu gülümsemelerle çektirdiğimiz son fotoğraf. Hepimizin eline sağlık! :)

İskele Livar

Kardeşim sayesinde Arnavutköy'de süper bir balıkçı keşfettik dün... Arnavutköy'e nadiren balık yemeye gider, gittiğimizde de genellikle Adem Baba'da yerdik. Burası içki de içebileceğiniz, yani boğaza karşı rakı&balık ikilisinin tadına tam anlamıyla doyabileceğiniz bir yer. Yeri Arnavutköy İskelesi'nin tam karşısına denk geliyor. Adı İskele Livar. Teras manzarası da gördüğünüz gibi süper:

















Bu da hava daha karardığında görünen manzara:


















Teras dediğim yeri bir balkon gibi düşünün. Ancak üç masa falan sığabiliyor. O yüzden terasta keyif yapmak istiyorsanız, mutlaka bunu belirterek rezervasyon yaptırın. Tel no: 265 77 72 - 265 78 35

Arnavutköy, balıkçı, manzara falan gibi unsurları bir arada görünce gözünüz korkmasın... Fiyatlar son derece makul. Zaten çok salaş bir balık lokantası burası. Ama yemekler ve servis çok iyi. Garsonlar güleryüzlüler. Ara sıcak olarak kalamar ızgara ve tereyağında karideslerini denemenizi tavsiye ederim.

Şu arkada gördüğünüz trafik ise saat 20:30 gibi oraya oturduğumuz andan gece yarısına kadar devam etti diyebilirim. Yani haftasonları gidiş ve dönüşte biraz baygınlık geçirmeye hazırlıklı olmalısınız.

















Ama her şeye rağmen, gidilesi, görülesi ve denenesi bir yer olduğunu söyleyebilirim.
Keyfiniz bol olsun!

ITSUMI

- İso'cum, Cuma akşamı Sushico'dan bir şeyler söylesek, bir şişe de Yakut açsak, balkonumuzda sefa yapsak, ne dersin?
- Canın sushi mi çekti, güzelim? Itsumi'ye götüreyim seni o zaman...

Vay anasını sayın seyirciler!! Şanslı günümdeyim demek! :) (İmge bunu söylerken, bir yandan da size göz kırpıyor - İmge winks. Internet efektleri, bazı durumlarda işe yarıyorlar demek ki...)

Sushiye bayılan biri olarak İş Kuleleri'ndeki Itsumi'ye daha önce hiç gitmemiştim. Eşim ise üç sene boyunca orada çalışmış biri olarak birçok kez gitmiş, ama aklına sushi-sever karısını götürmek gelmemiş. Hımmm.. Vay anasını sayın seyirciler, acaba ben çok şanssız bir kadın mıyım?! (İmge başını kaşıyarak, derin düşüncelere dalar.)

Neyse, sonuçta "İstanbul'daki Japonların tercihi", "biraz tuzlu ama kesinlikle o ünlü aşçısı için değer" denilen "meşhur" Itsumi'yi gördüm. Peki, gördüğüme değdi mi? Evet, kesinlikle değdi!! Ambians olarak büyük beklentileriniz olmasın. Ambiansı için gideceğiniz yerlerden biri değil çünkü Itsumi. Ama benim için ambians da önemli diyorsanız, yazlık mekanı olan Reina'daki restoranına gidebilirsiniz. Burası böyle bir yer:















Benim için yediklerim önemliydi ve sushiler inanılmaz lezzetliydi... Anlatılmaz yaşanır, hatta yenir ve yutulur cinstendi diyebilirim! Yanında da iki karafcık (bence o küçücük özel şişeler için uygun bir tanım oldu) dolusu Japon pirinç şarabı (sake) içtik. (Sonuncu resimdeki Unagi (üzerinde yılan balığı olan) favorilerimizden biri oldu. Susamlı roll'lar da öyle.. Dragon roll da süperdi, ama resmini bulamadım onun...) Detaylı bilgi ve fotoğraflar için Itsumi'nin web sitesini ziyaret edebilirsiniz. ITSUMI'nin ne anlama geldiğini de buradan öğrenebilirsiniz.













Bu arada sushi-sever olabilirim ama aynı zamanda chopstick tutma özürlüyümdür. Bu yüzden bildiğiniz çatalla yerim ben sushimi! :) Bu durumu gören anlayışlı garsonumuz bana süper bir chopstick yapıp getirmiş. Çatal kadar kolay kullanabildiğim ilk chopstickle de böylece tanışmış oldum. Buyrunuz, garsonumuzun pratik çözümünü görüyorsunuz alttaki resimlerde:

















Bu arada kardeşceğizlerimizin de kulaklarını çınlattık.

Zeynep'e not: "Somonu, yılan balığını, avokadoyu, susamı, yosun yapraklarını ayıklayıp, soya sosu falan da kullanmazsan, son derece leziz bir buharda pişmiş pirinç yiyebilirsin, Zeguşcum!"

Ongun'a not: Onlar obje değil, sushi! :)

Icessporto

Bakıyorum da çabuk unuttunuz o günleri... Zeynep Tokuş'la Robert'in (Ya da sevimli sunucu Uygur kardeşin çağırdığı adıyla Bobby'nin!) gösterilerini, Bülent Polat'ın partneriyle birlikte artistik düşüşünü, askerlerin sevgilisi hanımefendinin (!) marifetlerini, Asena'nın her geçen gün nasıl iyiye gittiğini, buz pistindeki aşk maceralarını, "böyle buyurdu jüri" durumlarını, falan filan... Buzda Dans adlı yarışma sırasında her yerlere buz pateni açılmasından, bu sporun desteklenmesinden bahsediliyordu. Hatta Park Orman'ın dolup taştığını duyuyorduk. Ama sonradan adı sanı anılmaz oldu buz pateninin... Umarım yine yalnızca TRT'de ve senede bir izlediğimiz artistik patinaj şampiyonalarıyla sınırlı kalmaz buz patenine olan bu ilgimiz...

Neyse... Ben İstanbullular için müjdemi vereyim: Icessporto açıldı! Essporto bünyesinde açılan 1,300 metrekarelik buz pateni pistinden bahsediyorum. Henüz web sitelerinde yeterince bilgi yok, ama en azından şimdilik iletişim bilgilerini öğrenmek için tıklayabilirsiniz.

Tesisten yararlanmak için Essporto üyesi olmanız gerekmiyor. İçinde özel kafesi ve izleyiciler için ayrılan alanı bulunan Icessporto'da temel eğitim ve duruş dersleri alabilirsiniz. Kıskandırmak gibi olmasın, ama biz üyelere haftada üç gün, belli saatlerde ücretsiz özel kullanım hakkı veriliyor. Ama gerçekten nazar etmeyin, kıskanmayın, gözünüz kalmasın, "ah keşke..." falan demeyin... Çünkü düz yolda yürürken bile taklalar atarak düşebilmeyi beceren bendeniz, kesinlikle buz pistine adımımı atmayı düşünmüyorum! Üç senelik Essporto üyesi olarak, üyeliğim bitmeden karizmamı darmaduman etme niyetinde hiç değilim! :)

Gönül isterdi tabi yakışıklı partnerim, pırıltılı kıyafetlerim ve artistik hareketlerimle sizlere aşağıdaki gibi fotoğraflarımı koymayı, ama ne yapalım artık...

























Düşünüyorum da kendimi maksimum zorlasam yakışıklı bir partner ve pırıltılı kıyafetleri bulabilirim. Ama üçüncüsünü yapacak yetenek olmadıktan sonra ilk ikisine de yazık olacağı için bu işe el atmıyorum. İçiniz rahat olsun! :)

Anlayacağınız bu yazıyı da tıpkı diğer birçok yazım gibi yalnızca sizlere hizmet amacıyla yazdım. Yaz sıcaklarında farklı bir aktivite isterseniz haftanın her günü 10:00 ile 22:00 arasında açık olan Icessporto sizleri bekliyor!

Yeni Rakı Sokak Şenlikleri

Duyduk duymadık demeyin! Büyükkeyif'ten haber aldım. :) Yeni Rakı Sokak Şenlikleri başlıyormuş. Geçen sefer Nevizade'dekine katılmıştık ve ortam çok keyifliydi. Bu kez 18 Haziran'da yapılacakmış, yani İstanbul'da olmayacağım bir zamana denk geliyor ne yazık ki... Ama heyecanla sizleri bilgilendireyim istedim. Selim Sesler, dansözler, dev ekranlar, balonlar, rakılar ve mezeler ile tam bir karnaval havası yaşayacaksınız. "Nasılsa Çarşamba günüymüş, yer bulmak için strese girmeme gerek yok" demeyin, çünkü çok kalabalık olacaktır. Curcunanın göbeğinde bir meyhanenin sokağa yakın bir masasına rezervasyonunuzu yaptırın, rahat edin. Ayrıca İstanbul'dakiler için 24 Mayıs'ta Kumkapı'da da düzenlenecekmiş ve orada yapılan şenlikte Mustafa Keser çıkıyormuş. (Mustafa Keser, benim gitmemi değil, gitmememi sağlayacak bir unsur olabilir ancak, ama yine de bilginiz olsun!) :)























Geçen sefer ben size anlatmıştım. Bu kez siz gidin, benim yerime yiyin, için ve ortamı bana anlatın, olur mu? Ayrıca "hayata YENİden bak" gözlüklerinizi almayı da unutmayın!

19 Mayıs'ta Dere Tepe İstanbul...:)

Hayatımdaki en anlamlı 19 Mayıs bayramlarından birini geçirdim diyebilirim. Sabah erkenden uyanıp Rocco'yu gezdirdim. Sonra hazırlanıp, Levent'te bulunan Lösemili Çocuklar Evi'ne doğru yola koyuldum. Kırmızı LÖSEV tişörtlerimizi giydik ve gönüllü üye kartlarımızı boynumuza geçirdik. Ama bugün diğerlerinden farklı bir gün! Çünkü ben çocuklarla ilk kez tanışacağım. (Bazı gönüllü üyeler çocuklarla önceden tanışıyorlar, çünkü Cumartesi günleri onlara ders veriyorlar. Çocuklar onlara "öğretmenim" diyorlar. Aralarında sıcak bir ağabey/abla-kardeş ilişkisi var. Gelecek sezon ben de Çarşamba günleri anaokulu grubuyla ilgilenmek istediğime karar veriyorum. Ama iyice düşünmem gerek: düzenli olarak gidebilecek miyim?)

Neyse... Saat 10:00'a doğru çocuklar servislerle gelmeye başlıyorlar. Hepsi cıvıl cıvıl, neşeli, canlı bir şekilde ortada duran LÖSEV tişörtlerinden kendi yaş gruplarına ve bedenlerine uygun olan bir tanesini giyiyorlar. Anneleri de arkadan geliyor. Ama onlar bizimle gezmeyecekler. Orada bekleyecekler ve atölyede işleriyle uğraşacaklar. Çocuklar bugün LÖSEV çalışanlarına ve biz gönüllülere emanet!!

Servislere binip önce Dolmabahçe'yi geziyoruz. Büyük Atatürk'ün hayata gözlerini yumduğu odaya ve 9:05'i gösteren saate ilgi büyük... Kıpırdamadan nöbet tutan asker ağabeylerine de hayranlıkla bakıyorlar. Durmadan sorular soruyorlar: "Padişah şu gül ağacına dokunmuş mudur? Yerdeki çakıl taşları da 150 yıllık mı? Atatürk buradan denize girdi mi? Şu avize (meşhur 4,5 tonluk) düşse ne olur? Şu sarayda yaşamak ne güzel olurdu, değil mi İmge Öğretmenim?" :)) Yaşasın!! Beni de artık öğretmen kategorisine koydular demek, bu iyi bir şey olmalı!! :)













Sonra hep birlikte yoklamamızı alıp, servislere binip Beykoz'a balık yemeye gidiyoruz. Kıyıdaki salaş balıkçılardan birinde çocuklar için hazırlanmış balık ekmekler, taptaze domatesler/salatalıklar, meyve suları ve taburelere bağlanmış Türk bayraklı balonlar bizi bekliyor. Üzerine de tahin helvamızı yiyip, yeniden yola çıkıyoruz.

Bu kez Anadolu Kavağı'nın tepesindeki Yorgos Kalesi'ne çıkıyoruz. Artık resmen tepeden Karadeniz'e bakıyoruz. Muhteşem bir manzara var burada...

















Daha sonra servislerle çok az bir mesafe giderek kalenin yamacında bir çay bahçesinde duruyoruz. Çocuklar dondurmalarını yiyorlar, hepimiz gölgede biraz dinlenme molası veriyor, açık havanın ve baharın tadını çıkarıyoruz. Dönüşe geçmeden önce çocukların bizlere bir sürprizi var. Çay bahçesindeki çiçeklerden toplayıp, biz "öğretmenlerine" getiriyorlar. Bu onların bizlere yaptıkları kendileri gibi sevimli bir teşekkür jesti...

Dönüş yolunda acaba ben bu geçirdiğim muhteşem keyifli gün için onlara ve LÖSEV'e nasıl teşekkür edebilirim diye düşünüyorum içimden...

O... Çocukları

Başrollerini Demet Akbağ ve Özgü Namal'ın oynadığı, Altan Erkekli, Sarp Apak ve İpek Tuzcuoğlu'nun da rol aldığı bu güzel filmi, galasının yapıldığı Astoria AVM'deki Cinebonus'ta izledik.
















Böylelikle Astoria'yı da görmüş oldum. Açıkçası alışveriş merkezlerinin hiçbirini özellikli bulmam ("sonuçta hepsi alışveriş merkezi işte diye" düşünürüm). Ama Astoria'ya tuhaf bir şekilde kanım kaynadı. Fish Point var, Kitchenette var, eee Cinebonus'umuz da orada olduğuna göre artık sinema için Kanyon ile dönüşümlü olarak gidilebilecek bir yer diye düşündük.

Astoria'daki yemek mekanlarının ve kafelerin hepsinin geniş alanlara yayılmış, aydınlık ve ferah mekanlar olmaları çok hoşuma gitti. Cumartesi akşamı gitmemize rağmen kalabalık değildi. (hem hava güzeldi, hem de çok yeni bir yer olduğu için galiba...) Buradaki Kitchenette'e bayıldım. Kışın da içeriye güneş vuran, sıcacık ve aydınlık bir yer olur diye düşünüyorum.

O... Çocukları'nı da çok keyifle izledik. Özgü Namal'a ve Demet Akbağ'a her zamanki gibi bayıldık. Yalnızca sonu "iyiler kazansın tarzı bir mutlu son ile kapanışı yapıverelim" diye düşünülerek, biraz aceleye getirilmiş gibi geldi bana... Bu arada Beyaz Şov'un ufacık bir kısmını yakalayabilmiş ve Özgü Namal'ın Sarp Apak'la birlikte çektiği şu çok konuşulan sahne ile ilgili ne kadar sinirlendiğini görmüştüm. Hakikaten de filmi izledikten sonra kendisine bin kere hak veriyorum... Karanlıkta çekilmiş küçücük bir öpüşme sahnesinin, iki saatlik filmin ve saatlerce, günlerce, aylarca harcadıkları emeğin önüne geçmesi çok sinir bozucu olmalı! (Bu arada filmin konusu ve bütünlüğü için gerekiyorsa, aydınlıkta çekilmiş bir sevişme sahnesi de olabilirdi yani!! Hâlâ bunların konuşuluyor olması ne kadar anlamsız, öyle değil mi?)Neyse, sinirlendim bak yine! (Bu arada aşağıdaki resimdeki çay bahçesini kayınvalidem ve kayınpederimin hatırlayacaklarını sanıyorum..:) )
















Filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. Bakalım siz ne düşüneceksiniz: "Balıkların suyunu değiştirmeli mi, yoksa değiştirmemeli mi?"

Not: Bu arada resimleri filmin web sitesinden aldım. Merak edenler burayı tıklayıp, daha detaylı inceleme yapabilirler.

Litera Restaurant

Mutfak Faresi'nin son yazılarından birinde okuyunca özlediğimi fark ettim. Kocamı da harekete geçirdim (ve çıkışta Balans'ta bira içeceğiz diyerek gaza getirdim) ve bu Cuma akşamı Litera'ya yemeğe gittik.

Teras sezonu kesinlikle açılmış arkadaşlar. Muhteşem bir manzara, masanızda üşümeden oturabileceğiniz güzel bir bahar akşamı, harika yemekler ve bir şişe şarap eşliğinde çok güzel bir Litera akşamı geçirdik. Saat 20:30 civarı gittik, siparişimizi verdik ve şarabımız geldiğinde çekilen resmin aydınlığına dikkatinizi çekiyorum. Ayrıca size on puanlık bir soru soruyorum: Cam kenarındaki masada oturan ünlü yazarımız kimdir? :)






















Litera hakkında daha fazla ilgili için web sitesine bakabilirsiniz. Ana yemek olarak da Bonfile Şövalye'yi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu arada eğer masanıza bakan garson Nihat Bey ise şanslı gününüzdesiniz demektir. O kadar kalabalığa rağmen boşalan tabağımızı ya da kadehimizi anında fark edip, ilgisini ve güleryüzünü eksik etmeyen süper bir servis elemanıydı. Eşimin tabağında kalan yiyemediği sosisleri ertesi gün misafir olarak bize gelecek olan Rocco'cum için paket yapmasını rica ettik. Getirdiği paketin şirinliğine bakar mısınız? :)





















Olumlu eleştiriler, duyanı olduğu kadar yapanı da mutlu ediyorlar. Ben de olumlu eleştirilerimi masalara bıraktıkları formlara yazdığım gibi buraya da bir kez daha yazmak istedim.

Litera'dan mutlu ayrılacağınızı garanti ederim!

İslam Sanatının Üç Başkenti: İstanbul, İsfahan, Delhi

Nisan başından beri gitmeye niyetlendiğim, Sakıp Sabancı Müzesi'nde uzun zamandır devam eden ve 1 Haziran'da sona erecek olan "Louvre Koleksiyonlarından Başyapıtlarla İslam Sanatının Üç Başkenti : İstanbul, Isfahan, Delhi" sergisine sonunda bugün gidebildim.

Bugüne kadar Louvre Müzesi'nin dışına hiç çıkmamış olan 216 eserin sergilendiği müzede Osmanlı, Safevi ve Babür İmparatorlukları'na ait sanat ürünleri bulunuyor. Louvre Müzesi işbirliğiyle ve Türk Telekom'un katkılarıyla düzenlenen sergiyi görmek için son iki hafta kaldı!

Eserler çok çeşitli: çini örnekleri, fildişi mücevher kutuları, hamam ibrikleri, yakutlarla süslü el aynaları, hançer kabzaları, halılar, el yazmaları, kumaş örnekleri, vs.

Sergiyle ilgili daha detaylı bilgileri ve koleksiyondan seçmeleri Sakıp Sabancı Müzesi'nin sergiyle ilgili web sayfasından bulabilirsiniz.

Gelelim benim seçtiklerime:

İlk resimde Osmanlı İmparatorluğu'nun 1550'li yıllarından kalma çini eserler görülüyor.

















İkincisi bir nargile altı. 18. yüzyıl Babür İmparatorluğu'ndan kalma bir eser:

















Firdevsi'nin ünlü Şehname adlı eserinden bir sayfa görmek ister misiniz?






















17. yüzyıl Safevi Devleti'nden kalan bu çini örneğinde genç bir delikanlı zurna çalıyor. (Evet, yanlış okumadınız, o bir delikanlı!! İyi ki o dönemde yaşamamışız değil mi? :) )






















Babür İmparatorluğu'ndan kalma maden işçiliği örnekleri:

















Ayrıca çok çeşitli halı örnekleri vardı: (favorilerim Safevi ve Hint halıları oldu)

















Sergide ne gibi eserlerin olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından bu resimleri koyuyorum. Hepsini ve daha fazlasını Sakıp Sabancı Müzesi'nde bulacaksınız. Müzeye giriş 10 YTL (öğrenciler, öğretmenler ve 60 yaş üstü ise 3 YTL ödeyerek girebilirler). 14 yaş ve altı çocuklar ve engelliler yanlarında bir refakatçi ile birlikte ücretsiz girebiliyorlar.

Pazartesi hariç her gün ziyarete açık olan müzenin açılış saati 10:00. Kapanış saati Cumartesi günü 19:00, Çarşamba 22:00, diğer günler ise 18:00.

Bana Mutsuzluğun Fotoğrafını Çekebilir Misin, İmge?

Cevap veriyorum: EVET!

İşte mutsuzluğun fotoğrafı:















Nasıl olur böyle bir şey yahu? Benim gibi bir aboneye haber vermeden Beşiktaş Balık Pazarı'nı yerle bir etmişler. Dün oradan geçerken gözlerime inanamadım. Ben nereden bulacağım şimdi balıkçımın ve rokacımın izini? Nereden balık alacağım taze taze? Kim bana o Pazar günü hangi balığı yememin daha iyi olacağını söyleyecek, kim tavsiyelerde bulunacak? Kimle pazarlık yapacağım? Ya off, yaa... :( Bunları düşünen yok tabi!















Neymiş efendim, tadilat yapılacakmış, 3 ay sonra açılacakmış, falan filan... İsmail Ünal'ın çalışmalarından biri olduğu için sonucunun iyi olacağından eminim, ama gördüğüm anda gerçekten yıkıldım diyebilirim!

Tam da ruh halimi yeni yeni düzeltmeye başlamışken, olacak şey mi bu?! Balıkçıların nereye taşındığı bilen varsa, lütfen bu bilgiyi benimle de paylaşın! Balık krizlerim çok ağır geçer benim, haberiniz olsun! ("Sen de git, dışarıda ye" diye akıl vermeyin sakın, o kadar akıl bende de var! Ama Pazar akşamları evdeki balık ritüelimizin yeri bambaşkadır bizim için. Roka salatası, sumaklı soğanlar, taptaze balık (illa ki elle yenilecek), bazen yanında bir duble rakı... Bu Pazar nasıl geçer bilmem artık?)

Doğanın Reaksiyonu

Bugünkü Ortaköy turumuzda Ekvatorlu ünlü ressam Paul Jauregui'nin, nesli tükenmekte olan hayvanlar ve doğayı tehdit eden konulara değindiği "Doğanın Reaksiyonu" adlı sergiyi gezdik. Ekvator Fahri Başkonsolosu Fadi Nahas'ın himayesinde gerçekleştirilen bu sergi 24 Mayıs’a kadar gezilebilecek.

Serginin tanıtımlarında amacın doğayla ilgili kamuoyuna net bir mesaj verebilmek olduğundan söz ediliyor. Kurbağaların doğanın termometresi olması nedeniyle 2008 yılı Dünya Hayvanat Bahçeleri ve Akvaryumları Örgütü ve çevre örgütleri tarafından Kurbağa Yılı ilan edilmiş. Sergide de bu temaya değiniliyor. Dünyada dinazorlardan sonra ilk kez kurbağalar büyük çaplı toplu bir nesil tükeniş riski ile karşı karşıyalarmış. Jauregui’nin resimlerinin diğer bir özelliği ise özel bir teknik ile yapıldığından dolayı ‘dokunulabilir’ oluşuymuş. Bu nedenle görme engelliler de sergiyi ziyaret edebilirler.






















(Elbette bunları sergi ile ilgili yaptığım Google araştırmalarından öğrendim. Şahsen, serginin bilgilendirme ve açıklama yönünün çok yetersiz olduğunu düşündüm. Resimlerin isimlerinin Türkçe'sinden vazgeçtim İngilizce karşılıkları bile yoktu. Eserlerle ilgili açıklama hiç yoktu. Serginin amacını anlatan ve genel anlamda bilgi veren bir broşür falan da yoktu.)


















Yolunuz Ortaköy'e düşer de sergiyi görmek isterseniz:
Adres:
Ortaköy Salihanesi Sok. No:1 K:2 Ortaköy (GoogleMaps'ten falan aramaya kalkmayın, House Cafe'nin üstü. :) )

Yılmaz Özdil'in Bugünkü Köşe Yazısı

Genelde yapmadığım bir şey, ama bu köşe yazısının blogumda da olmasını istedim. Okumayanlarınız için Yılmaz Özdil'in Hürriyet'te bugün yayınlanan köşe yazısı aşağıdadır:

Kont, Dük filan...


Kayseri eşrafından tornacı hacı Ahmet Hamdi efendinin oğlu Abdullah, dün akşam, Windsor hanedanının várisi, Kral 6’ncı George’un kızı, Birleşik Krallık Hükümdarı, İngiltere Kraliçesi 2’nci Elizabeth Alexandra Mary ile birlikteydi.

*

Rize Güneysulu taka kaptanı Ahmet reisin Kasımpaşalı oğlu Tayyip ise, Yunan Kralı 1’inci George’un torunu, veliaht Galler Prensi’nin babası, Greenwich Baronu ve Edinburgh Dükü, Prens Philip Mountbatten ile sohbet etti.

*

Atatürk işte budur.

*

Devrimlerine savaş açılan Mustafa Kemal, takunyalıların öve öve bitiremediği saltanatı kovmasaydı... Abdullah ile Tayyip, ofis olarak kullandıkları Dolmabahçe Sarayı’nda bahçıvan bile olamazdı! Çünkü, bahçıvanlık makamı bile babadan oğula geçiyordu.

*

Homongoloslar bugün hálá "smokin caiz mi, değil mi" diye tartışırken, Mustafa Kemal, Batı standartlarını aşan bir vizyonla, Anadolu insanının önünü açmış; tornacı çocuklarına, taka reisi çocuklarına "fırsat eşitliği" sağlamıştı.

*

Eminönü esnafı imam Ahmet Bey’in kızı "first lady" Hayrünnisa Gül, balkabağının faytona dönüştüğü "peri masalı"nı andıran gecede, Kraliçe’yle göz göze geldiğinde neler hissetti, bilmem...

Ama 105 parçalık yenilmez armadayla Çanakkale’yi geçemeyen İngiltere’nin Queen Elizabeth’i, dün, hayranlığını özetleyen şu kelimeleri yazdı Anafartalar Kahramanı’nın özel defterine...

"Mustafa Kemal’e saygılarımı sunmak benim için büyük onurdur."

İşte budur!!
(Bunu ben ekledim tabi..:) )

LÖSEV - Ulusal Kemik İliği Bankası Açılıyor!!!

Daha önce de LÖSEV'in faaliyetlerinden ve benim de LÖSEV gönüllüsü olmaya karar vermemden bahsetmiştim. Sizlere sık sık LÖSEV'den bahsetmeyi umduğumu da yazmıştım. (Aslında LÖSEV'i ve bu tür kurumlara maddi veya manevi katkılarda bulunmanın önemini hatırlatmak adına gerçekten de sık sık yazmam gerekiyor olabilir. Ama insan çekiniyor da... Sanki "bakınız ne kadar iyiyim ben" diye okuyanların gözüne sokuyormuş gibi görünmek de istemedim açıkçası.)

Neyse, biz LÖSEV gönüllüleri olarak birkaç kez toplandık. Lösemili çocukların ailelerine Pınar gıda ürünlerinden oluşan yılbaşı kolileri hazırlandı, kolilerin üzerlerine tek tek isimler yazıldı ve bantlandı. Firmalardan yardım amaçlı gönderilen ve depoda dağınık bir şekilde duran temizlik malzemelerinin, tuvalet kağıtlarının ve benzeri ürünlerin düzenlenmesi için bir araya geldik. En son 9 Mayıs Cuma günü lösemili çocukların ailelerine giysi kolileri hazırladık ve içlerine çocuklar ve kardeşleri için oyuncaklar koyduk.

Abartıp, kendimi de koliye koyuyormuşum az kalsın... :)

















Gelelim asıl müjdeli habere: LÖSEV'in katkılarıyla Türkiye'nin ilk Ulusal Kemik İliği Bankası açılıyor. KIDBank ile ilgili detaylı bilgiyi buradan öğrenebilirsiniz. Yalnızca bir tüp kan vermeniz gerekiyor. Kanınız incelendikten sonra verileriniz bu bankada saklanıyor ve ihtiyaç olması durumunda sizden yeniden kan vermeniz isteniyor. (Bu olasılık son derece düşük, ama donör olabilme olasılığınız varsa aklınızda olsun: sizin sağlığınızı etkileyecek herhangi bir durum söz konusu değil! Yalnızca bir kez daha kan veriyorsunuz, o kadar! Yani sonrasında yaşanacak süreci düşünerek çekinmeyin!!)

Donör olmak istiyorsanız bu formu doldurmanız ve gerek duyulması halinde LÖSEV yetkililerinin sizi aramalarını beklemeniz gerekiyor.

Bu tür vakıflarla ilgili herkesin yapabileceği maddi ya da manevi, küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz görünen, ama kesinlikle anlamlı bir şeyler olduğunu unutmayın. Bugün bunların neler olabileceğini düşünmeye ne dersiniz?

Balkonumdaki Mucize

Aynı evde yaşıyoruz, ama onu yok sayıyorum. Balkonda yaşıyor zaten. Atmayıp da balkona koyduğumuz bambu raflığın en üst katında yaşıyor. Kışın hemen hemen hiç görüşmüyoruz. Ama bahar aylarından itibaren balkonun kullanımı arttıkça onu görüyorum. Mümkün olduğunca onunla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Çünkü o direnişiyle, kendini bırakmayışıyla, yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılayarak bana en güzel halini göstermesiyle ve tüm bunları onu görmezden gelen bana sitem etmeden yapmasıyla kendimden utanmama neden oluyor. Kimden mi bahsediyorum? Dört senedir balkonumda yaşayan –hem de bana rağmen- Sardunya’dan!





















Dört sene önce bahar döneminde balkonumuzda çiçek bakmaya karar verip, bir hevesle fidanlıktan değişik çiçekler almıştık. Ama bu konuda çok başarısız olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Çiçeklere bakamıyorum. Birkaç gün hevesle suluyorum, onlarla konuşuyorum, solan yapraklarını temizliyorum, vs, ama sonra unutuyorum onları... Zaten aldığımız çiçeklerin çoğu sezonluk olduğu için o senenin kış mevsiminde yok oldular ve bir daha çıkmadılar. Sardunyalar da kış geldiğinde doğal olarak soldular, çiçekleri yok oldu, yaprakları döküldü, yemyeşil ana gövdesi bile kahverengiye döndü. Bütün çiçeklerin kuruduğunu düşünerek saksıları balkonda üst üste koydum.

Ama Sardunya orada öylece kalmak istemedi! İnat etti! Her bahar önce gövdesini yeniledi, sonra yemyeşil yaprakları çıktı ve sonra onlarca tomurcuk meydana geldi ve muhteşem çiçekler açtı. Hem de onu sulamayan, kar altında bırakan, toprağını değiştirmeyen, öldüğünü düşünüp balkonun bir köşesine bırakan bana rağmen bu sene de dahil olmak üzere her bahar inatla bana bir şeyler anlatmaya devam etti. Ama ne gezer bende onun bilgeliği?




















Ya doğaya uyum kabiliyeti, yılmadan ve şikayet etmeden direnme özelliğine ne demeli? Şükranla kabul ettiği nimetlerin (hava ve yağmur suyu) karşılığında kendisini de bir nimet olarak sunmayı başarabilme erdemi! Yalnızca temel gereksinimleri karşılandığı ve zor koşullar altında yaşadığı halde yaşama gülerek bakabilmeyi başarma özelliği! Verdiği zorlu yaşam mücadelesinden şikayet etmemesi, alçakgönüllü güzelliği ve yalnızca hayatta kalabilmeyi değil, yaşamdan keyif alarak ve etrafına keyif vererek yaşamayı başarması! Şımarıklık yapmaması! Kendisini mutsuz edeni bile büyüleyebilme ve mutlu edebilme bilgeliği! İntikam almaması ve kin duymaması! Hepsinden önemlisi kendini hiç bırakmaması ve yaşama dört elle sarılması!

Sizce de balkonumdaki Sardunya'dan almamız gereken koca bir yaşam dersi yok mu? Ne dersiniz?

Aşk Her Yerde

Size bir iyi, bir de kötü haberim var. Önce hangisini söyleyeyim? İyi olanı mı? Peki, o zaman söylüyorum: Bugün Duru Tiyatro'da Emre Kınay ve Pelin Körmükçü'nün başrollerini paylaştığı muhteşem bir oyun izledik. "Kötü haber ne?" diyeceksiniz şimdi. Onu da söyleyeyim: Sezonun son oyununu biz izlemişiz! (Gerçi kendi sahnelerinde sergiledikleri son oyun, birkaç oyun da İstanbul'un çeşitli sahnelerinde oynayabilirler.) Yani sizler ancak önümüzdeki tiyatro sezonunda gidebileceksiniz gibi görünüyor. Ama Ankaralılar için hala bir şans var. Çünkü Duru Tiyatro turneye çıkıyor ve "Aşk Her Yerde" adlı muhteşem oyun 15-16-17 Mayıs'ta ANKARA D.T. Çayyolu Tiyatrosu'nda sahnelenecek. Benim canım Ankaram'a tiyatro bileti dayanmaz, anında tükenir, o yüzden hemen biletlerinizi alın.

Oyunun konusu kısaca şöyle: Orta yaşlarda, kaçık kızıyla (Bahar Yanılmaz) ve babasıyla (Sait Genay) birlikte rutin (!) bir yaşam süren, boşanmış bir istatistikçi olan Leonard (Emre Kınay), bir yandan da kitap yazmaktadır. Teyzesi Myrtle Banbury (!) sayesinde yayınevi sahibi Harriet Copland (Pelin Körmükçü) ile tanışır ve bu rutin yaşam hoş bir şekilde renklenir! :)














Çok keyifli bir oyun olan Aşk Her Yerde'de performans olarak Emre Kınay'ı ilk sıraya yerleştiriyorum. Oldukça zor olan rolünün üstesinden son derece başarılı bir şekilde gelebilmiş. Oyunun yönetmeni de Emre Kınay. Özgün adı "NOBODY IS PERFECT" ve yazarı ise Simon Williams.

Emre Kınay'ın kızı Duru'nun adını verdiği Duru Tiyatro'nun yeri ise çok kolay: Kadıköy Anadolu Lisesi'nin yanı. Açık adres ve ulaşım bilgileri için buraya da bakabilirsiniz.

Kahkahalara gülmeye hazır olun! Şimdiden iyi seyirler...

Anneler Günü Kutlu Olsun!

Başta kendi annemin olmak üzere tüm annelerin Anneler Gününü kutluyorum.

Ya da vazgeçtim! Tüm annelerinkini kutlamıyorum. Anne olmanın çocuk doğurmaktan ibaret olmadığını bilen; çocuklarından ömür boyu karşılıksız sevgi ve şefkatlerini esirgemeyen; bencillik duygusunu tanımadıklarını düşündüğüm; kuzgun ve yavrusu misali çocuklarını dünyanın en değerli varlığı olarak gören ve onlara öyle davranan; çocuklarının hastalıklarında ya da başlarına gelen kötü olaylarda akılları giden, ama kendi başlarındaki hastalıklara ya da kötü olaylara duyarsız kalan çocuklarını düşünmeden affedebilen; almasa da vermekten bıkmayan, usanmayan gerçek annelerin Anneler Günü'nü kutluyorum!

Benim tanıdıklarım arasında ilk üç şöyle: kendi anneciğim, anneanneciğim ve canım kocacığımın anneciği (ve dolayısıyla artık benim de annem olan) kayınvalideciğim! Başta onlar olmak üzere tüm gerçek annelere sevgilerimi ve teşekkürlerimi gönderiyorum.

Not: Gazetelerde "annenize iyilik yapın, ona ... mutfak robotu alın" veya "artık annelerin işi kolay, ... tava seti ile size harika yemekler pişirebilir" reklamlarını da protesto ediyorum!! Annelere mutfak eşyası alınmasından hep nefret etmişimdir zaten!! Annenize parfüm alın, giysi alın, takı alın, tatil hediye edin, masaj& cilt bakımı, vs hediye edin ya da çiçek alın, ama lütfen mutfak eşyası almayın. Annelerin önce birer kadın olduklarını ve dünyadaki tek amaçlarının size yemek yapmak ve evi toparlamak olmadığını unutmayın. Elbette anneniz "Güzelim, bana bir köfte yapar mısın?" dediğinde kıymasını hazırlayıp, elinde yuvarlayıp, kızartıp, servis yapacak bir robot ya da tava bulduysanız, kaçırmayın derim. :) Ama naçizane önerim: en azından Anneler Günü'nde kendinizi değil, annenizi şımartacak bir hediye seçmeye dikkat edin.

Pera Piyano Festivali

Facebook'un nimetlerinden biri daha... Yaklaşık yirmi yıldır görmediğim ve ilkokuldan sonra yaşamlarımıza aynı zamanlarda aynı şehirlerde devam etmiş olmamıza rağmen hiç haberleşmediğim ilkokul arkadaşımla yaklaşık 1 ay önce buluşmaya karar verdik. O haftasonu Venedik Taciri adlı oyuna gidecektik. Oyun Pera Güzel Sanatlar'da oynuyordu. Birbirimizi listelerimize eklediğimiz hafta bu oyuna gidecek olmamız ve Ezgi'nin de orada şan öğretmenliği yaptığını öğrenmem inanılmaz bir tesadüf oldu. Hatta oyunun müzik yönetmenliğini de onun yaptığını öğrendim. Internet üzerinden yazışmalar ve telefonlar sonucunda buluşma aşamasını da gerçekleştirdik. Hatta ikinci buluşmayı da... Hatta şimdiden birçok haftasonunu planladık bile.

İşte bugünkü açılış konserine de Ezgi'nin bizi davet etmesi sonucunda gittik. Hatta bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Pera Piyano Festivali'ni de onun sayesinde öğrenmiş olduk diyebilirim. Pera Güzel Sanatlar'ın sanatın pek çok dalında çok çeşitli etkinliklere imza attığını da belirteyim: Flamenco günlerinden tiyatroya, müzikten resim yarışmalarına, danstan görsel iletişime kadar her alanda eğitim veriyorlar ve etkinlikler düzenliyorlar.

Pera 3. Piyano Festivali ise 7-11 Mayıs tarihleri arasında devam edecek. Festival hakkında daha detaylı bilgiye ve programa buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca konserlere katılım ücretsizmiş.
















Bizim bugün İş Sanat'ta izlediğimiz açılış konseri ise iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde Victor Santiago Asuncion'un piyano resitalini dinledik. (Bana göre çok daha keyifli olan) ikinci bölümde ise Şef Saim Erkul'un yönettiği Pera Big Band Orkestrasını dinledik. Veee bu orkestra eşliğinde Ezgi'nin muhteşem sesinden "Summertime" ve "Fever" parçalarını da dinlemiş olduk.

Zaten anneme yıllar sonra Ezgi'yle buluşmamızdan bahsettiğimde hatırladığı ilk şey "Bodyguard'ın müziğini ne güzel söylemişti, hatırlıyor musun İmge?" olmuştu. Annem bile yıllar öncesinde yapılmış bir okul etkinliğinden kulağında kalan o harika sesi unutmamış, inanabiliyor musunuz?

Bizi böyle güzel bir geceden haberdar ettiği ve kendisini "canlı canlı" dinleme fırsatını verdiği için ilkokul arkadaşım Ezgi'ye bir kez de buradan teşekkür etmek istedim. Elbette, Pera Güzel Sanatlar'a da teşekkür ediyorum, ancak bu kez arkadaşıma öncelik vererek, biraz torpil geçtim galiba... :)

Festival Pazar'a kadar devam ediyor. Programdan gitmek istediğiniz konserleri seçin bakalım.

Mmmm... Mis Gibi Kahve Kokusu...

İşte karşınızda bayıldığım kahve çeşitleri:

Evimdeyken, dozajlarını mutlaka kendim ayarladığım aşağıdaki muhteşem üçlüyü içmeliyim.



















Starbucks'taysam, dışarısı ne kadar soğuk olursa olsun mutlaka bir Frappucino içilir. Abartmamak adına karamelli olanın küçük veya orta boyu seçilir (ama sonra hep bir tane daha alsam mı acaba diye düşünülür). Sonrasında ise asla çok kalori aldım diye pişmanlık duyulmaz.












Türk Kahvesi alışkanlığım yoktur. İyi yapamam, ama iyi yapanın elinden içmeye de itiraz etmem.. :) Eminönü'nde Kuru Kahveci Mehmet Efendi'nin ana mağazasından yayılan kahve kokusuna dayanamam. Evde bulunsun diye alırım. Birkaç ay sonra (!) kayınvalidem geldiğinde içilir!! :)













Eminönü yolculuklarımın ikinci kahve durağı ise Kahve Dünyası'dır. Sıcak çikolata siparişi verilir ve yanında gelen çikolata kaşıkla birlikte mideye indirilir. Aynı anda vücudunuza bir mutluluk hormonu yayılır, jöle kıvamına gelirsiniz ve artık yüzünüzde aptal bir ifade oluşmasına neden olan bir gülümseme vardır. Ve bu etki yaklaşık bir saat daha devam edecektir. "Peki, eve döndükten sonra ne yapacağım?" diyorsanız, panik olmayın. İçinde kahve çekirdeği olan drajelerden birkaç paket alabilirsiniz. (Son gittiğimde moka ve kahve aromalı bademli drajeler de çıkarmışlardı. Akıllara zarar bir şeydi!) Avuçlama hızınıza bağlı olarak sizi bir süre idare edecektir. :)











Ama en en en favori sıcak çikolatam başka!! Merak edenler için söyleyeyim: Cinebonus Kanyon'a film izlemeye gittiğiniz bir gün giriş katında sinemaya ait büfenin hemen karşısında ayrı bir kahve standı göreceksiniz. (Markası Segafredo olması gerek) Oradan bir sıcak çikolata alın da mutluluk hormonu neymiş asıl o zaman görün derim. Bana dua edeceksiniz! Hani pişirdiğiniz kakaolu puding karışımlarına benzer, yoğun bir lezzet. (Zaten ben puding sevmem, ama pişmiş karışımı tabaklara paylaştırdıktan sonra tencerede kalan kısım adeta gözümü döndürür! Önce efendi efendi kaşıkla, daha sonra parmaklarımla dalarım, beni kimse tutamaz! Kocam da "Sana puding/pasta/kek yapayım mı?" dediğim her seferinde tencere parmaklama krizinde olduğumu anlayarak, yapmamı söyler. :))

Bunların dışında herhangi bir cafede oturuyorsanız, Illy marka kahve çeşitlerini tavsiye ederim.

Sizlere hizmet sunmak adına hazırladığım kahve dosyasını umarım beğenmişsinizdir. Şimdi acilen günün ikinci kahvesini içmem gerekiyor! Görüşürüz...:)

Oynatmaya Az Kaldı!!!

Terslikler hep üst üste geliyorlar galiba. Ya da bana mı öyle oluyor? Ve o kadar uzun bir süre bir silsile halinde devam ediyorlar ki kendinizi her yer güneşliyken tepesinde yağmur bulutuyla dolaşan o bahtsız çizgi film karakterlerine benzetmeye başlıyorsunuz. (Üzerinde yağmur bulutu dolaşan bir çizgi film karakteri bile bulamadım koca Internet'te, dolayısıyla aşağıdaki benim eserim oldu! :) )


Zaten yaşamınızda bir geçiş süreci yaşadığınız zor bir dönemi az hasarla atlatmaya çalıştığınız son dört aya irili ufaklı yaşanan birçok sevimsiz olayı da ekleyin. Bu terslikler aylarca geçmeyen ayak ağrınız da olabilir, rejim yapmanıza rağmen kilo almanız da... Verdiğiniz mobilya siparişinin size kriz geçirtecek kadar geç gelmesi de olabilir, yalnız kalmaya en çok ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda kalabalıklar arasında yaşamak zorunda kalmanız da... Kendimi işime vereyim dediğinizde bilgisayarınıza virüs bulaşır ve sisteminiz çöker... Bilgisayarınız düzeldiğinde yapacağınız bir iş yoktur (hem de üç yerden birden iş beklerken!!)... "Olsun, biraz dinlenirim, film izlerim, oyun oynarım, kitap okurum" dediğinizde günlerce elektrik kesilir. Her gün defalarca kesilen elektrik yüzünden aletleriniz bozulur ve karşınızda hesap sorabileceğiniz kimse yoktur. Yatılı misafiriniz gittikten sonra yapılacak ilk temizlik gününde apartmanın su boruları değişeceği için suların kesik olacağını öğrenirsiniz. Domestik bir yapınız olmamasına rağmen, bir süredir adeta Makbule gibi yaşadığınızı hissediyorsunuzdur. Falan filan...

Bu arada hâlâ "Çekim Yasası" ilkelerini kullanmaya devam etmeye çalışırsınız. Elektrik kesintisi ile ilgili sorduğunuz sorulara "Napalım abla, siz karanlık da olsa evinizde oturuyorsunuz en azından, ben çukur kazıp çalışıyorum" diyen insan kılığındaki yaratığa içinizden geldiği gibi küfredemez, "peki, o zaman gerizekalı, bir dahaki sefere tamir edip etmediğinden emin olmadan çukuru kapatma da yarım saat sonra tekrar kazmak zorunda kalmayasın" diyemezsiniz. "Şans Faktörü" kitabını okuduğunuz için güne "Ben şanslı bir kadınım, vs." gibi olumlama ifadeleriyle başlar, bilgisayarınız çöktüğünde bile "Neyse ki, belgelerim ve resimlerim kaybolmadı, çok şanslıydım" dersiniz. Ama arabanızı her gün park ettiğiniz yerde "şans eseri" o gün ceza yazıldığını gördüğünüzde aklınıza olumlama ifadeleri gelemez. Kendinizi şımartmak için masaj yaptırmaya gidersiniz, üstüne bir de cilt bakımı yaptırıp mutlu olabilirsiniz belki, hı? Ama o da ne? Her zaman gittiğiniz yerdeki masöz gitmiş, yerine bir hamam tellağı gelmiş adeta!! Gittiğinizden daha gergin bir şekilde eve dönersiniz.

Yaşamınızı renklendirmek ve keyif katmak için gösterdiğiniz çabalar boşa gitmiştir. Sonra başlarsınız lanetler okumaya, ağlama krizleri, bağırma, çağırma, yastık yumruklama, küfretme, hırsını alamayıp daha çok ağlama gibi bir kısır döngü yaşamaya. Zaten olumlu düşünmenin ne faydasını gördünüz ki bunca zamandır? Değiştiriyorum modumu artık, içimden geldiği gibi negatif düşüneceğim dersiniz. Zaten pesimistler kraliçesi olduğunuz dönemlerde de durumunuz daha kötü değildi. O zaman da her şeyin ters gittiği dönemler yaşardınız, şimdi de yaşıyorsunuz. Her şey ters gidiyor işte!!

Sonra annenizle babanızın evlilik yıldönümünü kutlamak için bir telefon konuşması yapmanız gerekir. Mümkün olduğunca kısa kesmek istersiniz, çünkü zaten keyifsiz ses tonunuz dünya alem tarafından anlaşılmaktadır. Ama babanız kısa kesmek istemez. Kutlamanızı yapıp, "keyifler nasıl?" diye sorduğunuzda, bir hafta önce günde birkaç ameliyata girecek kadar iyi durumda olan, ancak bu hafta içinde fenalaşmaya başlayan 45-50 yaşlarındaki bir doktor arkadaşına konulan beyin tümörü teşhisinden bahseder. Bir hafta önce sapasağlam olan arkadaşına yalnızca birkaç ay ömür biçilmiştir. Aynı şekilde ikinci bir arkadaşının ise baş ağrısı şikayeti sonrasında beyninde baloncuk tespit edilmiş ve adamcağız aynı günün akşamında komaya girmiştir. Şu an yoğun bakımdadır. Yani "Sağlıkla alınan tek bir nefesin bile değeri paha biçilmezdir, İmge'cim. Gerisi boş, biz de iyiyiz, sağlıklıyız çok şükür," cevabını alırsınız.

Al sana bir mesaj daha
: Uzun zamandır ufak tefek terslikler yaşadığım doğru. Ama gerçekten de ufak tefekler ve hayatımı etkileyecek şeyler değiller. Yine de insan kendisini şikayet etmeye kaptırdığı anda sağlığı ve sevdikleri gibi sahip olduğu en değerli şeyler için şükretmeyi unutuyor. Ben de bunu unutmuştum. Hâlâ evrene çok kızgınım!! O ayrı bir konu! Uzun zamandır üzerime oynuyor utanmadan! Ama bu akşam yatarken en azından birkaç şey için şükretmem gerektiğini bir kez daha hatırlamış oldum.

Zamanında ipod'a bir Müslüm Baba yükleseymişim keşke (şimdi uğraşamam itunes'u yeniden kurmam gerekiyor çünkü). Neyse artık, kendim söyler kendim dinlerim:

Bu da geçer...
Bu da geçer...
Alışmalısın, dayanmalısın...