Renklere Aşık, Eğlenceli bir Latin Amerikalı: Botero

Cuma günü Dido'yla birlikte attık kendimizi Beyoğlu'na.. Önce Midpoint'in süper manzaralı terasında oturup öğle yemeğimizi yedik. Sonra Galatamoda standlarını turladık ve kendi çapımızda biraz moda eleştirmenliği yaptık! Bu arada Kolyekolik, takı standlarına takılmayı ve bir yandan eleştirmenlik yaparken bir yandan da kendisine tam da tarzı olan bir adet Simay Bülbül tasarımı heybe çanta almayı ihmal etmedi. Güle güle kullan Dido'cum! :) Oradan çıkışta Pera Müzesi'ndeki Botero sergisini gezdik. Sonra Clandestino'ya uğrayıp kendimize çok şirin birer yazlık elbise aldık. Pasajlarda biraz dolaştık. Ve en sonunda Marmara Oteli'nin altındaki Starbucks'ta kahvelerimizi içerek bu keyifli Beyoğlu turunun sonuna geldik.

Bu keyif turunun belki en en keyifli bölümlerinden biri olan Botero sergisinin detaylarına gelince:

Fernando Botero, 1932 doğumlu Kolombiyalı bir figüratif ressam ve heykeltraş. Latin Amerika kökeniyle gurur duyan sanatçı kendisini "yaşayan en Kolombiyalı sanatçı" olarak tanımlıyormuş. 21. yüzyılın en ilgi çekici sanatçılarından biri olan Botero'nun 64 eserinin yer aldığı bu sergiyi 18 Temmuz'a kadar Pera Müzesi'nde görebilirsiniz.














Müzenin üç katına yayılmış olan sergi altı bölümden oluşuyor: Uyarlamalar, Ölüdoğa, Boğa Güreşi, Sirk, Latin Amerika Yaşamı ve Latin Amerika Halkı. Uyarlamalar bölümünde Giotto, Piero della Francesca, Leonardo, Mantegna, Velázquez, Goya, Dürer, Rubens, Manet ve Cézanne gibi ustaların eserlerini yorumladığını görüyorsunuz. Ölüdoğalar bile bildiğiniz ölüdoğalardan çok farklı. Onun o abartılı, fantastik ve renkli tarzı her resminde açıkça görülüyor. Botero boğa güreşi ile ilgili de şunları söylemiş: "Boğa güreşini çizmeye cesaret ettim, çünkü bu konuyu çok iyi biliyordum. Bir konuyla benliğiniz arasında güçlü bir ilişki yoksa, o konuyu çizemezsiniz." Hatta bu konuyla o kadar ilgili ki kendini matador olarak çizdiği Otoportre'sinden de bunu anlayabilirsiniz (üstteki resim).














Serginin en sevdiğim bölümleri ise Sirk ve Latin Amerika Yaşamı ve Halkı oldu. Ressamın capcanlı, rengarenk ve özgün tarzının belki de en açık seçik belli olduğu bölümler de bunlar. Sirkin "çok güzel ve zamandan arınmış bir konu" olduğunu belirten Botero, biniciden cambaza, kaplan ve aslan terbiyecisinden upuzun ayaklıklarla yürüyen palyaçolara, filden atlara ve develere kadar çok çeşitli görüntüler sunuyor bize. Ağzımız açık bakıyoruz renklere aşık olan bu büyüleyici ellerin yarattığı eserlere.

Latin Amerika temalı bölümlerdeki renk kullanımını anlamak pek de zor olmasa gerek. Renkli bir halkın insanlarını ancak böyle renkli ve kendi içlerinden bir sanatçı resmedebilirdi sanırım. İçen, eğlenen, dans eden, plajları dolduran, kağıt oynayan, müzik yapan, aşkla dolu olan ve hatta intihar eden (!) capcanlı insanlar duruyor karşımızda. Yıllarca New York'ta ve Avrupa'da yaşamış olan Botero, o yılların Latin Amerikalı ruhunda hiçbir şeyi değiştirmediğini söylemiş. Galiba bu konuda çok haklı.. Zaten tablolarından yansıyan sıcaklık da bunun kanıtı gibi adeta...














Bu arada Botero'nun hayatı ve sergi bölümleri ile ilgili duvarlardaki yazıları okuyarak sergiyi gezerken tam da aklımdaki sorunun yanıtını da o duvarlardan birinde buldum. Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Resimlerde bir boyut abartısı göze çarpıyor! Hatta çizdiği figürlerin hepsinin de (kendi otoportresi dahil) maşallahı var diyebiliriz! Tam da "Neden insanları böyle şişman çiziyor acep?" diye sorarken kafamı kaldırdığımda Botero'nun bu konuyla ilgili yanıtını kendi ağzından öğrenmiş oldum:

"Hayır, şişman insanların resmini yapmıyorum! Biçem açısından amacım boyutları genişletmek. Böylece daha fazla renk kullanımını mümkün kılacak şekilde alanı artırabiliyor ve dile getirmek istediğim biçim duygusallığını, zenginliğini ve dolgunluğunu daha iyi aktarabiliyorum."

Boşa demiyorum renklere aşık ve eğlenceli bir adam diye.. :) Kendisiyle henüz tanışmadıysanız 18 Temmuz'a kadar mutlaka bir fırsat yaratıp tanışın derim. Botero ,kesinlikle ruhunuza iyi gelecek.

İyi haftalar..

Önemli Olan İç Güzelliği: Septum Deviasyonu :)

(Sonradan eklenmiş önemli not: Hayat bu blogun sahibesi için bu kadar güllük gülistanlık gitmemeye karar vermiş ve 3 hafta sonra yaşanan feci bir komplikasyon sonucu korku filmi gibi sahneler yaşanmıştır. Merak edenler Haziran ayı yazılarını okuyabilirler...)


Bu yazı özel bir yazıdır; içinde kamu yararı yoktur. Bir de sağ olsun blog yazarı uzattıkça uzatmıştır. Yani okumayabilirsiniz, okuyacaksanız da sıkılabilirsiniz, baştan uyarayım! :) 


Geçtiğimiz hafta Pazartesi günü küçük bir operasyon geçirdim. Küçük de olsa yine de genel anestezi aldığım ve yaklaşık bir, bir buçuk saat süren bir operasyondu. Burnumdan aldığım nefeslerin yetmediğini, ağzım açık uyuduğumu, sık sık sesimin kısıldığını ve boğazımda gıcık hissinin oluştuğunu fark etmemle birlikte Doktorcum'a gittim ve teşhis kondu: Septum Deviasyonu! Meğer burnumun içi eğriymiş a dostlar!

Bir tarafını kemikler diğer tarafını ise bir et parçası tıkıyormuş. Doktorcum ileri yaşta ya da kilolu olsaydın büyük olasılıkla daha fazla sıkıntı çekiyor olurdun. Horlama ve uyku apnesi gibi sorunlar yaşardın dedi ve ameliyat olursam hayat kalitemin ciddi anlamda yükseleceğini söyledi. Aslında bir sürü SD hastası bu sorunla yaşamaya devam etmeyi tercih ediyormuş ama bir sürü de üst solunum yolu hastalığı geçiriyorlarmış. Yani bitmek bilmeyen gripler, tıkanıklık, sinüzitimsi bir doluluk, kronik faranjit, vs... Ağızdan nefes alırken havayı burnun süzgecinden geçirmeden akciğere yolladığımız için akciğerimizi pek çok sağlık sorununa maruz bırakıyormuşuz. Ben zaten hayat kalitemin yükseleceğini duyar duymaz ameliyat olmaya karar vermiştim. Elbette bunda Doktorcum'a duyduğum güven, beni dosdoğru bilgilendirmesi ve tüm süreci detaylı bir şekilde anlatmasının çok büyük bir etkisi oldu.













Bir an önce olup bitmesini de istiyordum. Çünkü bir yaz tipi olarak Haziran ayına her şey bitmiş bir şekilde girmeliydim (bu da bir tür ruh hastalığı işte ama kendisinden memnunum, o yüzden benimle kalmaya devam edebilir). Mayıs ortasında karar kıldık. Annem ve babam panik halinde Adana'dan arayıp, "buraya gelseydin de ameliyatı burada olsaydın keşke" ya da "Haziran ayını bekle, biz oraya gelelim" dedilerse de "Haziran ayında yanınıza sefa yapmaya gelirim" diyerek onları da ikna etmeyi başardım. Şimdi düşünüyorum da elbette daha önemli bir sağlık sorunuyla ilgili daha büyük bir operasyon geçiriyor olsaydım, kesinlikle Adana'da babamın da doktor olarak görev yaptığı hastanede olmayı tercih ederdim. Ama bu tür bir operasyonda yanımda olmamalarının iyi bile olduğunu düşündüm. Neden mi? Çünkü annem büyük ihtimalle yanımda olduğu bir hafta boyunca benimle ağlamaklı bir ses tonuyla konuşacak, ben anestezi altındayken muhtemelen bin tane korkunç senaryo yazacak, uyandıktan sonra "ah, of.." yapacak olsam, yüzümü buruştursam "N'OLDU!!!" diye panik halinde yanıma koşarak "eyvah, galiba gidiciyim.." diye düşünmemi sağlayacak, ben ayağa kalkmayı/içmeyi/yürümeyi/bilgisayara gitmeyi istediğimde "daha zamanı değil" diyecekti. Zaten ameliyattan bir hafta önce tarafımca kendisine konulan yayın yasağını bile hemen hemen her telefon konuşmamızda delmeyi başardı! :) Babam ise tam bir doktor soğukkanlılığı içinde gerçekten müdahale edecek bir acil durum olmadığı sürece benim "baba, burnum akıyor gibi/burnumun ucu şiş mi/kafamda doluluk hissi var/damağımda garip bir tat var.." gibi yorumlarıma "bu çok doğal bir süreç.." diyecekti. Yani anlayacağınız biri her an kızını kaybetmek üzere gibi davranırken diğeri ise bu son derece doğal süreçle ilgili yorumlara kulak asmayacaktı. Muhteşem ikili! :))

















O yüzden ben de yanıma başka bir ameliyat ekibi aldım: İso'cum ve Dido'cum! Hatta Dido, ameliyat sabahı daha İso tıraş bile olmadan hazır ve nazır kapıda bekliyordu bile! Ve gün boyu hiç yanımdan ayrılmadı. Hatta hastaneden çıkıp eve gelirken burnumdan çıkan kemikleri de yanımda getirdiğimi görmesine rağmen.. Ya da karşılıklı çorbalarımızı içerken "Hani insan sıcak ve acı çorba içerken burnu akar ya" dediğimde Akrep gözlerini faltaşı gibi açıp burun deliklerimden süzülen iki kırmızı sızıntı sayesinde Lost karakterine dönüşümü izlemiş olmasına rağmen sağ olsun beni hiç yalnız bırakmadı.. :) İso da öğleden sonra işine döndü ve sonra akşam yeniden, bu kez Ongun da aramıza katılmış bir şekilde bizde toplandık. Sayelerinde ameliyatın ilk gününün nasıl geçtiğini anlamadım bile. O yüzden buradan hepsine bir kez daha çooook teşekkür ediyorum.

Sonraki ilk üç gün içinde neredeyse eski halinize dönüyorsunuz. Şişlik ve morluk yok! Tampon yok! Yalnızca arada bir burnunuz akıyor ve kullandığınız damlalardan dolayı hafif bir tıkanıklık hissi oluyor. Onun da tamamen geçmesi bir haftayı buluyor. İkinci günden itibaren duş, spor, gezme, tozma, vs her şey serbest. Yalnızca burnunuzu eski haşin tavırlarla temizlememeniz gerekiyor. Dokuların tam anlamıyla iyileşmesi ise iki haftayı buluyormuş. Siz 2 gün sonra %75, 1 hafta sonra da %95 eski halinize dönecekmişsiniz gibi düşünebilirsiniz. Hiç fena değil, değil mi?

Yalnız ameliyat ekibimden anesteziden nasıl uyandığım konusunda hâlâ net bir yorum alabilmiş değilim. İso'ya kulak verecek olursam "Ah kocacım, canım kocam, birtanem, yakışıklı sevgilim, uyurken en çok seni özledim, kocama bayılıyorum, onun hastasıyım dostlar.." diye uyanmışım. Dido'ya bakacak olursam, "Didocuum, Didocuum, sen ne muhteşem bir insansın öyle, on parmağında on marifet, güzellik desen sende, hamaratlık desen yine sende, kimsecikler eline su dökemez, harika kolyeler de yapıyorsun zaten (durun araya reklam da alayım yeri gelmişken :)), aradığım her kolyeyi Kolyekolik'ten şıp diye buluyorum..." demişim. Baktım olacak gibi değil ben de bir süre sonra nasıl uyandığımı sormaktan vazgeçip, uyandığıma şükrederek konuyu kapattım.

Neyse, gelelim sadede:

1) Septum deviasyonu sorunu yaşayıp da ameliyattan korkuyorsanız korkmayın. Ömür boyu yanlış nefes almanın daha korkutucu olduğunu düşünerek kendinizi (kesinlikle ilk karikatürdekilere benzemeyen!) ehil ellere bir an önce teslim edin. Burada hastane ya da doktor adı vermiyorum ama isteyene Doktorcum'u kesinlikle tavsiye ederim. Ellerine sağlık diyor ve anonim teşekkürlerimi gönderiyorum buradan kendisine.

2) İnsan böyle zamanlarda sevdiklerinin yanında olmasından ve seslerini duymaktan çok hoşlanıyormuş. Hasta yakını olarak bunu zaten hep görmüştüm ama ilk kez hasta olarak görüyorum. Umarım bir daha her ikisini de görmem tabi. Yanımda olan tüm sevdiklerime çok teşekkürler.
















3)
Burnumun şekli eskisinin aynısı. "Ayol ameliyata girmişken bir de fındık burun yaptırtayım" falan diye aklımın ucundan bile geçirmedim! Kemeriyle, defosuyla o burun benim ve onu seviyorum uleyyynnn, işte o kadar! Bu nispeten küçük bir ameliyatın bile ne kadar önemli bir şey olduğunu gördükten sonra zırt pırt estetik ameliyat yaptıranlara dünyanın en cesur insanları gözüyle bakmaya başladım. Ama kesinlikle en akıllıları olmadıklarını düşünüyorum!

(Bu arada burnumun içinden çıkan kemiklerin resmini çekip koyacaktım, ama iğrençlikte son nokta olabileceğini düşünerek sorumlu yayıncılık anlayışım gereği vazgeçtim. Merak edenlere evde gösterebilirim :) )

Hepinize sağlıklı günler dilerim...

Doğruluk, Dürüstlük ve Güven Simgesi: Uğur Dündar

Bana göre düzgün adam olmak, hayatın her alanında doğru, dürüst, tutarlı, ilkeli, ahlaklı, vicdanlı, güvenilir ve adil olmayı gerektirir. İşine geldiği zaman veya rüzgarın yönüne göre çark etmeden, zor olanı seçmek ve uygulamak pahasına doğruları yapmayı ve savunmayı gerektirir. Özel hayatına, dostluklarına, işine ve iş arkadaşlarına sahip çıkmayı ve onları ilgilendiren meselelerde yaptıkların ve söylediklerin konusunda sorumluluklarının bilincinde olmayı gerektirir. Peki, söyler misiniz, ekrandan tanıdığımız simalar arasında bu özelliklere uyduğunu düşündüğünüz, her yönüyle örnek alınabilecek kaç kişi sayabilirsiniz? Bana göre Uğur Dündar herkesin listesinde yer alacak ve hatta sayılan tüm isimlerin en başında gelecektir.

67 yıllık yaşamı boyunca ardında hiçbir şüphe lekesi bırakmadan bugünlere gelmiş, çevresine ışık saçan ve her ortamda dimdik ve şık duruşuyla görmeye alıştığımız bu başarılı gazetecinin biyografisini okumak ilginizi çekiyorsa, sizlere Nedim Şener'in yazdığı ve Doğan Kitap'tan çıkan İşte Hayatım'ı tavsiye ediyorum. Hepimizin çocukluğumuzdan beri pek çok haber dosyasıyla adını duyduğumuz Uğur Dündar'ın herkesin örnek alabileceği en önemli noktanın sadece işini (elbette severek ve çok çalışarak) yaparak ve ahlaksız tekliflere hayır diyerek de çok iyi yerlere gelmenin mümkün olduğu gerçeği olduğunu düşünüyorum.

Hayatının hiçbir döneminde göz kamaştırıcı tekliflerin cazibesine kapılarak ve maddi çıkarlar güttüğü için yolundan sapmamış; her zaman herkese verdiği sözlere sadık kalmış; kimsenin özel hayatına girmeden, kimseye bel altından vurmadan gerçekten skandal sayılabilecek haberleri ortaya çıkarmış; suçluya, suçsuza, zengine, yoksula aynı saygılı ve kibar tavrıyla yaklaşım göstererek hepsini insan yerine koymuş, kimseyi ucuz reyting uğruna ekranların önünde aşağılamaya falan kalkmamış; zıt kutupların kendini güvenle ona teslim edebildiği adil bir haberci olmayı başarmış biri olmakla ne kadar gurur duysa az olsa gerek. Hem mesleki alanda hem de insan olarak idol olabilecek Uğur Dündar'ın örnek alınabilecek bir özelliğinin de güzel Türkçesi olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar 12 Mart 1971'de kullandığı güzel Türkçe yüzünde komünist sanılmış (!) olsa da O bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor:

"... her şeye rağmen o zamandan bu yana güzel Türkçemiz varken yabancı sözcüklerin kullanılmasını çok tuhaf buluyorum ve ayıplıyorum. Bu eğilimin ilimizi yozlaştırdığına, toplumla bağlarımızı kopardığına inanıyorum..."

Bu kitapta Vefa Lisesi'nden beri dostluğunu devam ettirdiği Müjdat Gezen, Kemal Sunal, askerlik döneminde tanıştığı ve medya dünyasındaki en yakın dostu olan Haluk Şahin, ailesi, yazılarıyla kendisine her daim destek vermiş olan adaşı Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, İsmail Cem, Emin Çölaşan, Aydın Doğan, Uzanlar gibi isimlerle ilişkilerine dair notlar okuyacaksınız. TRT yıllarından bugüne kadar ekibiyle birlikte ortaya çıkarmış olduğu büyük skandallarla ilgili hafızanızı tazeleyeceksiniz. Henüz yeni kurulmuş olan TRT ekibiyle Münih'te Olimpiyatlarını sunarken, Fahrettin Aslan'ın teklifini geri çevirirken, komşuları apartmandan taşınmasını istediğinde, seyahat şirketlerinden kuaförlere kadar adını kullanarak prim yapmaya çalışan kişilerle karşılaştığında, ilk filmini çekerken, tehditler aldığında, kendisine iftiralar atıldığında neler yaşadığını ve bu olaylara bakışını öğreneceksiniz.

Doğruluk ve dürüstlüğün simgesi olmayı gerçekten de hak eden, Türk medyasının gururu olduğunu düşündüğüm isimlerden biri olan Uğur Dündar'ın şu ana kadarki dopdolu yaşam öyküsünden çıkarılacak çok ders var. Dilerim bu güzel yaşamını eşi ve çocuklarıyla ve elbette bizlerle birlikte çok uzun yıllar boyunca sağlıklı, mutlu ve başarılı bir şekilde sürdürür. Ve Nedim Şener de bu başarılı ismin bundan sonraki yıllarını da yine bir kitap haline getirir.

Not: Hayattan her türlü dersi çıkarmaya zamanımız ve fırsatımız olmayabileceğinden dolayı biyografilerin inanılmaz yararlı olduğunu düşünen biri olarak bu aralar bu konuda bir kıpırdanma görüyor gibiyim kitap dünyasında. Halide Edip Adıvar ve Nilüfer de henüz almadığım ama okumayı düşündüğüm biyografiler arasında yer alıyor. Örneklerin daha da artması dileğiyle hepinize kitaplarınızın içinde kaybolacağınız günler diliyorum.

İki Güzel Film

Geçen Cumartesi Dido & Ongun'la Astoria Num Num'da buluşup akşam yemeğimizi yedikten sonra film festivalinde de gösterilen ve o dönem izleyemediğimiz ve vizyona girişine çok mutlu olduğumuz Aşkın Son Mevsimi ( The Last Station) filmini izlemeye gittik.

1910 yılında ölen Leo Tolstoy, ölümünün yüzüncü yılında tüm dünyada çeşitli etkinliklerle anılıyor. Jay Parini'nin romanından uyarlanan ve roman tadındaki bu filmde Tolstoy'un kırk sekiz yıllık karısı Sofya ile "ne senle ne de sensiz" formatındaki ilişkisinin son dönemi ele alınıyor. Tolstoy ve karısının hikayesi aşkın hiçbir mantıklı nedeni olmadığını gösteren en çarpıcı hikayelerden biri sayılabilir. Daha çok Tolstoycu düşüncenin en büyük savunucularından biri olan Chertkov ile Sofya'nın çekişmesi üzerine kurulmuş olan bu filmi aşk ve ilkelerin çatışması olarak da özetlemek mümkün. Chertkov, ölümünden sonra kitaplarının haklarının Sofya’ya değil halka bırakması için Tolstoy’u ikna etmeye çalışmaktadır. Sofya ise Chertkov’un planlarını öğrenmek ve Tolstoy’u vasiyetini değiştirmemesi için ikna etmek peşindedir. Sonucun ne olacağını öğrenmek isteyenlere Michael Hoffman'ın yönettiği bu güzel filmi izlemelerini öneririm.

Helen Mirren, bu filmdeki muhteşem oyunculuğuyla Oscar'da En İyi Kadın Oyuncu adayı gösterilmiş. Tolstoy'u canlandıran Christopher Plummer ise En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adayı olmuş. (Bu arada filmin sonlarında hüngür hüngür ağladığımı ve bu halimle de bir ara Youtube'da izleyip çok güldüğümüz, içini çeke çeke "Atatürk ölmüş..." diye ağlayan o kız çocuğuna benzediğimi düşünmedim değil. :) "Ühüüü, Tolstoy öldü, biliyor musun...")















İkinci film ise adı ve konusu itibariyle sürprize yer bırakmayan bir film: Soraya'yı Taşlamak. İran'da yaşayan Süreyya adlı bir kadının kocası, köyün muhtarı ve mollası tarafından kurulan bir komplo ile iğrenç bir iftiraya kurban giderek recm cezasına çarptırılmasını anlatıyor. Sağlam sinirlerle izlemenizi gerektiren bu filmde din adı altında yapılanların ne kadar alçakça, ahlaki ve insani değerlerden uzak ve vahşi olabileceğini bir kez daha tüyleriniz ürpererek izliyorsunuz. O iki yüzlü erkek düzeni (ya da vahşet düzeni demek daha doğru olur) içinde var olmanın zorluklarını düşünürken, güçlü bir adalet sisteminin bir ülke için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu da bir kez daha anlıyorsunuz. Bu insanlık dışı cezanın halen bazı ülkelerde uygulanmakta olduğu gerçeği ile sarsılırken, dünyada güçlerini kaba kuvvet ve dini işlerine geldiği gibi kullanmaktan alan ve aslında çok güçsüz, çok ahlaksız, çok onursuz, çok iki yüzlü, çok vahşi olan bir güruh olduğu gerçeğini düşünerek onları yaratanlara lanet ediyorsunuz. Hiçbir inanç sisteminde insanın insanı (ya da herhangi bir canlıyı) öldürmesinin veya cezalandırmasının teşvik edilmemesine rağmen en büyük dinlerden biri olan İslam'ın adının böyle bir vahşeti olağan göstermek için kullanılmasına isyan ediyorsunuz. Heba olan yaşamlara ve sistemin yaşayan ölülerine üzülüyor, çaresizliğe ise öfkeleniyorsunuz. Dedim ya, sinirleriniz sağlamken izlemenizi tavsiye ettiğim sert bir film Soraya'yı Taşlamak... Çünkü atılan her taş illa ki yüreğinizin bir yerine dokunuyor...


















İyi seyirler...

Şaraba Dair...

Lizbon gezimiz sırasında Sintra'da oturduğumuz restoranın aşağıdaki duvar afişleri çok hoşuma gitmişti.














Fernando Pessoa demiş ki: "Hayat güzeldir, ama şarap daha güzeldir."

Hubrecht Duijker de şöyle demiş: "Hayat, ucuz şarap içmek için çok kısadır."

Hafta sonuna girerken aklınızda bulundurmak isteyebileceğiniz bu iki güzel sözü sizlerle de paylaşmak istedim. İşinize yarayabilir...:)

Şerefe!

Lizbon Lezzet Durakları

Lizbon deyince aklınıza ilk olarak deniz ürünleri gelecektir. Gerçekten de burası benim gibi denizden ne çıksa gözü kapalı yiyebilecekler için bir cennet! Sabah öğünü hariç her öğünde balık, kalamar ve ahtapotla beslenmeniz mümkün bu şirin şehirde.

Restoranlar ve gece hayatı açısından en zengin yer Bairro Alto bölgesi. Buranın ara sokaklarında yanından geçerken restoran olduğunu fark edemeyeceğiniz kadar küçük ve gösterişsiz ama inanılmaz lezzetli yemekleri olan restoranlar bulunuyor. Bunlardan biri de Cantinho do Bem Estar! Florasan ışıkları, en fazla 20-25 kişilik kapasitesi ve masaların üzerine serilen kağıt örtüleriyle inanılmaz salaş ve belki de ilk bakışta hiçbir şeye benzetemeyeceğiniz bu mekanın yemekleri çok lezzetli. (Bu tarz başka bir alternatif için bizim deneyemediğimiz ama Mehmet Yaşin'in önerisi olan Cantinho Das Gaveas'ı da deneyebilirsiniz.) Bu küçük esnaf lokantası benzeri restoranlarda envai çeşit deniz ürününü bulabilirsiniz. Ev şarapları da çok lezzetli. Pirinç garnitürlü ahtapot ve karidesten oluşan aşağıdaki iki kişilik tabakları çok meşhur. Karidesleri yerken yan masalara sos fışkırtmamaya
dikkat edin! Olmaz olmaz demeyin, olabiliyor! :) (Adres: Rua do Norte 46, Lisbon, 1200)














Bu arada Lizbon'daki restoranlarda masanıza en başta getirdikleri tereyağı, peynir, zeytin, ekmek, vs gibi tabakların ikram olmadığını hatırlatayım. yemek istemediklerinizi veya hepsini birden geri gönderebilirsiniz. Ayıp olur diye düşünmeyin. Ama fiyatları da 2-5 EURO arasında değiştiği için yemeğinizi beklerken atıştırmalık olarak da tercih edebilirsiniz.

Lizbon'da genel olarak yemek fiyatları çok uygun - Fado dinlerken yemek yemek dışındakilerden bahsediyorum. (Fado için burayı tercih etmenizi şiddetle tavsiye ettiğimden bahsetmiştim. Bir gecenizi buraya ayırmalısınız.) Akşam yemekleri genellikle iki kişi tıka basa doyana kadar yerseniz 35-50 EURO arasında değişiyor. Daha uygun fiyatlara da karnınızı doyurmanız mümkün. Ama dikkat: birçok küçük restoranda kredi kartı geçmiyor. Yanınızda mutlaka yeterince nakit bulundurun.

Önereceğim diğer bir mekan ise Cervejaria Trindade olacak. Tarihi çok daha eskilere dayanan bu mekan 1836 yılında Manuel Garcia tarafından alınarak bira fabrikası yapılmış. Hâlâ kendi biralarını üreten (ama farklı bir yerde) bu geniş mekanın yemekleri süper. Gece 2'ye kadar açık olan restorana ulaşmak için Metro'nun Baixa-Chiado durağında inerek Rua Nova da Trindade adlı sokağı buluyorsunuz. 20 numarada sizleri bekliyor. Daha detaylı incelemek için buraya buyrun.


















Üçüncü tavsiyem ise kredi kartı işareti olmasına rağmen makinemiz bozuk numarası yapan 1º de Maio olacak. Burası da Bairro Alto bölgesindeki o küçük, salaş restoranlardan biri ama inanılmaz lezzetli yemekleri olan tipik bir Portekiz restoranı. (Rua da Atalaia, No: 8) Hem üstte hem de burada gördüğünüz tabağın adı Bacalhau olarak geçiyor. Izgara, kızartma veya domates soslu pek çok alternatifi olan bu balık Portekiz'de sık sık karşılaşacağınız morina balığı.














Bunların dışında Lizbon'un en eski restoranı olan Tavares Rico'yu deneyebilirsiniz. Akşam yemeği için biraz pahalıymış, ama öğlen menülerinin makul olduğunu duydum. Ama yine de önünden geçerken karanlık ve kasvetli bir yer gibi göründüğü için biz denemedik. Doca-Alcantara liman bölgesinde marinaya karşı çok şık restoranlar ve gece geç saatlere kadar açık olan gece kulüpleri (bizim Reina, Sortie tarzı) olduğunu söyleyeyim. Biz Belem dönüşü oradaki bir Irish Pub'da akşam üstü birası molası vermiştik. Sonrasında oraya tekrar gitme fırsatımız olmadı. İyi ki de İso'cum sayesinde o molayı vermişiz, çünkü o mola gerçekten de unutulmaz keyif anları arşivimizdeki yerini aldı.


















Öğle yemeğinde Alfama'da ya da Rossio Tren İstasyonu'nun karşısındaki Gar Lokantası tarzı yerde yediğimiz deniz ürünleri de çok lezzetliydi. Özellikle de o etli kalamarların hem kızartması hem de ızgarası bir harikaydı. Lizbon'un tatlı açısından çok zengin bir yer olduğunu söyleyemeyeceğim. Belem çöreği dışında tavsiye edebileceğim bir lezzet yok o yüzden. Yazının sonuna gelirken Portekiz biraları olan Super Bock ve Sagres'i de bir kez daha hatırlatayım. Ve tabi ki Rossio Meydanı'ndan geçerken bir shot Ginginha atmayı da unutmuyorsunuz!














Tam da öğle yemeği saati yaklaşırken böyle bir yazı yazdığım için sizlerden özür dilemeliyim galiba, ama yazdıklarım Lizbon'a giderken çok işinize yarayacak, o yüzden affedin beni.. Bu öğlen balık yemeye ne dersiniz? :)

Cascais

Cascais çok şirin bir sahil kasabası. Bir önceki yazımda bahsettiğim Cabo da Roca faciasından dolayı buraya ancak saat 18:00 gibi gelebildiğimizi biliyorsunuz. O yüzden gündüzünü ve butiklerini kaçırdık! Benim "içinde palmiyelerin olduğu her şehir güzeldir" teorime çok uygun, marinası, plajları, yazlık evleri, büyük oteller zinciri, balık lokantalarıyla havanızı değiştiren bir yer. Hani sanki bikini, şort veya asklı elbise ve flip-flop terlikler dışında her şeyin göze batabileceği sıcak kasabalardan biri burası.














Uzun yıllar küçük bir balıkçı kasabası olarak varlığını sürdüren Cascais, 1807'de Fransızların istilasına uğramış. 1870 yılında Kral I.Lui yazlık konutunu buraya taşıyınca Cascais diğer aristokratlar tarafından da tercih edilmeye başlanmış ve konak benzeri yapıların yapımı birbirini izlemiş. Bu güzel kasabada görülmesi gereken en önemli noktalardan biri de Boca do Inferno. Bu ismin anlamı Hell's Mouth yani Cehennemin Ağzı! Burası da yine fırtınalı havalarda çok daha güzel görüntülerin olduğu ama bu nispeten durgun haliyle bile etkileyici olan güzel bir manzara izleme noktası. Hatta bir türlü ayrılamadık bile diyebilirim. (Ah, Cabo da Roca, aaah! Yaktın bizi! Biz ne güzel burada daha uzun zaman geçirirdik!)














Neyse, en azından güneşi burada batıracak kadar zamanımız oldu. Saat 19:30 gibi buradan ayrılarak limandaki lokantalardan birine oturduk. Bizdeki sahil kasabalarında yaka paça sizi içeri çekmeye çalışan ve 'Buyruuoonn!' diye bağıran garsonlara benzer garsonlardan çığırtkanlık düzeyi en az olanı seçerek karnımızı doyurduk. (Yanımızdaki Bulgar 'komşu'yla da maç muhabbeti kurduk ama sonra biraları açarken komşuyu hemen sattım, değil mi İso'cum? Adamcağıza Oyster Sami adını takıp, muhabbete devam etmemiz halinde bizi düşüreceği tuzaklarla ilgili senaryolar falan hani.. Galiba birayla Baileys karışımı buna neden oldu ama bir o kadar da iyi geldi yine de..:))

Gece 22:00 treninden önce son durak ilk resimde de gördüğünüz O'Neills adlı Irish Pub oldu. Günün yorgunluğunu lezzetli dark biralar ve her bira fırtı arasında aldığımız Baileys yudumlarıyla attıktan sonra yarım saatlik bir tren yolculuğuyla yeniden Lizbon'a döndük.

Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi 12 EURO'luk turist biletlerinizle yalnızca Sintra ve Cascais'ye gidin derim. Ama nasılsa beni dinlemeyecek ve Avrupa'nın en batı noktasını görmeye gideceksiniz. O yüzden Cabo da Roca'ya araba kiralayarak gitmenizi öneririm. Boşa zaman kaybetmemiş olursunuz. Bu arada bir de kumar meraklıları için aynı güzergahta Estoril adında bir kasaba olduğunu ama bizim onu programa bile almadığımız için nasıl bir yer olduğu konusunda hiçbir fikrim olmadığını da belirteyim.

Lizbon'la ilgili son yazım da yeme-içme yazısı olacak. Ondan sonra bu güzel şehirle ilgili yazı dizimi de tamamlamış olacağım. Yeni rota neresi, diye soranlar için şu an önümüzde yaz tatili planları dışında hiçbir şey olmadığını, sonbaharda 2010-2011 gezi planını oluşturmaya başlayacağımı söyleyeyim. Artık yazın tadını çıkarma zamanı geliyor. Yaşasın, şapkalı, sandaletli, güneş kremli hayat! :)

Cabo da Roca

Lizbon'a gidecek olan herkes mutlaka "Aman, sakın Avrupa'nın en Batı ucuna gitmeyi unutmayın.. Okyanusun bittiği yer... Kayalıklar, muhteşem bir manzara ve alabildiğine okyanus... Düşünsene Avrupa kıtası bitmiş, artık o doğrultudaki en yakın kıta Amerika!" falan diye gaza getirilecektir. Siz siz olun gaza gelmeyin! Ya da gaza gelecekseniz bile önce koşullarınıza bakın, sonra gaza gelin! Ne mi demek istiyorum? Hemen anlatayım.

12 EURO'luk turist biletiyle Sintra'ya gelip, o şirin kasabaya doyamadan yeniden otobüs duraklarına geldiğimizde saat 14.00 olmuştu. Cabo da Roca'ya 45 dakikalık bir yolumuz olduğunu biliyorduk ama otobüsün saat 15.00'te kalkacağını bilmiyorduk. Neyse oralarda ufak bir barda bir bira molası daha vererek otobüsü bekledik. Tek bir otobüs kalkıyordu ve şansımıza ergen erkeklerden oluşan bir okul grubu da o otobüsü bekliyordu! Çoğu ayakta kalan 15 yaş grubu bıyıkları yeni terleyen horoz sesli bir erkek grubuyla aynı otobüste, virajlı yollardan geçerek, adeta sıcaktan buharlaşmak üzereyken Avrupa'nın en batı ucuna vardık. Saat 15.45 oldu bile!

Neyse, otobüsten inince bir hevesle hemen karanın bittiği noktada bulunan o kocaman haçın olduğu dikilitaş benzeri şeyin önünde resimler çektirdik. 140 metre yükseklikten manzarayı izledik (ki hiç de şanslı bir gün değildi buradaki vahşi manzarayı izlemek için çünkü okyanusun bile göl gibi durgun olduğu sıcacık bir gündü! Oysa fırtınalı günlerde muhteşem bir manzaranın ortaya çıktığı söyleniyor). Uçurumun bir o ucuna bir öbür ucuna yürüyerek kayaların şekillerini zihnimize kazıdık ve en fazla yarım saat geçtikten sonra da yeniden otobüse binerek şirin bir sahil kasabası olan Cascais'ye gitmeye karar verdik.














Ama o da ne? En yakın otobüs saati 17:45! Ve resimlerden de gördüğünüz üzere kelimenin tam anlamıyla dağın başındayız! Lizbon fiyatlarının iki katının geçerli olduğu uyduruk bir hediyelik eşya dükkanı ve onun kafe sayılabilecek yeri ile küçük bir turizm information kulübesi dışında hiçbir şey yok etrafta! Evet, sayın seyirciler İmge & İso'nun mahsur kalışına tanıklık ediyorsunuz şu anda! Resmen dağ başında güneş altında iki saat geçirmek zorundayız! Gidip biraz daha resim çekelim, su alalım, dondurma alalım, biraz da deniz fenerine doğru yürüyelim, hangi dalganın daha büyük olacağına dair bahse girelim, kayaların üzerinde artistik pozlar verenlerle dalga geçelim, eyvah eyvah ergen veletler de aynı otobüste olacaklar, yarım saat önce gidip kuyruğa girelim de ayakta kalmayalım derken iki saate yakın zamanı Cabo da Roca'da geçirmeyi başardık.














Sonunda bu kez daha az virajlı ve daha kısa bir otobüs yolculuğu sonrasında kendimizi çok şirin bir kasaba olan Cascais'ye attık. Tabi saat 18.15 olmuştu. Cascais'den ayrıca bahsedeceğim, ama bu yazının ana fikrini bir kez daha vurgulayacak olursak: Cabo da Roca için en fazla yarım saat yeterlidir! O yüzden oraya araba kiralayıp gitmenizi öneririm. Turist biletlerinizi de Sintra ve Cascais için kullanın ve bu iki kasabanın da ayrı ayrı tadını çıkarıp, şirin butiklerinden bol bol alışveriş yapın derim. Buradaki dükkanlarda Lizbon'daki hediyelik eşyacılara göre çok daha güzel, uygun fiyatlı ve bol çeşit vardı. Biz kaçırdık, içimizde kaldı, siz kaçırmayın da bu bloga not düştüğüm deneyimlerim başkalarının işine yaradı diye sevineyim en azından, olur mu? :)

Sırada Cascais var...

Haftayı Kapatırken... Celda 211, Sosa, İstanbul Modern...

Bu hafta neler yapmışım bakalım...

Hafta başında elimdeki kitabın çevirisini tamamladım. Bugün de bir ara yayınevine uğrayıp, kitabımı teslim edip, yeni bir kitap seçeceğim. Çevirisini bitirdiğim bu kişisel gelişim kitabı çok hoşuma gitti, yayınlanınca size de haber veririm mutlaka.

Çarşamba akşamı önce film festivalinde de gösterilen ve kaçırdığım Aşkın Son Mevsimi'ne gitmeye niyetlendik, ama sonra İso'cum da ben de kendimizi halsiz hissedince evde oturmaya ve yine festival filmlerinden biri olan Celda 211'i (Hücre 211) izlemeye karar verdik. Neredeyse o unutulmaz Irreversible filmi kadar kanımı donduran bir film olan Celda 211'e bayıldım. Çok sinir bozucu olmasına rağmen çok etkileyici bir filmdi. (Zaten genel olarak İspanyol filmlerine bayıldığımı fark ettim.) Yönetmenliğini Daniel Monzon'un yaptığı film İspanyol sinemasının en itibarlı ödülü sayılan Goya Ödülleri'nde de 2009'un en iyi filmi seçilmiş. En iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu dahil toplam 8 dalda ödül almış.














Mahkumların elebaşı sayılan Malamadre'yi oynayan Luis Tosar gerçekten de çok iyi bir oyunculuk sergilemiş. Gardiyan olarak göreve başlamak üzere hapishaneye bir gün önce giderek iyi bir izlenim bırakmak isteyen Juan Oliver rolüyle Alberto Ammann'ı da çok başarılı bulduğumu söyleyeyim. Tam da o gün hapishanede çıkan isyan nedeniyle Juan'ın iyi bir izlenim bırakma isteği yerini hayatta kalabilme isteğine bırakır. Önceliklerinin birdenbire değiştiği bu anda zihnini meşgul eden bir de hamile karısı vardır. Tek telimeyle muhteşem bir hapishane filmi. Hâlâ izlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum.

Perşembe günü Dido Metrocity'ye alışverişe geleceğini söyleyip, öncesinde de yemek yemeyi teklif etti. Yemek bölümüne atladım tabi ve Kanyon'da buluşarak klasik sağlık durağımız Sosa'ya gittik. Ve ben her zamanki gibi Sosa'nın ufak tabaklarından nar ekşili mercimek ve ızgara sebze siparişi verdikten sonra pek de sağlıklı olmayan Cola Zero'mu söyledim. :) Sonra Dido'nun dondurma molası sırasında güneş vuran alt kattaki koca şemsiyelerin altında sohbete devam ederken tam bir yaz havası yaşadığımızı fark ettik ve kafamızın üzerinde çıkan düşünce bulutlarındaki görüntüler neredeyse gözle görülür bir hal aldı: kumsalda şezlonglara uzanmış, hasır şapkalarımızı takmış, birimiz dondurma yiyor, diğerimiz buz gibi içkisini yudumluyor (hangisinin hangimiz olduğunu ayırt etmek çok kolay olacaktır bence :) ), önümüzde masmavi Akdeniz, az sonra iskeleden atlayacağız ve ısınan vüzutlarımızdan resmen "cos" sesi çıkacak... Aaah ah, derken saatin 14:30'a yaklaştığını fark edip gerçek dünyaya döndük. Dido alışverişe bense Gizoş'la buluşup İstanbul Modern'e...

İstanbul Modern'de Şubat sonundan 23 Mayıs'a kadar devam etmek üzere açılmış olan Gelenekten Çağdaşa adlı sergiyi uzun zamandır görmek istiyordum. Önümüzdeki hafta eve kapanmam gerekebileceğini düşünerek (sonra anlatırım) bu hafta sergiyi görmek istedim. İstanbul Modern'in Perşembe günleri ücretsiz gezilebildiğini de biliyorsunuzdur. Küratörü Levent Çalıkoğlu olan sergide toplam dokuz sanatçının 105 eseri yer alıyor. Adı üstünde modern ve çağdaş sanatın geleneksel sanatlarla olan ilişkisine odaklanılmış. Erol Akyavaş, İsmet Doğan, İnci Eviner, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Selma Gürbüz, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Murat Morova ve Ekrem Yalçındağ’ın çalışmalarının yer aldığı sergide şahsen favorilerim Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Balkan Naci İslimyeli bölümleri oldu.














Bu arada süreli sergilerden bir diğeri olan İçimizdeki Zaman adlı fotoğraf sergisini de gezmeyi ihmal etmedik. Bu Pazar sona erecek olan bu fotoğraf sergisinin de görülmeye değer olduğunu düşünüyorum. Türkiye, Rusya ve Yunanistan’dan fotoğrafçıların yapıtlarından oluşan bu sergide de toplam 15 fotoğrafçının (her ülkeden 5) 151 fotoğrafı yer alıyor. Bu bölümdeki favorilerim ise Ivan Mikhailov'un Megapolis (Büyükkent) ve Berk Bilgin'in Lost Memories (Yitik Anılar) fotoğrafları oldu.

(İstanbul Modern'de fotoğraf çekimi yasak olduğu için resimleri Radikal, Hürriyet ve bu blogdan aldım.)

Size bol güneşli, gezmeli-tozmalı, eğlenceli, sanat dolu, bol kahkahalı bir hafta sonu dilerken Pazartesi günü benden haber almazsanız panik olmamanız gerektiğini de hatırlatıyorum. Salı ya da Çarşamba ses verebilmeyi ümit ediyorum. Daha Cabo da Roca'ya gideceğiz, değil mi? :)

İmge Harikalar Diyarında: Sintra ve Pena Sarayı

28 Nisan gününü günübirlik geziye ayırdık ve ilk durağımızı Sintra olarak belirledik. Lizbon civarında yarım ilâ bir saat uzaklıkta pek çok şirin kasaba bulunuyor. Bunlardan en önemlisi Sintra sayılır çünkü hem doğal güzellikleri hem de tarihi mirasıyla gerçekten görülesi bir güzellik burası. Cascais (yazlık kent gibi), Estoril (kumarhaneleriyle ünlü), Cabo da Roca (şimdiki aklımız olsa gider miydik bilmem!) ve farklı bir güzergahta ise daha din turizmi olarak adı geçen Obidos & Fatima şehirleri görülebilecek yerler arasında. İşte ilk üç şehre istediğiniz ulaşım aracıyla gidebileceğiniz ve bu şehirlerin içinde de kullanabileceğiniz sınırsız günlük turist biletinin fiyatı 12 EURO!

Lizbon'dan Sintra'ya çok sık (20-30 dakikada bir) tren kalkıyor. Biz de Çarşamba sabahı Rossio Tren İstasyonu'ndan yola çıkarak saat 10.00 gibi Sintra'da olduk. Sintra'da gezilecek yerler arasında Sintra sarayı, Pena Sarayı, 8. yüzyılda Araplar tarafından inşa edilen Kale, Monserrate Sarayı, küçücük şehir merkezindeki Saat Kulesi, bir sürü kilise, park ve müze var. Ancak Sintra Sarayı o gün kapalı olduğu için ve kalelerden çok da keyif almadığımız için biz doğrudan önemli noktalar arasında ring sefer yapan bir otobüse kendimizi atarak Pena Sarayı'na gittik. Otobüsün saraya giderken çıktığı o ağaçlı yollara bayıldım (Kahlenberg Tepesi'ne çıkarkenki o ormanlar gibiydi). Zaten şehrin tamamının yemyeşil olduğunu söyleyebilirim.

19. yüzyıl Portekiz romantizminin en güzel örneklerinden biri olan Pena Sarayı'na ise tek kelimeyle hayran kaldım diyebilirim. Şimdiye kadar gördüğüm en masalsı ve şirin saraydı.














Kapısından girer girmez, hatta bahçesinden gördüğüm andan itibaren adeta kendimden geçtim ve herhalde en çok fotoğraf çektiğim yer de burası oldu. Önceden bir şapel ve manastır olarak kullanılan bu saray 1755 depremi sırasında neredeyse yıkılacak hale gelmiş. 1842-54 yılları arasında ise Kral ve Portekiz Kraliçesi II. Dona Maria'nın emriyle buranın saray olarak inşası gerçekleştirilmiş. İçerideki pek çok oda gezilebiliyor: kabul salonları, kral ve kraliçeye ait odalar, sarayın mutfağı, gözetleme kulesi, kraliçenin terası, şapel, vs. gibi birçok bölümü görebilirsiniz. Eğer içerisiyle ilgilenmiyorsanız yalnızca sarayın dışını ve bahçelerini gezmek için de bilet alabilirsiniz, ama bence gitmişken her yerini gezin bu masallardan fırlamış gibi görünen şekerden sarayın...














Buradan çıktıktan sonra şehir merkezine inerek kapalı olan Sintra Sarayı'nı ve Saat Kulesi'ni gördük ve meydanda kısa bir mola verdik. 50'lik biralarımızın geldiği bardakları görüyor musunuz? O yorgunluğun üstüne "Aaa, ne güzelmiş!" falan diye biralara saldırırken fark etmemiştik, ama meğer o kazık şeklindeki bardakların iletmek istediği bir mesaj da varmış! Bardakların şekliyle uyumlu bir hesabın gelmek üzere olduğunu anlatmaya çalışıyorlarmış bize! :)














Saat 14.00 gibi kalkarak Cabo da Roca'ya gidecek otobüslere binmek için durağa giderken içimizden hâlâ bu şirin kasabada zaman geçirmek, dar ara sokaklarındaki şirin butiklerinden alışveriş yapmak, belki birkaç parkına ya da müzesine uğramak geliyordu. Ama daha iki yer daha göreceğiz. Bunlardan ilki de Avrupa'nın bittiği nokta olan Cabo da Roca! Gitmenizi tavsiye eder miyim? Az sonraaaa!! :)

Lizbon'da Bir Fado Gecesi: Senhor Vinho

Lizbon yazılarına kaldığım yerden devam ediyorum. Sırada şehrin dokunaklı müziği Fado'yu keşfetmek var. Genellikle şehrin en eski semtlerindeki Fado Evi (Casa de Fados) olarak adlandırılabilecek taverna benzeri küçük mekanlarda bir gitar eşliğinde siyah bir şala sarınarak söylenen Fado müziği gerçekten de içinize işleyen bir hüznü barındırıyor.

Kelime anlamı kader olan bu müziğin solistlerine ise fadista adı veriliyor. Fado müziğinin çıkış noktası, keşifler yapmak amacıyla şehirlerinden ayrılan Portekizli denizcilerden gidip de dönmeyenlere yakılan ağıtlar olmuş. Elbette bu ağıtları yakanlar da denizcilerin arkalarında bıraktıkları kadınlarmış. Hikayesi bile başlı başına bir hüzün kaynağı olan bu güzel müziğin sözlerini anlamasanız bile içinizde ağlama hissi uyandırmasının nedeni de bu olsa gerek.

Ancak bu hüznün de ticaret malzemesi haline getirildiğini yerler olduğunu belirtmem gerekiyor. O yüzden Lizbon'da Fado dinlemek istiyorsanız, dikkatli bir seçim yapmanızı öneririm. Bizim ön araştırma yaparak bulduğumuz Senhor Vinho'yu ise gözü kapalı tavsiye ediyorum. Burası turistik bir işletme değil... Gerçek fadistalar tarafından kurulan ve onların sahibi olduğu gerçek bir Fado Evi. Diğer Fado Evlerinin bulunduğu Bairro Alto ve Alfama'dan oldukça uzak bir yerde, Estrela Parkı'nın yakınlarındaki sessiz sakin bir ara sokakta karşınıza çıkıyor.











Önceden rezervasyon yaptırmanızı öneririm. (Tel: (+351) 21 397 26 81 ve 21 397 74 56; Adres: Rua do Meio a Lapa No :18) Web sayfalarındaki iletişim adresinden de rezervasyon yaptırabilirsiniz. Hatta nakit ödemeyi tercih edenler için web sayfalarında yüzde 10'luk bir indirim kuponunu bulunuyor. Aklınızda olsun. Fado gecesinin diğer her şeyin son derece makul olduğu Lizbon'da yaşanması gereken en tuzlu deneyim olduğunu söylemeliyim. Burası da en tuzlu yerlerden biri ama gecenin sonunda ödediğiniz rakamın gerçek bir Fado deneyimi için kesinlikle değdiğini düşünüyorsunuz. Hatta son gecemizde Bairro Alto'daki Fado Evlerinden bazılarını gördükten sonra buranın farkını kesin olarak görmüş olduk. O yüzden işinizi şansa bırakmayın ve Fado'yu Senhor Vinho'da dinleyin.

Saat 20.00 gibi başlayan gecemiz herhalde 1.00'de sona erdi. Fadistalar saat 21.30'dan itibaren şarkı söylemeye başladılar. Her biri üç şarkı söyleyip yemeğe devam etmemiz için bize izin vererek kendi masalarına çekiliyorlardı. Normal şartlarda Fado söylenirken çatal bıçak sesinin anında kesilmesi ve dinlerken yemek yenmemesi gerekir, ama yan masamızdan gelen ağız şapırdatmaları sayesinde orta yaşlı Amerikalı bir çiftin bu kurala hiç de uymadığını ve kimsenin de bir şey demediğini fark etmiş olduk. (Sinir oldukça beni buluyor bu tipler galiba!) Oysa bir fadistanın geleceğini ışıkların kısılmasından anlayıp yemeğe biraz ara vermeniz en doğrusu olacaktır.














Senhor Vinho'da kimleri dinlediğimizi web sayfasından görebilirsiniz. Hepsi de çeşitli ödüller almış olan ülkenin bilinen sanatçıları arasında yer alıyorlar. Sesler muhteşem! Sizi alıp götürdükleri yerlerden geri dönmeniz gerçekten çok zor oluyor. Garsonların hepsi inanılmaz ilgili ve kibarlar. Yemekler çok lezzetli. Bohem bir şıklığı olan bu mekana ben bayıldım. Lizbon'a gideceklerin mutlaka uğraması gereken bir durak olduğunu özellkle belirtmek isterim. Bir kez daha teşekkürler Bay Şarap! :)

Son gece yine Fado ile kapanışı yapalım dediğimizi söylemiştim ve Fado mekanları olarak not ettiğim diğer yerlere yöneldik. Adega Machado kapalıydı. Cafe Luso'dan nasıl kaçacağımızı bilemedik, çünkü sahnede yirmi ya da otuz kişilik masalara oturtulmuş turist gruplarına folklorik danslar sergileniyordı. Bizi içeri alan adama nasıl baktıysak bize "Fado başlayacak, o turistler de birazdan kalkarlar zaten, aslında burası çok lokal bir mekandır, az sonra biz bize Fado dinleyeceğiz..." falan gibi açıklamalar yaptıysa da ilk izlenim faciaydı! Biz de son gecemizi Bairro Alto'nun en lokal, en kendi halinde, en gerçek görünen Fado Evi'nde geçirdik: Canto do Camoes! Senhor Vinho'dan sonra yeterince tezahürat yapamıyorum elbette, ama şehir merkezinde Fado dinlemek isteyenler için oldukça iyi bir alternatif olabilir diye düşünüyorum. Yani buradan da memnun ayrıldık (gerçi bu gösterişsiz ortamdaki yaşlı fadistaların beni daha da hüzünlendirdiklerini söylemeliyim. Unutulmuş eski Yeşilçam artistleriyle falan özdeşleştirip hafif bir acıma hissiyle doldum kendilerine karşı sanırım.)

Son olarak gerçek bir Fado Evi'nin hüznün tadını çıkarabileceğiniz en güzel yer olacağını söylemek istiyorum. Hüznünüzün bile keyifli olması dileğiyle...

Kocacıma Not: Biz de en kısa zamanda Porto şarabı eşliğinde aldığımız Amalia Rodriguez CD'sinin tadını çıkaralım, ne dersin İso'cum?

Sosa, Otto, Selim Bebek ve Sondan Sonra

Tatil yazıları yazdığım zamanlarda blogumu bir süreliğine adeta bir gezi bloguna dönüştürüyorum. Ama sanmayın ki o arada İstanbul'da boş duruyorum. Geçtiğimiz haftayı kısaca özetleyecek olursak:

Öncelikle gezi sonrasında çeviriye tam gaz dönüş yaptım çünkü bu hafta içinde elimdeki kitabı teslim edip, yenisini alacağım. Salı günü İş Kuleleri'ndeki Sosa'da sağlıklı bir öğle yemeği yemek üzere Beyza'yla buluştuk. Görüşmediğimiz birkaç ayın biriken havadislerini erittik birlikte.

Çarşamba sporcu ekip olarak toplandık. Bu kez Otto Sofyalı'da bir araya gelerek Suna'nın geçmiş doğum gününü de kutladık. Otto Sofyalı'nın da en az diğerleri kadar keyifli bir mekan olduğunu söylemeliyim. O gün gelip giden sesimle 'boşlukları doldurun' tarzında bir konuşma stili sergileyerek sesimin soluğumun kesileceğinin sinyallerini vermeye başlamıştım ki ertesi gün gerçekten de beklenen oldu: sesim tamamen gitti! Dolayısıyla Perşembe günü İso'cumun kafasını dinlediği, onun için keyifli bir gün oldu..:)


















Sesimin Cuma günü biraz, Cumartesi günü biraz daha gelmesiyle sahalara döndüm. Akşam Duru Tiyatro'da oyuna gidecektik. Öncesinde Çağla-Tolga ikilisine uğrayıp ailenin Cimbomlu yeni üyesi Selim Bebek'in ilk Galatarasay formasını üzerine giydirelim dedik. Selim Bebek'in son halini görerek ayların ne kadar hızlı geçtiğine bir kez daha şahit olduk. Yalnız Cumartesi trafiğinden dolayı burada istediğimiz kadar uzun kalamadan kendimizi yeniden arabamıza atarak Sondan Sonra'yı izlemeye gittik.

Sondan Sonra, Duru Tiyatro'nun yeni oyunu. Yani iyi haber: önümüzdeki sezon da oynayacak! Hatırlarsanız 17 Nisan günü size 'tiyatro bileti isteyen var mı?' diye sormuştum. Oyunun Mayıs ayında oynamayabileceğini düşünerek biletlerimi satmaya karar vermiştim, çünkü o gün başka bir programımız vardı. Ama sonra bir hafta boyunca kimseden ses çıkmayınca tam MyBilet'e girip biletimi açığa almak üzereyken bir baktım ki oyun Mayıs ayında iki gün oynuyor. Hemen 8 Mayıs Cumartesi için ikinci sıranın ortasından yerimi kaptım tabi.
















(Resimleri Ayaklı Gazete, Akşam ve MyBilet'in sayfalarından buldum.)

Bilirsiniz ben izlemeden önce oyun ya da filmler hakkında hiçbir şey okumam. Yine de bilet alırken MyBilet'teki kısacık açıklamada "sığınakta iki genç...patlama..." gibi bir şeyler okudum ve bir şekilde bir savaş senaryosu izleyeceğimiz aklıma kazındı. (Aramızda kalsın ama canım da hiç savaş konulu bir oyun izlemeyi istemiyordu.) Ama ortada savaş falan yoktu. Bir terörist saldırısı olmuştu ve Louise (Ahu Türkpençe ) gözlerini açtığında kendisini arkadaş çevresinde ezik ve asosyal olarak bilinen Mark'ın (Emre Kınay) evinin sığınağında, onun tarafından kurtarılmış halde bulmuştu. Dışarıda her şeyin yanıp kül olduğunu, etrafın cesetlerle dolu olduğunu ve atılan bombanın zehirinden dolayı kapıyı açmadan beklemeleri gerektiğini söyleyen Mark, sandıklardan çıkardığı konserve yiyecekleri raflara dizip su vanasını takarak sığınağı bir yaşam alanı haline getirmeye başlamıştı bile. Ama nedense haber almalarını sağlayabilecek radyonun yanına pek uğramıyordu! Hmm, bu işte bir şey var gibi...

Dennis Kelly tarafından yazılıp Füsun Günersel tarafından Türkçeleştirilen Sondan Sonra tüylerinizi diken diken edecek bir oyun. Öyle böyle değil, kanınız donarak izleyeceğiniz bölümleri olacağını söyleyerek sizi uyarayım. Zaten şiddet ve cinsellik öğeleri içerdiği için oyuna 16 yaş sınırı konmuş. İnanılmaz bir performans gerektiren bu muhteşem oyun inanılmaz iki oyuncu tarafından başarıyla kotarılmış. Emre Kınay'a da Ahu Türkpençe'ye da hayran kalmamak (hatta Ahu Türkpençe'ye biraz daha fazla hayran olmamak) mümkün değil. Alçakça güç kullanımından doğan şiddet, o şiddetin doğurduğu karşı şiddet ve şiddetin ruhlarda yarattığı travma ve uzun süreli (belki de sonsuza dek sürecek) etkileri... Bu muhteşem psikolojik gerilimi kaçırmamalısınız! Oyunu bu sezon görmek isteyenler 16 Mayıs Pazar günü izleyebilirler. Haziran ayında oynar mı bilmiyorum, ama büyük olasılıkla 16 Mayıs'ı kaçırırsanız önümüzdeki tiyatro sezonunu beklemeniz gerekeceğini sanıyorum.

Başta Ahu Türkpençe ve Emre Kınay olmak üzere tüm Duru Tiyatro ekibinin ellerine sağlık diyorum. İyi ki varsınız! Ve iyi ki Cumartesi gecesi bizi gerim gerim gerdiniz! :)

Pazar gününü de Belgrad Ormanları'nda yürüyüş ile kapattıktan ve akşamına da Pazar akşamının fiks mönüsünü (balık+salata) yedikten sonra artık yeni haftaya hazırız. Hadi bakalım, hepimize kolay gelsin...

Calouste Gulbenkian Müzesi

Calouste Gulbenkian, 1869 yılında Üsküdar'da doğmuş ve sonrasında 20. yüzyılın en zengin iş adamlarından biri olmuş Ermeni asıllı bir koleksiyoncuymuş. İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönemlerde, 1942'de Portekiz'e gelmiş ve hayatının geri kalan kısmını Lizbon'da geçirmiş. 1955 yılında 86 yaşındayken hayata veda ettikten sonra ardında yaklaşık 6,000 eserden oluşan bir koleksiyon bırakmış.

Dünyanın en önemli koleksiyonerlerinden biri olan Gulbenkian’ın koleksiyonunun büyük bir kısmı, Türk ve İslam eserlerinden oluşuyor. Gulbenkian, aslında muhteşem halılar, ipek kumaşlar, çini vazolar, antik mobilyalar, tablolar, takılar, Mısır, Roma ve Antik Yunan eserleri, el yazmaları gibi değerli eserlerden oluşan bu koleksiyonunu Türkiye’de kurulacak bir müzeye bağışlamak istemiş. Ama nedense (!) bu zengin Ermeni iş adamının talebi bizler tarafından duyulmamış! Türkiye’den umduğu cevabı alamayan Gulbenkian, vasiyetinde son yıllarını geçirdiği Lizbon’da kendi adına bir vakıf ve müze kurulmasını, bütün servetinin ve koleksiyonunun da buraya bağışlanmasını istemiş. Bizim adımıza ne büyük bir kayıp! Gerçi eserler burada olsa adamcağız adına da büyük bir kayıp olabilirdi. Hayal edebiliyorum: bakımsızlıktan çökmek üzere olan bir binada çürümeye bırakılmış 6,000 eser!














Müzede değişik dönemlere ait pek çok eser olduğunu söylemiştim. Halılar ve kumaşların genellikle İran ve Türkiye'ye ait olduğunu da belirtmem gerek. İpek halılar ve kumaşlar ağırlıklı olarak Bursa'dan. Pek çok İznik çinisinden yapılma eseri görmek de mümkün. Bunların dışında Uzakdoğu'ya ait dekoratif objeler de var. Uzun yıllar Paris'te de yaşamış olan Gulbenkian, koleksiyonuna 18. yüzyılın Fransız sanatçılarının tablolarından ve heykellerinden de eklemiş. Dönem mobilyalarından örneklerin olduğu salonlar da bence en ilgi çekici güzelliklerdendi (ama İso'cumun hiç ilgisini çekmeyen bölümlerdir bunlar, o yüzden biraz hızlı mı geçtik ne! :) ).














Aşağıda da tablolardan birkaç tane örneği göreceksiniz. En üstte soldaki Monet'nin Kayıklar'ını, yanında da Pierre-Auguste Renoir'ın resmettiği Monet'nin karısının portresini görüyorsunuz. Aşağı sırada ise Francesco Guardi'den Venedik görüntüleri yer alıyor. Yine alt sıradaki 'altı at üstü insan' mitolojik tiplerinin de özel bir adı vardı ve bu tabloda onların aşkıydı ama ne yazık ki hatırlayamıyorum. Ama hatırlamasam da etkilendiğim tablolardan biri olduğunu söyleyeyim.















Neyse, İso'cum için bu kadar müze gezisi yeter. Zaten sabah da benim zorumla Pantheon yakınlarında kurulan bit pazarına geldiği için artık ona biraz sefa molası tanıma zamanı geldi. Bu arada unutmayın: Her Salı ve Cumartesi Campo de Santa Clara Meydanı'nda bit pazarı kuruluyormuş! O günlerde oralardaysanız sabahtan burada da bir tur atabilirsiniz. Antikadan, giysiye, kartpostallardan, CD'lere, porselenlere, aklınıza gelebilecek her şeyin tezgahlara çıkarıldığı bir pazar burası. Biz yalnızca Fadonun Kraliçesi sayılan Amalia Rodriguez'in bir CD'sini aldık ama başka pek çok şey bulmanız mümkün. Denk gelirseniz gidin derim.














Fado demişken, sıraya bir Fado gecesi yazısı alayım bari... Bir sonraki yazıda muhteşem bir yere gideceğiz birlikte: Senhor Vinho bizi bekliyor!

Belem

Bildiğiniz üzere Portekiz denizci bir ülke ve 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleştirdiği keşiflerle de altın çağını yaşamış. İşte şehirde o keşiflerin başlangıç noktası sayılabilecek nokta ise Belem bölgesi. Vasco da Gama'nın da yer aldığı keşif filosu 1498 yılında buradan denize açılarak Hindistan'a ulaşmış. Belem'e şehir merkezindeki Praça da Figueira meydanından kalkan ve diğer yönünü ise Kale'ye giderken kullanabileceğiniz 15 numaralı tramvayla ve birçok otobüsle gidebilirsiniz. Lizbon'un en uzun şehir içi yolculuğu sizi bekliyor diyebilirim: yaklaşık 15-20 dakika gideceksiniz! :)

Burada görülecek yerlerin başında Belem Kulesi (Torre de Belém) geliyor. Bu kule Portekiz Kralı I. Manuel’in talimatıyla 1515-1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında bir kale olarak düşünülerek inşa edilmiş. Sonraki yüzyıllarda ise deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmış.

Diğer önemli bina ise Jeronimos Manastırı sayılabilir. Manastırın içini gezmedik, ama burada Portekiz halk şairi Camoes ile Vasco da Gama’nın mezarlarının bulunduğunu not etmişim.

Deniz kıyısında diğerleri kadar eski olmasa da yine simge haline gelmiş olan Kaşifler Anıtı da görülmesi gereken şeylerden biri. Portekiz’de ilk denizcilik okulunu kuran Prens Enrique el Navegante’nin (Denizci Henri) ölümünün 500. yıldönümü dolayısıyla 1960 yılında yaptırılan bu anıtta elinde bir gemi tutan Denizci Henri’nin arkasında Portekiz’in ünlü denizcilerinin, askerlerinin ve sanatçılarının heykelleri yer alıyormuş.














(Kendi görsellerime pek bayılmadığım için yukarıdaki kolajda Google'cığımın görsellerinden yardım aldığımı itiraf ediyorum.)

Belem'de bunların dışında görülebilecek ve gezilebilecek birçok yer daha var. Örneğin, Deniz Müzesi bunlardan biri (biz gezmedik). Deniz kıyısındaki Belem Kültür Merkezi'ne uğrayabilirsiniz. İçinde Modern Sanat Müzesi de olan bu yapının önündeki kafede Kaşifler Anıtı'na karşı bir içecek molası verebilirsiniz. Bu arada Modern Sanat Müzesi'nde kadın tamponlarından yapılan avizeyi görünce yabancı bir ülkede hemşehrimi görmüşüm gibi sevindim (gerçi böyle sevinçlerim yoktur, ama aşinalık coşkunluğu diyebiliriz bu duruma). "Aaa, İso bak, ben bunu bienallerden birinde görmüştüm İstanbul Modern'de!!" Az önce Google'dan öğrendiğime göre Portekizli sanatçı Joana Vasconcelos'un on dört bin tampon kullanarak yaptığı bu avize İstanbul Modern'de 2006 yılında açılan "Venedik İstanbul" sergisinde Gelin adıyla sergilenmiş. Demek oradan hatırlıyormuşum.














Sırada Belem'deki son durağımız var: Pasteis de Belem. 1837'den beri varlığını sürdüren bu meşhur pastanenin kendisi kadar meşhur olan tatlısı ise üzerine pudra şekeri ve tarçın serpiştirilerek mideye indirilen Belem çöreği. Milföy hamurunun içine doldurulan kremasıyla ağızda çok hoş bir tat bırakan bu tatlının taklitlerinden sakınınız! Lizbon'da birçok yerde gözünüze çarpan o küçük çöreklerin buradakinin tadıyla alakası yokmuş, çünkü Pasteis de Belem'in başka yerde şubesi yok ve tarifi de kendilerine saklıyorlarmış.














Şu ana kadar Lizbon'un en önemli yerlerini gördük sayılır. Ama hem şehir içinde hem de şehir dışında görülecek daha pek çok yer var. Sırada Gulbenkian Müzesi olacak. Ama araya İstanbul yazıları da alabilirim. Hmmm, nasıl devam etsem acaba? :)

Sao Jorge Kalesi, Güneş Kapısı ve Alfama Sokakları

Buraya kadar gezdiklerimiz ilk yarım güne sığdırdıklarımızdan oluşuyordu. Yani asıl gezimiz şimdi başlıyor! Ve ilk olarak da şehrin en tepesine kurulmuş olan Sao Jorge Kalesi'nden başlıyoruz. Şehrin her yerine yürünebilir demiştim ya size, işte Kale'ye yürümeyi gözümüz yemediği için nostaljik sarı tramvaya atlayarak tıngır mıngır tırmanıyoruz daracık sokaklardan. Yakışıklı sürücünün "Kaştellooo, Kaştelllooo!!" diye nağmeli nağmeli bağırmasıyla kale için inmemiz gereken durağa geldiğimizi anlıyoruz. Zira Portekizcede "Castelo" kale demek ve "s" harfi "ş" gibi okunuyor. Yani bu güzel şehirlerine de "Lişjboa" gibi bir şey diyorlar.

Tramvaydan indiğimiz yer Güneş Kapısı olarak bilinen ve muhteşem manzarasıyla Lizbon'daki en sevdiğimiz noktalardan biri olan bir nokta. Lizbon'u İstanbul'a çok benzettiklerini defalarca duymuştum. Benim ise şehri en çok İstanbul'a benzettiğim nokta burası oldu. Başka günler de buraya gelip buz gibi birer bira eşliğinde güneşi batırdığımız oldu. Lizbon'a gideceklere mutlaka bunu yapmalarını tavsiye ederim.














Daha sonra dar ara sokaklardan çok az bir süre tırmanarak Kale'ye çıktık. Sao Jorge Kalesi'nin bulunduğu bölgede M.Ö. 6. yüzyıldan kalma izler bulunmuş olsa da kalenin en fazla M.Ö. 2. yüzyıldan kalma olduğu ortaya çıkarılmış. Uzunca bir dönem Müslümanların elinde kalan Kale, 1147 yılında Portekiz'in ilk kralı Afonso Henriques tarafından yeniden fethedilmiş. 14. yüzyılda ise bu kale Kral I. Joao tarafından savaşçı Aziz George'a (Sao Jorge) adanmış. Sarayın içinde İslami kalıntıların olduğu alan, arşiv ya da Ulysses Kulesi olarak bilinen kule de dahil olmak üzere pek çok kule, kemer, avlu ve değişik kalıntılar bulunuyor. Ve ağaçlıklı yolları ve manzarası da harika!














Burayı bitirdikten sonra bitişik nizam, balkonlarında çamaşırlar sallanan, kapıları açık - yalnızca perdeleri çekilmiş evlerin sıralandığı daracık Alfama sokaklarında dolaşarak Se Katedrali'ni de görüyor ve öğle sıcağında kendimize uzun bir yemek molası veriyoruz. Alfama bence Lizbon'u en çok tanımlayan yer. Şehrin en eski ve 1755 Lizbon depreminden en az etkilenmiş bölgesi. Başkentin göbeğinde bir köy yaşamının hüküm sürdüğü, hüzünlü havasıyla beni çok etkileyen yerlerden biri oldu. Kaleden başlayıp Tejo Nehri'ne kadar uzanan bu semtte yeterince zaman geçirdiğinizden emin olun. (Alfama'nın ara sokaklarında çektiğim resimleri bu yazıya eklediğim için yeniden koymuyorum.)

Sırada Belem var...

Santa Justa Asansörü ve Ginjinha

Tepeler üzerine kurulmuş olan Lizbon'da hayatı kolaylaştırmak için asansörler kullanılıyormuş. Bunların en meşhuru ve gerçek bir asansöre benzeyeni ise Santa Justa Asansörü. Aşağıda kalan bir semti tepedeki bir semte bağlamak için kullanılan bu asansörlerin minik tramvay şeklinde olanları da var. Aslında sizi yokuşun tepesine çıkaran bir füniküler sistemi gibi düşünebilirsiniz.

İlk gün yürüyüş yaparken biraz mola vermek için oturduğumuz kafe Santa Justa Asansörü'ne çok yakın olduğu için çıkışta saatlerine bakıp, eğer açıksa yukarı çıkmaya karar verdik. Meğer gece 23.00'e kadar açıkmış burası. Yani ister gece ister gündüz saatlerinde şehre tepeden bakabilirsiniz.

Mesnier de Ponsard adında Portolu bir mühendis tarafından tasarlanmış olan bu asansör 10 Temmuz 1902 tarihinde resmen kullanıma açılmış ve o dönemde buhar gücüyle çalışıyormuş. Daha sonra 6 Kasım 1907'de ise elektrikli motorları takılmış. Burası Rossio'ya çıkan yollardan birini Largo do Carmo'ya bağlıyor. Yani bu asansörlere tek yön bileti alabiliyorsunuz. Yukarı çıktığınızda başka bir semttesiniz, yeniden aşağı inmeye gerek yok! :)

Santa Justa Asansörü'nden görüntüler:














Buradan çıkışta yine Rossio Meydanı'na uğradık. Bu kez amacımız şu meşhur Ginjinha ile tanışmaktı! Minicik plastik bardaklarda verilen Ginjinha bir tür vişne likörü. Biz tadına bayıldık ve daha sonra da buraya birkaç kez uğramayı ihmal etmedik. Bir shot bardağının fiyatı 0,80 Euro! Ve birçok yerde bulabileceğiniz bu içkinin asıl yeri ise Rossio Meydanı'ndaki McDonalds'ın solundaki ara yolda bulunan küçük dükkan. Öz hakiki Ginjinha için buraya buyrun!















Yemeklerden ayrıca söz edeceğim için akşam yemeğini şimdilik pas geçiyorum. Sırada Sao Jorge Kalesi ve Alfama bölgesi var. Şehrin en eski semtine gideceğiz birlikte. Ve en favori keyif mekanımızdan da bahsedeceğim size. Benden ayrılmayın...

Lizbon Sokaklarıyla Tanışma Turu

Lizbon'daki ilk günümüz hem Pazar hem de onların bir tür şehitlerini Anma Günü olduğu için hemen her yerin kapalı olduğu 25 Nisan'dı. Zaten otele eşyalarımızı bırakıp, kendimize çeki düzen verip, güneş kremlerimizi sürüp çıkmamız saat dördü bulduğu için yapılacak en iyi şeyin otelden çıkıp yürüyerek şehrin en önemli meydanı olan ve Rossio Tren İstasyonu'nun da bulunduğu Rossio Meydanı'na gitmek olduğuna karar verdik. Şehrin Champs-Elysees'i sayılan Avenide da Liberdade (Özgürlük Bulvarı diyebiliriz sanırım) boyunca yürüyerek Rossio İstasyonu'na gelmemiz on beş dakika bile sürmedi! Zaten bir on beş dakika daha yürüyünce nehir kenarına ulaştık ve arada altı metro durağı olan bir mesafenin bile bu kadarcık olduğunu görünce Lizbon'un küçücük bir şehir olduğuna karar verdik. Prag gibi her yerine yürünebilecek şirin bir şehir.

Tren istasyonuna gelmeden hemen önce Tourism İnformation ofisini de göreceksiniz. Buradan şehir ve ulaşım haritalarını alabilirsiniz. Lizbon Kart almanızı önermem, günlük ulaşım kartları daha ucuza gelecektir. Günlük kartlarınızı metro istasyonlarındaki makinelerden alabiliyorsunuz. Bir seferlik 0,50 Euro kart parası verdikten sonra her gün istediğiniz sayıda yükleme yapıyorsunuz. 24 saat boyunca önünüze çıkan her aracı sınırsız kullanabileceğiniz günlük biletlerin fiyatı 3.70 Euro.














Daha sonra aynı şekilde yürümeye devam ederek şehrin alışveriş merkezi olan Baixa-Chiado bölgesinde biraz tur attık (ama her yer kapalıydı). Ve bir anda kendimizi nehir kıyısında bulduk. Tejo Nehri, Avrupa'da görmeye alışkın olduğumuz o şehrin içinden akan kahverengi-yeşil tonlarındaki nehirciklerden çok İstanbul Boğazı'nı andıran, deniz görünümlü, kocaman ve masmavi bir nehirdi. Buradaki en önemli meydan ise Praça do Commercio, yani Ticaret Meydanı. Önceden buraya Saray Meydanı da denirmiş ama 1755 yılında şehrin neredeyse yüzde seksen beşinin yıkıldığı büyük Lizbon Depremi'nde buradaki saray yerle bir olduktan sonra meydan yeniden yapılandırılmış. Ortadaki heykel Kral 1. Jose'ye ait.














Geldiğimiz yoldan farklı palmiyelerle dolu bir paralel sokaktan dönüşe geçiyoruz. Bir yerlerde oturup buz gibi birer bira ve kalamar ızgara molası verdikten sonra Lizbon'un meşhur asansörlerinden en meşhuruna binmeye gidiyoruz. Yani sırada Santa Justa Asansörü var!