Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları

Geç tanışıp çok sevdiğim yazarlardandır Haruki Murakami. O yüzden eksiklerimi de hızla tamamlama kapsamında çalışmalarım devam etmekte. En son Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kitabını okudum büyük bir keyifle. Gerçi sonunda biraz kalakaldım böyle birdenbire, aceleye gelmiş gibi mi bitmeliydi diye ama yine de tavsiye edeceğim kitaplardan biri olmasına engel değil bu. Ayrıca sadece sonunu değil, roman akışı sırasında birçok yerde birçok şeyi de yine okurun yorumuna bırakmış Murakami


Temel olarak "belki de kaderinde tek başına kalmak olan" Tsukuru Tazaki'nin ilk gençlik yıllarında hiç beklemediği bir şekilde kopmak zorunda kaldığı grubundan ayrılmasının yarattığı duygusal travma ve yalnızlığının anlatılıyor bu romanda. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen diğer dört arkadaşı (hepsinin adında renklerle ilgili bir şey var) hiçbir neden belirtmeden (renksiz) Tsukuru'yu dışlıyorlar. Yıllar sonra hayatına tam da istediği şekilde, tek başına, Tokyo'daki evinde, tutkusu olan istasyonlar inşa ederek devam ederken yakınlaştığı Sara ise bu terk edilmişlik travmasının farkına varan ve bunun üstüne gitmesini öneren kişi oluyor. Ve asıl hikaye işte tam da böyle başlıyor sevgili okur. 

Alıntılar

...Temelde insanların birbirine karşı ilgisiz olduğu bir çağda yaşadığımız halde, başkaları hakkında muazzam miktarda bilgiyle çevrelenmiş durumdayız. Yeter ki isteyelim, insanlar hakkındaki bu bilgileri rahatlıkla elde edebiliriz. Buna rağmen, yine de başkaları hakkında gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz... (sosyal medyada profillerimizden bahsedildiğini anlamışsınızdır sanırım)
...İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine, bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi...
... Onların Tsukuru'da bulmayı bekledikleri, kendisinin gereksiz bularak ardında bıraktığı, bir zamanlarki haliydi. O hali yeniden canlandırarak onlara sunabilmek için, doğallıktan uzak bir şekilde rol yapması gerekiyordu... (uzun yıllar aileden uzak yaşadıkça ortaya çıkan doğal durum tanıdık geldi mi?
... Serinkanlı ve daima sebatkâr duruşunu koruyan Tsukuru Tazaki. Hayır, serinkanlı olmadığım gibi daima sebatkâr duruşumu koruyor da değilim. Bu yalnızca bir denge sorunu, o kadar. Yüklendiğim ağırlığı taşıma odağının sağına ve soluna, alışkanlıkla ustaca dağıtıyorum sadece. Başkalarının gözüne serinkanlılık olarak yansıyor olabilir. Fakat bu asla kolay bir iş değil. Göründüğünden daha zahmetli. Üstelik denge düzgün bir şekilde sağlansa bile, taşıma odağına yüklenen toplam ağırlık, zerre kadar azalmıyor...
   
Okuyun, seveceksiniz.
İyi haftalar!

Haftanın Filmleri

Yağmurlu hafta sonunu film izleyerek geçirmek isteyenlere tavsiyelerim olacak, toplanın bakalım! ;)

İlk olarak Hungry Hearts filmini önereceğim size. Geçen yaz vizyona girmiş ve İstanbul Film Festivali'nde de gösterilmiş, etkileyici bir dram. İtalyan-ABD ortak yapımı. Tuhaf ve iç sıkıcı bir şekilde bir restoran tuvaletinde kilitli kalarak tanışan Jude ve Mina'nın ilişkisi evliliğe kadar ilerler. Mina'nın hamile kalışına kadar her şey normal gibi görünse de doğum ve sonrası yine tuhaf ve iç sıkıcı bir hal almaya başlar! Mina adeta kafayı sıyırmıştır. Bebeğine hasta olduğunda ilaç vermemeyi, et ve hayvansal proteinleri yedirmemeyi, bedenini arındırması için birtakım karışımlar vermeyi falan doğru bulmaktadır. Mikrop kapacak korkusundan dışarıya çıkarmaz, teni zarar görecek diye güneş göstermez. Çünkü çocuğunun "seçilmiş" olduğuna inanmaktadır ve ona kendince oluşturduğu çok özel bir cam fanusun içinde bakmaktadır. Bu arada Jude çaresizce olaya müdahil olmaya çalışıp, ara sıra çocuğu kaçırarak doktora götürüyor, çocuğun gelişiminde geri kaldığını görüyor, gizlice yemek yediriyor (annesinin eve döner dönmez besinler emilmeden dışarı çıkmasını sağlayacak formüllerine rağmen!) ve kendi çapında çırpınarak içler acısı gidişatı izliyordur. En sonunda daha sert bir çözüme başvurur ve bir sosyal uzman yardımıyla çocuğu annesinin evine kaçırmayı başarır. En azından gelişimi normal seviyeye gelene kadar çocuğa orada daha iyi bakılacak, beslenmesi ve oksijeni (!) normale dönecektir. Bu sırada annesi de isterse görmeye gelebilir. Çözüm bulundu gibi görünüyor, değil mi? İzlemeden karar vermeyin derim, zira henüz Mina'yı tanımıyorsunuz! Oyunculuklar çok iyi, o dramatik etki ve iç boğuntusu çok güzel verilmiş, çok etkileyici bir film. Mutlaka izleyin derim. 


İkinci olarak Selma (Özgürlük Yürüyüşü) filmini izledim. 12 Yıllık Esaret filminin yapımcılarının imzasını taşıyan bu filmde de Martin Luther King önderliğindeki özgürlük mücadelesi anlatıyor. Bundan 50 yıl önce ABD'nın Selma şehrindeki siyahi halkın oy kullanabilmek için verdikleri mücadeleden bahsediyorum. Bu amaçla yapılan barışçıl yürüyüşlerin atlı ve silahlı ve biber gazlı (!) polislerce nasıl püskürtüldüğü, genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden nasıl orantısız şiddet uygulandığı, hatta insani hakkını istemek için yürümekten başka bir suçu olmayan gencecik bir çocuğun polis kurşunuyla öldürülmesi... Tanıdık geldi mi yaşananlar? Bana çok geldi. Belki de o yüzden çok etkileyici de geldi. Her şeye rağmen pasif direnişe devam eden siyahi halkın en sonunda mücadeleyi kazanmaları ise aşina olmadığım bir bölümdü. Martin Luther King rolünde David Oyelowo iyi olmuş. İzlemelisiniz.  

Sırada yine az kalsın ailesi tarafından heba edilmek üzereyken halden anlayan bir öğretmeni sayesinde kurtarılan ve kurtarılmakla kalmayıp, içindeki dehası da ortaya çıkarılan Ishaan adında 8 yaşında bir çocuğun hikayesi var: Every Child is Special (Her Çocuk Özeldir). Hint sinemasının başarılı örneklerinden biri olan filmi Amir Khan yönetmiş ve aynı zamanda da kurtarıcı öğretmen rolünü üstlenmiş. Ama oyunculuk anlamında inanılmaz başarılı olan isim öğrenme güçlüğü çeken, derdini anlatamayan, ilgi görmeyi bekleyen, göremedikçe de kendini haylazlığa vuran Ishaan'ı canlandıran Darsheel Safary'ydi. Anne-babaların ve öğretmenlerin bol bol ders çıkarmaları gereken bir filmi benim gibi ne anne ne de öğretmen olan birinin izlemesi, bayılması ve dertsiz ruhuna dert edinmesi ne işe yarar bilmiyorum. Yine de filmi herkese, ama en çok da anne-babalara ve öğretmenlere önereceğim. Belki bir çocuğa biraz daha farklı bakılabilmesine, daha fazla "gerçek" ilgi görmesine aracılık etmiş olurum böylece, kim bilir. Gerçi çocuk yapmak gibi ciddi bir sorumluluk altına girip de 8 yaşına gelmesine rağmen okuyamayan, basit matematik işlemlerini yapamayan, yazarken hep aynı tür imla hataları yapan, ayakkabısını ve okul kravatını bağlarken zorlanan çocuğuna "haylaz bu canım!" deyip geçen varsa, bir zahmet Çocuk Esirgeme Kurumu'na da bırakabilirler yavrucağı tabi! Ay bütün psikopat ana-babalar beni buldular bu hafta yahu. Kısırlaştırmak gerek bunları valla. Ne hakkınız var içimi parçalamaya, delirtmeyin adamı!


Son olarak Fest Travel'ın şu yazımda bahsettiğim Avustralya söyleşisi sırasında not ettiğim ve yeni izleyebildiğim Ten Canoes adlı yarı belgeselden bahsedeyim kısaca. Avustralya Aborijinlerinin yaşamlarını en doğal haliyle, doğal ortamlarında izleyebileceğiniz bu belgesel filmde bir de hikaye anlatıcı bulunuyor. Avlanmaları, kadınları, düşman kabilelerle ilişkileri ve gündelik hayatları hakkında bir fikir sahibi oluyorsunuz ama bayıldım mı? Hayır! Yani National Geographic'te ilkel bir kabile belgeseli izlemek için başına otursaydım hoşuma giderdi. Ben biraz daha masalsı, içimdeki Avustralya merakını daha da artıracak, Susanna Tamaro Aborijinleri bilgeliğinin sular seller gibi aktığı bir kabile yaşamı beklemiştim. Bu pek öyle değilmiş hani! O yüzden bundan böyle Avustralya ile ilgili sadece o nefis kumsalları, kanguruları, koalaları ve Sydney Opera Binası'nı hayal etmeye devam ediyorum. ;)

Benden şimdilik bu kadar. Hepimize iyi hafta sonları!

Ormanlardan Hemen Önceki Gece ve Işık Festivali

20 Kasım Cuma akşamı Ormanlardan Hemen Önceki Gece oyununu izlemek üzere Zorlu PSM'nin stüdyo sahnelerinden birindeydik. Rıza Kocaoğlu'nu DOT'tan biliriz ve çok iyi biliriz. ;) Bu oyunda da tek başına inanılmaz bir performans  sergilemiş doğrusu. Hatta onu bu metinle iç içe geçmiş halde izledikten sonra başka kimsecikler bu rolün hakkından onun kadar iyi gelemezdi diye düşündüm içimden. 


Çağdaş tiyatronun önemli Fransız yazarlarından Bernard Marie Koltes'in yazdığı oyun biriken ekibi tarafından yönetilip sahnelenmiş. Zorlayan, yoran, beyin patlatan, sonra salim kafayla bir kez daha okusam diyeceğiniz bir metin olduğunu söylemem gerek. Güçlü bir sistem eleştirisi var. Sistemin insanı nasıl tükettiğini, ezdiğini, yalnızlaştırdığını, çaresiz bıraktığını çarpıcı bir şekilde gösteren bir oyun. Bakın şu kısacık video sizi nasıl bir şeyin beklediği konusunda biraz fikir verebilir. En bayıldığınız tiyatro türü olmayabilir, ama en bayıldığınız performanslardan biri olarak aklınızda kalacak bir oyunculuk izleyeceğiniz kesin. 

Bu arada Zorlu PSM'ye gitmişken 29 Kasım'a kadar devam edecek İstanbul Işık Festivali'ni de görmeden geçmeyelim dedik. Dünyaca ünlü ışık sanatçılarının bir araya geldiği festivalde birbirinden eğlenceli, renkli ve ışıklı işler her gün 18:00-23:00 saatleri arasında sizleri bekliyor. Üstelik hiçbir ücret ödemeden bu ışıltılı dünyanın bir parçası olabilirsiniz. Kaçırmayın! 


Bir sürü iş arasından bizim gördüklerimiz Amerikalı Jen Lewin'in The Pool adlı çalışması (üstteki ışıklı yuvarlaklar), Pitaya'nın The Flight adlı ağaçlardaki ışıklı kuşlar (mavi yuvarlakların ardından hayal meyal görünüyorlar işte), Lübnanlı Alaa Minawi'nin My Light is Your Light çalışması, Groupe Laps'in Keyframes adlı müzik eşliğinde hareket eden ışıklı çöp adamları ve Levazım çıkışındaki Astera adlı çalışma oldu. Yani Fransızlar bu festivalde açık ara favorimizdi diyebiliriz.

E o zaman, haftaya başlayalım. Işıl ışıl, rengarenk bir hafta olsun! #isigitakipet

Konstantiniyye Oteli

Zülfü Livaneli'nin hayranıyım. Fikirlerinin, sözde değil özde aydınlardan olmasının, birikiminin, konuşma üslubunun, yaşam tarzının, çok yönlülüğünün, yazı dilinin -hem makalelerinde hem romanlarında-, beyefendiliğinin ve daha muhtemelen aklıma gelmeyen pek çok özelliğinin. Keşke ondan binlercesi olsa, bu ülke daha güzel bir yer olurdu o zaman, kesin! 


Romanlarının da hemen hepsini okumuşumdur ve hepsine bayılmışımdır. Yine son romanı Konstantiniyye Oteli'ni de bu coşkuyla almıştım ve yeni okuma fırsatı bulabildim. İlk kez bayıldım diyemeyeceğim bir romanla karşılaştığımı söyleyebilirim. Ama yine de okuduğuma pişman değilim, çünkü içinde bize, yani Türk toplumuna dair çok güzel tespitler var. Ama ne bileyim sanki bu kez Zülfü Livaneli'nin canına tak etmiş de -hepimizin olduğu gibi!- yıllardır gördüğümüz toplumun her türlü cahilane, şiddete dayalı, kötücül, adaletsiz, bağnaz tarafını anlatarak içini dökmek istemiş gibi geldi bana. Bu anlatmak istediklerine o kadar odaklanmış ki roman kopuk bir anlatıma dönüşmüş. Hani romandaki Emre, onun genç versiyonu olabilir, o derece! ;) Yalnız arşiv niteliğinde anlattığı bir sürü yerin altını çizdiğimi belirtmem gerekiyor, çünkü her zamanki gibi o kadar güzel çıkarımlar, tespitler var ki... Keşke bunları bir yazı dizisi olarak daha detaylıca yazsa bir platformda. 

Kısaca romanın konusundan bahsedecek olursam: İstanbul'un iş dünyasındaki kalburüstü ailelerinden biri Bizans sarayı kalıntıları üstüne yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli'ni inşa etmiş, birbirinden seçkin (!) konuklara bir açılış ve erken yılbaşı kutlaması daveti vermektedir. O gün orada bulunan yüzlerce davetli, holding çalışanı ve otelin servis elemanları aslında tam da Türkiye mozaiğini oluşturan renklerdir. Her birinden öyle hikayeler çıkar ki... Zaman zaman bu hikayelerden yola çıkarak yüzlerce yıl öncesinin İstanbul'unda yaşanan benzerlerine de ulaşıldığı olur. Kısacası, bütünlüğü olan bir romandan çok ülkenin özünü kaybetmiş güruhuna dair insan manzaraları anlatan ayrı ayrı hikayeler olarak okursanız daha keyif alabilirsiniz. Okunur mu? İlla ki okunur. 

Alıntılar...
...bu süslemeci, oymacı kakmacı, eskici püskücü, yıldızı yaldızı bol şehirde; disko hoparlörleri takılmış binlerce minareden aynı anda salvoya başlayarak bebekleri beşiklerinden, hastaları döşeklerinden zıplatan, bet avaz müezzin terörü altındaki bu hengâmede, post-modern arabesk haykırışlar arasında insan ruhunu yukarı çeken bir müzik nasıl yapılabilir ki?...
* Osmanlı imparatorları ile ilgili bölümleri okusalar bazı günümüz oluşumları huzursuzluk çıkarma tehdidi savurabilirler, ama endişeye gerek yok, kitap okuduklarını sanmıyorum. Henüz dizilerle meşguller. ;)
...Türklerin çoğu gibi onların da iç dünyası yok. Kendi ahlaki değer ölçülerine göre değil, başkalarına nasıl göründüklerini düşünerek yaşıyorlar. Başkaları tanımlıyor onların değerini ya da değersizliğini...
...Hiç kimsenin bir şey öğrenmeye niyetli olmadığı, bilenleri de suçladığı bu toplumda, aradaki fark az olursa herkes hemen dikleniverir, onları susturmak için farkın anormal derecede açılması gerek. Bir de tepeden bakma zırhını kuşanmak elbette...
* Bir babaanne sözü: "Tenceren kaynarken, maymunun oynarken hayatın tadını çıkarmalısın." ;)
Bunların dışında bir Kasımpaşalı ağabey portresi, Leonardo da Vinci esprisi, Yezid'in neden sevilmediği, Kürtçenin yüzyıllara dayanan varlığını anlatan şarkı, türkü, kürdi örneği, Naif ve çekingen Şaban'dan saygısız ve kaba kuvvet Recep İvedik'e dönüşen kültürümüz, Hayırsız Ada köpek katliamı gibi yeni öğrendiğim tarihimize ait utanç verici olaylar ve daha niceleri var bu kitapta. Evet, sadece bunlar için bile okumaya fazlasıyla değer Konstantiniyye Oteli'ni. 

İyi hafta sonları!

Sergi Haberi: Akıl Oyunları

Fatih Erol, ‘’Akıl Oyunları’’ isimli resim sergisi ile 19 Kasım - 12 Aralık 2015 tarihleri arasında Derinlikler Sanat Merkezi’nde.

Oyun içinde oyun... Resim içinde resim: Akıl Oyunları.

Sinemanın, edebiyatın, çizgi roman kahramanlarının, resim sanatının ustalarının eşlik ettiği, mizahla eleştirinin atbaşı gittiği rengarenk, nefes nefese bir yarış: Akıl Oyunları...  Fatih Erol’dan usta işi “satranç şöleni”yle resme yeni yorumlar getiriyor.

Her şey o tahtanın üstünde, karelerin arasında. 

Şövalyelerin, kralların oyunu denir satranç için. Şah, vezir, kale, at, fil, asker... ordu/devlet aktörleri, güçleri vardır sahada. Ve oyun fazlasıyla hayatı andırır: Elinizdeki güçleri, deneyimleriniz, bilginiz,  kurallar doğrultusunda, karşı tarafın pozisyonunu ve olası hamlelerini gözeterek kullanma ilkesi geçerlidir her adımda.

Oyun sadece oyun değildir ve akıl, her zaman her şeye muktedir olamayabilir. Yine de biliyoruz ki, akıl, insani üretkenliğin ön koşuludur. Oyunu yaratan ilk atalarımızın gösterdiği gibi yaratıcılık, var oluşun göstergesidir  ve yaratıcılık, bütün oyunlarda farkı yaratan unsurdur.

Yaratıcılık, oyunun da, sanatın da ilk koşulu.

Satranç tahtası, hayatın espası olmasın sakın?

Yaratıcılık dolu yolculuk, seyir sizi bekliyor Akıl Oyunları’nda.



Sanatçı Hakkında:

Fatih Erol, Kadıköy Maarif Koleji’nde (1979), İ.Ü. İktisat Fakültesi, İşletme ve Finans ana bilim dallarında (1983) eğitim gördü. Mezuniyet sonrası 2004 yılına dek, 20 yıl boyunca uluslararası yabancı kuruluşlarda finanstan sorumlu üst düzey yöneticilik yaptı.

Çocukluk yıllarından beri asıl tutkusu olan resim çalışmalarını 1987 – 1990 döneminde yetkin sanatçı ve eğitimciler gözetiminde sürdürdü. Sonrasında ise İstasyon Sanat Akademisi’nde Sabri Berkel başta olmak üzere yine Türk resim sanatının önde gelen ustalarından plastik sanatlara yönelik atölye ve uygulamaların yanı sıra kuramsal eğitim aldı.

Bu süreçte geliştirdiği desen ve teknik deneyimler ışığında resim çalışmalarını profesyonel iş yaşamı sırasında da kesintisiz sürdürdü. 2004’te aktif iş hayatını noktalayarak, o zamana dek sanat tarihi, felsefe gibi yan disiplinlerden edindiği ana etkilenmeler doğrultusunda “tam zamanlı ressam” olarak üretmeye yöneldi.


Bir dönem yurt dışında; K. Karastathis Stüdyosu’nda (New York, 2005-2009) çalışan sanatçı, halen İstanbul’daki atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. 

***


İyi gezmeler!

Haftanın Lezzetleri: Karşı Taraf Meyhanesi, Miyabi, Private Reason, Madeo

Uzun zamandır aklımızda olan bir yeri keşfettik geçenlerde eski dostlarla: Karşı Taraf Meyhanesi. Hatta bu güzel mekanın ortaklarından biri de bir zamanlar birlikte meyhane muhabbetleri yaptığımız güzel insan Mesut'tu. İsocum'a radikal bir değişiklik yaparak doktorluğu bırakıp meyhane açtığını -ki bayılırım böyle çılgınlıklara!- ve bizleri de yeni mekanına beklediğini söylemesinden önce bile birkaç arkadaşımın sosyal medya hesaplarında burada yaptıkları check-in'leri görmüştüm ve meraktaydım. Neyse, en sonunda 7 Kasım Cumartesi akşamı bir ilk yaparak meyhane buluşması için Karşı Taraf'a geçtik. ;) Ortaklardan bir diğeri de birlikte gittiğimiz Müge ve Recep'in tesadüfen okuldan tanıdıkları çıkınca kendimizi iyice evimizde hissettik diyebilirim. 

Meyhane kültürüne güvendiğiniz insanların ellerine kendinizi güvenle teslim edebilirsiniz. Bu sıcacık mekanda da ortamdan, müziklere, mezelerden, tuvaletlerin temizliğine, servis elemanlarının özenle seçiminden, lokasyona kadar her şey özenle düşünülmüş. Ama bir meyhanede en en en önemli şeyler nedir diye sorarsanız bana göre yemek -özellikle mezeler- ve müziktir. Mezelerin hepsi inanılmaz lezzetliydi. Mezeler derken peynir ve zeytine kadar sunulan her şeyden bahsediyorum. Çanakkale'den gelen peynir ve Yunanistan'dan gelen o iri siyah zeytinler harikaydı. Girit mezesi, patlıcanlı değişik bir meze, uskumru, levrek marin ve akıllara zarar güzellikte topik ilk aklıma gelenler. Zaten mutfak daha önce Cumhuriyet Meyhanesi ve Sofyalı'dan da geçmiş usta ellere emanetmiş. Sonrasında gelen yaprak ciğer, değişik bir börek ve ahtapot ızgaradan da zaten emin ellerde olduğumuzu anlıyoruz. Müzik derseniz elbette Türk Sanat Müziği arka fonda. Ama sohbet etmenize olanak tanıyan bir tonda. Zeki Müren'ler, Müzeyyen Senar'lar ruhunuzu okşuyor. Kulağınıza dayanan keman yayları falan elbette yok! Ulaşım bize bile çok kolaydı ki "karşı taraf"ta oturanlar için müdavim mekanı olabilecek kadar kolay: Bağdat Caddesi'nin 507 numarasında, Bostancı'da sizleri bekliyorlar. Üstteki asma kat gibi daha minik bölümünü ise gruplar olarak kendinize ayırabilir ve Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal gibi bayıldığımız simaların ruhlarını şad ederek kadeh kaldırabilirsiniz. Rezervasyon tel: 0-216-361 00 09. Giderseniz Mesut'a da bizden selam söyleyin tabi. ;)  
   

İkinci leziz önerim ise tamamen farklı bir tarza ait olacak. Türk mutfağından Japon mutfağına geçiyorum ve İstanbul'da gittiğim en güzel sushicilerden biri olan Miyabi'ye geliyorum. Akatlar'daki bu şirin ve keyifli mekanda sushi dışında noodle'lar, tempura'lar, teppanyaki çeşitleri de var. İçki olarak da sake ve erik şarabı deneyebilirsiniz. Biz iki hafta arayla iki kez gittiğimiz bu güzel restorana bayıldık. Özellikle önereceğim lezzetler lobster dynamite roll, yummy yummy roll, beef roll ve dragon roll olacak. Dynamite shrimp ve sashimi çeşitleri de harika. Üzgünüm, pek Türkçe yazamadım. :P Ama menüde de isimlerinin geçtiği haliyle yazmak istedim, zaten gerekli Türkçe açıklamalar menüde yer alıyor. Ve yardım etmek için gözünüzün içine bakan çok ilgili ve güler yüzlü çalışanlar da mevcut. Kısacası sushi severseniz, burayı kesin seveceksiniz. Hafta sonu gidecekseniz mutlaka rezervasyon yaptırmanızı öneririm: 0-212-352 0 222.


Sırada Dilara sayesinde keşfettiğim bir kahve dükkanı var. 3. dalganın dalga dalga yayıldığı günümüz dünyasında Private Reason da nefis kahveleri ve tatlıları ile yerini almış. Kavanozda cheesecake'ler inanılmaz lezzetli. Ben frambuazlısını denedim, başka bir gün de İsocum'u götürdüm ve o da balkabaklısını hüpletti. İkisine de tam not verdik. Kahveler çok olmasa da tatlılar ve sandviçlerinin biraz pahalı olduğunu düşündüm sadece. O da sanırım Bebek farkı. Bu arada ahşap ve Portekiz çinisi yer karoları ön plana çıkan dekorasyonuyla da sevdim burayı.   


Son olarak bir de yeni açılan mekanlardan biri var bu 13. Cuma akşamı arkadaşlarımızla denediğimiz. Karaköy'ün yenilerinden Madeo, Mimarlar Odası'nın hemen yanındaki girişiyle Kemankeş Caddesi üzerindeki yerini alan şık Karaköy restoranları arasındaki yerini almış, leziz bir İtalyan. Aynı cadde üzerindeki diğer pek çok mekan gibi gece 22.30 - 23.00 itibariyle yerinde duramayan insanlara hitap ederek kulüp havasına dönüşüyor - ki bizim gibi sohbet ederek yemek ve içkiye devam etmek isteyen "yaşlıların" o andan itibaren kalkıp gitmesi gerekiyor aslında, o yüzden bu duruma pek bayılmıyorum ben şahsen. Yine de gürültüye rağmen dışarıdaki sobaların altında oturup sohbetimize devam edebildik biz. Yemekler lezzetli olmasına rağmen hafta sonu keyifli bir akşam geçirmek için çıktığımda ilk tercihim beyaz örtüler, şıkırtılı avizeler, kulüp ortamına dönüşen şık ve pahalı yerler olmadığı için sanırım ben zorunlu olmadıkça bir kez daha gitmem buraya. Ama Alaçatı'da da hayranları olduğunu bildiğim için, Karaköy'ün de "in" mekanlarından olacağını tahmin ediyorum. 


O gün orada keyifle yiyip, içip, sohbet ederken gece Twitter'a göz atan arkadaşımız sayesinde güzeller güzeli Paris'te yaşanan katliamları öğrenmek bizi mahvetti. Ülkede ve dünyada  yaşananlara göz yumabilmek, görmedim, duymadım, bilmiyorum diyebilmek ne mümkün! Neye benzeyecek bir döneme giriyoruz bilinmez, ama çok net olan bir şey var ki yoğun bir karanlık bizleri bekliyor. Hem Batı'nın hem Doğu'nun çıkar savaşları ve ikiyüzlülüğü sayesinde artık hiçbir yerde güvende değiliz. Lanetler olsun masum insanlara bunları yaşatanlara! İnadına ölüm diyenler cehennemin dibine kadar gidebilirler. Yine de biz ömrümüzün sonuna kadar en iyi bildiğimiz şeyi yaparak hayatı elimizden gelen en güzel ve dolu şekilde yaşamaya ve inadına barış, inadına aşk, inadına yaşam demeye sonuna kadar devam edeceğiz. Bu dünya ancak sevgiyi, paylaşmayı, güzel yaşamayı bilen insanlar sayesinde daha çekilebilir ve anlamlı olabilir. Tek dileğim ömür boyu benden uzak olmaları olan geri kalanıyla aynı dini, aynı vatanı, aynı rengi, aynı dili paylaşsam ne, paylaşmasam ne!

White God & Hamlet & Tehlikeli Sevişmeler

En sevdiğimle başlayayım: White God (Beyaz Tanrı). Ve en son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: izlememek büyük kayıp, harika bir film! Hatta son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden diyebilirim. Çok sert sahneleri var. Kan ve şiddet göremem diyorsanız bilemem, ama her şeye rağmen sokak köpeklerinin gözünden insanoğlu olarak nasıl göründüğümüzü görmenizi isterim. Ve bir gün gelir de o köpekler, o uyumlu, dostane, yumuşacık doğalarını değiştiren, kötücüllük abidesi insanlardan intikam almaya karar verirlerse ne olur simülasyonunu izlemenizi öneririm. Tek kelimeyle bayıldım.

Bazı sahneler o kadar sert ki, bir köpek sever ve çoğu zaman insan sevmez olarak mideme yumruk atılmış gibi kalakaldığım, rengim uçarak gözyaşlarımı tutamadığım yerler oldu. Film bittiğinde "İso hemen IMDB'ye girip bu filme 10 veriyorum, gerçi o köpeklerden birinin tırnağına bir şey olduysa notumu 1'e de indirebilirim!!" tadındaydım. Ama filmde gerçekten 250 köpek kullanılmış; onlarca eğitmen  ile Budapeşte sokaklarında aylarca çalışılmış ve çekimler yapılmış ve en şiddetli sahnelerde bile köpeklerin aslında eğitmenleri ve birbirleriyle oynadıkları ve çok mutlu oldukları konusunda yapım ekibi bizleri temin ediyor. Bunun için minik bir video bile hazırlamışlar. Bakınız burada.  Ayrıca filmde kullanılan köpeklerin tamamı barınaklardan alınmış ve sokaklarda görüle görüle Budapeşte halkının sempatisini kazanan birçoğu sahiplendirilmiş. Bu da filmin mesajı henüz bir yerlere ulaşmadan, çekildiği an itibariyle bile ne kadar güzel bir amaca hizmet ettiğini gösteren bir şey bana göre. Yazan ve yöneten Kornel Mundruczo'ya helal olsun diyorum. Çok sert, ama çok etkileyici bir film. Kaçırmayın.   

Geçen haftanın ikinci en sevdiğim etkinliği de elbette "Globe to Globe Hamlet" temasıyla Londra'dan başladıkları iki yıllık dünya turnesinin 144. gününde üç performans için İstanbul'a uğrayan Shakespeare's Globe ekibinin sahnelediği Hamlet idi. Shakespeare'in ölümünün 450. yılı nedeniyle dünyanın her ülkesinde Hamlet'i oynamak gibi idealist bir amaçla yola çıkan ekibi Zorlu PSM'nin küçük salonunda izlemenin haklı gururunu yaşıyorum. Eğri oturup doğru konuşacak olursak, Shakespeare kasıyor arkadaşlar. Evet, bir çevirmen olarak bunu söylüyorum. O yüzden oyunu izledikten sonra Londra'da Shakespeare's Globe'da izlemediğim için mutlu bile oldum diyebilirim. En azından "ulen o aradaki yesternighta takıldım diye cümlenin nerede başladığını unuttum" diye başımıza ağrılar girdiğinde bakabileceğimiz bir çeviri ekranı vardı burada! ;) Bir de tabi birkaç gün öncesinde izlediğimiz Romeo & Giulietta gibi müzikal bir aşk hikayesi yok karşımızda. 


Ciddi meseleler var krallıkla ilgili! Kral ölünce kardeşi tahta geçiyor, hatta kraliçeyi de kapıyor, ölen kralın oğlu Hamlet bir anlıyor ki amcası baya dalavereler çevirerek tahta ve annesine konmuş. Bunu kendi ayarladığı bir tiyatro oyunuyla kral ve kraliçenin (amcası ve annesinin) gözüne sokarak "her şeyi biliyorum" mesajını yollayınca elbette şimşekleri üstüne çekiyor. Bir de Ophelia, babası ve kardeşinin Hamlet'e karşı kışkırtıldıkları ilişki zinciri de bir yandan gelişiyor. En sonunda ortalık öyle bir karışıyor ki ruhu şad olsun Shakespeare'cim yine ortada yaşayan bir insan bırakmadan bu oyununa da son veriyor. ;) Bu ekibi ikinci sıradan izlediğim için çok mutluyum, harikaydılar. Ama yine de hak verirsiniz sanıyorum ki bir müddet klasiklerden uzak durmayı planlıyorum. E bu da kafa yani, kıh kıh.  

Sırada pek de bayılmadan okuduğum bir Nedim Gürsel kitabı var: Tehlikeli Sevişmeler. Yıllar önce okuduğum Boğazkesen romanı dışında Nedim Gürsel'le yollarımız bir daha kesişmemişti. Ta ki Ayşe Arman röportajıyla birlikte aklıma bir kez daha gelene kadar. Ve konu da cazip gelince kitabı alayım dedim. 


Peki, beğendim mi? Cık! Hatta hiç bayılmadım desem. Sanki o koca kalemden ancak bir ergenin kendini kanıtlama çabası ya da gözümüze sokulmaya çalışılan "ben daha ölmedim" mesajı dökülebilmiş gibi bir hal. Cinsel tabuları mı yıkıyor, yoksa uzun zamandır ortalarda değildim, dönüşüm cinsellik dolu olsun ki biraz garanti olsun mu diyor bilemedim. Kısa öykülerden oluşan, kolay okunan bir kitap. Merak ediyorsanız tabi ki bir de kendiniz okuyun derim. Girişinde şair Walt Whitman'ın şu sözleri sizi karşılayacak (ki kitabın en sevdiğim bölümü oldu diyebilirim, şşş çaktırmayın.;) ):

Güzelliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen erkeği severim.
Cinselliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen kadını severim. 

Harika bir hafta olsun hepimiz için!

Büyükada'da Bienal Turu

"Bir ara gezeriz ya" dediğiniz her sergiyi en iyi ihtimalle son gün apar topar yakalarsınız, demiş bir blogger. ;) O yüzden kendisi ilgi alanına giren sergileri duyar duymaz gidip gezermiş. Ne var ki 14. İstanbul Bienali şehrin çeşitli köşelerine yayılınca ve sevdiceği her an dünyanın başka bir köşesinde olup da onu yakalaması zorlaşınca Bienal'in Büyükada'daki bölümünü kendisi de son gününde, yani 31 Ekim Cumartesi günü gezebilmiş. Üstüne de neyse artık, Arter ve diğer durakları kaçırsak da buna da şükür, diyerek Bienal defterini mutlu ve gururlu bir şekilde iki seneliğine kapatmış. 

Bienal'in harita eşliğinde gezdiğimiz Büyükada bölümü gerçekten çok güzeldi. Adanın boşalmış sonbahar sokaklarında dolaşarak gezmemizin de bunda çok büyük etkisi olduğu kesin. 

Büyükada'da ilk durağımız vapurdan iner inmez iskelede yer alan başka bir vapur olan Kaptan Paşa Deniz Otobüsü'nün içiydi. Marcos Lutyens'in Neurath'ın Gemi Askıları enstalasyonu için o rüzgarlı günde dengede durmakta zorlanarak deniz otobüsünün içinde gezindik. Lutyens'e göre "bizler açık denizde kendi gemisini inşa etmek zorunda olan denizciler gibiyiz." Geminin uzun zaman önce yitip gitmiş başka gemilerin parçalarından inşa edildiği hissine kapılsanız da aslında bu eski parçalar eski bir iskelete yeni bir yaşamın soluğunu üflüyorlar. 


Yazmaya bayılırım Kaptan Paşa, beni Güverte Jurnali'ne götürsen de bir iki satır bir şeyler karalasam, olmaz mı? ;) Üst kat güvertesine çıktığınızda Pınar Yoldaş'ın Boğaz'ın suyunu gemiye pompalayan Suyun Kalbi çalışmasını göreceksiniz. 


Buradan çıktıktan sonra hemen karşıdaki merdivenlerden yukarı çıkarak Splendid Palas Oteli'ne gidiyoruz. Burada William Kentridge'in Ey, İçli Makine adlı video çalışması var. Rizzo Palas'taki Ed Atkins çalışması kadar bayılmasam da buna yine de yıllar sonra yürüyerek nefis bir Büyükada turu yaptığım için zaten çok mesudum, hiç sorun değil. 


Sırada Mizzi Köşkü var. Burayı daha önce gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Ne kadar güzel bir yapı, hayran oldum. İçindeki Susan Philipsz işi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Batan gemi Elettra'nın deniz altındaki kalıntılarından yola çıkarak oluşturduğu ses enstalasyonu ve fotoğraf baskılarından çok binanın kendisini izledim ben sanırım.


Sırada yine terk edilmiş köşklerden biri var: Rizzo Palas. Binanın içinde gezinen kediler, eski dolaplar, şilteler, kırık dökük koltuklar, açık camlardan içeri giren rüzgarla uçuşan perdeler... bildiğin korku filmi setindeyiz sevgili okur. Gıcırdayan merdivenlerden yukarı çıktığımızda ise dev ekranda Ed Atkins'in Hisser adlı nefis video çalışması bizi karşılıyor. Sıradan bir gazetecinin sıradışı ölümünü (odasında bir çukur oluşuyor ve adamın vücudu ve yatağı bir daha bulunamıyor. bkz. Jeffrey Bush. Ah! Bu korku filmi ortamına yakışır bir hikaye, ne dersiniz?) çok gerçekçi bir simülasyonla anlatan bu video çalışması gerçekten çok etkileyiciydi.  


Dışarı çıkıp da videonun ve ortamın etkisinden kurtulduktan sonra, güneşin vurduğu bu güzel köşke baktığımda bu yapının da güzelliğini fark ettim. Bu güzelim metruk köşkler ne olacak acaba? Ruhsuz yapılara dönüşmeseler de, orijinaline benzer şekilde restore edilip ziyarete falan açılsalar olmaz mı? Olmazsa da bu halleriyle kalsalar ve sadece yıkılmamaları sağlansa, ona bile razıyım!


Sırada Çankaya Caddesi 57 numaradaki Daria Martin videosu var. Eşikte adlı bu çalışmada haddinden fazla empati ve duyulara odaklanılmış. İsocum tamamını izledi ama ben yarısında çıktım, çünkü Haneke'nin Seventh Continent'ı tadındaydı ve bağrımı falan parçalayasım geldi bir süre sonra, içimi sıktı. Ben de o arada sokaklarda biraz fotoğraf çektim. ;)


Ve gelelim Bienal'in Büyükada bölümünün en merak edilen son durağına: Troçki Evi. Troçki'nin sürgün sırasında yaşadığı terk edilmiş evin bakımsız bahçesinden aşağı inip de Adrian Villar Rojas'ın denizin üstüne yerleştirilmiş, birebir boyutlardaki 29 adet hayvan heykelini görünce herkesin gözleri fal taşı gibi açılıyor ve yüzlerde bir "Vay canına!" ifadesi okunuyordu diyebilirim. Biz de istisna değildik. Tüm Annelerin En  Güzeli gerçekten çok etkileyici bir çalışmaydı. Sırtında geçmişlerini ve geleceklerini taşıyan o dev hayvan heykellerine hayran olmamak mümkün değil diye düşünüyorum.


Eh, bu kadar sanat acıktırıyor, arkadaşlar. Ruhumuz doymuş olabilir ama karnımız zil çalıyor. Saat de neredeyse 15.00'e yaklaşıyor. O zaman bir öğle rakısı hiç fena olmaz değil mi?

Bienal ve ertesi günü yapılacak seçimlerle ilgili muhabbet ederek -kedi dışındaki ;)- her şeyi nefis mevsim salatası eşliğinde silip süpürdüğümüz bu leziz mekanın adı Lido idi. Hem servisten, hem de taptaze meze ve deniz ürünlerinden çok memnun kaldık. Kesinlikle öneririm. Seçim tahminlerimiz ise tabi ki tutmadı; yine de 8 puancık farkla ben daha çok yaklaşan taraf oldum!


Eh, açık hava, bol rüzgar, bol hareket, öğle rakısı derken akşam 18.00 vapuruyla Kabataş'a dönerken de şöyle görüntülerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. ;)


Tadı damağımızda bir gün geçirdik. İstanbul'un bu kadar yakınında ne güzel bir kaçamak yeri olan Adalar'a yıllardır neden gelmediğimizi düşündük. Gerçi sebebi yine İstanbul'un bunaltıcı kalabalığı ama olsun, en azından sezon dışındaki güzel havalarda bir gün kalmalı ya da günübirlik huzur kaçamakları yapılabilir her zaman. Şimdi ilk hedefimiz daha önce hiç görmediğimiz Burgazada. Bakalım, hedef koymak gerçekleştirmenin yarısı mıymış göreceğiz. ;)

Hafta sonu Bu arada bugün Contemporary İstanbul başlıyor, biliyorsunuz değil mi? Gidebilenlerin hafta sonu kalabalığına kalmadan gezmesini öneririm. Biz galiba Cumartesi günü oralarda olacağız. Yaşasın sanat dolu hafta sonları! ;)

Şarj Edilebilir Diş Fırçalarına Dair Doğru Bilinen Yanlışlar

Manuel diş fırçası şarj edilebilir diş fırçası kadar iyi temizler!




Yanlış.  İlk kullanımdan itibaren şarj edilebilir diş fırçaları manuel fırçalara oranla  2 kat daha fazla plak temizler. Bu özellik dişlerinizin yalnızca dış görünümü için değil, sağlığı için de oldukça önemli. Plak, dişin dış kısmını kaplayan bakteri tabakasıdır. Bakteriler yediğimiz yiyeceklerdeki şekerle beslendikleri için, zamanla asit oluştururlar. Bu nedenle bakterilerin diş yüzeyine yerleşmesi, diş ve diş eti hastalıklarının en önemli sebeplerinden biridir.
Oral-B’nin elektronik fırçalarının tamamında fırça başlıkları yuvarlak olarak tasarlanmıştır. Bu yenilikçi tasarım sayesinde her dönüşte farklı bir açıyla dişin tüm yüzeyinin temizlenmesine olanak sağlar. Küçük boyutuyla her bir dişin yüzeyine ve diş aralarına rahatlıkla ulaşabilir.

Şarj edilebilir fırçalar yalnızca ağız ve diş sağlığı konusunda problem yaşayan kişilere tavsiye edilmektedir!

Yanlış. Oral-B’nin yaptığı bir anket çalışmasında, katılımcıların %39’unun ancak dişleriyle ilgili herhangi bir problem yaşadıktan sonra şarj edilebilir diş fırçası kullanmaya başlayacaklarını belirttikleri görüldü.


Ağız sağlığında tedaviden çok koruma yöntemi izlenmesi tavsiye edilmektedir. Çünkü dışarıdan yapılan herhangi bir müdahale, ne kadar iyi olursa olsun kendi dişinizin sağladığı rahatlığı ve fonksiyonelliği sağlamaz. Dişleri korumanın en önemli yolu, ağız ve diş problemlerinin bir numaralı sorumlusu olan plak tabakasını ortadan kaldırmaktır. Şarj edilebilir diş fırçaları, plak temizliği konusunda manuel diş fırçalarından %100’e kadar daha fazla etkilidir. Plak, yapışkan bir madde olduğu için diş fırçanızdan da ayrılması zordur. Bu nedenle diş hekimleri ortalama 3 ayda bir diş fırçanızı yenilemeniz gerektiğini söylüyor.
Şarj edilebilir diş fırçası da kullanıyor olsanız, 3 ayda bir fırça başlığı  değişimini gerçekleştirmek durumundasınız. Oral-B, elektronik diş fırçanızı kolayca yenilemeniz için değiştirilebilir başlıklarla size sunuyor.

Nasıl bir diş fırçası kullanıyor olursanız olun, diş fırçalama süreniz aynı olduğu için aynı etkiyi yakalayabilirsiniz!

Yanlış.  Diş hekimleri, dişlerinizi günde en az iki kez, 2 dakika fırçalamanızı öneriyor. Ancak yapılan araştırmalar ve klinik deneyler, dişlerinizi 2 dakika şarj edilebilir diş fırçalarıyla fırçalamanızın çok daha etkili sonuçlar almanızı sağladığını gösteriyor. 

Şarj edilebilir diş fırçaları diş yüzeyine zarar verir!



Yanlış.  Yukarıda bahettiğimiz anketin bir başka ilginç sonucu da, anket katılımcılarının %5’inin şarj edilebilir diş fırçasının diş yüzeyine zarar verdiğini düşünmesi. Oral-B’nin şarj edilebilir diş fırçaları, basınç göstergesi sayesinde diş fırçasını dişinize çok fazla bastırdığınızda çalışmasını durduruyor.

Tüm şarj edilebilir fırçalar aynı özelliktedir!

Yanlış.  Herkesin diş yapısı birbirinden farklı. Bu nedenle Oral-B kullanıcılarına birbirinden çok farklı özelliklere sahip farklı şar edilebilir diş fırçaları sunuyor. Hassas dişetleri için, farklı büyüklükteki diş aralıkları için ya da sararmış dişleri beyazlatmak için birbirinden farklı bir çok diş fırçası modeli bulunuyor.

Detaylı bilgi almak için videoyu izleyebilirsiniz. Ürün alternatiflerini görmek için tıklayınız.


KAYNAK: www.uplifers.com

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Amy & Mommy & Rose Water & Helium

"Bu ülke ancak sanatla çekilir, sanata boğulmak lazım!" derken ciddiydim sevgili okur. Kendimi sanatın her türlüsüne boğmuş durumdayım. Sergiler, müzikaller, tiyatro, sinema, kitaplar, müzik, vs... Haberler ve sosyal medya ile ilişkimi de minimuma indirdim. Benden mutlusu yok artık. Önemli bir gelişme olursa beni de haberdar edin, zira çaresizce memleket meselelerine boğularak muhtemelen bir kez yaşayacağım çok değerli ömrümü heba edecek değilim. 

Gelelim bu aralar izlediklerime. Asif Kapadia'nın belgesel film niteliğinde çektiği ve Amy Winehouse'un arşiv görüntüleri ve şarkılarıyla oluşturduğu Amy'yi çok beğendik. Galiba 27 yaşında göz göre göre ölüme giden Amy Winehouse'un müziğini çok sevmemizin de bunda büyük etkisi oldu. Belgesel 15 yaşlarındaki Amy ile başlayıp, sanatçının son zamanlarına kadar devam ediyor. Amy'nin gözlerindeki ışığın yıllar içinde -özellikle de son birkaç senede- sönüşü o kadar bariz görülüyor ki insanın içi acıyor. Bu naif, utangaç ve duygularını çok yoğun yaşayan genç kadının aslında en büyük düşmanlarının ailesi -özellikle babası- ve büyük bir tutkuyla bağlandığı sevgilisi -sonradan kocası- Blake olduğunu da görüyoruz. En çok etinden, sütünden faydalananlar da onlar olmuşlar tabi! İlk başlarda birlikte çalıştığı Nick ise gidişatın farkına varan gerçek bir dost olsa da akışı değiştirmek konusunda etkili olamamış ne yazık ki. 27 yıllık ömrüyle dünyada iz bırakanlardan Amy Winehouse. Şartlar farklı olup da hayatta olsaydı da aynı şekilde etkili olur muydu müzik severlerin kalbinde bilmem. Ama ne olursa olsun, böyle bir kadının 27 yaşında hayata veda etmemiş olmasını ve o gözlerindeki ışığın sönmemesini dilerdim. 


İkinci önerim Mommy adlı film. 2014 yapımı bir Xavier Dolan filmi. Daha önce çok severek izlediğimiz Laurence Anyways ve Annemi Öldürdüm filmlerinin de yönetmeni Xavier Dolan. Mommy'de de yine sorunlu bir anne-oğul ilişkisi var. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite sorunu yaşayan Steve, rehabilitasyondan yeni çıkıp, zor şartlar altında hayatını tek başına sürdürmeye çalışan orta yaşlardaki annesinin yanında kalmaya başlar. Zaman zaman şiddet gösterdiği için her an ıslah evine gönderilme durumu vardır ancak annesi ne kadar zor olursa olsun onu yanında tutmaya kararlıdır. Geçirdiği bir travma sonrasında kekemelik yaşamaya başladığı için öğretmenlik yapmaya devam edemeyen karşı komşularının da yaşamlarına katılmasıyla birlikte üçlü olarak iyileşmeye, iyileştirmeye ve direnerek hayat mücadelelerine devam ederler. Sert ve etkileyici bir film. Sert ve etkileyici de bir son sizi bekler. Kesinlikle izlemeye değer.





Sırada Jon Stewart'ın gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak çektiği Rose Water (Gül Suyu) adlı film var. Londra'da yaşayan İran asıllı BBC muhabiri Maziar Bahari'nin İran'da gerçekleşecek seçimleri izlemek için bir haftalığına gidip, iktidarın hoşuna gitmeyen görüntüler çektiğinden dolayı hiçbir gerekçe gösterilmeden 100 gün hücre hapsinde tutulmasının sinir bozucu öyküsü. Hani günümüzde "Aman film icabı canııım" ya da "ay ne ülkeler var, iyi ki oralarda yaşamıyoruz" diyemediğimiz için daha da sinir bozucu bir öykü. Hapse atılan gazeteci Bahari rolünde Gael Garcia Bernal var. Şili'de Pinochet'nin gönderilişini anlatan No filminde de "Hayır" kampasını yöneten kişiydi kendisi. Bir nevi müzmin muhalif diyebiliriz yani. ;) Bir sürpriz de filmde Bahari'nin ölmüş babasını canlandıran Haluk Bilginer. Onu da izlemekten keyif alacaksınız, eminim. En sevdiğim sahnelerden biri de Bahari'nin kafasında çalan Leonard Cohen eşliğinde hücresinde dans ettiği sahne oldu. Umudu ve içimizdeki müziği kaybetmemenin müthiş bir direnme gücü kazandırdığına dair güzel bir görüntü olarak kazındı adeta zihnime. İzleyin. 


İsocum'un kaydettiği kısa filmlerden biri var sırada. Bu kadar duygu dolu, bu kadar güzel bir film olacağını hiç düşünmeden geçmiştim başına. Bittiğinde gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Adı Helyum. Ölümcül bir hastalığı olduğu için hastanede sonunu bekleyen küçük Alfred ve onun uçaklar, zeplinler ve uzay araçlarına ilgi duyduğunu fark ederek Helyum adında başka bir dünya hakkında hikayeler anlatmaya başlayan temizlik görevlisi Enzo var başrollerde. Ayrıca umudun ve hayal gücünün kurtarıcı etkisi de başrollerde. Ölmekten korkan ve bu dünyada annesi, babası ve Enzo ile kalmak isteyen Alfred, bu ikisinin iyileştirici etkisi sayesinde uzun bir uykuya daldıktan sonra dev bir araca binerek, bambaşka bir hayatın yaşandığı harika bir gezegene gideceğine inanıyor. Bana kalırsa hastanede gördüğü tedaviden çok daha yararlısını, anlattığı hikayelerle Enzo kendisine sağlamış oluyor. 40 dakikalık çok etkileyici bir film. Mutlaka bir yerlerden bulup izlemenizi öneririm. Bulamazsanız bize gelin, hâlâ kaydı silmedim, saklıyorum. ;)

Bu minik aradan sonra artık Bienal'in Büyükada'daki bölümünü yazsam iyi olacak sanki. Daha bir sürü lezzet keşfi de var sırada. Çok çalışmam lazım, çok! ;)

İyi seyirler!

Romeo & Giulietta

Romeo & Giulietta'nın Zorlu PSM'de yeniden oynayacağını, üstelik o hafta İsocum'un da burada olacağını öğrenir öğrenmez biletlerimizi kaptık. Heyecanlı bekleyişin nihayet sona erdiği 6 Kasım akşamı yerlerimize yerleştik ve "Perde!" dedik. Bize ne oluyorsa, kıh kıh. ;)


William Shakespeare'in en bilinen oyunlarından biri olan Romeo & Giulietta'nın öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Biz durumu yerinde incelemek üzere Verona'ya gidip, Capuleti ailesinin kızları güzel Giulietta'nın evine konuk olmuştuk. Verona atmosferinde hikayeyi okumak için buraya buyurun. Aşağıda ise Romeo'nun Giulietta'ya serenat yaptığı balkonda duran bizi görebilirsiniz. Ah yıllar! Dört yılın bile fark yarattığı hassas dönemlerden geçiyoruz sevgili okur. ;)


Hikaye yüzyıllar öncesinden kalmış olsa da İtalyan yapımcı David Zard önderliğinde oyunu sahneleyen Romeo e Giulietta ekibi, bu klasiği modernize etmeyi de başarmış. Kostümler, müzikler, dekor, oyuncular sayesinde bu hafiften arabesk tadındaki klasik aşk hikayesinde de 21. yy dokunuşunu görmüş olduk. Nefis sesler eşliğinde izlemeye doyamadığımız bu müzikal yaklaşık 3 saat sürdü, ama ben bir 3 saat daha izleyebilirdim, öyle diyeyim. Bir daha İstanbul'a gelecek olurlarsa sakın kaçırmayın. 

O zaman selamlama kısmında İsocum'un çektiği bu video ile size veda etsinler bakalım. Bu aralar Shakespeare'den gidiyoruz bakalım, akşam da yine çok sevdiğimiz Zorlu PSM'de Globe to Globe Hamlet'i izleyeceğiz. Heyecanla bekliyorum!

Tuzlu Su'yun İzinde İkinci Durak: Galata Rum Okulu

14. İstanbul Bienali bitmiş olabilir ama ben henüz yazmayı bitiremediğim için blogda devam ediyor. ;) 29 Ekim tatilini fırsat bilerek İsocum'la Bienal'in Galata Rum Okulu'ndaki kısmını da birlikte gezebildik. 26 Kasım'a kadar uzatılan İstanbul Modern'deki kısmı kadar etkilendiğimiz işler olmasa da burası da görmeye değerdi doğrusu. 

En beğendiklerimden bahsedeyim kısaca. Girişteki o geniş avlu benzeri alana kurulmuş olan Tuz Tüccarları adlı Anna Boghiguian çalışması bence bu mekandaki en etkileyici işti.  Kumaşlar, resimler, çizimler ve seslerden oluşan (dalga ve martı sesleri) bu çalışmada antik zamanlarda Antarktika'da kaybolan ve buzullar eridiğinde yeniden ortaya çıkan tuz yüklü bir teknenin M.S. 2300'de tekrar ortaya çıkışı anlatılmış. Şimdi ve sonra arasındaki bir zamanda tuz ve demir oksitlenmesi yüzünden aşınarak sona eren bir dijital çağın ardından dünya bu tekne sayesinde kendi geçmişini yeniden keşfetmektedir.  


Michael Rakowitz'in Eti Sizin, Kemiği Bizim adlı iki odaya yayılan çalışmasında neler yok ki. Sivriada'da bulunmuş köpek iskeletlerinden parçalar, Anadolu'daki terk edilmiş Ermeni çiftliklerinden bulunan hayvan kemikleri, kabartma çizimler, Emek Sineması'ndan, Yıldız Sarayı'ndan kalma alçı kalıpları, yıkılmış özel birtakım binalardan parçalar ve daha pek çok yaşanmışlıktan artakalanlar... İstanbul'un Ermeni geçmişiyle de güçlü bağlantıları olan etkileyici bir projeydi bu. 


Açık Okul'a buyurmaz mıydınız? Okulun arşivi ile beraber en aktif kullanılan kütüphane odasını yeniden işlevlendirmeyi amaçlayan bu çalışma 2013 yılından beri devam ediyormuş. Arşiv tarama ve araştırma çalışmalarının yanı sıra kütüphane mekanında gerçekleştirilen okuma seanslarıyla da uzun yıllar sessizliğe gömülen ve en son 2012'de Rum cemaatine iade edilen okulun kaybettiği sesi geri getirmek amaçlanıyor. Proje, Hollanda Başkonsolosluğu'nun MATRA İnsan Hakları Fonu tarafından desteklenmiş. 


Aşağıda ise okulun değişik odalarından aklımda kalanlardan bazıları yer alıyor. Sol üst köşedeki çalışmanın adı Trans-formasyonlar. Prabhakar Pachpute ve Rupali Patil adlı iki genç Hint sanatçının çalışmalarından biri. Hayal gücünün öğrencileri baskıcı bir eğitim sisteminden nasıl özgürleştirebileceğini göstermeye çalışmışlar. El fenerleriyle girilen karanlık bir odaya hazırladıkları madencilerle ilgili enstalasyon da çok etkileyiciydi. Bu çalışmayla birlikte Soma'da can veren madencilere de dolaylı bir göndermede bulunmuşlar.  


Kolajın alt sırasında yer alan okul sıralarındaki çizimler de yine Rupali Patil'e ait. Birinin Vizyonu, Kalanların İnancı Var adlı bu çalışma kapsamında sınıftaki tüm sıralarda değişik vizyonlarla tanışmak mümkün. Andrew Yang'ın en üst kattaki yerleştirmesinin bir parçası olan zillerle seslerin bitmek bilmez titreşimlerine siz de katkıda bulunabiliyordunuz. İyi mi kötü mü tartışılır tabi, zira o odadaki Bienal görevlisi kulaklıklarla oturuyordu. ;)

Bienal'in ikinci durağından da kısaca izlenimlerimi aktardığıma göre üçüncü ve bizim için son durağına geçebilirim artık. Ya da araya birkaç film ve kitap alayım, nasılsa Bienal bitti, acelemiz yok, değil mi? Hepinize sanat dolu bir hafta diliyorum. Öncesinde de derdim, ama artık daha şiddetle savunuyorum: bu ülkede hayat, ancak sanatla çekilebilir. Kendinizi sanatın her türlüsüne boğun ki, baskılanmaya çalışılan tüm hücreleriniz özgürleşsin ve nefes alabilin! 

İyi haftalar diliyorum. 

Asım İşler'in II. Paris Dönemi Resimleri

Gravür sanatçısı -hatta ustası diyelim- Asım İşler'in gravürün sınırlı çerçevesinin dışına çıkarak, büyük boyutlu tuvallere yaptığı çok renkli soyut çalışmaları görmek için 21 Kasım'a kadar FMV Galeri Işık'a uğramanızı öneririm.Sanatçının 1987-92 yılları arasında Paris'te üretmiş olduğu yağlıboya ve akrilik çalışmaları arasında soyut ve dışavurumcu yeni bir çizgiye varan eserler de görmek mümkün.


Ressamın çalışmalarının arkasında mutlaka bir gravürcü dokunuşunu yakalıyorsunuz. Net konturlar yok, renkli bütünlüğün karışımı yok, fakat resimsel elemanların yan yana ve üst üste gelen planlarıyla oluşturulan bir üçüncü boyut, gravürün aşamalı katlarla çalışmasını çağrıştırıyor. 

Bir Hayal Ülkesine Seyahat, 1988

Kırmızı Oda, 1990

Sanatçı 1988 yılından başlayan evrenin, resim geçmişinde yeni bir dönem olarak görülebileceğini belirtmiş. Belirgin bir soyut resim ve dışavurumcu tutum ve anlayışı belgeleyen çalışmaları olduğunu söylemiş. Bu dönemde dikey boyutlara geçiş ve geniş ebatlarda ısrarlı tutumun, açık form mantığı ve renk egemenliğinin ağırlık kazanmasının, karakteristik özellikleri oluşturduğunu da eklemiş.

Pembe Düşler, 1989

Devinim II, 1989

Sanatın sonsuzluğa ve ölüme karşı bir duruş, olumsuzluk, şiddet ve çirkinliğe karşı bir savunma ve bir çığlık olduğunu savunan Asım İşler, sanat eseri ve sanatçının da kimsenin satın alamayacağı, ancak yer ve zaman değiştiren kalıcı bir varlık ve belge olduğunu söylüyor. 

"Sanatımız var olmanın, öğrenmenin ve yaşamı olumlu kılmanın yoludur."

İyi hafta sonları!

Sergi Haberi: Ağacın Gözleri

Matthias Verginer'in  "Ağacın Gözleri" isimli Türkiyedeki ilk sergisi 9-30 Kasım tarihleri arasında Galeri Selvin'de sanatseverlerle buluşuyor .

1982 İtalya, Bressanone doğumlu olan sanatçı, 1996-2001 Selva Gardena Devlet Sanat Okulu'nda reklam grafiği ve heykel bölümünde eğitimini almıştır. Kuzey İtalya'da, Ortisei şehrinde yaşıyor ve çalışmalarını orada sürdürüyor.

Matthias Verginer'in eserleri mizah yüklüdür. İlk bakışta belirsiz ve komik gibi görünse de oluşturdukları gülümseme izleyiciyi doğruca duygusallığa yöneltmez. Henri Bergson'un dediği gibi "akıl saflığı ve basitliğe yöneltir." Bu eserler sadece eğlenceli ve çekici değildir. Bizleri, sorgulanabilir veya tümü ile gerçek, değişen veya hareket etmeyen mekanizmaları üzerinde düşünmeye de zorlar.

Ahşap yontularak ortaya çıkan renkli hayvan ve insan figürleri sadece "güzel" değil ama şaşırtıcı ve gizemli rüyalar gibidir.



Asırlık bir ağacın altında duran bir kişinin ; yaprakları,dalları, kökleri ve üzerinde bulunduğu toprağı ile birçok mevsimler, iyi ve zor günler geçirmiş olan bu ağaca saygı ve hayranlık duymaması olanaksızdır. Ağaca şekil veren her bir dalın pozisyonu ve yaprakların çokluğu azlığı o ağacın bulunduğu yere,ışığa,iklim şartlarına,çevresindeki diğer bitki ve hayvanlara karşı vermiş olduğu reaksiyon ve iletişimin sonucunu gösterir.




Birisi gözünü kapatır ve o ağaca dokunarak hayal kurarsa, onun bir tek yaşamı değil etrafındaki birçok canlının da yaşamını sembolize ettiğini farkeder. Ağaç gövdesi içinde ve üstünde bir çok göz olduğunu  ve bir o kadar da çok duygunun gövde içine işlediğini hayal edecektir. Budaklar ve çizgiler insana, hayvana ve aralarındaki ilişkiye dönüşür.

Matthias bu gözleri, gövdenin içinde ve üstünde geçmiş yaşamları hayal eder ve bu hayal akışı içinde el becerileri ile onları ortaya çıkarır. Gövde içinde keşfedilerek tekrar yaşama dönüşmeyi bekleyen şekiller, hayatlar ve hareketler Matthias ile mizah dolu yontular olarak aramıza katılırlar. Bu mizah anlayışı onu,kadın ve erkeğin ne kadar absürd güzellik ve davranış modellerimiz olduğunu gösteren paradoksal durumlara sürüklemiştir.



Hayalimizi sosyal statü,moda ve güç gibi soyut ve sahte elemanlar üzerine kurarken gerçekte kemikler ve kandan oluşan vücudumuzu ve zaafiyetlerimiz, limitlerimiz ve bizi tek yapan korkularımız içindeki kendimizi unuturuz.

Matthias'ın,süper kadınlar gibi uçmayı hayal eden kilolu kadınları bizi güldürse de insanların gerçek duygularını ifade etmektedir.

Zürafa tenli bir fil olmayacak bir hayvandır ama mizahi olarak modeller ile aynı olmamak arzusunun tam bir sembolüdür. Aynı zamanda, Matthias'ın hayvanları eğer yönetebilirsek üstlerine binebileceğimiz müttefiklerimizdir .
                                                                                
9-30 Kasım tarihleri arasında Matthias Verginer'in "Ağacın Gözleri" isimli heykel sergisini Galeri Selvin’de görebilirsiniz.


Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy/İstanbul
Tel: 212.263 74 81

Galeri Selvin Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.