Burano ve Murano Adaları

Ah Venedik! Masal dünyası. İtalyanlar bir masal anlatsa o Venedik olurdu zaten. Gerçek dünyaya ait değil gibi. Gerçek bir şehir değil gibi. Ama çok büyüleyici, çok rüya gibi, çok romantik. Bizim bildiğimiz anlamda gerçek dünyaya ait değilmiş gibi görünen pek çok yer var aslında. Ama bu masal diyarların hepsi çok uzak. Aklıma ilk gelenler Afrika'nın herhangi bir yeri, Hindistan, Küba... Buralara ha deyince gitmek çok kolay olmayabilir ama masalsı bir hafta sonu geçirmek için bile Venedik'e gitmek mümkün. O açıdan da insana mutluluk veren bir yer bence.

Yalnız ikinci gidişimde de gördüm ki aslında burada dolu dolu birkaç gün daha geçirilir, çünkü çok fazla müze, galeri, kültür-sanat etkinliği var ve biz bunların hiçbiri için fırsat bulamadık tabi. Bir de minik bir uyarı notu: hava açısından her zaman tedarikli olmalısınız bu şehirde. Ağustos ortasında geldiğimizde de çılgın bir yağmura yakalanmıştık, bu kez de en serin, en üşüdüğümüz ve en ıslak durak burası oldu. 

Anlayacağınız artık 22 Nisan gününe geldik. Santa Lucia Tren İstasyonu'nda indikten sonra Lido yönüne giden vapura atladık ve Zattere istasyonunda inerek çok merkezi, temiz, kahvaltısı güzel, odaları geniş bir otel olan Domus Cavanis'e ulaştık. Aşağıda odamızın baktığı güzel avlu, gezi boyunca sürekli ağrıyarak beni deli eden ayaklarıma reiki verirken oturduğum yatak ve hemen karşısında bavullarımızı koyduğumuz divan benzeri bölümün olduğu oda görüntüleri var. Banyo eski ve küçüktü. Onu da belirteyim. 

  
Hey adamım! Bir doz şifa aldıysan, hemen o ayakları ayakkabılarına bir şekilde tıkıştır ve en az 20,000 adım için yollara düş bakalım! Önümüzdeki yarım gün Burano ve Murano Adaları'nı gez ki yarın tüm gün kanallar, köprüler arasında aylaklık edebilesin. ;)

İlk durak ana karaya yaklaşık 1,5 saat vapur mesafesindeki Burano Adası. Bu iki adaya ilk gelişimizde hiçbir şey anlamayacak kadar kısa sürelerle ve şakır şakır yağmurluyken uğramıştık. Şimdi renklerin tadını çıkarma zamanı. 

  
Bu şirin ve rengarenk adada oturanlar evlerini boyatmak istediklerinde devlete başvuruda bulunuyorlarmış. İşin uzmanları da bir araya gelip hangi rengin adanın görselliği açısından en uygunu olacağına birlikte karar veriyormuş. Öyle kafaya göre "ben yaptım oldu" keyfiyeti mümkün değil elbet. İnsanın içini açan bu güzel evleri dışında adanın en meşhur şeyi ne derseniz, dantelleri diyebilirim. 


Çok aç olmamıza rağmen adanın en iyi iki restoranından birinde yemek yiyemedik ne yazık ki. Çünkü siesta zamanına denk geldik. Siz giderseniz mutlaka ya Trattoria da Romano ya da Trattoria Al Gatto Nero da Ruggero'da yemeye çalışın. Ve elbette artık Venedik sınırlarına girmemizle birlikte mutfaktaki tema da değişiyor: deniz ürünlerine geçiyoruz. 

Burayı bitirdiysek vapura atlayıp Murano'ya gitme zamanı. Açıkçası Burano'dan sonra burası gözüme daha bir yavan geldi. Aslında daha büyük ve cam işçiliği üzerine yoğunlaşmış bir ada olduğu için çok daha ilgi çekici yerleri vardır eminim ama bizim orada olduğumuz Cuma öğleden sonrasında her yer terk edilmiş gibiydi. Cam atölyelerini geçtim dükkanları bile kapalıydı. Sokaklarda tek tük insan vardı ve sanki Pazar akşamı sakinliğindeydi. Adam ana meydana çıkan tükkanının kapısına süpürgeyi çapraz koyup gitmiş, daha neyin derdindesin kardeşim?! ;)


Gerçekten de bu adanın en merkezi noktası bu Santo Stefano meydanı. St. Stephen Kilisesi ve onun 19. yy'dan kalma saat kulesi ve önünde bulunan camdan yapılmış yıldız patlaması heykeli görülmeli. Geri kalanı yine kanallar, yine köprüler, yine güzellikler, falan filan işte...


Evet, yarım gün gibi bir sürede bu iki adayı da gezmeyi bitirdikten sonra akşam saat 18:30 gibi yeniden Venedik'te oluyoruz. Güzel bir akşam yemeği için yerimiz hazır ama yeme-içme-alışveriş notlarım başka bir yazıda sizlere ulaşacak. Önce özlediğimiz Venedik'le bir hasret giderelim değil mi? ;)

İyi haftalar!

Hiç yorum yok: