Kaplan Sarılması & Jackie & Lion

Bu hafta sonu bir tiyatro ve iki film izleyip, elimdeki kitabı da bitirme fırsatım oldu. Uzun bir aradan sonra kültür-sanat anlamında verimli bir hafta sonu geçirebilmenin mutluluğu içindeyim anlayacağınız. Tiyatro için Toy İstanbul'daydık. Çıktığı andan beri merakla beklediğimiz Şebnem Bozoklu'nun Kaplan Sarılması oyununu izledik. Tek kişilik bir oyun gibi görünse de Kerem Fırtına da harika sesiyle ikinci oyuncu olarak varlığını fazlasıyla belli ediyor aslında. Kemal Hamamcıoğlu'nun yazdığı tek perdelik ve yaklaşık 50 dakikalık oyunu izlemenizi öneriyorum. Bir kadının son teknoloji ürünü kontrollü bir ortamda tam da aradığı dozda ve tarzda mutluluğu bulma çabası var oyunda. Ama mutluluğun bileşenleri o kadar çok ki, özellikle de bir kadın için.. Ve onların hepsi bir araya gelse bile yine de kadının "mutluluğu güvence altında" olabilir mi ki? 


Sanal mutluluk kriterlerini tamamladığını düşünüp de aslında intihara bir kala hayatlar yaşayanlar geldi aklıma bu oyunu izlerken. Brad Pitt'i bulduğunu göstermekle uğraşıp, sarılmaya cesareti olmayanlar. Sağlıklı bir dozda mutsuzluktan kaçarak sağlıklı mutluluk seviyesine ulaşamayanlar. Etrafta onlardan o kadar çok var ki. Sahte olumlu profillerin yarattığı antidepresan mutluluğu! Bu dönem en rahatsız olduğum şey. Azalarak bitmesi dileğiyle.

Bu arada oyun her Cuma iki seans halinde sahneleniyor: 20.30 ve 22.00'de. Biletleri Toy İstanbul gişesinden (0-212-970 28 69) ya da web sayfasından alabilirsiniz. 

***

Sinema seyircimiz Recep İvedik'e doyamıyor olabilir ama biliyorsunuz Oscar töreni yaklaşıyor ve aday filmleri izlemek lazım artık. Biz de Lion ve Jackie ile başladık bu seriye, ama İsocum bu hafta da olmayacağı için yine Oscar öncesi adayların tamamını izlememiz mümkün olmayacak gibi.  Olsun, azimliyiz, izleyeceğiz illa ki.

Lion çok etkileyici bir gerçek yaşam öyküsü uyarlaması. Hindistan'ın başlı başına film gibi ortamında geçmesi bile yetebilir zaten. Annesi taş ocaklarında çalışan minik Saroo, bir gün taş taşıma işi bulan ağabeyi Guddu'yu ikna ederek onunla boyundan büyük bir işe girmeye kalkışıyor. Ancak zar zor ikna ettiği ağabeyiyle gece çıktığı tren yolculuğunda uykusu gelince ağabeyi istasyonda uyuyarak kendisini beklemesini söylüyor. Bizim minik de kafasına göre boş bir trene binip uyumaya karar verince kendini bir anda evden 1600 km uzaklıkta, Bangladeş sınırındaki Calcutta'da buluyor. Annesinin adını, geldiği yerin dilini bile bilmeden bir anda aile sıcaklığından sokak çocukluğunun tehlikelerine sert bir geçiş yapan Saroo'nun, neyse ki şans yüzüne gülüyor da sokaklarda harcanan binlerce Hintli çocuğun kaderini paylaşmak yerine Avustralyalı bir aile tarafından evlat ediniliyor. Daha sonra Hindistan'dan ayrılıp yaklaşık yirmi yıl sonrasına, Saroo'nun Avustralya'da genç bir delikanlı olarak sürdürdüğü hayatına dönüyoruz. Bir noktada geçmişini aramaya karar verip, annesini, yaşadığı yeri bulmak için araştırmalara başlamasının sonucunda nelerin çıkacağını da merakla bekliyoruz tabi ki. ;)

Sıfır duygu sömürüsüyle çekilmiş, çok etkileyici bir film olmuş. Saroo'nun çocukluğunu oynayan minnak Sunny Pawar'ın hastası oldum. Bu filmin en iyi oyunculuk ödülünü ona veriyorum. Evlatlık alan çift olarak Nicole Kidman ve Dev Patel cuk oturmuş rollerine. Gerçek hayata dönecek olursak da hayata böylesine dezavantajlı başlayan çocuklara böyle bir imkan sağlayan her insanın nasıl mucizevi bir iyilik yaptığını düşündüm bir kez daha. Bu filmi kaçırmayın derim.

Natalie Portman denince de akan sular durur benim için. E hikaye de tüm zamanların en ilgi çekici First Lady'lerinden biri olan Jackie Kennedy'nin hikayesi.  İzlemeyip de ne yapacağım, tabi ki kaçıramazdım. Natalie Portman'ın oyunculuğuna bayıldım. Her rolü hakkıyla oynayabileceğini düşündüğüm bir kadın. Nefis bir performans.

Jackie Kennedy, John F. Kennedy'nin uğradığı suikasttan bir hafta sonra Life dergisine bir röportaj vermiş. Film de Jackie'nin Life'tan evine gelen muhabirin sorularını yanıtlarken geriye dönerek hayatının suikast öncesi ve sonrasındaki bazı bölümlerine götürüyor bizi. Yaşadığı travma, iki küçük çocuğunun yanındaki dik duruşu, cenaze hazırlıkları, protokole karşı tavrı gibi durumlar çok güzel anlatılmış. Çok gerçekçi, abartıdan uzak, olması gerektiği kadar. Biyografi belgeselleri tadında biraz da.

Yönetmenin aynı zamanda No'nun da yönetmeni olan Şilili Pablo Larrain olduğunu öğrenince filmi daha da çok sevmiş olabilirim. Yeri gelmişken tabi ki #No (#Hayır). ;)  Hatta yeri gelmişken Öneri köşesine ekleyeyim No'yu da, henüz izlememiş olanlar da izlesin bu dönem.

E o zaman cümleten iyi seyirler.



















Hiç yorum yok: