Kamboçya'da Siem Reap'e gelme sebebimiz dünyanın en etkileyici tapınağı -hatta tapınak şehri- olan Angkor Wat'ı görmek elbette. 162 hektarlık bir alana yayılan ve 12. yüzyıldan kalma bu muhteşem taş tapınak kompleksi Khmer imparatorluğunun en büyük kültür mirası denebilir. Kral II. Suryavarman tarafından önce Hindu tapınağı olarak yaptırılıp sonradan yavaş yavaş Budist tapınağına dönüşen yapı kocaman bir jungle'ın ortasında yer alıyor. Girdiğimiz kapısı itibariyle bizi ilk karşılayan görüntüsü aşağıda. Rehberimiz Veasna da bu turda bize eşlik eden isim.
Angkor Wat'ı gezeceğiniz gün ayağınızda dünyanın en rahat ayakkabısı, yanınızda su ve şapka, vücudunuzun açıkta kalan yerlerinde güneş kremi olduğundan emin olun. Dev mesafeler arasında gezecek, bol bol merdiven inip çıkacaksınız. Ve "churning of the sea of milk" Hindu miti/inanışı ile pek çok yerde karşılaşmaya hazır olun. Bir çevirmen olarak "süt denizinin çalkalanması" diyeceğim benimle dalga geçeceksiniz, biliyorum. En iyisi ben size bu efsaneyi anlatayım biraz. Tanrılar ve asura'lar (şeytanımsılar da diyebiliriz) Mandara Dağı'nın etrafına dolanmış dev bir yılanı (Vasuki) iki ucundan tutup 1000 yıl boyunca çekiştirerek kozmik denizi (Süt Denizi) harekete geçiriyorlar. Bu hareket sonucu ölümsüzlük iksiri amrita ortaya çıkıyor. Tüm bu aktivitenin en ortasında Tanrı Vishnu var. Deniz yaşamını ise timsahlar, balıklar, ejderhalar ve kaplumbağalardan anlıyoruz. Bu efsaneye pek çok yerde rastlasak da en belirgin ve güzel tasviri aşağıdaki 49 metrelik duvar boyunca olanı.
Aslında bir nevi iyilerle kötülerin mücadelesi tadındaki efsanenin sonucunda ortaya çıkan figürlerden biri de apsara'lar. Bunlar Hindu mitolojisinde bulutları ve suyu simgeleyen kadın figürleri. Bir nevi su perisi diyebiliriz. Tapınağı gezerken birçok sütunda ve duvarda apsara figürü görmeniz mümkün. Pencere sütunları ve korkulukların da tasarımı nefis bu arada.
Çok sayıda merdiven çıkacağız demiştim değil mi? Bu aşağıda gördüğünüz tarzda olanı en normallerinden biri. O kulelerden birinin en tepesine de çıkacağız. Bu arada şu an tapınağın hava koşullarından dolayı kararmış kumtaşı renginde olduğuna bakmayın. Öncesinde baya kızılmış.
Evet en tepeye de çıkacağız demiştim size. Hem de ortadaki gibi dimdik bir merdivenden. Aşağıdaki insanlar bit gibi görünene kadar tepeye çıkıyoruz. Çıkması kadar inmesi de zor bir merdiven burası. İnerken arkamdaki, çıkarken önümdeki düşse mahvoluruz senaryoları geliyor akla. Bildiğin domino taşı gibi aşağıdaki bit insanların yanında buluruz kendimizi mazallah! En tepeye Bakan adı veriliyor. Dört ana yöne uzanan koridorlarının her birinin ucunda Buddha ve Vishnu heykelleri bulunuyor. Bunların dışında bir sürü duvar çizimlerinin ve sütunlu avlunun da yer aldığı tepe noktasından baktığınızda etrafta sadece uçsuz bucaksız jungle görüyorsunuz. Bu tapınağın uzun yıllar gizli saklı kalmasına hiç şaşırmamalı. Bu kadar korunaklı bir yerde olması en büyük avantajı olmuştur herhalde. O jungle'ın da etrafı suyla dolu bir hendekle çevriliymiş. Buradan bakabilirsiniz.
Tapınağın bazı yerlerinde orijinal kızıl rengin korunduğu bölümleri görebiliyorsunuz. Asıl renk aşağıdaki sütunlarda gördüğünüz kızıllıktaymış. Ayak bastığımız nokta da tapınak kompleksinin tam orta noktasıymış. Turist keklemesi olabilir, olsun varsın artık, turistliğin günahı olmaz. ;)
Ve yaklaşık 3 saatin ardından çıkışta o meşhur yansıma fotoğraflarının çekildiği noktadayız. Gündoğumu ya da günbatımı gibi havalı saatlerinden birinde orada olmasak da görüntü harika. Gezinin kapanışında Kamboçyalı bir lokumun gülüşünü de bonus olarak yanımıza alarak ayrılıyoruz buradan.
Aracımızı beklerken bir sürü üç tekerli motorlu tuk-tuk'un beklediği alanda biraz oturuyoruz. Tapınaktan çıktık dedikten sonra bile yürüdüğümüz mesafeye dikkatinizi çekerim. O yüzden burayı gezerken rahatlık en önemli şey. Kamboçya'nın sıcağı da gayet etkili. Tuk-tuk şoförlerinin ağaçların altında araçlarına kurdukları hamaklarda bayılmalarından anlayabilirsiniz durumu. Dolayısıyla güneşe karşı da donanımlı gitmelisiniz.
Son olarak Kamboçyalılara "ehe ehe sizin bu Angkor'u da yüz yıllar sonra ta uzaklardan gelen Fransız kaşif Henri Mouhot keşfetmiş, di mi?" falan demiyorsunuz sakın. Evet adam kaşif, evet Uzakdoğu tapınaklarının masterını yapmış, evet 1860'ta Angkor'a ulaşmış falan ama tapınağı keşfetmemiş yahu. Kamboçyalılar orada bir tapınakları olduğunu zaten yapıldığı zamandan beri biliyorlar ve hac yeri olarak da kullanıyorlarmış. Ama şunu demek mümkün: Henri Mouhot sayesinde Batı dünyası Angkor Wat'ı keşfetmiş. Bir de keşif notları arasına "Angkor görülmeden ölünmez" notunu düşmüş ki görünce ne kadar haklı olduğunu anlıyor insan.
Burası anlatmakla bitmeyecek bir tarihi, mitolojik ve mimari zenginliğe sahip. Ama benim aktarabileceklerim bu kadarla sınırlı kalıyor. Kendimi çok şanslı hissettiğim bir seyahat deneyimiydi Angkor Wat'ı gördüğümüz gün. Tüm seyahatseverlerin bu deneyimi ve bu mutluluk hissini yaşamasını can-ı gönülden dilerim. Haftaya Siem Reap'in diğer nefis tapınaklarını gezmeye devam edeceğiz.
İyi hafta sonları!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder