Bir önceki yazıda Facebook uygulamalarından biri olan Polyvore’den bahsederken aklıma geldi. Facebook furyası tam bir çılgınlık olarak başladı, özel hayat endişeleri her yerde tartışıldı, her gazetede klasik birkaç haber çıktı, çok konuşuldu, çok kullanıldı ve şimdilerde ise nispeten durulmuş durumda. Ve ben bu konuda tek bir yorum bile yazmamışım. Aman, eksik kalmayayım. Gerçi “ilkokul arkadaşları”mızla( :) ) birbirimize koyunlar attığımız, rakı sofraları donattığımız, happy hour’larda içkiler yolladığımız o ilk hevesli zamanlar çoktan geçti, ama olsun. Ne amaçla kullandığınıza göre hala keyif alabilir veya çoktan unutmuş olabilirsiniz Facebook’u.
Öncelikle şu “özel hayatımız ortada” eleştirisine çok katılmıyorum. Çünkü o kadar çok “gizlilik ayarı” var ki, hangi bilgilerinizi ne kadar sergilemek istediğinize zaten siz karar veriyorsunuz. İsterseniz görünmez adam olup, profilinize hiçbir resim ya da bilgi de koymayabilirsiniz. Bir de şu ilk başlarda gazetelerde çıkan “Facebook çetesi tarafından dolandırıldı” veya “Facebook’tan tanıştığı sevgilisi tarafından hastanelik edildi” tarzı haberleri de Youtube’a gösterilen yaklaşımın 3. sayfa versiyonu olarak görüyorum. Aklını kullanmayan insan için Facebook’a ne gerek var! Facebook kıskançlıkları yaşayan bir grup da varmış bu arada: sevgilisinin listesinde tanımadığı bir sürü çıtır/yakışıklı görenler, eski sevgili davaları, sayfasına koyduğu resimlere karışanlar, birbirlerinin mesajlarını karıştıranlar falan filan… “Ben evli barklı kadınım, aklım ermez bunlara” diyip bu konuya girdiğim hızla çıkıyorum.:) Ama şunu da söylemezsem çatlarım: Cüzdan, palto cepleri, cep telefonu, mailbox ya da facebook hesabını didiklemenin ardında tek bir şey yatıyor olabilir! Evet, bildiniz: Kendinize/Karşınızdakine Güvensizlik! O yüzden Facebook’tan kaçmanıza gerek yok, ama sevgilinizden (veya kendinizden) koşar adım uzaklaşmayı düşünebilirsiniz…:)
Daha önce de dediğim gibi ne amaçla kullandığınıza bağlı olarak keyif alabilirsiniz Facebook’tan. “Görüşmek istediğin kişiyle zaten görüşüyorsundur,” fikrine katılıyorum, ama bir şekilde uzun zamandır koptuğun kişilerle yeniden Internet üzerinden olsa da iletişim kurmanın, neler yaptıklarını öğrenmenin ve resimlerini görmenin bence bir sakıncası yok. Bunlar o dalga geçilen “ilkokul arkadaşları” da olabilir. :) Örneğin, kardeşim ve ben çok sevdiğimiz iki tanesiyle görüştük ve kaldığımız yerden devam etmeye başladık. Uygulamalara gelince: şu forward mail kâbusunu Facebook’ta da yeniden yaşamamızı sağlayan bütün Wall çeşitlerini gözünüzün önünden kaldırırsanız, geri kalanları daha kolay idare edebilirsiniz bence! O aptal kediyi, siyah beyaz köpeği, sarı saçlı gözaltları mor meymenetsiz herifin suratını kaç kez gördüğümü hatırlamıyorum ama en azından “forwardla bak gülmekten gebereceksin” maillerini artık sayfamda görmüyorum. Bu arada “Forwardlayınca bir şey oluyor mu gerçekten?” Bu konuda da biri beni aydınlatırsa sevinirim. :) Ayrıca siz siz olun, öyle ayıp olacak falan diye düşünerek her gelen uygulama davetini kabul etmeyin! "Artık çok geç, sayfam doldu taştı" diyorsanız da bir bahar temizliğine girişebilirsiniz. Silin gereksizleri, rahatlasın profil sayfanız..:)
Neyse, zaten artık büyük çoğunluk olarak Facebook’u Türk usulü kullandığımızı görüyorum. Hani barlarda veya clublarda da Türk duruşu vardır ya… Elinde içkisiyle uzaktan uzağa bakışır da bakışır ama interaktif olamaz bir türlü, dans etmez, ağır abi/abla pozları… (Kimse üstüne alınmasın bu arada ve özne olarak da “biz” kullandığıma dikkatinizi çekerim..:) ) Facebook’ta da şimdiki durumu biraz ona benzetiyorum. Offline takiplerdeyiz çoğu zaman. Kolektif uygulamaları da bıraktık, daha bireysel uygulamalara geçtik. Hangi meyveyiz, hangi Yunan Tanrısıyız, Dr. Phil’in test sonucuna göre neyiz/kimiz onları bulmaya çalışıyoruz. Mekânların, TV programlarının “fan”i oluyoruz. “Gruplara” katılıyoruz. On yıldan uzun süredir görmediğimiz arkadaşlarla doğum günü kutlamaları yapıyoruz. Ya da kutlama değil nispet yapmak için de kullandığımız oluyor zaman zaman..:) Yuvarlanıp gidiyoruz işte böyle! Fazla kasılmayın, tadını çıkarın! Çıkaramıyorsanız da eski hayatınıza kaldığınız yerden devam edin canım, büyütülecek bir şey yok yani!
Polyvore
Facebook uygulamalarından biri olan Polyvore ile tanışalı birkaç ay oldu. Birden bağımlısı oldum diyebilirim. Aslında sevdiğim bazı şeylerin (yiyecek, mekan, web sitesi, vs) önce bağımlısı olup, sonra bir daha yüzüne bile bakmadığım durumlar çoktur. O yüzden benim bağımlılığım geçmek üzereyken sizlere haber vereyim dedim.:) Belki aranızdan ilgilenenler çıkabilir.
Polyvore’yi kullanmak için Facebook üyesi olmanız gerekmiyor. Burası da Polyvore’nin blog sayfası. Modaya ilgi duyuyorsanız ve benim gibi dergilerin moda sayfalarından giysi, aksesuar, ayakkabı, vs gibi çeşit çeşit ürünü kesip defterlere yapıştırıyorsanız (liseden beri! Bıkmamışım bundan demek ki!) aynısını Internet üzerinden de yapabilirsiniz. Çeşitli kategorilerdeki ürünlerden seçerek setler oluşturuyorsunuz. Örneğin, “elbiseler” kategorisine tıklayıp nefis bir yeşil gece elbisesi seçtiniz diyelim. Sonra “ayakkabılar”a tıklayın, güzel bir dore ayakkabı seçin. Sırada ne var? Dore “Çantalar”a da bir bakalım… Sonra, “takılarımızı” seçelim.. “Saç modelimize” karar verelim. Üzerimize hangi “manto”muzu alacağımızı bulalım. “Makyaj malzemelerini” bile seçebiliyorsunuz. Böylece komple bir set oluşturuyorsunuz… Bence çok keyifli. Gece kıyafetleri, günlük şık ve günlük rahat kıyafetler, plaj modası ve hatta ev hali gibi çok çeşitli setler yaratabilirsiniz.
Bir ara MyRoom uygulamasına da takılmıştım, ama o heves kısa sürdü. Çünkü salonunuza istediğiniz duvar kâğıdını seçmenize izin vermeyen, sizi perde değil panjur kullanmak zorunda bırakan, hobi odasına koltuk koymanıza izin vermeyen bir uygulamayla ev döşeyemeyeceğimi fark ettim. :) İstediğim ürünleri kullanabilir miyim diye yatak odasını salon, salonu yatak odası yaptım ama yine olmadı. En sonunda annem “Iyyy, burası mı senin salon dediğin yer?” diye ekrana dehşete düşmüş bir ifadeyle bakınca My Room ile yollarımı ayırdım. Gerçi hâlâ arada bir uğrayıp, oyalandığım oluyor, ama durumlar aynı!
O yüzden bir moda editörü edasıyla derginizin bu sayısına seçeceğiniz kıyafetleri bulmak üzere Polyvore’ye uğramanızı daha çok tavsiye ederim. :)
Polyvore’yi kullanmak için Facebook üyesi olmanız gerekmiyor. Burası da Polyvore’nin blog sayfası. Modaya ilgi duyuyorsanız ve benim gibi dergilerin moda sayfalarından giysi, aksesuar, ayakkabı, vs gibi çeşit çeşit ürünü kesip defterlere yapıştırıyorsanız (liseden beri! Bıkmamışım bundan demek ki!) aynısını Internet üzerinden de yapabilirsiniz. Çeşitli kategorilerdeki ürünlerden seçerek setler oluşturuyorsunuz. Örneğin, “elbiseler” kategorisine tıklayıp nefis bir yeşil gece elbisesi seçtiniz diyelim. Sonra “ayakkabılar”a tıklayın, güzel bir dore ayakkabı seçin. Sırada ne var? Dore “Çantalar”a da bir bakalım… Sonra, “takılarımızı” seçelim.. “Saç modelimize” karar verelim. Üzerimize hangi “manto”muzu alacağımızı bulalım. “Makyaj malzemelerini” bile seçebiliyorsunuz. Böylece komple bir set oluşturuyorsunuz… Bence çok keyifli. Gece kıyafetleri, günlük şık ve günlük rahat kıyafetler, plaj modası ve hatta ev hali gibi çok çeşitli setler yaratabilirsiniz.
Bir ara MyRoom uygulamasına da takılmıştım, ama o heves kısa sürdü. Çünkü salonunuza istediğiniz duvar kâğıdını seçmenize izin vermeyen, sizi perde değil panjur kullanmak zorunda bırakan, hobi odasına koltuk koymanıza izin vermeyen bir uygulamayla ev döşeyemeyeceğimi fark ettim. :) İstediğim ürünleri kullanabilir miyim diye yatak odasını salon, salonu yatak odası yaptım ama yine olmadı. En sonunda annem “Iyyy, burası mı senin salon dediğin yer?” diye ekrana dehşete düşmüş bir ifadeyle bakınca My Room ile yollarımı ayırdım. Gerçi hâlâ arada bir uğrayıp, oyalandığım oluyor, ama durumlar aynı!
O yüzden bir moda editörü edasıyla derginizin bu sayısına seçeceğiniz kıyafetleri bulmak üzere Polyvore’ye uğramanızı daha çok tavsiye ederim. :)
30 yaş...
Şımarık bir yazıyla karşınızda olacaktım 30. doğum günüm olan 27 Şubat’ta, ama elim gitmedi. Diyecektim ki, “Ayy, görüyor musunuz başıma geleni? 30 oldum işte!! :( Offf, ne yaparım bundan sonra? Yaşlanıyoruz yaa, ühüüü…” falan filan.
Elim gitmedi, çünkü içimden bunları yazmak gelmedi. 30 yaşımda işime, eşime, evime, aileme, yaşam tarzıma ve aynadaki görüntüme bakıyorum da şikâyet edersem ayıp etmiş olacağımı düşünüyorum.
Yine de şu 30 yaş konusunda bir şeyler yazmak istedim, çünkü hâlâ 30 yaşın kadınlar için psikolojik bir sınır olduğunu düşünüyorum. Yirmili yaşları geride bırakıyorsunuz, artık önünüzde yolun yarısı olduğunu söyleyerek sizi korkuttukları 35 ve 40’lar var. Bir de güzellik yarışmalarına katılanlar sizden en az 10 yaş küçükler!!! (Kırışıklıklar, yavaşlayan metabolizma, saçlarda beyazlar falan gibi konulara girip sizi alkol batağına sürüklemek istemiyorum bu yazıda!) Ama zaten bu sınırlar hep var olmaya devam edecekler. 40 yaş, 50ler, 60lar, vs… 90a kadar yolu var… Sonrasını bilemem, bilmek de istemem ayrıca. :)
Bu sınırları herhangi bir şeyin sonu olarak görmeden yaşamak gerekiyor galiba. Yaşam, mücadele yönüyle biraz yarışa, eğlence yönüyle de biraz oyuna benziyorsa, yaşlanmak da seviye atlamak gibi bir şey olmalı diye düşünüyorum. Hangi oyunda ya da yarışta geriye dönmek istersiniz ki? Ayrıca yaşlanıyorsanız, size iyi haberlerim var: Yaşıyorsunuz demektir! Ama bahçedeki ağaç da, sokak köpeği de, kuşlar, böcekler de yaşıyorlar… Siz onlardan farklı olun ve yaşamınızın tadını çıkarın!! Ben kararımı verdim bile: “Tüh, 30 oldum, artık gençlik güzellik yavaş yavaş gidecek” ya da “40’ı devirdim, nerede eski enerjimiz, gözlerimdeki o ışıltı? Peaaah, eskidendi!” demek yerine tadıyla ve dolu dolu yaş almak istiyorum! “Dolu dolu” kavramının içini neyle dolduracağına herkes kendi karar verecek elbette… Benimkiler hazır ve gerçekten dopdolu… :) Hepsini gerçekleştirebilmem için yalnızca sağlıklı olmam yeterli…
Bu arada annemle babamın yanında 10 gün geçirmiş olmak da bana iyi gelmiş olabilir. Birincisi, onların yanında doğal konumunuz itibariyle çocuksunuz! İkincisi, Ç.Ü. Balcalı Hastanesi moralimi düzeltti, çünkü annem için orada olduğumuz sürece asistanlar, hemşireler ve doktorlar “Kızınız mı Aysel Hanım / İsmet Bey? Maşallah! Hangi okula gidiyorsun, canım?” falan diye sordular. Hani başımı okşayıp, şeker de verebileceklerini düşündüm bir an… :))) Süperdi.. "Hasta yakını" psikolojisinden çok iyi anlayan bir hastane olduğunu bizzat yaşayarak gördüm..:)
Hadi bir de bu yaz olan bir olayı anlatayım: Geçen gidişimde gece 23.30 gibi uçaktan inmiştim. Annemlerin çok yakın aile dostlarının arkadaşlarım olan üç oğlundan ortancası evleniyordu ve annemler bir otelde düğündeydiler. Babam beni havaalanından aldı. (Bilenler bilir, Adana havaalanından şehrin herhangi bir yerine gitmek, Beşiktaş’tan Metrocity’ye gitmekten çok daha kısa sürer. :) ) “İmge, seni de görmeyi çok istediler, eve gitmeden önce bir uğrayalım mı?” dedi babam. Normalde karşı çıkacağım bir teklife evet dedim ve on dakika sonra üzerimde kargo pantolon, askılı bluz, saçlarım iki yandan örülü ve spor ayakkabılarımla pistte göbek atıyordum..:) Bu arada benden bir yaş küçük olan damadı öptüm ve tebrik ettim. Gelin hanımla da ilk kez o curcunada tanışmış oldum. (ona tanışma denirse!) Daha sonra aynı zamanda yazlık komşumuz da olan damatla karşılaştık. Evliliğin nasıl gittiğiyle ve benim komedi skeci misali uçaktan inip düğününe gelmemle ilgili falan konuşurken bana gülerek, “Düğünden sonra eşim bana ‘bizi tebrik eden saçları örgülü o küçük kız kimdi?’ diye sordu” demişti. :)) Bu da geçen yaz oluyor efendim. Diyorum size, aile yanına gitmek yarıyor bana!! Ayrıca boşa yazmadım koca paragrafı, arada bir kendiyle övünmek iyi geliyor insana! :)
Ohh be! Rahatladım valla kendimi şımartınca, hindiler gibi kabarınca…(Ee, bu aralar şımartılmıyorum malum, bünye de alışkın olunca kendi işini kendi yapıyor haliyle..:) ) Yani uzun lafın kısası: 30’unda korkacak bir şey yok.. Göğsünüzü gere gere girin ve görün! Yolun yarısı 35’te de aynı düşünceler içinde görüşmek dileğiyle...
Elim gitmedi, çünkü içimden bunları yazmak gelmedi. 30 yaşımda işime, eşime, evime, aileme, yaşam tarzıma ve aynadaki görüntüme bakıyorum da şikâyet edersem ayıp etmiş olacağımı düşünüyorum.
Yine de şu 30 yaş konusunda bir şeyler yazmak istedim, çünkü hâlâ 30 yaşın kadınlar için psikolojik bir sınır olduğunu düşünüyorum. Yirmili yaşları geride bırakıyorsunuz, artık önünüzde yolun yarısı olduğunu söyleyerek sizi korkuttukları 35 ve 40’lar var. Bir de güzellik yarışmalarına katılanlar sizden en az 10 yaş küçükler!!! (Kırışıklıklar, yavaşlayan metabolizma, saçlarda beyazlar falan gibi konulara girip sizi alkol batağına sürüklemek istemiyorum bu yazıda!) Ama zaten bu sınırlar hep var olmaya devam edecekler. 40 yaş, 50ler, 60lar, vs… 90a kadar yolu var… Sonrasını bilemem, bilmek de istemem ayrıca. :)
Bu sınırları herhangi bir şeyin sonu olarak görmeden yaşamak gerekiyor galiba. Yaşam, mücadele yönüyle biraz yarışa, eğlence yönüyle de biraz oyuna benziyorsa, yaşlanmak da seviye atlamak gibi bir şey olmalı diye düşünüyorum. Hangi oyunda ya da yarışta geriye dönmek istersiniz ki? Ayrıca yaşlanıyorsanız, size iyi haberlerim var: Yaşıyorsunuz demektir! Ama bahçedeki ağaç da, sokak köpeği de, kuşlar, böcekler de yaşıyorlar… Siz onlardan farklı olun ve yaşamınızın tadını çıkarın!! Ben kararımı verdim bile: “Tüh, 30 oldum, artık gençlik güzellik yavaş yavaş gidecek” ya da “40’ı devirdim, nerede eski enerjimiz, gözlerimdeki o ışıltı? Peaaah, eskidendi!” demek yerine tadıyla ve dolu dolu yaş almak istiyorum! “Dolu dolu” kavramının içini neyle dolduracağına herkes kendi karar verecek elbette… Benimkiler hazır ve gerçekten dopdolu… :) Hepsini gerçekleştirebilmem için yalnızca sağlıklı olmam yeterli…
Bu arada annemle babamın yanında 10 gün geçirmiş olmak da bana iyi gelmiş olabilir. Birincisi, onların yanında doğal konumunuz itibariyle çocuksunuz! İkincisi, Ç.Ü. Balcalı Hastanesi moralimi düzeltti, çünkü annem için orada olduğumuz sürece asistanlar, hemşireler ve doktorlar “Kızınız mı Aysel Hanım / İsmet Bey? Maşallah! Hangi okula gidiyorsun, canım?” falan diye sordular. Hani başımı okşayıp, şeker de verebileceklerini düşündüm bir an… :))) Süperdi.. "Hasta yakını" psikolojisinden çok iyi anlayan bir hastane olduğunu bizzat yaşayarak gördüm..:)
Hadi bir de bu yaz olan bir olayı anlatayım: Geçen gidişimde gece 23.30 gibi uçaktan inmiştim. Annemlerin çok yakın aile dostlarının arkadaşlarım olan üç oğlundan ortancası evleniyordu ve annemler bir otelde düğündeydiler. Babam beni havaalanından aldı. (Bilenler bilir, Adana havaalanından şehrin herhangi bir yerine gitmek, Beşiktaş’tan Metrocity’ye gitmekten çok daha kısa sürer. :) ) “İmge, seni de görmeyi çok istediler, eve gitmeden önce bir uğrayalım mı?” dedi babam. Normalde karşı çıkacağım bir teklife evet dedim ve on dakika sonra üzerimde kargo pantolon, askılı bluz, saçlarım iki yandan örülü ve spor ayakkabılarımla pistte göbek atıyordum..:) Bu arada benden bir yaş küçük olan damadı öptüm ve tebrik ettim. Gelin hanımla da ilk kez o curcunada tanışmış oldum. (ona tanışma denirse!) Daha sonra aynı zamanda yazlık komşumuz da olan damatla karşılaştık. Evliliğin nasıl gittiğiyle ve benim komedi skeci misali uçaktan inip düğününe gelmemle ilgili falan konuşurken bana gülerek, “Düğünden sonra eşim bana ‘bizi tebrik eden saçları örgülü o küçük kız kimdi?’ diye sordu” demişti. :)) Bu da geçen yaz oluyor efendim. Diyorum size, aile yanına gitmek yarıyor bana!! Ayrıca boşa yazmadım koca paragrafı, arada bir kendiyle övünmek iyi geliyor insana! :)
Ohh be! Rahatladım valla kendimi şımartınca, hindiler gibi kabarınca…(Ee, bu aralar şımartılmıyorum malum, bünye de alışkın olunca kendi işini kendi yapıyor haliyle..:) ) Yani uzun lafın kısası: 30’unda korkacak bir şey yok.. Göğsünüzü gere gere girin ve görün! Yolun yarısı 35’te de aynı düşünceler içinde görüşmek dileğiyle...
Şükürler Olsun, Sağlıklıyız! :)
9 gündür Adana'daydım. Bu kez sefam için değil. Ama zaten aile, yalnızca sefa amaçlı bir araya geliyorsa bir problem vardır, değil mi? İyi günü, kötü günü, hastalığı ve sağlığı içtenlikle paylaşacağınız insanlar sıralamasının ilk sırasında aileniz olduğuna eminim. Dolayısıyla annem ameliyat olduğu için ben de onun yanına destek kuvvet olarak gittim.
Aman ne destek!! Çaktırmamaya çalıştım, ama artık itiraf edebilirim: Annemi hastane yatağında görmek berbat bir duyguydu! Önemli bir problem olmadığını biliyorsunuz, ameliyat iyi geçmiş, her şey yolunda... Ama o canlı, kıpır kıpır, her an her şeye hazır, maceracı annenizi o kabus florasan ışıklarının altındaki bir hastane yatağında ellerinde iğnelerle ve halsiz bir şekilde görmek hiç de hoş olmuyor! (Hastane ortamları için de bir önerim var: Şu florasan ışıklarının gerçekten de değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum! Onun yerine sarı-gün ışığı lambaları takılmalı! Zaten hastane ortamı yeterince sinir bozucu ve kontrol amaçlı bile olsa orada olmak da sinir bozucu... Üstüne bir de aynada kendinizi ya da etrafınızdaki insanları bembeyaz ışık altındaki soluk benizli Alien'lar misali görmek çok ağır geliyor!)
Bu arada annemin en normal durumlarda bile yazdığı senaryolar korku filmi gibidir. Mesela ortaokuldayken okul otobüsümüz birazcık gecikse, annem teröristlerin otobüsü bombalamış olabileceğini düşünürdü!!! Ya da uçaktan inip onu aradığımız zaman, kendi beklentilerinden 15 dakika falan daha geç olduysa, annem NTV'nin başına geçmiştir. (Uçak senaryoları daha çeşitli olabilir: uçağın düşmesi, kaçırılma, hava şartlarından dolayı başka yerlere zorunlu inişler, vs.. Artık aklınıza ne gelirse diyeceğim, ama annemin aklına gelenler sizin aklınıza gelmez.:) ) İşte bu yüzden, ameliyat sonrası annemin potansiyel senaryolarnı düşünerek yanımda "Çekim Yasası" kitabını da götürdüm. Anneme kitabı zorla okutmuştum daha önce, ama pek işe yaramadığını düşünüyordum. Çünkü senaryolarındaki korku temasında bir değişiklik olmadı. :) Bu kez hastanede yatarken başucunda kitabı okumayı denedim, ama bünyesi buna uykuyla karışık tepki verdi. O kadar ağrı çekerken bile Çekim Yasası sayesinde uykuya daldı (konu ne kadar ilgisini çekiyor görün işte), aralarda da tek gözünü açıp "devam et, devam et, çok güzel" demeyi ihmal etmedi. :) (Kendimi Uykudan Önce programını sunan Adile Teyze gibi hissettim.)
Neyse, 2 günlük hastane konaklaması sonrasında nihayet eve kavuştuk. Annem üst kata inip çıkmasın diye birlikte alt kattaki odada yatıyoruz. O, koltukta; ben, çift kişilik yatakta.. Hayır, zalim refakatçi olduğumdan değil, hastamız koltukta daha rahat ettiği için..:) Yatağa gömülmek dikişler açısından pek yararlı değil çünkü. Eve geldikten sonra gün geçtikçe annem canlanmaya başladı. Ve bu durum beni korkutmaya da başladı! Çünkü artık kendisini ortalarda göremeyip de seslendiğimde, bana üst kattan ya da bahçenin bir ucundan falan "burdayım!!" diye ses vermeye başlamıştı..:) Merdiven girişine barikat kurmayı düşünmedim değil hani, çünkü bir sonraki aşama koşu bandından el sallaması falan olabilirdi!! :)
Bu arada dikişlerin zorlanmaması için çok fazla gülmememiz gerekiyordu, ama bu konuda pek de iyi bir refakatçi olamadım. Biz bol bol güldük. İçerideki dikişler ne durumda bilemiyorum, ama had safhada serotonin salgıladığımızı söyleyebilirim! :)
Ve annoşum ayaklandı. (Aşağıda görüldüğü üzere) Artık çok daha iyi. Bir ay daha kendisine dikkat etmesi gerekiyor, ama en azında eğilme-ağır kaldırma gibi zorlayıcı hareketler dışında ev içinde dolaşıp, oturup-kalkıp-yatıp, istediği şeyleri yiyip-içebiliyor.

İstanbul'a içim çok rahat döndüm. Ayrıca böyle durumlarda insan bir şeyi çok daha net fark ediyor. Gerçek ve samimi dost desteğinin ne kadar önemli olduğunu! Biyolojik teyzem olmayabilir. Ama en az gerçek bir teyze kadar yakın olabilecek ne kadar çok teyzem varmış meğer! Zaten hepsini çocukluğumdan beri tanıdığım annemin arkadaşları süperlerdi! Hem hastane günlerinde hem de sonrasında inanılmaz bir moral desteği verdiler ve her anlamda yardımcı oldular. Böylesine candan ilişkiler galiba onların nesline mahsus diye düşünüyorum ve kesinlikle bu anlamda bizim ve bizden sonraki nesillerden çok daha şanslılar. Umarım hep de böyle devam ederler..
Annoşum, dün gece yatarken tesbih böceği stilini mi yoksa yılan kıvrılışını mı kullandın bakayım? :))
Aman ne destek!! Çaktırmamaya çalıştım, ama artık itiraf edebilirim: Annemi hastane yatağında görmek berbat bir duyguydu! Önemli bir problem olmadığını biliyorsunuz, ameliyat iyi geçmiş, her şey yolunda... Ama o canlı, kıpır kıpır, her an her şeye hazır, maceracı annenizi o kabus florasan ışıklarının altındaki bir hastane yatağında ellerinde iğnelerle ve halsiz bir şekilde görmek hiç de hoş olmuyor! (Hastane ortamları için de bir önerim var: Şu florasan ışıklarının gerçekten de değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum! Onun yerine sarı-gün ışığı lambaları takılmalı! Zaten hastane ortamı yeterince sinir bozucu ve kontrol amaçlı bile olsa orada olmak da sinir bozucu... Üstüne bir de aynada kendinizi ya da etrafınızdaki insanları bembeyaz ışık altındaki soluk benizli Alien'lar misali görmek çok ağır geliyor!)
Bu arada annemin en normal durumlarda bile yazdığı senaryolar korku filmi gibidir. Mesela ortaokuldayken okul otobüsümüz birazcık gecikse, annem teröristlerin otobüsü bombalamış olabileceğini düşünürdü!!! Ya da uçaktan inip onu aradığımız zaman, kendi beklentilerinden 15 dakika falan daha geç olduysa, annem NTV'nin başına geçmiştir. (Uçak senaryoları daha çeşitli olabilir: uçağın düşmesi, kaçırılma, hava şartlarından dolayı başka yerlere zorunlu inişler, vs.. Artık aklınıza ne gelirse diyeceğim, ama annemin aklına gelenler sizin aklınıza gelmez.:) ) İşte bu yüzden, ameliyat sonrası annemin potansiyel senaryolarnı düşünerek yanımda "Çekim Yasası" kitabını da götürdüm. Anneme kitabı zorla okutmuştum daha önce, ama pek işe yaramadığını düşünüyordum. Çünkü senaryolarındaki korku temasında bir değişiklik olmadı. :) Bu kez hastanede yatarken başucunda kitabı okumayı denedim, ama bünyesi buna uykuyla karışık tepki verdi. O kadar ağrı çekerken bile Çekim Yasası sayesinde uykuya daldı (konu ne kadar ilgisini çekiyor görün işte), aralarda da tek gözünü açıp "devam et, devam et, çok güzel" demeyi ihmal etmedi. :) (Kendimi Uykudan Önce programını sunan Adile Teyze gibi hissettim.)
Neyse, 2 günlük hastane konaklaması sonrasında nihayet eve kavuştuk. Annem üst kata inip çıkmasın diye birlikte alt kattaki odada yatıyoruz. O, koltukta; ben, çift kişilik yatakta.. Hayır, zalim refakatçi olduğumdan değil, hastamız koltukta daha rahat ettiği için..:) Yatağa gömülmek dikişler açısından pek yararlı değil çünkü. Eve geldikten sonra gün geçtikçe annem canlanmaya başladı. Ve bu durum beni korkutmaya da başladı! Çünkü artık kendisini ortalarda göremeyip de seslendiğimde, bana üst kattan ya da bahçenin bir ucundan falan "burdayım!!" diye ses vermeye başlamıştı..:) Merdiven girişine barikat kurmayı düşünmedim değil hani, çünkü bir sonraki aşama koşu bandından el sallaması falan olabilirdi!! :)
Ve annoşum ayaklandı. (Aşağıda görüldüğü üzere) Artık çok daha iyi. Bir ay daha kendisine dikkat etmesi gerekiyor, ama en azında eğilme-ağır kaldırma gibi zorlayıcı hareketler dışında ev içinde dolaşıp, oturup-kalkıp-yatıp, istediği şeyleri yiyip-içebiliyor.
İstanbul'a içim çok rahat döndüm. Ayrıca böyle durumlarda insan bir şeyi çok daha net fark ediyor. Gerçek ve samimi dost desteğinin ne kadar önemli olduğunu! Biyolojik teyzem olmayabilir. Ama en az gerçek bir teyze kadar yakın olabilecek ne kadar çok teyzem varmış meğer! Zaten hepsini çocukluğumdan beri tanıdığım annemin arkadaşları süperlerdi! Hem hastane günlerinde hem de sonrasında inanılmaz bir moral desteği verdiler ve her anlamda yardımcı oldular. Böylesine candan ilişkiler galiba onların nesline mahsus diye düşünüyorum ve kesinlikle bu anlamda bizim ve bizden sonraki nesillerden çok daha şanslılar. Umarım hep de böyle devam ederler..
Annoşum, dün gece yatarken tesbih böceği stilini mi yoksa yılan kıvrılışını mı kullandın bakayım? :))
Benim Ivır Zıvırlarım ve Tırtıklarım!! :)
Bir şeyin farkına vardım. Ben normal herhangi bir yemeği özlemiyorum. Yemek seçen tiplerden değilimdir. Sebze yemeklerini, pilav+makarna çeşitlerini, ızgara et&tavuk&balık ve tatlılar arasında "asla yemem" dediklerim yok denecek kadar azdır. Ama sorun sevmemek ya da yememek değil! Ben o "normal" yemekleri aramıyorum.

Mesela spordan çıkmışım, kurt gibi acıkmışım. Spora giderken, çıkışta evdeki mis gibi taze fasulyeden bir tabak yemeyi düşünüyorum, ama karnım açken her şey çok farklı oluyor. KFC'nin önünden geçiyorsam, aklıma kızarmış Kentucky tavuk butları ve biscuitler geliyor. Ya da taksiyi Şampiyon'un önünde durdurup "yarım porsiyon kokoreç ve yarım porsiyon mide tava mı alsam" diyorum. "Hadi biraz da midye dolma alayım! İso da yiyebilir, hatta birer porsiyon yapalım şunları." :) Diyelim ki Cağaloğlu'na kitap teslim etmeye gidiyorum. Dönerken Eminönü İskelesi'nden vapura binip Beşiktaş'a geleceğim. Vapur iskelesinin hemen yanındaki o balık-ekmekçilerden yayılan koku beni mutlaka baştan çıkarıyor. Sahilde yürüyüş yapmışım, eve dönüyorum, akşam İso yemeğe gelmeyecek, çünkü toplantısı var. O zaman eve dönerken şu meşhur Çiğ Köftem'den mi bir şeyler alsam, yoksa Hacıoğlu'ndan lahmacun mu yaptırsam diyorum. Ama evdeki kıymalı ıspanağı yoğurtla yemek nedense aklıma gelmiyor.
Prag'da bile gözüm restoranlardan çok büfelerde satılan ve o reklamlardaki gibi görünen sosisli sandviçlerdeydi. İso'yu son gün ikna edebildim o sosislilerden yemeye. (İso tatillerde hep en özellikli restoranlarda oturup, oraya özgü bir şeyler yemeyi tercih eder. O yüzden benim bu histerik ısrarlarım ona çok tuhaf geliyordu. ) Ama ne yapayım, ben onun risk aldığı durumlarda sesimi çıkarıyor muyum? Mesela o Sultani'sini yerken! :)) İşte ben de son gün sokak büfelerindeki o sosislilerden yedim. Daha doğrusu tek bir ısırık, hayallerimi yıkmaya yetti ve yiyemedim. Ama pişman değilim! :)
İşte ben bu tür gıdalara maalesef bayılıyorum. İçki alışkanlığım bile şarap & peynirden çok, rakı & bolca meze veya bira & bolca çereze meyilli.
Bir de garip bir problemim daha var. Psikologlara duyurulacak cinsten bir problem: Önümde ne olursa olsun bir tırtıklama ve kabuk yeme sorunum var! Allah'tan henüz muz ya da karpuz kabuğu yeme aşamasına gelmedim! :) Ama mis gibi bir börekten bir dilim alıp yemişliğim yoktur. Üst katmanlar itinayla sıyrılır, alttaki katman da öyle, o kadar! Ekmeklerin ve simitlerin üst kabukları, soyalı fıstığın dış kabuğu yenir-iç fıstığı atılır, ayçöreğinin dışı yenir-içindeki çikolatalı kek bölümünün üzümleri ve cevizleri ayıklanır ve yenir, kalanı atılır. Eski şube müdürümün kulakları çınlasın, çünkü tabağımdaki parçalanmış ayçöreği içini görür görür ve hiçbir şeye benzetemezdi. Ta ki bir gün sorup, benden öğrenene kadar. Ben de onu özellikle masamda bekletirdim, çünkü arkadaşım Huckleberry Finn ayçöreği içine bayılırdı..:)) Biz banka şubesinin Tom Sawyer ve Huckleberry Finn'i olarak harika bir ekiptik o zamanlar..:)
İşte böyle... Adana'da ailemin evinde olmak bana bu tuhaf yeme düzenimi bir kez daha hatırlattı galiba. Önüm arkam sağım solum annemi ziyarete gelenlerin getirdikleri tırtıklanacak şeylerle dolu! Mutfağa her girişim, bir böreğin ya da revani diliminin ya da kurabiyenin perişan olmasına neden oluyor. Sonra kendimi koşu bandının üstüne atıyorum, ama nafile! İstanbul'da ton balıklı, brokolili, beyaz leblebili ve günde sadece iki Eti Fıstıklı Çikolata karesi eşliğindeki kahve sefalarıma dönmem gerek bir an önce!! Dayan İmge! Hadi, üç gün daha dayan! Bunu yapabilirsin!
Ama önce şu Rengin Pastanesi'nin damla çikolatalı kurabiyelerinden bir tane daha yesem diyorum. Biri beni bu kısır döngüden kurtarsın, lütfeeennnn! :)


Mesela spordan çıkmışım, kurt gibi acıkmışım. Spora giderken, çıkışta evdeki mis gibi taze fasulyeden bir tabak yemeyi düşünüyorum, ama karnım açken her şey çok farklı oluyor. KFC'nin önünden geçiyorsam, aklıma kızarmış Kentucky tavuk butları ve biscuitler geliyor. Ya da taksiyi Şampiyon'un önünde durdurup "yarım porsiyon kokoreç ve yarım porsiyon mide tava mı alsam" diyorum. "Hadi biraz da midye dolma alayım! İso da yiyebilir, hatta birer porsiyon yapalım şunları." :) Diyelim ki Cağaloğlu'na kitap teslim etmeye gidiyorum. Dönerken Eminönü İskelesi'nden vapura binip Beşiktaş'a geleceğim. Vapur iskelesinin hemen yanındaki o balık-ekmekçilerden yayılan koku beni mutlaka baştan çıkarıyor. Sahilde yürüyüş yapmışım, eve dönüyorum, akşam İso yemeğe gelmeyecek, çünkü toplantısı var. O zaman eve dönerken şu meşhur Çiğ Köftem'den mi bir şeyler alsam, yoksa Hacıoğlu'ndan lahmacun mu yaptırsam diyorum. Ama evdeki kıymalı ıspanağı yoğurtla yemek nedense aklıma gelmiyor.

İşte ben bu tür gıdalara maalesef bayılıyorum. İçki alışkanlığım bile şarap & peynirden çok, rakı & bolca meze veya bira & bolca çereze meyilli.

İşte böyle... Adana'da ailemin evinde olmak bana bu tuhaf yeme düzenimi bir kez daha hatırlattı galiba. Önüm arkam sağım solum annemi ziyarete gelenlerin getirdikleri tırtıklanacak şeylerle dolu! Mutfağa her girişim, bir böreğin ya da revani diliminin ya da kurabiyenin perişan olmasına neden oluyor. Sonra kendimi koşu bandının üstüne atıyorum, ama nafile! İstanbul'da ton balıklı, brokolili, beyaz leblebili ve günde sadece iki Eti Fıstıklı Çikolata karesi eşliğindeki kahve sefalarıma dönmem gerek bir an önce!! Dayan İmge! Hadi, üç gün daha dayan! Bunu yapabilirsin!

Ama önce şu Rengin Pastanesi'nin damla çikolatalı kurabiyelerinden bir tane daha yesem diyorum. Biri beni bu kısır döngüden kurtarsın, lütfeeennnn! :)
Masaj - Pilates - Hamilelikte Yoga
Alfa Basım Yayın Dağıtım'dan taptaze üç yeni kitap daha çıktı. Üçünü de sizler için çevirdim. :) Evimde beni bekleyen kitapları henüz ben de sadece webden gördüm. İşte karşınızda: Masaj - Pilates - Hamilelikte Yoga


Masajın kısa tarihçesi, aromatik yağ çeşitleri ve yağ karışım önerileri, temel masaj hareketleri, adım adım uygulanabilecek tam kapsamlı masaj, özel durumlarda masaj (örn: hamileler, yaşlılar, bebekler için) gibi konularla ilgili yazılmış güzel bir masaj kılavuzu. Resimli ve okuması da uygulaması da çok keyifli bir kitap.

Pilates'in doğuşu, doğru duruş pozisyonları, temel anatomi bilgisi, bunlara dayanarak oluşturulan egzersiz hareketlerinin ardında yatan ilkeler, adım adım egzersiz programı (başlangıç, orta ve ileri seviyede), bu egzersizin fiziksel ve zihinsel yararları üzerine yazılmış, açıklayıcı resimlerin yer aldığı keyifli bir kitap. Daha esnek, uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olmak için Pilates birebir. Bu kitap ile evinizde de Pilates yapabilirsiniz.

Hamilelikte yapılabilecek güvenli bir egzersiz türü olan yogayı tercih eden başlangıç seviyesindeki anne adayları için çok yararlı bir kılavuz. Hamilelikte bedenin ve ruh halinin yaşadığı değişimie nefes ve gevşeme tekniklerine, ayakta, oturarak ve daha ileri seviyedeki yogacılar için baş-aşağı yapılan çeşitli duruşlara ve bedeninizi doğum sonrasında yeniden forma sokacak doğum sonrası duruşlarına yer veren ve açıklayıcı resimlerle destekleyen harika bir kitap.
İlk ikisini sağlıklı ve kaliteli yaşam meraklısı herkese, üçüncüsünü ise sağlıklı ve kaliteli yaşam meraklısı anne adaylarına tavsiye ederim. :)
Lavinia
Cildinize uzun zamandır ilgi göstermediğinizi mi fark ettiniz? Yaz geliyor, selülitlerim ne olacak mı diyorsunuz? Yoksa stresli ya da yoğun bir dönemden mi çıktınız? Hani tüm kaslarınızın ağrıdığını ve tutulduğunuzu mu hissediyorsunuz? O zaman doğru Lavinia Güzellik Salonu'na gidiyorsunuz. Aldığınız güleryüzlü hizmetten son derece memnun kalacağınıza eminim.
Lavinia'nın yerini kolaylıkla bulabilirsiniz. Garanti Bankası'nın genel müdürlük binasının önünden Etiler'e doğru dönüyorsunuz. Aytar cad. Duru Apt. 12/8 adresini hemen sağınızda bulacaksınız. Randevu almak için de ( 0212 ) 284 83 24 - ( 0212 ) 269 28 41 telefonlarını kullanıyorsunuz. Ayrıca bir de web sitesine üye olmanızı tavsiye ediyorum, çünkü böylelikle Mine Ülgezer'in (Lavinia'nın sahibi) attığı "Haftanın Bakımı" ve benzeri promosyon ve bilgilendirme maillerini de alabilirsiniz. Üye olduktan sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu mailler o kadar keyifli oluyorlar ki!! :))
Ben şimdiye kadar masaj ve cilt bakımı için birkaç kez gittim. Her seferinden de çok memnun kaldım. Hatta İstanbul'a döner dönmez "1 masaj alana 1 mesaj bedava" promosyonumun bedava olanını almak için randevu alacağım galiba. :) Üstüne bir de mini cilt bakımı alabilirim hatta! Oh, süper! Kendimi şımartmam lazım, bu aralar gerçekten ihtiyacım var buna.
1997'den beri hizmet veren bu tertemiz, güvenilir ve uzman ellerin işlettiği Lavinia Güzellik Salonu'nunda epilasyondan masaja, selülit programlarından evlilik paketlerine, masajdan Power Plate'e, oksijen bakımından maniküre, makyaja ve solaryuma kadar çok çeşitli hizmetler sunuluyor. Ve ayrıca fiyatları da oldukça uygun.
Kendinizi şımartmak isterseniz aklınızda olsun.
Sağlıklı ve güzel günler dileğiyle...
Lavinia'nın yerini kolaylıkla bulabilirsiniz. Garanti Bankası'nın genel müdürlük binasının önünden Etiler'e doğru dönüyorsunuz. Aytar cad. Duru Apt. 12/8 adresini hemen sağınızda bulacaksınız. Randevu almak için de ( 0212 ) 284 83 24 - ( 0212 ) 269 28 41 telefonlarını kullanıyorsunuz. Ayrıca bir de web sitesine üye olmanızı tavsiye ediyorum, çünkü böylelikle Mine Ülgezer'in (Lavinia'nın sahibi) attığı "Haftanın Bakımı" ve benzeri promosyon ve bilgilendirme maillerini de alabilirsiniz. Üye olduktan sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu mailler o kadar keyifli oluyorlar ki!! :))
Ben şimdiye kadar masaj ve cilt bakımı için birkaç kez gittim. Her seferinden de çok memnun kaldım. Hatta İstanbul'a döner dönmez "1 masaj alana 1 mesaj bedava" promosyonumun bedava olanını almak için randevu alacağım galiba. :) Üstüne bir de mini cilt bakımı alabilirim hatta! Oh, süper! Kendimi şımartmam lazım, bu aralar gerçekten ihtiyacım var buna.
1997'den beri hizmet veren bu tertemiz, güvenilir ve uzman ellerin işlettiği Lavinia Güzellik Salonu'nunda epilasyondan masaja, selülit programlarından evlilik paketlerine, masajdan Power Plate'e, oksijen bakımından maniküre, makyaja ve solaryuma kadar çok çeşitli hizmetler sunuluyor. Ve ayrıca fiyatları da oldukça uygun.
Kendinizi şımartmak isterseniz aklınızda olsun.
Sağlıklı ve güzel günler dileğiyle...
"Yorgo" Kalmadı, "Buzuki Orhan" Alır Mıydınız?
Adını herkesten sıkça duyduğum, duyduklarıma bağlı olarak da mezeleriyle, uzosuyla, buzukisiyle tam bir Yunan atmosferinin yaşandığını, gece 11'e doğru da Yorgo'nun sahneye çıkıp, çılgınlar gibi eğlendirdiğini düşündüğüm Yasu Greek adlı Yunan restoranındayız. Daha önce de birkaç haftasonu son dakika karar verip birkaç arkadaşla gidelim diye aramış, ama hep dolu olduğu için bir türlü yer ayırtamamıştık. Bu sefer 30. yaşgünüm dolayısıyla düzenlenen şenliklerin haftasonundayız. :) Akşam 20:00 gibi orada oluruz diye teyitleşip, yer ayırtmış kocacığım. Saat 20:30 civarı oradayız. (Bu arada yerini bulmak çok zor, ama bulmasanız da olur zaten..hatta daha iyi olur..:)) Zarifi'nin olduğu ara sokağa yakın bir ara sokakta, Tömer Dil Kursu binasının tepesinde bir yer. Ama binanın tepesine çıktığınızda bile adına sanına rastlamıyorsunuz. Saklanmak için bir sebepleri olsa gerek!!
Neyse, saat 20:30 ama hiç yemeğe misafir bekler gibi bir halleri yok Yasu'cuların. Bizi bir alt katındaki Zuzu kafeye oturtuyorlar ve bir koşturmaca başlıyor. Servisler falan yeni koyuluyor üst kata.. Biz ve birkaç kurban masa daha alt katta kurt gibi acıkmış vaziyette bekliyoruz. Neyse efendim, saat 21:00 gibi yukarı çıkıyoruz. Dekorasyonda pek bir Yunan havası yok. Hatta "club mı olsam acaba, yoksa restoran olarak mı kalsam" diye düşünürken aralarda derelerde kalakalmış özelliksiz bir yer gibi görünüyor. Buna rağmen club, restoran, cafe bile denebilir belki ama asla bir Yunan tavernası değil!!
Keyfimizi bozmayalım! Mezeler güzel görünüyor! Hadi Ouzo siparişimizi verelim. "Plomari var mıdır acaba, İso?" derken garson yanımıza geldi ve biz de işin erbabına sorduk: "Ouzo olarak neler var?" Cevap: "Ouzomuz yok, rakı var." Evet, dumur olmuştuk. "Ama web sitenizde yazıyor bir sürü çeşit, bir yanlışlık olmasın?" Garson yenilenme sürecinde olduklarını, ilerde ohooo bi dolu çeşit getireceklerini, ama şimdilik sadece rakı olduğunu söylüyor. "Tamam, o zaman Sarı Tekirdağ istiyoruz," diyor eşim. Ama garson kardeş bize sanki uzaylıymışız gibi bakmaya devam ediyor. "Yeni Rakı?" diye bir çırpınış da benden geliyor, ama adamın yüzündeki ifade aynı. En sonunda bize acı gerçeği açıklıyor: "Sadece Burgaz Rakı var, efendim" En nefret ettiğimiz rakıyla (tatil köylerini de sarmıştı bu meret!Kabusumuz olmuştu bu yaz!) baş başayız. O saatte kalkıp başka nereye gidebiliriz diyerek, "zaten kutlama yapıyoruz canım, olumlu düşünelim" diye yan masayla birbirimize gaz vererek Burgaz'a razı oluyoruz.
Zaten açlıktan ölmüşüz. Mezeler Türk mü Yunan mı umurumuzda değil! Saldırıyoruz Burgaz eşliğinde! Hepsi Türk mezeleri, ama lezzetliler! Çok olumluyuz canım! Hiçbir şey keyfimizi bozamaz!
Ara sıcaklar geliyor. Hoppala! "İhsan, doğru mu görüyorum?" Valla, doğru görüyorum. Çünkü eşim "Biraya mı geçsek acaba?" diyor. Sıkı durun, ara sıcağı açıklıyorum: Patates kroket ve patates kızartması! Yunan patatesi bile olsa yakışmaz yani bu sofraya!!
Artık sinir içindeyim, somurtmaya başladım ve beni tanıyanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler..:) Bu saatten sonra "rakı shot" konseptini geliştirerek, geceden zevk almaya çalışıyorum. Garson da "Özür dileriz, efendim. Yönetim değişikliği oldu da bu hafta, o yüzden işler biraz karışık. Bir düzene girelim mönüde de Yunan ağırlığı artacak. Beyaz peynir falan ekleyeceğiz," diyor!!!! Rakı shot'a yeni başladım, ama kulağıma acayip absürd geldi bu Yunanlı beyaz peynir olayı!!! Neyse, daha neler duyacağız bakalım!
Saat 11'e doğru Yorgo'nun çıkmasını bekliyoruz. Bu arada Türk pop müziği söyleyen biri var mikrofonda. "Yorgo ne zaman çıkacak?" diye soruyoruz bildiğimiz Türk usülü yahni ve pilavımızı yerken. Aldığımız cevap aynen şöyle: "Yorgo Bey, yönetim değişikliğinden dolayı çıkmayacak bu hafta. Ama onun yerine Buzuki Orhan var!" diyor garson gözleri parlayarak. Sanki karşılığında "Ne!!! Aman Tanrım!! Buzuki Orhan mı?!!" falan gibi bir nida bekliyor bizden.
Neyse, artık tartışma fasıllarını falan geçiyorum. Buzuki Orhan'ı dinliyoruz bir süre. (İtiraf edeyim, Buzuki Orhan ve grubu keyifli çaldılar aslında. Ama ben o saate kadar beklediğimin o kadar dışında bir yerle karşılaşmıştım ki tadını çıkaramadım.) Ayrıca Yorgo'lu Yunan gecesi yaşayacaktık hani? Buzuki Orhan'lı bir Türk gecesi beklemiyordum açıkçası!!
Uzun lafın kısası, Orhan'ın Buzukisi dışında Yunan kültürüne, mutfağına, vs ait hiçbir şey göremediğiniz, son derece tatsız ve kimliksiz bir yer. Yönetim değişikliği hiç yaramamış yani!
Ama yine de 30 yaşıma bir "Yasu" diyeyim buradan da..:)
(Hâlâ 30 yaşında olmakla ilgili neler hissettiğimi yazmadım ben değil mi? Off, elim gitmiyor nedense. Dur bakalım, bir ara yazarım elbet.)
Neyse, saat 20:30 ama hiç yemeğe misafir bekler gibi bir halleri yok Yasu'cuların. Bizi bir alt katındaki Zuzu kafeye oturtuyorlar ve bir koşturmaca başlıyor. Servisler falan yeni koyuluyor üst kata.. Biz ve birkaç kurban masa daha alt katta kurt gibi acıkmış vaziyette bekliyoruz. Neyse efendim, saat 21:00 gibi yukarı çıkıyoruz. Dekorasyonda pek bir Yunan havası yok. Hatta "club mı olsam acaba, yoksa restoran olarak mı kalsam" diye düşünürken aralarda derelerde kalakalmış özelliksiz bir yer gibi görünüyor. Buna rağmen club, restoran, cafe bile denebilir belki ama asla bir Yunan tavernası değil!!
Keyfimizi bozmayalım! Mezeler güzel görünüyor! Hadi Ouzo siparişimizi verelim. "Plomari var mıdır acaba, İso?" derken garson yanımıza geldi ve biz de işin erbabına sorduk: "Ouzo olarak neler var?" Cevap: "Ouzomuz yok, rakı var." Evet, dumur olmuştuk. "Ama web sitenizde yazıyor bir sürü çeşit, bir yanlışlık olmasın?" Garson yenilenme sürecinde olduklarını, ilerde ohooo bi dolu çeşit getireceklerini, ama şimdilik sadece rakı olduğunu söylüyor. "Tamam, o zaman Sarı Tekirdağ istiyoruz," diyor eşim. Ama garson kardeş bize sanki uzaylıymışız gibi bakmaya devam ediyor. "Yeni Rakı?" diye bir çırpınış da benden geliyor, ama adamın yüzündeki ifade aynı. En sonunda bize acı gerçeği açıklıyor: "Sadece Burgaz Rakı var, efendim" En nefret ettiğimiz rakıyla (tatil köylerini de sarmıştı bu meret!Kabusumuz olmuştu bu yaz!) baş başayız. O saatte kalkıp başka nereye gidebiliriz diyerek, "zaten kutlama yapıyoruz canım, olumlu düşünelim" diye yan masayla birbirimize gaz vererek Burgaz'a razı oluyoruz.
Zaten açlıktan ölmüşüz. Mezeler Türk mü Yunan mı umurumuzda değil! Saldırıyoruz Burgaz eşliğinde! Hepsi Türk mezeleri, ama lezzetliler! Çok olumluyuz canım! Hiçbir şey keyfimizi bozamaz!
Ara sıcaklar geliyor. Hoppala! "İhsan, doğru mu görüyorum?" Valla, doğru görüyorum. Çünkü eşim "Biraya mı geçsek acaba?" diyor. Sıkı durun, ara sıcağı açıklıyorum: Patates kroket ve patates kızartması! Yunan patatesi bile olsa yakışmaz yani bu sofraya!!
Artık sinir içindeyim, somurtmaya başladım ve beni tanıyanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler..:) Bu saatten sonra "rakı shot" konseptini geliştirerek, geceden zevk almaya çalışıyorum. Garson da "Özür dileriz, efendim. Yönetim değişikliği oldu da bu hafta, o yüzden işler biraz karışık. Bir düzene girelim mönüde de Yunan ağırlığı artacak. Beyaz peynir falan ekleyeceğiz," diyor!!!! Rakı shot'a yeni başladım, ama kulağıma acayip absürd geldi bu Yunanlı beyaz peynir olayı!!! Neyse, daha neler duyacağız bakalım!
Saat 11'e doğru Yorgo'nun çıkmasını bekliyoruz. Bu arada Türk pop müziği söyleyen biri var mikrofonda. "Yorgo ne zaman çıkacak?" diye soruyoruz bildiğimiz Türk usülü yahni ve pilavımızı yerken. Aldığımız cevap aynen şöyle: "Yorgo Bey, yönetim değişikliğinden dolayı çıkmayacak bu hafta. Ama onun yerine Buzuki Orhan var!" diyor garson gözleri parlayarak. Sanki karşılığında "Ne!!! Aman Tanrım!! Buzuki Orhan mı?!!" falan gibi bir nida bekliyor bizden.
Neyse, artık tartışma fasıllarını falan geçiyorum. Buzuki Orhan'ı dinliyoruz bir süre. (İtiraf edeyim, Buzuki Orhan ve grubu keyifli çaldılar aslında. Ama ben o saate kadar beklediğimin o kadar dışında bir yerle karşılaşmıştım ki tadını çıkaramadım.) Ayrıca Yorgo'lu Yunan gecesi yaşayacaktık hani? Buzuki Orhan'lı bir Türk gecesi beklemiyordum açıkçası!!
Uzun lafın kısası, Orhan'ın Buzukisi dışında Yunan kültürüne, mutfağına, vs ait hiçbir şey göremediğiniz, son derece tatsız ve kimliksiz bir yer. Yönetim değişikliği hiç yaramamış yani!
Ama yine de 30 yaşıma bir "Yasu" diyeyim buradan da..:)
(Hâlâ 30 yaşında olmakla ilgili neler hissettiğimi yazmadım ben değil mi? Off, elim gitmiyor nedense. Dur bakalım, bir ara yazarım elbet.)
Gör, Hisset, Düşün, Yap
Artık fırsat buldukça sizlere kendi çevirdiğim ve okumanızı gerçekten tavsiye ettiğim kitaplardan da bahsedeceğim. İşte bunlardan ilki geliyor:
Alfa Basım Yayım’ın Kişisel Gelişim serisinden “Gör, Hisset, Düşün, Yap” adlı kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Andy Milligan ve Shaun Smith (yönetim danışmanı) tarafından yazılan ve benim çevirdiğim ( :) ) “bu kitapta iş hayatında içgüdülerin kullanılmasının başarıyı sağladığını savunuluyor. İş dünyasının duygularından arınmış katı yöneticilerin elinde olmadığını belirten yazarlar, bu alanda asıl başarıyı yakalayanların, duyguları ve deneyimleri ile hareket eden, onlardan yararlanmaya çalışan ve daha büyük işler yapmak için çabalayan insanlar olduğunu belirtiyor. Yazarlar bu içgüdünün de, gözlem yapmak, empati kurmak, akıl yürütmek ve tüm bunları hiç çekinmeden uygulamakla geliştirileceğini söylüyorlar”. (26 Ekim Radikal Kitap Eki)

Kitabın içinde Apple, Sony, Pepsi, Harley Davidson, vs gibi onlarca dev şirket ile ilgili vaka çalışmaları tadında yaşanmış durumlar anlatılıyor. Bu örnekler, gözlem (görmek), empati (hissetmek), akıl yürütme (düşünmek) ve uygulama (yapmak) açısından inceleniyorlar. Üniversite öğrencilerinden, iş adamlarına kadar çok farklı konumlarda ve yaş grubunda insanın ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu kitapta Türkiye’den de dev bir isim bunuyor: Fethiye’deki Hillside Beach Club ve Alarko Leisure Grubu’nun CEO’su Edip İlkbahar’ın başarılı yönetimi de kitapta yerini almış. Hatta Balçiçek Pamir’in Edip İlkbahar ile bu kitapta yer alan konularla ilgili yaptığı bir söyleşi de bulunuyor.
Kitabın arka kapağında iki büyük şirketin iki üst düzey yöneticisinin kitapla ilgili görüşlerinden alıntılara yer verilmiş:
"Büyük işler büyük fikirlerle başlar. Deneyimlerime göre en İyi fikirler, analizlerden çok içgüdülerle hareket edildiği zaman ortaya çıkar. Bu kitap size hayallerinizi takip etmek için ilham ve cesaret veriyor."
Charles Dunstone, CEO, Carphone Warehouse
"Nihayet bir kitap müşterilerin de insan olduğunu söylüyor. Duygularınızı iş yaşamınızda ön plana aldığınızda, müşterilerinizle yaşayacağınız harika deneyimler sizi bekliyor."
Chris Goossens, Müşteri Hizmetleri Direktörü, TNT
"Okuyalım" kategorisi hepimize hayırlı uğurlu olsun! :)
Alfa Basım Yayım’ın Kişisel Gelişim serisinden “Gör, Hisset, Düşün, Yap” adlı kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Andy Milligan ve Shaun Smith (yönetim danışmanı) tarafından yazılan ve benim çevirdiğim ( :) ) “bu kitapta iş hayatında içgüdülerin kullanılmasının başarıyı sağladığını savunuluyor. İş dünyasının duygularından arınmış katı yöneticilerin elinde olmadığını belirten yazarlar, bu alanda asıl başarıyı yakalayanların, duyguları ve deneyimleri ile hareket eden, onlardan yararlanmaya çalışan ve daha büyük işler yapmak için çabalayan insanlar olduğunu belirtiyor. Yazarlar bu içgüdünün de, gözlem yapmak, empati kurmak, akıl yürütmek ve tüm bunları hiç çekinmeden uygulamakla geliştirileceğini söylüyorlar”. (26 Ekim Radikal Kitap Eki)

Kitabın içinde Apple, Sony, Pepsi, Harley Davidson, vs gibi onlarca dev şirket ile ilgili vaka çalışmaları tadında yaşanmış durumlar anlatılıyor. Bu örnekler, gözlem (görmek), empati (hissetmek), akıl yürütme (düşünmek) ve uygulama (yapmak) açısından inceleniyorlar. Üniversite öğrencilerinden, iş adamlarına kadar çok farklı konumlarda ve yaş grubunda insanın ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu kitapta Türkiye’den de dev bir isim bunuyor: Fethiye’deki Hillside Beach Club ve Alarko Leisure Grubu’nun CEO’su Edip İlkbahar’ın başarılı yönetimi de kitapta yerini almış. Hatta Balçiçek Pamir’in Edip İlkbahar ile bu kitapta yer alan konularla ilgili yaptığı bir söyleşi de bulunuyor.
Kitabın arka kapağında iki büyük şirketin iki üst düzey yöneticisinin kitapla ilgili görüşlerinden alıntılara yer verilmiş:
"Büyük işler büyük fikirlerle başlar. Deneyimlerime göre en İyi fikirler, analizlerden çok içgüdülerle hareket edildiği zaman ortaya çıkar. Bu kitap size hayallerinizi takip etmek için ilham ve cesaret veriyor."
Charles Dunstone, CEO, Carphone Warehouse
"Nihayet bir kitap müşterilerin de insan olduğunu söylüyor. Duygularınızı iş yaşamınızda ön plana aldığınızda, müşterilerinizle yaşayacağınız harika deneyimler sizi bekliyor."
Chris Goossens, Müşteri Hizmetleri Direktörü, TNT
"Okuyalım" kategorisi hepimize hayırlı uğurlu olsun! :)
Çırağan Sarayı’nın Tarihçesi
Hava yine süper! Son 5 haftadır günün uyanık olduğum her dakikasını ayırdığım İslam tarihi ile ilgili 200 sayfalık çevirimi tamamlamışım. Savaştan çıkmış gibiyim ve kesinlikle bugün mola vermeliyim. Uzun zamandır merak ettiğim Çırağan Sarayı’nın Tarihçesi sergisini göreyim dedim. “Dur bakayım, Gizoş’u da arayayım, belki gelir.” Tabi ki geldi yürüyüş arkadaşım. :)
Önce Ortaköy’e gittik, tatlılarımızı yiyip tatlı tatlı konuştuk bahardan kalma havada. Sonra da sergiye geldik. Sergi sarayın tarihini sırasıyla anlatan, koridor boyunca sıralanmış resimli panolarından oluşuyor. Karşı sırada ise o dönemlerde yapılmış bir avize alım kontratı, hasar tespit raporu, vs gibi Arapça yazıyla yazılmış belgeler var. Sarayla oteli birbirlerine bağlayan koridorda bulunan sergiyi yolunuz düşerse gezin tabi, ama büyük beklentilerle gitmeyin derim. :)
İşte size dev bir hizmet sunuyorum! Panolardan edindiğimiz Saray tarihi ile ilgili bilgiler emrinizdedir:
Çırağan Sarayı’nın bugünkü yeri, 17. yüzyılda Kazancıoğlu Bahçeleri olarak bilinirmiş. Lale Devri’nde Beşiktaş kıyılarını süsleyen saraylar ve bahçeler “Çiçek ve Müzik Aşkının” simgeleri sayılırlarmış. Dönemin padişahı olan III. Ahmet buradaki mülkünü gözde Vezir-i Azam’ı İbrahim Paşa’ya hediye etmiş.
Böylelikle İbrahim Paşa, 1719 yılında ilk yalıyı eşi Fatma Sultan (III: Ahmet’in kızı) için yaptırmış. Burada Çırağan Şenlikleri adı verilen meşale şenlikleri düzenletmiş. Bu nedenle burası Farsçada ışık anlamına gelen “Çırağan” ismiyle çağrılmaya başlanmış.
Sultan II. Mahmut bu alanı yeniden yapılandırma kararı alır. Önce mevcut yalıyı, ardından yalının çevresindeki okulu ve camiyi yıktırır. Mevlevihane, yakında bulunan bir yalıya nakledilir. Yeni saray ahşap gibi görünse de ana binanın temelinin yapımında tamamen taş kullanılmıştır. 40 sütunuyla klasik bir görünüm verilmiştir.
Sultan Abdülmecid 1857 yılında II. Mahmut’un yaptırdığı ilk sarayı yıktırıp, Batı mimarisi tarzında yeni bir saray yaptırmayı planlamış. Ancak hem mali sıkıntılar hem de 1861’de vefat etmesinden dolayı sarayın yapımı yarım kalmıştır.
Yerine geçen kardeşi Sultan Abdülaziz sarayın inşasını 1871’de tamamlatmıştır. Ama batı değil, doğu mimarisini seçmiştir. Kuzey Afrika İslam mimarisinden esinlenilmiştir. Sarayın müteahhitliğini Sarkis Balyan ve ortağı Narsisyan Kirkor yapmıştır. Yapımına 1863 yılında başlanan Çırağan Sarayı 1871’de bitmiş ve 2,5 milyon altına mal olmuştur. Sarayın işlemeli kapılarının her birinin değeri 1000 altındır. Sultan Abdülhamit, bu kapıları çok beğenen Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm II’ye armağan etmiştir. Wilhelm de kapıyı Berlin Müzesi’ne yerleştirmiştir. Sultan Abdülaziz, en son 1876 yılının Mart ayında burada dinlenmiştir. Ancak halk arasında Mevlevihane yıktırılarak, üzerine saray yaptırılmasının uğursuzluk getireceği dedikodularından rahatsız olarak buradan ayrılmış ve Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmiştir.
1876 yılında Abdülaziz’in yeğeni V. Murat padişah olmuş, ancak aynı yıl içinde akli dengesini yitirdiği için tahttan indirilmiş ve bugün Beşiktaş Lisesi olarak kullanılan Harem Binasına nakledilmiştir. 1904’te vefat edene kadar da burada kalmıştır.
19. yy sonlarından kalma saray sütunlarından biri:

14 Kasım 1909’da Çırağan Sarayı parlamento binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. 20 Ocak 1910 yılında Milli Meclis Salonunda çıkan bir yangın yüzünden koca Saray beş saat içinde yanmıştır. Birçok antika eser, II. Abdülhamit’in özel koleksiyonu ve V. Murat’ın kütüphanesi yanarak kül olmuştur.

1946 yılında sarayın bodrum katında bulunan Mevlevi dervişlerine ait mezarlar bir istihkam yüzbaşısının altın aramak için yaptığı kazılar sırasında tahrip edilmiştir. Aynı yıl çıkarılan bir kanunla Saray, İstanbul Belediyesi’ne bırakılmıştır.
1987 yılında yangından sonraki ilk restorasyon çalışması başlatılmıştır. 1990 yılında otel, 1992’de ise saray hizmete açılmıştır.

İşte bu görkemli sarayın tarihinin bir özeti. Çok etkileyici bir sergi olduğunu söyleyemeyeceğim, ancak buna rağmen tarihi ve kültürel miraslarımızın tanıtımı ve bilinç kazandırma açısından son derece güzel bir fikir olduğunu düşünüyorum.
Yapanların ve düşünenlerin ellerine sağlık!
Önce Ortaköy’e gittik, tatlılarımızı yiyip tatlı tatlı konuştuk bahardan kalma havada. Sonra da sergiye geldik. Sergi sarayın tarihini sırasıyla anlatan, koridor boyunca sıralanmış resimli panolarından oluşuyor. Karşı sırada ise o dönemlerde yapılmış bir avize alım kontratı, hasar tespit raporu, vs gibi Arapça yazıyla yazılmış belgeler var. Sarayla oteli birbirlerine bağlayan koridorda bulunan sergiyi yolunuz düşerse gezin tabi, ama büyük beklentilerle gitmeyin derim. :)
İşte size dev bir hizmet sunuyorum! Panolardan edindiğimiz Saray tarihi ile ilgili bilgiler emrinizdedir:
Çırağan Sarayı’nın bugünkü yeri, 17. yüzyılda Kazancıoğlu Bahçeleri olarak bilinirmiş. Lale Devri’nde Beşiktaş kıyılarını süsleyen saraylar ve bahçeler “Çiçek ve Müzik Aşkının” simgeleri sayılırlarmış. Dönemin padişahı olan III. Ahmet buradaki mülkünü gözde Vezir-i Azam’ı İbrahim Paşa’ya hediye etmiş.
Böylelikle İbrahim Paşa, 1719 yılında ilk yalıyı eşi Fatma Sultan (III: Ahmet’in kızı) için yaptırmış. Burada Çırağan Şenlikleri adı verilen meşale şenlikleri düzenletmiş. Bu nedenle burası Farsçada ışık anlamına gelen “Çırağan” ismiyle çağrılmaya başlanmış.
Sultan II. Mahmut bu alanı yeniden yapılandırma kararı alır. Önce mevcut yalıyı, ardından yalının çevresindeki okulu ve camiyi yıktırır. Mevlevihane, yakında bulunan bir yalıya nakledilir. Yeni saray ahşap gibi görünse de ana binanın temelinin yapımında tamamen taş kullanılmıştır. 40 sütunuyla klasik bir görünüm verilmiştir.
Sultan Abdülmecid 1857 yılında II. Mahmut’un yaptırdığı ilk sarayı yıktırıp, Batı mimarisi tarzında yeni bir saray yaptırmayı planlamış. Ancak hem mali sıkıntılar hem de 1861’de vefat etmesinden dolayı sarayın yapımı yarım kalmıştır.
Yerine geçen kardeşi Sultan Abdülaziz sarayın inşasını 1871’de tamamlatmıştır. Ama batı değil, doğu mimarisini seçmiştir. Kuzey Afrika İslam mimarisinden esinlenilmiştir. Sarayın müteahhitliğini Sarkis Balyan ve ortağı Narsisyan Kirkor yapmıştır. Yapımına 1863 yılında başlanan Çırağan Sarayı 1871’de bitmiş ve 2,5 milyon altına mal olmuştur. Sarayın işlemeli kapılarının her birinin değeri 1000 altındır. Sultan Abdülhamit, bu kapıları çok beğenen Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm II’ye armağan etmiştir. Wilhelm de kapıyı Berlin Müzesi’ne yerleştirmiştir. Sultan Abdülaziz, en son 1876 yılının Mart ayında burada dinlenmiştir. Ancak halk arasında Mevlevihane yıktırılarak, üzerine saray yaptırılmasının uğursuzluk getireceği dedikodularından rahatsız olarak buradan ayrılmış ve Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmiştir.
1876 yılında Abdülaziz’in yeğeni V. Murat padişah olmuş, ancak aynı yıl içinde akli dengesini yitirdiği için tahttan indirilmiş ve bugün Beşiktaş Lisesi olarak kullanılan Harem Binasına nakledilmiştir. 1904’te vefat edene kadar da burada kalmıştır.
19. yy sonlarından kalma saray sütunlarından biri:
14 Kasım 1909’da Çırağan Sarayı parlamento binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. 20 Ocak 1910 yılında Milli Meclis Salonunda çıkan bir yangın yüzünden koca Saray beş saat içinde yanmıştır. Birçok antika eser, II. Abdülhamit’in özel koleksiyonu ve V. Murat’ın kütüphanesi yanarak kül olmuştur.
1946 yılında sarayın bodrum katında bulunan Mevlevi dervişlerine ait mezarlar bir istihkam yüzbaşısının altın aramak için yaptığı kazılar sırasında tahrip edilmiştir. Aynı yıl çıkarılan bir kanunla Saray, İstanbul Belediyesi’ne bırakılmıştır.
1987 yılında yangından sonraki ilk restorasyon çalışması başlatılmıştır. 1990 yılında otel, 1992’de ise saray hizmete açılmıştır.
İşte bu görkemli sarayın tarihinin bir özeti. Çok etkileyici bir sergi olduğunu söyleyemeyeceğim, ancak buna rağmen tarihi ve kültürel miraslarımızın tanıtımı ve bilinç kazandırma açısından son derece güzel bir fikir olduğunu düşünüyorum.
Yapanların ve düşünenlerin ellerine sağlık!
Bir Anarşistin Kaza (!) Sonucu Ölümü
Oyunu izleyeli birkaç hafta oldu, ama ancak yazabiliyorum. "Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü" adlı oyunu çok beğendik. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun bu sezonun programındaki oyunlardan biri olan oyun 8 yıldır sahneleniyormuş.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Dario Fo'nun başyapıtlarından 'Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü' adlı oyunu kaçırmamanızı öneririm. Yaklaşık 2 saat süren oyunun gerçekten de ciddi bir konusu olmasına rağmen, oyun boyunca gülüyorsunuz. Zaten belki de böylesine önemli bir sorunu, sistem çarpıklığını ve yozlaşmayı, adaleti, dini, güvenliği temsil eden her kurumun içinde yaşanan çıkar hesaplarını ancak bir komedi bu kadar rahatsızlık vermeden ve güzel bir şekilde aktarabilirdi. Belki de bu yüzden yalnızca AST gibi belli bir sosyal ve siyasi duruşu olan tiyatrolarda değil, devlet tiyatrolarında da oynayan bir oyun. Hem de 8 yıldır!!
Dario Fo, bu sistem karşıtı oyununun Türkiye'de Devlet Tiyatrosu'nda oynandığını öğrendiği zaman çok şaşırmış. "Ya Türkiye çok ileri gitti ya da sizler tiyatronun adını tercüme ederken bir yanlışlık yaptınız!" yorumunu yapmış. :)
İtalya'da yaklaşık 35 yıl önce yaşanan bir olaydan yola çıkılarak yazılmış bu oyunda anlatılanlar aslında çok da yabancı ve uzak gelmiyor. Bir anarşist (!), emniyet müdürlüğünün camından atlayarak ‘intihar’ eder!! Ve bir ‘deli’ de sorgulanmak üzere aynı emniyet müdürlüğü binasına getirilir. İşte oyun başladı.
Aslında hiç de "deli" olmayan, hatta aksine neler döndüğünün son derece farkında olan o sistem dışı, aykırı sahte yargıç (ya da rahip, avukat, doktor, vs) rolünü oynayan Atilla Şendil'in performansını ayakta alkışlamak gerekiyor. Diğer erkek oyuncuların hepsi de süperlerdi. (oyundaki tek kadın olan kadın gazeteciyi çok başarılı bulmadım)
Kadro :
Yazan: Dario Fo
Türkçesi: Füsun Demirel
Reji: Murat Karasu
Dekor: Ethem İzzet Özbora
Kostüm: Çimen Karaosmanoğlu
Işık: Ayhan Güldağları
Oyuncular:
Atilla Şendil
Kubilay Karslıoğlu
Dündar Müftüoğlu
Hidayet Erdinç
İşdar Gökseven
Güneş Hayat
Biletleri ise mybilet sayfasından alabilirsiniz.
Not: Galiba Mart ayındaki oyunlar sanatçılardan birinin rahatsızlığından dolayı iptal edilmiş. Umarım önemli bir şey değildir ve sizler de Nisan ayında oyunu izleyebilirsiniz.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Dario Fo'nun başyapıtlarından 'Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü' adlı oyunu kaçırmamanızı öneririm. Yaklaşık 2 saat süren oyunun gerçekten de ciddi bir konusu olmasına rağmen, oyun boyunca gülüyorsunuz. Zaten belki de böylesine önemli bir sorunu, sistem çarpıklığını ve yozlaşmayı, adaleti, dini, güvenliği temsil eden her kurumun içinde yaşanan çıkar hesaplarını ancak bir komedi bu kadar rahatsızlık vermeden ve güzel bir şekilde aktarabilirdi. Belki de bu yüzden yalnızca AST gibi belli bir sosyal ve siyasi duruşu olan tiyatrolarda değil, devlet tiyatrolarında da oynayan bir oyun. Hem de 8 yıldır!!
Dario Fo, bu sistem karşıtı oyununun Türkiye'de Devlet Tiyatrosu'nda oynandığını öğrendiği zaman çok şaşırmış. "Ya Türkiye çok ileri gitti ya da sizler tiyatronun adını tercüme ederken bir yanlışlık yaptınız!" yorumunu yapmış. :)
İtalya'da yaklaşık 35 yıl önce yaşanan bir olaydan yola çıkılarak yazılmış bu oyunda anlatılanlar aslında çok da yabancı ve uzak gelmiyor. Bir anarşist (!), emniyet müdürlüğünün camından atlayarak ‘intihar’ eder!! Ve bir ‘deli’ de sorgulanmak üzere aynı emniyet müdürlüğü binasına getirilir. İşte oyun başladı.
Aslında hiç de "deli" olmayan, hatta aksine neler döndüğünün son derece farkında olan o sistem dışı, aykırı sahte yargıç (ya da rahip, avukat, doktor, vs) rolünü oynayan Atilla Şendil'in performansını ayakta alkışlamak gerekiyor. Diğer erkek oyuncuların hepsi de süperlerdi. (oyundaki tek kadın olan kadın gazeteciyi çok başarılı bulmadım)
Kadro :
Yazan: Dario Fo
Türkçesi: Füsun Demirel
Reji: Murat Karasu
Dekor: Ethem İzzet Özbora
Kostüm: Çimen Karaosmanoğlu
Işık: Ayhan Güldağları
Oyuncular:
Atilla Şendil
Kubilay Karslıoğlu
Dündar Müftüoğlu
Hidayet Erdinç
İşdar Gökseven
Güneş Hayat
Biletleri ise mybilet sayfasından alabilirsiniz.
Not: Galiba Mart ayındaki oyunlar sanatçılardan birinin rahatsızlığından dolayı iptal edilmiş. Umarım önemli bir şey değildir ve sizler de Nisan ayında oyunu izleyebilirsiniz.
Kokarcanın Hakkı Kokarcaya!! :)
Sigarayı bırakalı üç ay oldu ve ben her geçen gün biraz daha fazla koku almaya başlıyorum. Ya burnum eskiden tembellik yapıyordu ya da şimdi fazla mesai yapıyor. Onu bunu bilmem ama kendimi Jean-Baptiste Grenouille gibi hissettiğim zamanlar bile oluyor! Örneğin koridorda İhsan'ın yanından geçtikten sonra bir anda az önce ufak bir kaçamak yapmış olan kocacığımı çevirip, "Sen çikolata mı yedin?" falan dediğim oluyor. Sokakta yürürken gelen vanilya, hindistan cevizi, boya, çiçek, vs gibi kokuların eskiden hiç farkına varmıyormuşum meğer.
Eskiye göre daha fazla koku almaktan mutlu olduğum durumlar var elbette. Mesela kahvenin kokusuna daha da bayılır oldum son aylarda. Ya da ne bileyim yıkanan çamaşırların kokusu, temizlik sonrası evdeki tazelik kokusu, parfüm kokuları,güzel yemek kokuları, deniz kokusu ve hatta iso'cumun kokusunu bile çok daha yoğun alıyorum. :)
Üstte bahsettiğim işin güzel yanıydı. Tabi insanın burnunun bu kadar da iyi çalışmasını istemediği durumlar da olabiliyor. Kötü koku kategorilerinin detayına girmeyi düşünmüyorum, ama aralarında bir tanesi var ki beni gerçekten mahvediyor. Güzel yurdumda yaşanan güzel yazların belki de en kötü kısmı olan ve özellikle de dolmuş, otobüs gibi toplu taşıma araçlarını kâbusa çeviren o kokudan bahsediyorum!! Evet, anladınız siz onu! Ter kokusu!! Eğer bir garsondan geliyorsa, bir şeyler yiyip içmekten vazgeçesim geliyor. Eğer bir muavinden geliyorsa, kek ve çayın yanında dağıttıkları kolonyalı mendili acilen burnuma dayamak zorunda kalıyorum. Eğer bir kurumda çalışan temizlik görevlileri ter kokuyorlarsa, isim vermeden genel uyarı şeklinde ufak bir not yazıp şikayet kutusuna atıyorum. Sonuçta temizlik görevlisinin kişisel temizliğine önem vermemesi bana ironik geliyor!!
Ama bu koku spor salonunda aynı dersi aldığımız bir kulüp üyesinden geliyorsa, o zaman hiçbir şey yapamıyorum. Nefes nefese kaldığımız Tae-bo dersinde (yani nefesimizi tutmak mümkün değil!) bana çok yakın duran bir üyenin mis(!) kokusu eşliğinde zıplarken "Allah'ım lütfen bu dersi de bayılmadan bitireyim" diye geçiriyorum içimden. Son dakikaya kadar gözüm yollarda oluyor, belki bu seferki derse gelmez diye, ama o gelip benim yakınımdaki yerini alıyor. (çekim yasası mı ne?) Bilmiyor ki onun burnunun bağışıklık kazandığı koku, benim yeni yeni özgürlüğüne kavuşan burnuma çok ağır geliyor!!
Son 3-4 derstir maalesef yan yana zıpladığım bu üyeye ne söylenebileceğine kafa yoruyorum. Ama uyarı olarak söylenebilecek en kibar şeyler bile beni utandırıyor. Yani kendini bilen bir insanoğlunun böyle bir uyarı almaması gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta "kokarca" adı verilen canlı bile normal zamanda kokmuyor. Savunma amacıyla düşmanına karşı kötü kokan bir sıvı püskürtüyor. Acaba burada da aynı durum geçerli olabilir mi? Belki bu üye de bizleri bir tehdit olarak görüyordur! Yanına gidip "Selam, biz dostuz!" desem işe yarar mı acaba?
Off, neyse.. Yarın yine Tae-bo var. İki aydır ayağımın ağrısına rağmen inatla derse devam ediyorum. Ama son birkaç derstir ayağımın ağrısından daha fazla düşündüğüm bir şey var: Acaba yine yanıma gelecek mi?!!
Eskiye göre daha fazla koku almaktan mutlu olduğum durumlar var elbette. Mesela kahvenin kokusuna daha da bayılır oldum son aylarda. Ya da ne bileyim yıkanan çamaşırların kokusu, temizlik sonrası evdeki tazelik kokusu, parfüm kokuları,güzel yemek kokuları, deniz kokusu ve hatta iso'cumun kokusunu bile çok daha yoğun alıyorum. :)
Üstte bahsettiğim işin güzel yanıydı. Tabi insanın burnunun bu kadar da iyi çalışmasını istemediği durumlar da olabiliyor. Kötü koku kategorilerinin detayına girmeyi düşünmüyorum, ama aralarında bir tanesi var ki beni gerçekten mahvediyor. Güzel yurdumda yaşanan güzel yazların belki de en kötü kısmı olan ve özellikle de dolmuş, otobüs gibi toplu taşıma araçlarını kâbusa çeviren o kokudan bahsediyorum!! Evet, anladınız siz onu! Ter kokusu!! Eğer bir garsondan geliyorsa, bir şeyler yiyip içmekten vazgeçesim geliyor. Eğer bir muavinden geliyorsa, kek ve çayın yanında dağıttıkları kolonyalı mendili acilen burnuma dayamak zorunda kalıyorum. Eğer bir kurumda çalışan temizlik görevlileri ter kokuyorlarsa, isim vermeden genel uyarı şeklinde ufak bir not yazıp şikayet kutusuna atıyorum. Sonuçta temizlik görevlisinin kişisel temizliğine önem vermemesi bana ironik geliyor!!
Ama bu koku spor salonunda aynı dersi aldığımız bir kulüp üyesinden geliyorsa, o zaman hiçbir şey yapamıyorum. Nefes nefese kaldığımız Tae-bo dersinde (yani nefesimizi tutmak mümkün değil!) bana çok yakın duran bir üyenin mis(!) kokusu eşliğinde zıplarken "Allah'ım lütfen bu dersi de bayılmadan bitireyim" diye geçiriyorum içimden. Son dakikaya kadar gözüm yollarda oluyor, belki bu seferki derse gelmez diye, ama o gelip benim yakınımdaki yerini alıyor. (çekim yasası mı ne?) Bilmiyor ki onun burnunun bağışıklık kazandığı koku, benim yeni yeni özgürlüğüne kavuşan burnuma çok ağır geliyor!!
Son 3-4 derstir maalesef yan yana zıpladığım bu üyeye ne söylenebileceğine kafa yoruyorum. Ama uyarı olarak söylenebilecek en kibar şeyler bile beni utandırıyor. Yani kendini bilen bir insanoğlunun böyle bir uyarı almaması gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta "kokarca" adı verilen canlı bile normal zamanda kokmuyor. Savunma amacıyla düşmanına karşı kötü kokan bir sıvı püskürtüyor. Acaba burada da aynı durum geçerli olabilir mi? Belki bu üye de bizleri bir tehdit olarak görüyordur! Yanına gidip "Selam, biz dostuz!" desem işe yarar mı acaba?
Off, neyse.. Yarın yine Tae-bo var. İki aydır ayağımın ağrısına rağmen inatla derse devam ediyorum. Ama son birkaç derstir ayağımın ağrısından daha fazla düşündüğüm bir şey var: Acaba yine yanıma gelecek mi?!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)